25 Eylül 2012 Salı

Bir Berlin, birkaç Berliner

Yılda bir kere düzenli olarak ailenin Berlin kanadını görmeye gidişimiz, her defasında benim için bir kültür şoku oluyor. Münih Berlin arasındaki hız sınırı olmayan otobanda 180'le orta şeritten ve yanınızdan geçen arabaların vınnn! diye ışık hızında sizi sollamasına aldırmadan devamlı kuzeye giderseniz, altı saat sonra başkent Berlin'e varıyorsunuz. Kontrast inanılmaz. Münih'teki güneşli mis gibi dağ havası gitmiş, Berlin'de gri, hüzünlü bir sonbahar başlamış. Berliner (yani Berlinlilerin) "şiki miki" dedikleri Münih'in cicili bicili insanları da, bal dök yala sokakları da yok Berlin'de; herkes biraz daha ciddi, biraz daha paspal, çok daha somurtkan burada. Şehrin tarihi dokusu da, sanat ve kültürel kokusu da başka. Münih'in o "Şirinler Köyü" havası, yerini gri ve katı bir bürokratik başkent ile "heyt be, ne gördük ne geçirdik biz" diye bağıran beton bloglara bırakmış. Ve o blogların ortasındaki gizli yeşil avlulara, birden önünüze çıkıveren minik park alanlarına, sosyal-kent anlayışıyla tasarlanmış "buluşma ve rastlaşma noktalarına" ve tüm bunları süsleyen (ya da bazılarına göre pisleyen) grafiti ve duvar yazılarına.. Benim en sevdiklerim ise; Münih'te pek bulamadığımız paspal ve ucuz ötesi öğrenci-sanatçı kahveleri, köşebaşında ayakta birşeyler atıştırabileceğiniz büfeler (pide içi döner Berlin'in milli yemeği olmuş yahu), muhteşem fransız kahvaltıları sunan cafe'ler ve sanat atölyeleri, sergi odacıkları, komün hayatından vazgeçmeyen 68 kuşağı tarafından işgal edilmiş binalar. Bir de dünyanın en eski metro sistemlerinden biri olan U-Bahn'ın rengarenk fayanslı (insana dev bir banyo görüntüsü veren) durakları.

Bu gidişimde bunların keyfini çıkarttım yine bolca. Berlin'deki karanlık ve paspal hava, Münih'ten sonra hoşuma gitmedi değil. İstanbul sokaklarında geçen öğrencilik yıllarımı hatırlatıyor bu şehir bana. Özellikle şehrin eski fakir ve yeni "IN" mekanlarından Potsdamer Strasse'de kuzenin fotoğraf ve heykel sergisi akabinde bizim kokoş ailenin "öğrenci barı" diyerek tavsiye ettikleri sosyetik Victoria Bar'da içtiğimiz bilmemkaçar tane Tai Mai kokteylinin tadı damağımda kaldı. Mekan ve fiyatlar hiç de öğrenci işi değil ama 60'lardan kalma barmenleri, dekoru ve Mai Tai başta olmak üzere tüm kokteylleri muhteşem bir görsel ve gastronomik doyum garantisi veriyor. Bir de bu barda arada sırada bir "içki okulu" düzenleniyormuş, kokteyllerin yapım ve sunum inceliklerini öğrenmek isterseniz keyifli olabilir. Sevdicekle tüm başbaşa kaldığımız zamanlarda, en karanlık ve paspal sokakları yürüyerek şehri gezdik, sokaklarda ne kadar pis / mundar yemek ve içecek varsa yiyip içtik, birkaç eski dostla buluşup bol dumanlı ve entel sohbetli doğu Berlin barlarında (en azından teoride) dünyayı kurtarma planlarına iştirak ettik falan. Güzeldi.


Üstte bu Berlin'in temsili bir fotoğrafını görüyorsunuz. Saat yönünde, 68 kuşağının takipçileri tarafından "işgal edilmiş" bir kapitalizm karşıtı bina, yanında kuzenin fotoğraf galerisi, altında sakızlar ve grafiti ile süslenmiş "duvar" ve en alt solda "sevgilerle" yazan bir elektrikli testere (galeriden). Sonra kotu-botu çıkarıp, en Dolce & Gabana halimize bürünerek, saçları makyajı falan yapıp aile buluşmalarına katıldık. Aile Berlin'de oturuyor ama onlarınki bir başka Berlin tabii. Öyle karanlıkla paspallıkla pek ilgisi olmayan, sanatla, edebiyatla, ince zevklerle bezenmiş, bol şampanyalı ve parfüm kokulu bir Berlin.

Ailenin Berlin kanadının ana kolu Elf'gillerden Oma, sevdiceğin 93,5 yaşındaki anneannesi ve bizim senede bir Berlin'e gelişimizin sebebi de aslında temel olarak onu ziyaret etmek. Tam 34 senedir kendi başına yaşayan Oma, bacağındaki ağrı ve arasıra (özellikle öğle yemeğinde biraz fazla kaçan şampanya sonrasında) gidip gelen hafıza sorunları dışında son derece sağlıklı bir kadın. Daha önce de dediğim gibi, bu ailenin kadınlarında bir Elf soyu karışımı var; yandaki fotoğrafta ortada oturan 93,5 yaşındaki Oma, sağdaki 70 yaşındaki Tante Ulrike ve soldaki 65'lik kayınvalideme bakarsanız ne demek istediğimi anlayacaksınız. Elfgillerin arka sırasında karanlık adamlar; sevdicek, ben ve kayınpeder kontrast olarak duruyoruz.. Tante Ulrike, tek tük beyazı olan gri saçları ve pırıl pırıl mavi gözleriyle Almanya'nın tanınmış yazarlarından ve 68 kuşağının gençlerinin yaygın olarak yaptığı gibi, yaşamının bir bölümünü komünde geçirmiş. Onunla konuşmak bana büyük zevk veriyor, çünkü 68 kuşağının o naif "hayal edersek ve istersek, herşey olur!" anlayışıyla bir çok sosyal projede çalışmış, bir çok insanın eşit haklar kapsamında eğitim almasına yardım etmiş bir kadın. 80'lerden beri birlikte yaşadığı hayat arkadaşı Hubertus; aynen bir Yunan filozofuna yakışır bir isme ve cisme sahip 75 yaşında bir mimar (fotoğrafı o çektiği için göremiyorsunuz ne yazık ki, ama Sokrates'in günümüz kıyafetleri içindeki halini düşünürseniz, ta kendisi işte). Hubertus işin doğrusu benim ailede en çok sevdiğim insanlardan biri; muhteşem bir kara mizah anlayışı ile sivri zekanın birleşimi.
Bu entellektüel çiftin Berlin'in en güzel mahallesinde, kestane ağaçları arasındaki evleri, rüya gibi bir ev. Sadece o eski Berlin evlerine özgü yüksek tavanı, sade eşyaları değil, benim hayallerimdeki kocaman masif kitaplıkları ve rahat çalışma alanları ile de muhteşem bir ev. Bir yazarın evi işte! Tabii ki bir Eames koltuğu da var evde, Tante Hubertus'a 70. yaş günü hediyesi olarak almış, entellektüel camiada "tektaş"ın karşılığı bu demek ki. Bu Eames konusundaki yazımdan sonra biliyorsunuz hislerimi zaten; sevdicek oturdu ve kalkmak bilmedi gece boyu. Ben de kitapların arasında kayboldum işte saatlerce.. Tante son kitabının İngilizce baskısının henüz onaylanmamış taslağını okumam ve gerekirse düzeltmem için verdi, kendimi editör gibi hissediyorum..
 
Ertesi gün, kuzen Anna'nın şehrin biraz dışındaki evine "kahve ve kek"e davetliydik. Anna profesyonel fotoğrafçı ve 2 sene önce düğünümüz için ayırdığı fotoğraflarından birini (sonunda) bize verdi - biz bu fotoğraftan umudumuzu kesip duvara koca bir çakma Küba Sokakları koyduğumuz için, şimdi bu gerçek sanat eserini ne yapıcaz bilemiyoruz :/ Annesinin komün maceralarına kontrast olarak Anna'nın erken yaşta evlenip barklanması sonucunda, biri 18 diğeri 12 yaşında iki çocuğu, bir kedisi bir de köpeği var. Ama benim için bu ailenin en "acaip" üyesi Johann. Bu çocuk anasının karnından yetişkin bir insan olarak çıkmış sanırım. Sözlükte "ideal çocuk" kavramının karşısında Johann'ın fotoğrafını bulacağınızdan eminim. Johann'ı 7 yaşından beri tanıyorum ve ilk tanıdığımda da 55 yaşında olup olmadığını düşünmüştüm. Tabii şimdi herkesin çocuğu "dahi" olduğu için, zekası konusunda bir yorum yapamayacağım ama çocukla politikadan spora, müzikten sanata, Almanya'nın ekonomisinden Uganda'nın coğrafik yapısına kadar her konuda sohbet edilebiliyor. Bu çocuktan hiç duymadığınız şeyler öğrenebiliyor ve eş zamanlı olarak kendinizi geri zekalı falan sanabiliyorsunuz. Misal; baget ekmek hafif yanlamasına paralel 5 cm'lik kalınlıklarda kesilmeliymiş. Normalde bu tip "büyümüş de küçülmüş" çocuklara ben azami ölçüde sinir olurum ama bu çocuk acaip birşey yahu, sevimli de bir tip.. Çekik yeşil gözlü, ilerde çok kalpler de yakacağı belli bir çocukcağız. Ben bu çocuğu normal bir insan sandığımdan giderken bir kutu çikolata götürmüştüm ama beni "şimdi Anna'nın (anne demiyor) yaptığı kekten yedim, arkasından çikolata yemem benim için zararlı olur" diyerek reddetti! Ben dumurlardan dumur yaşarken, sevdicek de getirdiğimiz çikolataların yarısını mideye indirdi..
 
Sonra da arabaya doluşup yine aynı otobandan, aynı orta şeritten 180'le güneye, evimize döndük.

4 yorum:

  1. Ceren, bunlar ne kadar güzel fotoğraflar, insanlar ne kadar sağlıklı.

    Rahmetli babaannen Sıddıka hanımda böyle canlıydı, Osmanlı İmparatorluğu doğumluydu. Hele dedemiz, bir ekoldü. Kitaplarda halen isimleri geçmekte. Eskilerimiz büyüdükçe kitaplar yazmaya başladılar Çorum'da, dedemizden bahsetmeyen yok. Kitapları derlemeye çalışıyorum babaya göndereceğim. Bir kaç tane göndermiştim gördüyseniz.

    Dedemizin evi de o zamanın şartlarına göre çok büyüktü, odaları, salonları sizinkileri andırıyordu, sağından solunda her ne kadar yollar geçtiyse de, konağın yerinde şimdilerde 4'er daire var.

    Şimdilerde biz, ufak evlere alıştık, kimseler kalmadığından, ikişer kişi oturuyoruz evlerde. akrabalık bağları kopmuş gitmiş, birileri ön ayak olmadığından.

    Dikkatimi çeken bir şey var; evlere sokakta giyilen ayakkabılarla mı giriliyor? Yoksa evde giyilen ayakkabılar ayrı mı? Geçen dağda kulübe gibi bir yerde kalmıştık, zemine beton bile dökülmemiş topraktı ama içeri girerken gene ayakkabılarımızı çıkartıyorduk, terlik giyiyorduk.

    Çok hızlı (180) ve güzel bir ziyaret olmuş:)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Cagatay abi, sizde ne cevherler var, anlatmak lazim bu insanlari.. Yoksa torunlar da gocup gidince, kim hatirlayacak onlari? Ayakkabi konusuna gelince, Almanya'da evlerde cikiyor genellikle ayakkabi ama terlik konsepti yok ve misafirlikte falan da cikarilmiyor. Disarisi cok pis degil, giderler iyi calisiyor ve sokaklar yikaniyor o nedenle aslinda hic cikarilmasa da olur..

      Sil
  2. Berlin'e geldiğimde Oma'nın elini öpmek istiyoruum! Elf'lik bulaşır belki biraz :)

    YanıtlaSil
  3. Gel op, bana 8 senedir bulasamadi o Elf'lik :)) Isin sirri yaslandigini kabul etmemek - ya da ogle yemeginde icilen sampanya, bilemiyorum..

    YanıtlaSil