3 Ağustos 2025 Pazar

45 Dakika Yazıları - Ağustos 1

Evi mislerrrr gibi temizledim. Kahvemi aldım. Sağıma soluma baktım "biri için gerekli miyim?" diye.. A a, nasıl olduysa; hayır gayet gereksizim! Kızım odasında "takılıyor", oğlumla eşimin 12 derecelik ve durmaksızın sağanak yağışlı haftasonuna şuursuzlukla denk getirip gittikleri çadır kampından dönmelerine de 45 dakika var. E bu bir işaret değilse nedir? :) O zaman haydi; silmeden, düzeltmeden, bilinçakışı....

Birkaç haftadır, böyle boşluklar buldukça izlediğim önü topu aslında 6 bölümcük bir dizi olan "A Man in Full"u sonunda bitirdim. Buram buram tertosteron dizisi, hakikaten tuhaf bir dünya bu erkeklerinki.. Ne anlamsız hırslar, ne anlamsız göstermeler, gösterme çalışmaları.... Kadınlarda da var elbette ama erkeklerin testosteronla kaplanmış gösterme halleri daha da abartılı. 

Raymond Peepgrass karakteri inanılmaz ürkütücüydü benim için, dizinin sonuna dek "bu adam seri katil olacak, dizi birden dönecek" diye bekledim durdum. İnek yalamış saçlar, o tuhaf gözlük, hem fiziksel hem duygusal anlamda fakir evindeki büyük hırs kavgaları; her şey seri katilliğe doğru gidiyordu. Fakat ne acaip bitti :)) Spoiler vermeyeceğim. Dizinin adı da son sahneye dek benim "ampülü" yakmamıştı, sonra "haaaa a man in full e.... imiiiiş" diye uyandım; ki son sahne acaip komikti, düşündükçe yeniden gülüyorum. Eşime tavsiye ettim, sana da ne bileyim, eder miyim, bilemedim.. Testosteronun gittiği uç noktaları, Amerika'nın turuncu belasının kafasından geçenleri ya da çevrendeki bazı erkeklerin saçma sapan hırslarını anlamak istiyorsan, iyi anlatıyor. Kadın karakterlerse çok zayıf (ki zaten erkek egemen dünyada bu şekilde algılanıyoruz), ona takılacaksan hiç izleme.

Fakat Raymond, bence başlı başına yeni bir dizi olabilecek çapta bir karakterdi. Aynen Breaking Bad'den Better Call Saul'un çıkması gibi, buradan da bir Raymond çıksa izlerim ben.... Oldukça derin bir karakterdi, aktörü tarafından da çok iyi oynanmıştı, fakat derinliği bu dizi içinde yeterince anlaşılamadı...

Karakter aslında hikayeden daha önemli geliyor bana. Bunu tam bir ay önce düşündüm ve dedim ki "neden sürekli hikaye yazmaya çalışır herkes, aslında bence çok daha ilginci karakteri yazmak, derinlemesine.. hikayesi nasılsa gelir peşinden". Aynen böyle düşündüm evet ve o anın galeyanı ile de bir blog açtım: Küçük Beyaz Taşlar

Bu blogta yolları bir şekilde benimkiyle kesişen irili ufaklı karakterler (beyaz taşlar) olsun dedim. Tabii kolay değilmiş, önce kimden başlayacağım sorunsalı beni tam 1 ay oyaladı. Önem sırasıyla değil, rastgele yazmak istiyorum ama ilk aklıma gelenler hep hayatımdaki en önemli insanlar ve birini yazsam diğeri eksik kalacak falan filan derken daraldım.. Hatta öyle bir noktaya geldi ki, kapatıp gitmeyi düşündüğüm andaydım. Sonra neyse bizim İsviçreli çözümü sundu: benden başla :)))

Başladım bakalım... Hiç bilmiyorum nereye dek gidecek. Açtığım sayısız blogtan bazısı tutuyor, bazısı zaman içinde kayboluyor. Temel nedeni elbette benim maymun iştahım ve meselelerimi birbirlerinden kesin çizgilerle ayırma merakım.. Ama bu kötü bir şey değil bence, dinamizm..

İngilizlerin bir lafı vardır; eline çekiç alan her yerde çivi görür diye. Ben de bu sıra her yerde bir hikaye karakteri görmeye başladım, sanki seçip seçip önüme yolluyor hayat bunları. Üstelik bazısına çok öfkelendiğimde de belki bu öfkeyi yazmaya kanalize edebilirim, bu adam / kadın neden böyle diye düşünmektense, yazarak bulabilirim belki nedenini... Ya da dümdüz, gördüğüm şekliyle yazarım çevremdeki insanları. Her insan bir roman derler ya; bence roman olmasa da, en azından bir romanın yan karakteri her insan. Ve bazen romanın kendi hikayesinden çok karakterleri aklımızda kalır.. dedim ve başladım. Bakalım nasıl olacak, ilgilenirsen beklerim.

Aha kahve yine soğumuş. Ve bizimkiler zili çalmak üzere..... Tam zamanı: bzzzzt.

31 Temmuz 2025 Perşembe

45 Dakika Yazıları - Temmuz 3

Kızımı (ve karnesini) bekliyorum okul kantininde, gelmelerine de tam 45 dakika var. Onları alıp sonra oğlumu (ve karnesini) almaya geçeceğim.. Beklerken, önce Küçük Joe'nun ikinci romanının yayınlanan son terfikasını hüzünlenerek ve biraz da Enki'ye sinirlenerek okudum, sonra çok yerde sesli gülerek dinlemekte olduğum ve (afedersiniz) "Gavat" karakterine koptuğum, "Sezen'i yetmez ama severiz"e kıs kıs güldüğüm, Fuat Sevimay'ın "Anarşık"ına gitti elim ama ı-ıh, okul kantininde dinlenmez şimdi deyip vaz geçtim. Ne yapayım ne yapayım? O zaman haydi; silmeden, düzeltmeden, ayın 3. ve son bilinçakışını yazayım. Seviyorum bu 45-dakika yazılarımı :) Aslında; fazla düşünüp taşınmadan, spontan yaptığım tüm deliliklerimi, seviyorum..

Bil bakalım bu sabah kiminle karşılaştık? 

Doğru bildin :)

Ben demiştim ona "bir defa karşılaşan artık hep karşılaşır” diye de hafife almıştı. Bu sabah karşılaşınca, yine o güzel gülümsemesiyle ve sarı köpeğiyle ben onu hemen tanıdım ama o beni önce tanımadı, tanımadığını da çaktırmamaya çalıştı. Sonra jeton düşünce: "aaaa ama bu imkansız, ben bir defa karşılaştığım kimseyle bir daha karşılaşamıyordum!" dedi gülerek... "Eh görsel hafızan bu kadar kötüyse, insanlarla defalarca karşılaştığın halde tanımıyorsundur" dedim gülerek :)) Bazı insanlar utanınca çok sevimli oluyorlar.. Ama tanımamakta da haklıydı; ilkinde aşırı sıcak bir yaz akşamı, üzerimde efil efil bir elbise, saçlarım omuzlara salınmış, hayat bana güzel halleri; bugün ise 15 derece buz gibi hava, kazak üstü yağmurluk, pantolon, saçlar topuz.. Kadınları tanımak hakikaten ne zor; özellikle çok "görsel dikkat" sahibi değilsen. Bukalemun gibiyiz, günümüz günümüze uymuyor.. Ama iyi oldu ayak üstü biraz konuşmamız, günüm güzel başlamış oldı. Zaten ne zamandır ona vermek istediğim bir makale linki de vardı. 

Temmuz 1 ve Temmuz 31'de karşılaşmamız ama sence de ilginç değil mi...? Temmuz'u açma ve kapama düğmesi mübarek. Ya da, sanki Temmuz'u bana yeniden sevdirmek için hayatın küçük muziplikleri... Peki bakalım..!

Aaa dur dur, dün de ilginç bir şey oldu. Doktor ikinci randevuda da MR çekmeyi reddetti (hmm fıtık, olabilir, olmayabilir de dedi! Tıpta ne evet ne hayır demek ne yahu?! Adam durduk yere içime Oğuz Atay kaçırdı!) ama yüce gönüllülük edip beni "fizyoterapi"ye (başından attı, öhöm) sevk etti, burada fizyoterapistini kendin arıyor, ancak aylar sonra buluyorsun (bir de cildiye randevusu böyle başa bela). 

Beş altı yeri aradım, en erken randevu Ekim ortası! İki yerde de telesekreter çıktı, mesaj bıraktım. Akşamın saat 20'sinde biri geri dönüş yaptı, konuştuk, tatlı bir kadına benziyor (kadın olması çok çok önemliydi, mutlu oldum) ve haftaya Pazartesi için randevulaştık! Bu kadar hızlı olmasına hem inanamadım, hem de çok sevindim ama kadının tam adresini istediğimde daha da büyük bir sürpriz beni bekliyordu: Psikanalistimin alt komşusu çıkmasın!? Annemin yorumu: "Aaa ne hoş, alt katta bedenin, üst katta ruhun rahatlayacak!" :))

Bu 4 katlı pembe apartmanda benim için gerçekten bir hayır var sanırım. Bir dahaki gidişimde diğer katlara da bakayım diyorum :P Belki holistik bir yaklaşımla, bir kapıdan çıkar, diğerine girer, huzura ererim. Aslında ilk katta taşlar, enerjiler vs ile uğraşan ezoterik bir kadın, ikinci katta da sürekli ot içen, tüm apartmanı kokutan halüsinojik bir genç var. İster misin local dealer'ımı ve yıldıztozcumu da bulayım, hahahah.. 

Vay be sevgili blog.. Vay be. 

Bzzzzt 45 dakikanız (tam zamanında) dolmuştuuuur.

EKLEME: Akşam yürüyüşünde yine karşılaştık :)))

28 Temmuz 2025 Pazartesi

Temmuz Raporu

Türkiye ve dünya gündemi yine sancılı, girdiğimde çıkamıyorum. Onun yerine gel benim küçük evrenimde neler olmuş, biz ona bakalım.... Ne diyor Nermin Yıldırım: "Küçük telaşlarda kaybolup, büyük dertleri unutmak.."

*

Bizim küçük evrende, Temmuz Telaşları:

Yoğun eklem ağrıları ve baş dönmesi ile bir ara "hah bu sefer Tahtalıköy'e erişimim 5G üzerinden sağlanıyor" gibi hissettiğim, koştur koştur geçen ve geçmiş yıllardan da sabıkalı olduğu için, pek çekindiğim bir Temmuz'u daha, kayıpsız ve ayıpsız geride bırakmayı başardım çok şükür.. Fakat bu eklem ağrıları, özellikle bel ve leğen kemiği bölgem bu ay beni hem fiziksel hem psikolojik anlamda çok zorladı. Doktora "gözünü seveyim bir MR yaz bana" diye yalvardım çünkü burada hâlâ "çok oturma, yoga ve pilates yap, bitki çayı iç"çi bir sistem var.. Yine aldığım cevap "biraz daha spor yap"... 

Yahu daha ne kadar spor yapabilirim? Her gün Milie ile 1,5 saate yakın yürüyorum, haftanın 3 günü yoga, 1 günü jimnastik yapıyorum, okula falan hep bisikletle gidip geliyorum, tanesi 4 saat süren çılgın ev temizliklerimi sayma bile... Daha ne yapayım bilmiyorum ki?! Bence Alman doktorlar tarafından çok pis ihmal ediliyorum sevgili blogcuğum ve annemlere yük olmayacak olsam (çünkü elimden tutup beni doktor arkadaşlarına götürmelere falan kalkıyorlar) Türkiye'ye geldiğim gibi kendimi Türk doktorlarına emanet edeceğim. Vallahi bıktım bu "enerjiciler şifacılar grubu"ndan. Bi' MR çekin ya gözünüzü seveyim sanki kendi cebinizden çıkıyor! Neymiş "gereksiz test, devlete yük"..... Peh!

Yoga yap, neyine yetmiyor..

- Eşim maşallah turp gibi. Sinir oluyorum :)) Ben her sabah heryerim tutulmuş, ağrır vaziyette iki büklüm yataktan çıkmaya çalışırken, o maşallah delikanlı gibi fırlıyor. Adam her gün 40km bisiklete binmekten Michelangelo'nun David'ine döndü.... Geçen gün bunu komşuma anlattım, o da bana "genç erkek aldın ondan, kendinden 5-6 yaş büyüğünü alsaydın birlikte çökerdiniz" dedi :)))) Alman kafası, ama haklı ayol.. Şaka bir yana, erkeklerin kadınlardan daha geç çökmelerine sinir olmuyor musun sen de? Ama biz daha uzun yaşıyoruz deme, çökmüş vaziyette uzun yaşamanın anlamı ne?!

hayat akıp gidiyor :P

- Kızımın 12. yaş gününü 40 gün 40 gece olmasa da, 40 saat süren bir partiyle kutladık. Her sene olduğu gibi bu sene de ben "bu sene son!" dedim. Hı hı evet, seneye yine görüşürüz blogcuğum.

- Oğlumsa kafayı Pokemon'la bozdu. Okulda çılgınca bir kart değiş tokuşu var ve çocukların hiçbiri de Pokemon'un asıl oyununu bilmiyor :)))) Bu işe bir el atıp kuralları öğrenelim dediysem, of, yemin ederim kafam almadı.. O kadar karışık ve o kadar ince ayar ki, kim neyi ne yapıyor daha onu bile anlamadım. ChatGPT'ye danıştık, "8 yaşa anlat" dedik olmadı, "bilale anlatır gibi anlat" dedik, biraz anlar gibi olduk ama ı-ıh... En azından şimdilik hangi kart ne kadar kıymetli, çakma kartları nasıl ayırd ederiz vs. ancak bunları öğrenebildik.. Bu da bir şeydir. Aranızda bu işten anlayan biri varsa: imdaaat!

- Çocukların okulu da cuma itibarıyle 6 haftalık yaz tatiline girecek. Bir de buna imdaaat :))) Tabii sizdeki 3 ayın yanında 6 hafta nedir ki diyorum, yanlış anlaşılmasın..

L.'in tatil başı ve tatil sonu görüntüleri :)))

- Millie bu ay içinde 4 defa boyun ve belden çift geçmeli tasmadan kurtulup deli danalar gibi koşarak kaçtı... Ödüm ağzıma geldi... Maalesef sokak köpeği olduğu için herşeye karşı müthiş bir güvensizlik duyuyor. Ben onu yakalayayım diye koşunca daha da panikliyor. Ay delireceğim. Köpek önde ben arkada deliler gibi rekora koşuyoruz (böyle anlarda belim ve leğen kemiğim gayet iyi bu arada, hakikaten psikosomatik midir nedir?). Hayır dışarda benden kaçan köpek, eve gelince de sürekli peşimde, gecenin 4’ünde tuvalete kalksam, o da peşimde! Eşim "bu senin gölgen" diye dalga geçiyor... Sevimli de kerata.

Baba oğul Millie’nin Pokemon kartını yapmışlar
:))

- M. hayatının ilk "ev partisi"ne katıldı! Ev partisi denince benim aklıma anne ve babası tatile giden bir gencin evinde, yaklaşık 200 adet 15-16 yaşında kızlı oğlanlı gençlerin toplaştığı, bangır bangır müzik dinleyip, evin her yerinde öpüşüp durduğu, su gibi alkol içip şeker gibi hap yedikleri, gece de havuza girdikleri ve sonu mutlaka polisle biten bir mizansen geliyor aklıma (fazla amerikan filmi izlemekten ötürü) ve buna rağmen izin vermek de baya baya "annelik sınavı" oldu benim için :)) 

Fakat en yakın arkadaşıyla katıldıkları partide, asıl doğum günü "çocuğu" 55 yaşında bir babaymış ve yakın arkadaşının anne babası da davetliler arasındaymış diyereeek, tamam demiş bulundum ama evet gece havuza girmeler falan olmuş ve arkadaşının babası "valla eve 4'te döndük, hâlâ feci hangover'ız" deyince de biraz "oyyy" olmadım değil.. :)) M. için tam bir kültür şoku olduğunu tahmin ediyorum. Her ne kadar kendisi "hmm fena değildi, havuz neyse ki ısıtmalıydı" falan gibi yorumlar dışında pek renk vermese de... :) Minik M. büyüyor yahu.....

gençlerin arasında ortayaşlı ben :P

- Orta yaş deyince.. Yakınımızdan iki çift boşanıyor. Çok acaip işler dönüyor sevgili blogcuğum. Burda yeni moda bir sistem var: çiftler boşanıyor ama çocuklar evde kalıyor, haftanın 5 günü anne o evde, 2 günü baba evde... Çocuklar evlerinden ve düzenlerinden olmuyor.. Çok hoş di mi.. Lakin şimdi bu denkleme anne va babanın yeni kız ve erkek arkadaşlarını ekle.... Hah :))) Neyse ben de büyük bir açık kalplilik ve ilgiyle izliyorum (elime çekirdek alacağım utanmasam) bakalım sonuç ne olacak..

- Yine yakınımızdan boşanmakta olan diğer çiftin boşanma nedeninin "baba"nın aslında gay olduğunu anlaması olduğunu öğrendik, adam 3 çocuk yaptıktan sonra, 45 yaşında "açılmaya" karar vermiş. Olabilir, zararın neresinden dönülse kârdır elbette... hakkıdır. Lakin iş döndü dolandı yine bana patladı çünkü adam LGBTQ+ ile çalıştığımı duymuş ve benden destek istedi... Eşim de diyor ki: "ben bu adamı ve karısını azıcık tanıyorsam, adam numara yapıyor. Bu kadından ve evlilikten başka bir şekilde çıkış olmadığını anladığı için bu çıkışı buldu uyanık." :))) Ay delireceğim. Bir erkeğin tanıdığı bir başka erkeğin gay olduğunu sonradan öğrenip de kabullenmesi neden bu kadar zor? Ne yazık ki danışmanlık veremem, etik değil, önceden tanışıyoruz..... Ama hakikaten ilginç bir durum, çalışmayı çok isterdim! :)

Bahçeden 🥰

- Ve son olarak; ayın son günlerinde verdiğim kararla, yeniden "öğrenci oluyorum" sevgili blogcuğum. Farklı bir psikoterapi alanında eğitim almaya karar verdim. 3 sene sürecek bir eğitim bu. Umarım altından layıkıyla kalkabilirim.... Eylül'de başlayacağım kısmetse.... Bol şans dile bana, 47 yaşımda, tam 18 senenin ardından, yeniden öğrencilik :P Bakalım nasıl olacak....

Haydi öptüm! Neşeli, sağlıklı, ağrısız sızısız bir Ağustos olsun <3 İçimize biraz ferahlıkla kapatalım:

bizim diyarlarda son 10 günün özeti..

21 Temmuz 2025 Pazartesi

Menopoz Menarşa karşı

Bu konuları hiç konuşmuyoruz, bence konuşmalıyız... Ayıp değil ki yahu, herkesin yaşadığı gerçekler. Ergenliğe ya da üretkenliğe girişi, yani menarşı konuşuyoruz da, erginliğin bir başka doğal aşaması olan üretkenliğin bitişini yani menopozu neden konuşmayalım? 

Pexels Photo by cottonbro studio: link

Hormonların psikolojimiz üzerindeki etkileri çok derin ve çok da bilinmeyen bir mevzu.. 47 Yaşındayım ve (Türkiye ortalaması 50 yaş) menopoz öncesi dönemdeyim. Bu şu demek; ortalama 3 senelik bir süreçte, bazı hormonlarım değişecek, azalacak ya da üretimi duracak. Aynen ergenlikte olduğu gibi, vücudumun işleyişi değişecek, bunun psikolojik ve fiziksel sağlığıma yansımaları olacak. 

Menopoz aslında "adetten kesilme" olarak bilinse de, öncesi ve sonrasıyla birlikte ortalama 7-10 seneyi bulan bir süreç. Bendeki ilk değişimler de 4-5 sene önce başladı aslında. O dönemde tam adını koyamadım ve pandemiye denk geldiği için emin de olamadım ama bazı sıkıntılarım oldu; mesela her gece 3'te uyanıp endişeler içinde debeleniyordum, bazı geceler 18 derecelik odada ve ince battaniyeyle öyle bir terlemiş uyanıyordum ki, su içindeyim sanki (eşim kazak üstü kalın yorganla titrerken hem de) ya da adet öncesi göğüslerime dokunamıyordum acıdan, sinirli oluyordum, alıngan oluyordum.. Di'li du'lu konuştuğuma bakma hâlâ da öyleyim. Hayatım boyunca adet öncesi ben sanki ben değil, cadının tekiydim ama son yıllarda azalacağına iyice arttı cadılığım!

Pexels Photo by Anastasia Shuraeva: link

Üstüne bir de yine adet öncesi dönemde baş ağrıları, mide yanmaları, tüm vücudumda kırıklık, eklem ağrıları eklendi bu son bir iki senedir. Hormon seviyelerime baktırınca, menopozun çok uzağındaymışım gibi bir tablo var. Misal aşırı bir östrojen yüksekliği çıktı, doktor dalga bile geçti "bugün git 7 sene sonra gel" ya da "çevrendekileri öldürmek istediğin kadar sinirli olduğunda gel" falan diye.. Tamam gülüyoruz ediyoruz da, anlatamam yani, ağrısız bir günüm bile geçmiyor şu son aylarda; sürekli eklem ağrısı, sürekli göğüs sancısı, ruh halimde gelgitler.. Ve bu da yaşam kalitemi engelliyor. 

Açıkcası adet düzensizliği son bir senedir başladı. Nedense menopoza araları uzayan ve azalan regl kanamalarıyla girilir sanıyordum. Aksine aşırı sık (20 günde bir) ve ağır regl olmaya başladım, yüksek doz kan ilaçları kullanmam gereken düzeyde anemik oldum! Son 6 aydır ise, toplamda 2 defa regl oldum (tabii ki en olmamam gereken günlerde, çünkü: Murphy Kuralları). Hatta sonuncusundan önce "ay sonunda girdim galiba menopoza oh be" falan diye gülerken, annem "kızım bi hamilelik testi mi yapsan" yorumuyla beni bir şokladı :))) Tamam 3. çocuğu hep istemiştim ama 47 yaşımda da istemedim yani... Neyse eczacıya da "bana bir menopoz bir de hamilelik testi" derkenki hallerim falan çok komediydi... Bu arada aynen hamilelik testi gibi evde menopoz testi var evet..

İkisi de negatif çıktı ve haftasına da regl oldum ama yani belli ki "birşeyler dönüyor".. Bilişsel anlamda da, konsantrasyon güçlükleri yaşıyorum, kafam karışık, sık olmasa da öfke patlamalarım var - özellikle de yavaş hareket eden, yaşlı ve benmerkezci kadınlara takık vaziyetteyim: elbette kayınvalideyle özdeşleştirme durumları, insan psikolog olunca şak diye anlıyor ama gel de hormonların gücüne karşı savaş ve iyileştir :)) 

Pexels Photo by Kampus Production: link

Üstelik bir konu daha var başımda! Yine Murphy sağolsun, elbette benim "resmi" menopozumla kızımın menarşı (ilk regli) eminim üstüste gelecek, yüzde yüz eminim hatta aynı gün falan olacak bu iş :))) Askeriyedeki bayrak devir teslim törenleri misali... O da direniyor, ben de direniyorum şimdilik ama hissediyorum, ikimiz de ayın "belli dönemleri" hakikaten coşuyoruz ve evde iki cadının fırtınalı okları uçuşuyor, birer kutu nutella kaşıklıyor, önümüzden geçmeye cüret eden herşeyle kavga ediyor ve ikimizin de tam alnında çıkan birer sivilceye karşı kalpli ayıcıklı "yapışkan bantlar"la süsleniyoruz :)) Ama ne o regl oluyor, ne de ben regl olmaktan vazgeçebiliyorum.. Şu bayrağı teslim etsek bence ikimiz de - ve tüm sosyal çevremiz de - bir Ohhhh çekeceğiz.

Menopozla cebelleşirken, ergenliğin bir adım gerisinde duran çocukla cebelleşmek de ayrı dert! Sus diyorum kendime, susamıyorum, o zaten susmuyor hiç.. Vallahi bazı sabahlar kalkmamızla tartışmalar başlıyor, ta ki kızım yatana dek... Üstelik öyle incir çekirdeğini doldurmayacak konular ki! 

Zor zamanlar azizim.... zor. Sende nasıl bu durumlar ya da nasıl geçtin benzer zamanlardan?

Pexels Photo by Abhilash Mishra: link

Birkaç öneri (bende işe yarayanlar):

- Spor spor spor! Kesinlikle her sabah daha yataktan kalkmadan, yatak içinde esneme bel hareketleri yapıyorum ve her sabah "güneşi selamlama yogası" denen 5 hareketlik seti uyguluyorum.

- Hayıt otu hapları (monk's pepper) eczanelerde bulabilirsin, sadece menopoz değil regl öncesi dönemler için de bitkisel bir öneri

- EMMA yatak bazası resmen uykumu da belimi de düzene soktu, aşırı öneririm.

- Kan testi ve eksik vitaminlerin, minerallerin mutlaka dışarıdan alınması.

- Psikanaliz :))) Menopoz dışında herşeyi konuştuğum bir alan. 70 yaşındaki bir erkekle menopozu konuşamıyorum tahmin edersin ki :P Ama en azından diğer konuları içimden atabiliyorum...

14 Temmuz 2025 Pazartesi

Bekarlık Sultanlık - Vol. 2025


Bekarlık sultanlık diye aratınca, blogta toplam 4 tanecik yazı çıktı karşıma. İlki Haziran 2020 (3 gün), ikincisi Haziran 2022 (4 gün), üçüncüsü Kasım 2022 (6 gün) ve dördüncüsü Temmuz 2024 (2 gün). Yani 12 yıllık ebeveynliğimizde, eşimin ben olmadan çocuklarla geçirdiği gün sayısı: 15. Hadi buna 2'şer 3'er günlük Türkiye kaçamaklarımı da ekleyelim, toplasan en cömert hesapla, maksimum 30 gün eder. 365 x 12 = 4380 gün içinde 30 gün!

Eşimle ikimizin çocuksuz olarak başbaşa geçirdiğimiz gün sayısını yazıyorum, sıkı dur (4380 gün içinde): 5 gün!

Bu şartlar altında benim aklımı yitirmemiş olmam, eşimle hâlâ evli olmamız falan, hattâ kibarlığı bırakalım, bence çocukları doğramamış olmamız, doğradıktan sonra el ele neşe içinde dağlara doğru koşmamış olmamız, bir mucize değilse nedir sevgili blogcuğum?

Çocuklarımı seviyorum, yanlış anlaşılmasın. Ama ben aslında hiç iki ayaklı anneliğine uygun biri değilmişim (ve de evliliğe şşşt) ama açıkcası hayatımda yaptığım en anlamlı şeyler de yine bu iki yavru sanırım. Arada delirtseler de, iyi ki varlar. Kesinlikle hayatıma "ses" (gürültü öhöm) ve "neşe" (histeri öhöm) getirdikleri bir gerçek. Ama bir "gereklilik, bir -meli -malı eki mi çocuk yapmak?" dersen, "hiç değiiiiil hiç değiiiiiil" diye haykırırım, 2 saniye bile düşünmem.. Asla değil. Hayatta çocuk dışında pek çok güzellikler, pek çok anlamlar var. 

Eğri oturup doğru konuşalım. Hayatın "Çocuk Büyütme Evresi" denen evre, çok sıkıntılı be blogcuğum..... Yemin ederim "40'ı çıksın rahatlayacaksın"la başlayan lakırdı, Almanların "küçük çocuk küçük dert, büyük çocuk büyük dert" atasözünü gerçek manasıyla "ön ergenlik"le tatmış olmamla son buldu; anladım ve kabullendim: bu iş öyle 18'le 25'le falan da bitmeyecek.... 

Lakin aklımızı yitirmeden annelik de mümkün olmalı, değil mi? Misal babalardan feyz alabiliriz. Bakın en yakınımızdaki şahane örnek! Birebir kopyalayın huylarını, rahat edin.. Misal benim bey acaba bu 4380 gün içinde kaç defa tek başına seyahatlere tatillere gitti, ben çocuklarla Türkiye'deyken kaç haftalar bekarlık sultanlık yaşadı? Hiç olmasa, benimkinin en az 8-10 katıdır.. Tamam her sefer bana "sen de git..." dedi Allah için. Beni kısıtlayan o değil. Ama olmuyor işte. Olamıyor.... Annelik kafası ayrı bir kafa. Kurtulamayız. Kabullenelim. Arada "reset" atıp devam edeceğiz...

İşte o resetler, benim bu "bekarlık sultanlık" günlerim... Sonuncusu bu haftasonu başıma geldi. Hepi topu iki güncük bir mola ama öyle iyi geldi ki... 

Eski yazılarıma baktım da, özellikle 2022 Haziran'dakiyle kıyaslayınca, pek "gerçek potansiyelime" erişememişim bu sefer, ama yine de güzel zamanlar geçirdim... Yalan yok, çok ama çok çok iyi geldi.... Müteşekkirim...

Bu sefer Vipassana yani sessizlik yogası yapamadım çünkü köpek ve tavşanlarla sürekli kadim bir sohbet içindeyim "kuzucuğuuuuum, canıııııığm, nazlı kızıııııığm, şişko oğluuuum" şeklinde bir başlıyorum... Çiçeklerle bile konuşan biriyim ben, hatta itiraf edeyim kendimle de çok konuşurum "evet C. hanım, iyi nane yediniz" falan, bir de böyle sizli bizliyimdir.... Eminim ben içimden konuştuğum bazı zamanlarda dışımdan da konuşuyorumdur :)))) Amaaaağn, boşver.... Delilik en güzeli. Ama bu nedenle Vipassana yapamadım bu sefer, çünkü etraf "can" doluydu.. 

Fakat yine de, en azından şunları yapabildim, hamdolsun: 

- İlk gece: Avokadolu salatamı ve şekersiz ve kafeinsiz kolamı tepsime alıp, koltukta film keyfi

- İkinci gün: tek başıma 5 saatlik bisiklet turu, tarlalara dalıp çiçek toplamak, piknik

- İkinci günün gecesi: cağnım B. ile ön bahçede "kız yemeği" ve şaraplı sohbet keyfi

- Son gün: Arka bahçedeki salıncakta 3 saat kesintisiz kitap okuma ve spontan öğle uykusu sonrası buzlu kahve keyfi!

Daha da devam ederdim ama dediğim gibi, 20 saatte ancak bunlar olabildi. Allahım daha da ver, daha da yapayım, vallahi çok iyi geldi..

O halde, Bekarlık Sultanlık Vol 2025'e Taksim 1 demek nasip olsun inşallah, darısı diğer taksimlere, amin amin :)))

Günün Quizi: Peki sen, sen kendinle başbaşa kalınca ne yapıyorsun, ne yiyorsun, ne içiyorsun, senin var mı severek uyguladığın bir "yalnızlık modu kalıbı"n?

4 Temmuz 2025 Cuma

45 Dakika Yazıları - Temmuz 2

L.'yi Jiujitsu'ya yolladım, dönmesine 45 dakika var. O zaman haydi, silmeden, düzeltmeden, bilinçakışı...

Analistim tatilde bu hafta. Yılın benim için en zor haftasıdır bu, 20 senedir iyileştiremediğim yaralarım var bu haftaya dair. Üstüne bir de çocuklarımla ilgili zorlanmalar... Yani tatile gidecek haftayı buldu analistim..

Demin eve gelirken yaşlı bir kadınla sinir harbi yaşadım. Sık olmuyor ama olunca tam savaş yeri... Kadına "sen çok fazla yaşamışsın, gereğinden çok çok fazla" diye bağırdım, ki sonuna dek hak etmişti ama yine de suçlu hissediyorum çünkü kaç zamandır mis gibi bakıp büyütüp semirttiğim "zen"imi kaybettim.... Alkolikler misali bilmem kaç gündür zen'im derken derken, al sana, sıfır noktasına geri döndük... Neyse, yarın yeniden başlarız; gün 1 diyerek..

Öfke patlaması yaşamam aslında normal, birkaç gündür çok stresliyim. Kendimi sürekli engelliyorum, sakin ol nefes al tamam geçti diye diye ama bir noktada patladım işte tutamadım. Biz akdenizliler diyeceğim ama genellemelerden de kurtulmaya çalışıyorum nicedir.... Şöyle diyeyim, kısaca: oooof of annelik çok zor ve ben galiba beceremiyorum bu işi yahu. Yani genel resme bakınca iyiyim de. Cımbızla çekip alınca bazı an'ları.... 

Misal kızım 12 yaşına girdi ve tam "arkadaş baskın" evreleri başladı malum. Bugüne dek gayet kendine güvenli bir küçük hanımken, birden aynen "Inside out" çizgifilmindeki gibi "güvensizlik" düğmesi devreye girdi. Daha doğrusu ben öyle sanıyorum bak anlatayım da sana da ders olsun bana olduğu gibi... Çocuğun 5 kızdan oluşan klasik kız grubu var. Bunlardan biri inanılmaz sinirime dokunuyor(du) çünkü aşırı dominant ve kızım tamamen onun istekleri çevresinde yaşıyor son iki aydır. A. bunu istedi, A. böyle yapalım dedi.. Kızım senin kendi aklın yok mu diye içimden söyleniyor, dışımdan da artık yavaştan belli ediyordum.. Ama yok, A. ne dediyse o! Kanun koyucu A.!

Hatta öyle bir noktaya geldi ki, M. bebeklikten bu yana pembeden nefret ederken, birden doğum günü temam pembe olacak, pembe kıyafetler almak istiyorum falan demeye başladı ve nedenini sorunca çünkü A. pembe olsun demiş, pembe seviyormuş! Delireceğim. Ay benim özgüvenli çocuğuma ne oldu? Aklımı kaçıracağım...... Hele "Anne sen pasta yapma, A. yapacak pastamı, kursa gitmiş çok güzel pasta yapacak annesi de yardım edecek" deyince.... Yahu ne oluyor, A. kim ya??? Birkaç defa patladım "eeeh bıktım sürekli A., yeter yahu" falan diye...

Sonra bu sabah.... İkimiz yalnızız evde, saçını örmemi istedi ve dedi ki "anne sana bir şey söyleyeceğim ama kimseye söyleme. A.nın annesiyle babası geçen hafta boşandı." 

Offffff. O an anladım. Çocuğum özgüven eksikliği çekmiyor, A.nın altında ezilmiyor, sadece arkadaşına destek olmaya çalışıyor aylardır... Bunu da kimseye anlatamıyor, A.yalnız ve üzgün diye sürekli ona gidiyor, onun istediği şeyleri yapmak, onu mutlu etmek istiyor... Bana da anlatamıyor çünkü söz vermiş A.'ya... Tabii ki A.'nın anne babası boşanırken çocuk büyük ihtimal geriplanda kaldı ve bir şekilde birine "üstünlük kurma"yı istedi bu nedenle, biri de onu dinlesin, onun dediğini yapsın, onu mutlu etsin istedi.... Kızımın yapmaya çalıştığı da bu..... Oooof of. Şimdi herşey birden yerine oturdu, A.nın aşırı makyaj merakı, yaşından büyük kıyafetlere merakı, sürekli kendini özellikle maddi konularda gösterme çabası.... "Babam evimize havuz yaptı" bile "babam evde, babam bize ilgi gösteriyor" demeye çalışması.... Pastayı bile belki annesiyle zaman geçirebilmek için yapıyor çocuk yahu! Of ben ne salağım, ne körüm....

Sabah bunu duyunca, birden A.ya karşı aylardır duyduğum öfke sis gibi dağıldı gitti, yerine hafif, şefkatli bir duygu geldi.. Amaaaağn dedim, bırak bir yaş günü de pembe olsun, M.nin değil, A.nın istediği şekilde olsun.......

Sevgi ve şefkat böyle bir şey demek ki.... M. bana bunu gösterdi bugün.. Kendimden utandım. M'den gurur duydum..... A.ya olan sinirim dağıldı gitti..... veeeee evet; her şey pespembe oldu :)

Hamiş. E peki yaşlı kadına ne diye patladın eve gelirken dersen..... E o da hak etmişti yahu. Arada da insanlar hak ederler yani...... Pişman değilim. Zen'im gitti ama, napalım, yarın yeniden: gün 1.

2 Temmuz 2025 Çarşamba

45 Dakika Yazıları - Temmuz 1

Şimdi L.ı tenise bıraktım, hava da çok güzel, kortun karşısındaki parkta oturuyorum ve 45 dakika zamanım var. O zaman haydi; silmeden düzeltmeden bilinçakışı :)

Dün başıma çok acaip bir şey geldi.

Sabah Milie ile yürüyüşe çıktığımızda bir adamla karşılaştım. Tam sevdiğim adam türü: sakin, sessiz, kendi halinde. Dikkatimi çeken, köpekle olan ilişkisiydi. Köpek tasmasızdı ve adamın sadece elişaretleriyle her tür komuta (ödül maması olmadan) harfiyen uyuyordu. Öyle bir uyum ve bağlılık vardı ki aralarında, insan onları bir bütün olarak görüyordu.. Köpekler karşılaşınca, tabii koklaşıp selamlaştılar, biz insan evlatları, tabii koklaşmadan selamlaştık. Bir iki de laf ettik belki, iyi günler, ne sıcak falan babında, sonra hayata devam ettik, gün içinde de tabii ki adamı hiç varolmamışçasına unuttum gitti.

Akşam yeniden karşılaştık.

Şimdi burada bir durup, son zamanlarda okumaktan büyük keyif aldığım Ev (Nermin Yıldırım)'den bir alıntı: "Bir defa karşılaşan, artık hep karşılaşır." - Kitabın sonlarına doğru ekleme: ".. eğer iki taraf da bunu istediyse."

Böyle insanlar beni çekiyor. Sakinlikleri çekiyor. Adamla yeniden karşılaşınca, yüzüme bir gülümseme yayıldı ve o da "aaaah, tekrar merhaba" deyince, daha uzun duraklayıp, daha derin konuştuk. Psikoloji mezunu olduğunu öğrenince, aramızda komik bir sohbet geçti.

Ben: Aaa, hangi alandasınız?

Adam: Thu.. sokağında

Ben: Hahaha yok yani mesleki anlamda.

Adam: haaa :))) of utandım şimdi.. alanım sound healing (bir tür müzik terapisi)

Başka bir sürü konuşmalar, köpeklerle oynamalar, araya bir sürü dikkat dağıtıcılar ve beş dakika sonra: 

Adam: Peki siz hangi alandasınız?

Ben: Ra... sokağı.

Adam: Hahahaha hayır yani mesleki anlamda

Ben: Hahahahahah You got me! (Beni faka bastırdın) 

Böyle olunca bol gülmeli, bol keyifli bir sohbetin kapısı açıldı tabii. Mesleği aslında benim pek "inanmadığım" bir alanda; daha çok enerjiler, çakralar vs., ben kendim çok "büyüğüm" ya, küçük gördüğüm bir alan, bilimsel değil falan diye. Bilimselin ne olduğu da tartışılır ya.. 

Fakat biliyorum, Osmanlı'da müzik terapisi çok ciddi araştırılmış, uygulanmış ve çok iyi cevap alınmış bir alan, Türk Sanat Musikisi'nin belli makamlarının belli hastalıklara iyi geldiği öne sürülüyor, ben de biraz bundan bahsettim. Adam aslen İsviçreliymiş. Üzerinde doğu işi bol gömlek ve pantolon vardı, "ben bu kıyafetleri İstanbul'dan aldım" falan dedi yani sohbet uzadı da uzadı ve bana web sayfasının adresini de verdi, bak buraya ekleyeyim belki ilgini çeker.. 

Bu sound healing benim için fazla ezoterik ama neden olmasın, belki sana iyi gelir, bu da bir yol sonuçta, birçok insanın yürümekten keyif aldığı.... Ama işin doğrusu, ezoterik mezoterik, adamın varlığı bana iyi geldi.. Sesi, sakinliği, mütevazı duruşu, sadeliği, olumlu enerjisi, köpekle arasındaki uyum, kıyafetindeki Sufî etkiler, frekansı (?) nedir tam bilmiyorum ama adamın "geneli" beni de sakinleştirdi ve huzur verdi... Güzel bir karşılaşmaydı.. Umarım Nermin Hanım haklıdır ve artık "hep" karşılaşırız....

29 Haziran 2025 Pazar

Haziran Raporu

29 Haziran. Saat 08.25. Yatakta oturmuş, serinliğin keyfini çıkartıyorum. Birkaç saat içinde yine dayanılmaz olacak sokaklar.. Önü topu sadece 29-30 derece ve bu bana on onbeş sene önce Fransa'da 32 derecede yüzlerce insanın öldüğü yazı hatırlatıyor.. Ne kadar da şaşırmıştık biz, 45 derecelere alışık Türkiyeliler.. 30 derecede de ölünür müymüş yahu!? Ve fakat, bugünlerde, anlıyorum ki, ölünür.... Buradaki sıcak bizim sıcağa benzemiyor. Evler ona göre yapılmamış, sıcağı içeriye hapsediyor, otobüslerin çoğunda klima yok ve sokaklar offff sokaklar... Sanıyorsun ki ağaç çok diye serin olur ama toprağın türü mü, nem basınç oranı mı, dağsızlık mı, nedir bilmiyorum, korkunç bir sarı-sıcak.. 


Bu sıcağın ortasında oğlum ateşli bir ishal geçirdi, belki onun psikolojisi de içimi daha da yaktı ama geçen hafta bir öğle vakti "Yarabbi, şöyle şakır şakır yağsın artık dayanamıyorum ne olursun!" dedim... Nasıl içten dediysem, 15dk sonra resmen muson yağmurları gibi indi :))) İçim temiz, dilediğim oluyor sevgili dostlar. Ama o serinlik 24 saat bile sürmedi, bu sefer üstüne nemli bir sıcakla devam....

Neyse, bana "bunu 30 derece için mi diyorsun, biz neyleyelim" diyorsanız, inanın buranın 30'u bizim 45 gibi hissediliyor diyeyim... Hatta bir de bomba, bu blogta asssla okumadığınız bir laf edeceğim: Kışı özledim yahu! Ben! Kışı! Tövbeeee......

Bu arada; 2025'in yarısının geçmiş bitmiş olduğuna ve dahi günlerin de yavaş yavaş kısalmaya başladığına inanabiliyor musunuz?! Eyvaaaah.... Kış kapıda :))

Ama önce güzelim Haziran:

Haziran'ın ilk yarısı tatildi ve biz dördümüz, annem ve babam sayesinde, Antalya'da çok güzel bir oteldeydik. Normalde ben HD otel konseptini hiç sevmem, yediğim içtiğim zaten üç şey, insandan kaçarım, aktivitelere katılmam, gece erken yatarım yani hem parama yazık, hem de sinirlerime. Fakat bundan 6-7 sene önce yine birlikte gittiğimiz Güral Premier'in havuzlu villa tipi odaları aynen butik otel hissi veren şahane bir konsept. Yine aynı yere gittik ve yine çok memnun kaldım. Otel yemyeşil, her yer havuz, yemekler gayet güzeldi ve personel hakikaten çok çok çok içten ve kibardı..

restaurant önü afiyet olsun müziği

yammmm

Bu konsepti sevmeyen ben bile çok sevdim, çok tavsiye ederim. Tabii gittiğimiz tarih sezon başı ve otel ancak %70 doluydu, Temmuz ve Ağustos'ta bambaşka bir ortam olabilir..... Bu tip oteller sezon dışı güzel oluyor. Hoş bana kalırsa, Türkiye'de her yer sezon dışı ve haftasonu dışı güzel........ İnsan yoğunluğu nasıl etkiliyor değil mi algımızı... Bunu kendime "yalnızlık sıkıntısı" duyduğumda hatırlatmalıyım! "O yalnızlık değil, desteksizlik, karıştırma" demeliyim....

Gitmeden terapistime söz vermiştim, o da yüksek sesle gülmüş, "haydi bakalım" demişti ama sözümü tuttum ve çok uyumlu, hiç mızırdanmayan, her şeye "he" diyen maskemle 8 gün hem kendime, hem çevreme güzel bir tatil yaşattım :) Çok sevimliydim çok. Hatta o kadar sevimliydim ki, eşim "ya ne olur bu tatilin bir benzerini de Ağustos'ta Yunanistan'da yapalım, annenler ve annemle" demesin!?! Adamın fantazisine gel: Benim annem, ben, benim kız, kayınvalide, bu hepsi kendi çapında birer "ana kraliçe" olan "mahşerin dört atlısı" ve tabii babam, eşim, oğlumdan oluşan, yanımızda gezen, kurbanlık koyunlarımız.. Manyak mıdır nedir yahu? Neyse ki annem golü yemedi. "Belim ağrıyor, öyle yürüyüşlü gezmeli tatiller artık bizden geçti yavrum" diye kibarca reddetti eşimi :)))) Minibüs kiralayacakmışız, 7 kişi Yunanistan'ı turlayacakmışız. Ahahahahah... Ay adam canına susamış.

hasta olduğu için oğlumsuz..

hasta oğlumlu, bu sefer de babamsız :))
bir türlü toparlanamadık..

Tatil dönüşü, eşim canım benim, bir de "kocalıktan ve babalıktan yıllık izni"ni kullanmak üzre, Arnavutluk Karadağ arasındaki dağlık araziye tatile gitti, 8 gün DAHA. Doğada survival yapıyor. Ben de iki tavşan bir köpek bir önergen ve bir hastalıktan yeni kalkmış oğlancağızla ve 30 derece sıcak havayla başbaşa ayrı bir survival içindeyim.... Benimki sayılmıyor. 

yılın keyif fotoğrafı.... bikini, kokteyl, havuz, yeter, artar, çok şükür.

"Bizim hanım çok cool'dur" desin diye değil, burada malum demokrasi içinde yaşıyoruz, gitmesine laf edemiyorum, çünkü bana "e sen de git bence, ben bakarım ne olacak ki" diyor ve haklı bakar ama ben maalesef tam Türk tipi anneyim, çocuklar hastayken asla gidemem böyle.. Bir de dönüşte burnumdan geliyor, ev evlikten çıkmış oluyor, koca burnout geçirdiğini itiraf etmemeye çalışsa da cortlamış oluyor, dönüş yani çok zor oluyor fiziksel ve psikolojik anlamda, gözüm yemiyor.. İki günlük keyif için o dönüş sefaletini çekmeye...... Ama eşim döndüğünde düzen hala aynı olduğu için, elbette farkında değil. Sonra bir de anlatmaya kalksam "mükemmelliyetçisin, standartların çok yüksek..." yok canım kalsın, ben mutluyum evimde çocuklarımla, hayvanlarımla, bahçemdeki frenk üzümleriyle........ Sen git, buyur gez.

bu sene bahçeden çıkan tek ürün :( sıcaktan hiçbir meyve olmadı..

Eskiden "çocuklar büyüsün, ben de gideceğim" derdim. Şimdilerde "ben bulunduğum halimle mutluyum aslında, gitme ihtiyacım yok" diye düşünüyorum ama bu bir tür tükenmişlik ve vazgeçme mi, yoksa hakikaten içten gelen samimi hislerim bu mu, onu pek bilemiyorum. İkincisiymiş gibi geliyor ama çocuk hastalıkları ve yalnızlık yine beni aşırı zorluyor, aşırı dibe indiriyor... Desteksizlik..... Desteksiz duramıyorum galiba ben hayatta yahu :( Bunu öğrenmem lazım. Destek olmadan da nasıl dik durulur..... Evet bunu öğrenmeliyim (var mı bilgin / deneyimin?)......

Fakat itiraf edeyim. Hastalık dönemleri dışında, tek ebeveynlik aşırı hoşuma da gidiyor aslında... Herşey tamamen benim kafama göre, düzenim, planlarım.. Misal koca yokken çocuklardan birinin okul partisi vardı ve ben görev aldım, pastalar yaptık pastalar sattık. Çok sevdim tezgahta durup herkesle çene çalmayı. Yanımdaki kadın "size bayıldım, nasıl herkese tek tek özen gösterebiliyorsunuz, bu bir yetenek" dedi.... Çok hoşuma gitti utandım.... Ama evet seviyorum böyle şeyleri. Birebir insanlara dokunmayı, birebir ilişkileri çok seviyorum... Misal normalde satıyoruz o pastaları ama bir çocuk köşede izliyor parası yok anne babası yok gelmemiş, dikkatimi çekti o kalabalıkta ve hemen peçete üzerine en çikolatalısından kekler tuzlular koydum ve verdim çocuğa. "Annem yok" dedi, "ben annenle konuştum istediğini yesin dedi" dedim... Nasıl ışıldadı yüzü görmeliydin.... Saçma sapan ufacık bir detay ama dünya bunlarla dönüyor sevgili blogcuğum.... Gazzedeki çocuğa oturup ağlamak ve hiçbir şey yapamamak yerine, tam önündeki önündeki çocuğu fark edip güldürmekle..... 

Bak şunu diyeceğim. Bloglarda çok okuyorum, haberleri izliyorum, izlemesem vicdanım elvermiyor, izlesem mutsuz oluyorum elimden bir şey gelmiyor diyorsun ya. Çözüm de bu..... 1 gün hiç tv izlemesen, sosyal medyaya bakmasan, deney yap mesela, bakalım kötü mü hissedeceksin, aksine iyi mi? Ama o deneyi yapmaya cesaretin var mı onu bilemem ;) Çünkü bazen kendi küçük dünyalarımızdaki sıkıntılardan kaçmanın bir yolu da, daha büyük ve çözülemez olduğunu bildiğimiz sosyal meselelerle aklımızı (kendimizi) oyalamak.... Bir tür: kolaya kaçmak.

Ağır dedim değil mi... O zaman, sessizlik :)

İşte böyleeeee. Güllerin ayı Haziran da bitti. Güller gitti. Sıcaklar bastırdı. Karpuz kabuğu denize düştü. Size tatil başladı, bize teee Ağustos'a dek okul ve iş var. Haydi o zaman Temmuz hepimiz için sakin, huzurlu, ferah bir ay olsun!

EKLEME: Bu yazımı okumanı isterim, medyayı takibi bırakamıyorsan özellikle.

24 Haziran 2025 Salı

İkide bir - 15

Kum Çocuk'un yazısından çıktım yola, o da buradan okumuş. Özetle; günün cümlesi şu: "Aşkı meşk etmeyenler, maksudlarına kavuşamazlar."

Korkma konumuz aşk değil, o işe girersek çıkamayız :)) Konumuz meşk; yani gayret, sebat, uğraşmak, çalışmak, talim etmek.. Bir kıvılcım (ya da aşk) ile başlayan "kor fikir"in, meşk ile işlenmesi. En tatlı dönemi, belki de "acemiliği" bu işlerin.. Kıvılcım kor, umut ve hayâller taze, insana "her şey mümkün.." hissi veren duygular uçuş uçuş... Turgut Uyar'dan şahane bir alıntı var yazıda: "Halbuki acemilik. Efendimiz acemilik. Bir taş alacaksınız. Yontmaya başlayacaksınız. Şekillenmeye yüz tutmuşken atacaksınız elinizden. Bir başka taş. Bir başka daha. Sonunda bir yığın yarım yamalak biçimler bırakacaksınız. Belki başkaları sever, tamamlar. Ama her taşa sarılırken gücünüz, aşkınız, korkunuz yenidir, tazedir. Başaramamak endişesinin zevkiyle çalışacaksınız." (Korkulu Ustalık).

Bu paragraf benim için çok özel, çünkü hayatta bir sürü yarım yamalak taşım var ve bunlara baktıkça bir "sıkıntı" duyuyorum: tamamlanmamışlık, başarısızlık, bunaltı. Oysa üstad haklı; hayat tam olarak bu! Acemilikler.. Yarım kalmalar.. Başarısızlıklar..

Doğru fakat; üstad da tam alışamamış ki şöyle devam etmiş: "Durduğum yerde kalmaktan korkuyorum."

İşte kilit cümle bu: tüm bunların sonunda bir arpa boyu gelişememe riski. Herşeyi boşa çeviren. Hayatı boşa çeviren.. Boş eden. Hiç eden. Anlamsız eden. 

*

Bundan beş altı yıl önce, "Denize Bakan Ev"i yazıyordum. Hâlâ en sevdiğim evimdir, artık bomboş ve kapalı bir ev olsa da.. O bloğu bana yazdıran, aslında bir süre de birlikte yazma keyfi yaşadığım bir başka blogtu, çok hoş bir etkileşim ve iletişim vardı aramızda ve iki blog birbirini çok güzel tamamlıyordu, bir süre için.. Sonra o arkadaşla yollarımız ayrıldı, türlü nedenler ama en nihayetinde "meşk"i kaybettiğimiz için. Zor dönemlerdi; corona ve evlere tıkılmamız bir yanda, benim küçük çocuklarla, onun özel hayat sorunlarıyla cebelleşmesi bir yanda.. Zorlandık ve meşk etmedik yeterince. Böyle olunca aşk ya da daha geniş anlamıyla bir işi başlatan o "kıvılcım" da sönüyor tabii. 

Günün birinde yeniden yanar mı bilmem, ben kendi adıma sanırım yenildim, inancımı yitirdim. Karşı tarafı bilemem.. 

O günlerde güzel geribildirimler alıyorduk "bir tenis maçı izler gibiyim" demişti bizi bilen bir dost, keyifli okumalar sunuyorduk. Ben kendimi geliştirdiğimi düşünüyordum yazın dünyamda, onu da girdiği tek düzelikten kurtarmıştı bu uğraş. Şimdi düşünüyorum da, aslında pek de kurtaramamış... Uyar'ın dediği noktada kalmışız ikimiz de. Birlikte de, ayrı da, gelişememişiz. Bu üzücü.

*

Ama dedim ya; aşk (ya da daha geniş anlamıyla: pişmanlıklar) değil bu yazının konusu. Konumuz: meşk, ceht. Yani eğitim, çalışma, çabalama, uğraşma, gayret, emek.. 

Bir şeyler yapmalı..... Kesinlikle birşeyler yapmalı ama ne? Gidip sahilden, dere yataklarından, yollardan küçük beyaz taşları toplamakla başlamalı, belki de.... En baştan başlamalı..


Hamiş. Bu benim yazdığım son "ikide bir" yazısı olacak. Neslihan başta olmak üzere, katılan herkese, yorumlarla beni zenginleştiren sizlere de özellikle teşekkür ederim, büyük keyif aldım. Bu noktadan sonra, bakalım "küçük beyaz taşlar"la yeniden başlayabilecek miyim ;) Göreceğiz...

22 Haziran 2025 Pazar

İkide bir - 14

Dün bir arkadaşım Kudüs'ten canlı yayın bir ses kaydı yolladı. Kayıtta; filmlerden, darbe ve deprem zamanından aşina olduğumuz bir yükselip bir alçalan o korkunç siren sesi ve gerisinde, kuş cıvıltıları vardı.. Kuşlar, olan bitene rağmen şarkılar söylüyordu...

Beni çok etkilediği için buraya almak istedim.. Ses kaydını nasıl ekleyeceğimi bilemedim ama hem Kudüs'ten hem de İran'dan iki fotoğraf ekledim.. İkisi de aynı yıldan; 2005. Tam 20 sene öncesi.... 

İranlı oğlanlar

İsrailli kızlar

Birbirlerinden çok farklı olduklarını sanan, birbirleriyle savaşan düşmanlar, 20 yıllık farkı saymazsan, aynen ve hâlâ bunlar işte.. Belki bizzat bunların çocukları...

Dünyanın bambaşka yerinde doğsalar, bambaşka kıyafetler içinde olsalar, bu dört oğlan ve bu dört kız, bambaşka hikayelerin içinde olacaklardı.... 

En çok da bu koyuyor insana....

Bir de kuş sesleri. Sirenler arasında, cıvıl cıvıl kuş sesleri.....

Hamiş. Tamamen tesadüf eseri, sevgili Handan da bu sabah güzelim 🧿 balkonundan kuş seslerini yollamış! İnanamadım bu tesadüfe ve bu “ikilik”e, iznini alıp buraya ekledim. Tesadüf olamayacak kadar anlamlı benim için 🙏 

Evren bize diyor ki: “İkisi de var. Neye baktığını, neyi görmek istediğini, ne olduğunu seçmen için..”

20 Haziran 2025 Cuma

İkide bir - 13

12. Yazıda, mutlu olduğumuz halde bunu saklama ihtiyacımızı ve altında yatan “suçluluk” duygusunun da altında yatan nedenleri konuşmuştuk. Bir de tam tersini konuşalım mı? Yani, mutsuzluğunu sahte bir “aşırı mutluluk gösterisi”yle gözümüze gözümüze sokanların psikolojisini..

Bazı insanlar nasıl da utanmaz, göstermeye, gözümüze sokmaya nasıl düşkün! Böyleleri hep vardı ama özellikle sosyal medya çağında sanki iyice arttılar, hani uygun ortamı bulmuş bakteriler misali, çoğaldılar, hatta dominant hale geldiler..

Bloglar kısmen daha iyi, takipleştiğim bloglar arasında böyle insanlar yok yani söz meclisten dışarı olacak şimdi :) Çok kişisel yazan, tamamen ailesinden, evinden söz eden arkadaşlarımız bile öyle tatlı, samimi yazıyorlar ki, insan fotoğraflara baktıkça bile mutluluğu artıyor, “paylaşmak” kelimesinin gerçek anlamını hatırlıyor.. 

Fakat bazı “hesap”lar, bu işi hiç başaramıyorlar nedense. Sanırım amaç paylaşmak değil, aktarmak ve göstermek. 

İkisi farklı eylemler.. Gösterme tek taraflı, oysa paylaşma, çift taraflı bir eylem. Paylaşmak, karşılıklılık ve birleşme içeren bir eylem. Bu nedenle bazı “paylaşımlar” insana hoş duygular veriyor; doğa, hoş alanlar, sanat, hayata dair küçük detaylar, insanlık halleri, kişisel günlük hayat kesitleri.. 

Bazı “gösterimler” ise “ben ben ben”, “sağdan soldan önden arkadan oto-portrelerim”, “ve benim olanlar”. Enerjileri o kadar farklı ki, ayıp olmasın diye iade-i ziyaret yaptıysan bile,  huzursuz bir enerjiyle hızla ayrılıyor insan, yalan mı? :))) 

Bu sosyal psikolojide tabii ki statü, otorite, güç, kabul görme ve beğenilme, sevilme ihtiyacına işaret ediyor. Stefan Zweig’ın dediği gibi: “İçinde güç olan hiçbir eylem masum olamaz.” Yani ne kadar gösteriyorsa, o kadar aç aslında.. Bu o kadar barizken, neden kendilerini bu duruma düşürüyorlar?

Gerçek mutluluk zaten Mina Urgan’ın da dediği gibi, küçük, mütevazı, manevi alanlarda hep.. Bunlar kesinlikle paylaşılmalı, çünkü diğer insanlara da huzur verir, neşe verir, hafiflik verir, artar ve bulaşır.. Fakat gösteri-mutluluğu ya da sahte mutluluk ya da “ben” odaklı “toksik mutluluk gösterisi”, insanda “neydi bu şimdi?” hissi bırakır, huzursuz, tatsız bir his verir, o da bulaşır ama, aksine, yapışkan bir his verir.. 

Zaten amaç da şu sanırım; ben aslında içten mutsuz ve huzursuzum ama bunu değiştiremiyorum, o zaman “mış gibi” oynayayım, sen de buna inan, özen, hatta kıskan, kendini benden aşağıda hisset ki, sana basıp ben yine yukarıya çıkayım.. Seni mutsuz ederek ben besleneyim, güçleneyim.. Güç halbuki; huzurun katilidir.

Bence bununla en iyi mücadele yöntemi; gözardı etmek, takip etmemek. Ama bu tipler genelde senden beslendikleri için üstüne yapışabilirler ve kaçsan da, burnunun dibinde biterler.. Kendilerini gözüne gözüne sokmaya çalışırlar. Sanarlar ki; sıkıntı verdikleri ölçüde görünür olurlar. Sen de tepki verirsen, deme keyiflerine. O nedenle en güzeli yokmuşlar gibi davranmak.. Bir iki üç denerler, neyse ki fazla sabırlı değillerdir, bir noktada bırakırlar seni seninle başbaşa, ooooh mis :)) Kurtuldun.

Artık sen ve senin gibi “gerçek mutlular”, göstermeyi değil ama görmeyi bilen, güzelliklerini sana da cömertçe sunan ve paylaşanlarla yola devam edersin…. Ahhh o ne muhteşem bir histir.

Bu insanları bul ve koru derim ve birlikte küçük ayrıntıları koccccaman edin.. 

Asıl mutluluğun da anahtarı bence bu. Hayata rağmen hayatı sevmek, insanlara rağmen insanları sevmek, bunca mutsuzluğa rağmen mutlu kalabilmek, bunu da kendinde hak görebilmek sanırım ancak böyle mümkün.. Ve bu mutluluk türü; masumca. Ve hak edilmiş. Çünkü alma verme dengesi, karşılıklılık, gerçek “paylaşım” var.

İnşallah, ben de dahil, biz hepimiz bu tarafta kalmayı başarır ve mutlu anlarımızı cesaretle, içimize sine sine, utanmadan, çekinmeden, doğallıkla ve samimiyetle paylaşmaya devam edebiliriz.. 

Amin bin :)))

Hamiş. Ben aslında Chomsky’ci de olduğum için diyorum ki, sosyal medyada “share” kelimesini Türkçeye çevirirken, paylaşım değil aktarım olarak kullanmalıydık. Kelimeyi resmen katlettik, böylece paylaşma kültürünü de katlettik! Ben artık bu kullanım farkına özel dikkat edeceğim! 

Söz.

Hamiş. Fotolar komşunun çöp kutusunun üstü. Kaktüs ve sukulentlerle süslemiş, bir de kaktüs çiçek açınca, çöp kutusu bile güzelleşmiş!

18 Haziran 2025 Çarşamba

İkide bir - 12

Dün Şuleciğimin kendi gibi güzel defterinde okuyunca, dedim ki, aslında son birkaç senedir çoğumuzun en büyük ikilemlerinden biri şu: “mutsuzluk böyle pompa pompa pompalanırken üstümüze, mutlu olduğumuz anlardan utanır, dile getirmeye çekinir, mutluluğu ayıpmış gibi algılar olduk”


Derin Hakikatler’de okuduğumda “toksik olumluluk ve mutluluğun nihayi bir yaşam amacı gibi gösterilmesi”ne ben de - elbette - katılmadığıma emin olmuştum; fakat özümde, kendi halime bırakıldığımda, mutlu bir insan olduğumu da düşününce, yani mutluluğun kötü, sığ, aslında “yalanmış, oyunmuş” gibi lanse edilmesine de yine de gönlüm razı gelmemiş, yine bir ikilem içinde kalmıştım.. 

İçim huzuru, sakinliği, iç dengeyi yüceltir ve ona koşullanırken, dışım, ah o dışım, o adaleti, hümanizmi, hak hukuku ve eşitliği herşeyin önünde tutan, insanları (onlara rağmen) seven dışım; o işte utanıyor “tüm bunlar” olurken mutlu ve huzurlu kalabilmeye. Mutsuzluk bu kadar yoğun pompalanırken, mutluluk bir vicdan yükü, nahiflik hatta suç gibi düşünülüyor..

Bunu tartışmak istiyorum bugün. Neden böyle hissediyoruz sizce?

Olası cevaplar: 1). sosyal politika ve özellikle medyanın “dünya aslında korkulacak, kötü bir yerdir” ana temasıyla, olumsuz yanı ağır basan bir toplum mühendisliği yapması. 2). Kültürümüzdeki nazar değer, sahip olamayanın gözü kalır, imrenir anlayışı 3). İçimizdeki aşırı komünal hümanizm nedeniyle “herkes mutlu olduğunda kendime mutlu olma hakkı görüyorum” anlayışı (ki bunun altında da bir psikolog gözüyle: çok derin bir mükemmelliyetçilik ve aslında ucu kibir küfrüne varan bir narsisizm sorunu, onun da altında karşı kutup olan özgüvensizlik, özdeğersizlik yatabiliyor aslında). Belki siz de eklemek istersiniz..

Tüm bunlar tek kapıya çıkıyor: mutlu hissetmekten utanmak, mutluluğu bırak göatermeyi, ifade etmekten  çekinmek..

Tabii karşı kutbu da var: sahte mutluluğun aşırı göze sokulması, “paylaşım” kelimesi altında aslında “gösterim”i, aşırı değer verilmesi, toksik pozitivizm, mutlu değilsen sorunlusun inancı vs. 

Ortayolu elbette her duyguya açık ve eşit mesafede olabilmek..

*

Bu nedenle; bugünkü sorum ve tartışırsak ne hoş olur dediğim konu şu: bizi mutlu hissettiğimizde bundan utanç duymaya koşullayan mekanizmanın altında yatan asıl duygu nedir sizce? Utanç çünkü “ikinci el” bir duygudur, genellikle “suç”tan kaynaklanır ama ortada suç yokken, yaşanan adaletsizlikten kendimize neden pay çıkartıyoruz, nedir kendimizi “suçlu” hissettiğimiz asıl konu ve bu ne kadar gerçekçi bir algı, ne kadar dış kaynaklar tarafından “içimize ekilmiş” bir algı ve sizce dış kaynaklar haklı mı, değilse, onlarla nasıl savaşabiliriz?

Offf amma sordum yahu :))))

Fakat cağnım Paul Auster’ım ne diyor: “Yaşamda en önemli görev, doğru soruları sormaktır” ;)

Foto: Sevgili Şuleden.

14 Haziran 2025 Cumartesi

İkide bir - 10

Mevlana’nın “Küfrün kebrinden haberin yok, imanın hakikatlerini nereden bileceksin” sözü, çok derindir; insanlara imanları ya da gerçek iman hakkında ders vermeden önce, düşün isterim..

Bazen insanların birbirlerine ders ya da nasihat vermede fazla özgüvenli ve çenebaz olduklarını düşünüyorum. Bir konuda böyle güvenle konuşabilmek için; ya o dersin içinden geçmiş olmak (ki buna “damdan düşmek” de diyebiliriz) gerekir ya da karşıtını yaşamış, yani küfrün de sonuna dek gitmiş olmak gerekir ki içindeki zehir boşalıp, yerine gerçek olan akmaya başlasın. 

Sorgulamadan, küfretmeden, aksini görmeden, sentezlemeden; imanın da, yaşanan herhangi bir deneyimin de gerçek anlamı nasıl kavranabilir ki..?

“Ve melekler şunu da fark ettiler, Tanrı, sözünü inkâr eden bu kadını, kendisine kayıtsız şartsız iman eden diğer kullarından daha çok seviyordu.”  - Rahel Tanrı’yla Hesaplaşıyor, Stefan Zweig.


12 Haziran 2025 Perşembe

İkide bir - 9

Cennet dediğimiz kavramı düşünüyorum bugün. Portakallı :) bir yer olmadığı kesin de, acaba nasıl bir his, diye düşünüyorum.



Başını yastığa koyduğun an, huzur dolu bir uyuşukluk mu? İşini görevini yapmış olmanın verdiği doygunluk mu? Ters giden birşeyleri düzeltmeye, birilerine dokunup iyileştirmeye çabaladığında hissettiğin umutlu kıvanç mı? Basit bir, evlat kokusu mu? Uzun zamandır görmeyip çok özlediğin sevdiceğe kavuşma anındaki vuslat duygusu mu? Daha yüce bir amaç uğruna verdiğin fedakarlık mı? Pişmanlıkla ettiğin tövbeye eşlik eden iki damla gözyaşı mı? 

Başka? Yazsana, nedir cennet…?

Foto. Ananeciiim beyaz duta bayılır, ne zaman yese “kiraz dermiş ki, yersen beni, sapım gibi incecik ederim seni, velev ki arkamdan dut gelmese..” derdi :) Ben kirazcıyım ama şu ağacı ve yerlere dökülen meyvelerini görünce, bu sabah dalından bir tanecik kopartıp ananem için ağzıma attım. 

Basit bir yol kenarı mıdır cennet?

Ekleme. Dünkü yazının yorumları kapalı kalmış, yeni fark ettim, bin özür.

11 Haziran 2025 Çarşamba

İkide bir - 8

Dün tuhaf bir gündü. Allah sevdiği kuluna önce eşeğini kaybettirir, sonra buldurup sevindirirmiş hikayesi.

Biraz etkilendim, o nedenle yazamadım. Ama bugün şu konuyu tartışmak istiyorum: ne için yaşadığını ömrünün sonunda mı idrak edeceksin sence, yoksa yaşarken tam bir farkındalıkla mı yaşıyorsun? Yani başarabiliyor musun şu Ricky Gervais’in ünlü önergesini aklını kaçırmadan çözebilmeyi: “Milyarlarca milyarlarca yıl yoksun. Sonra taş çatlasa 90 yıl, ki bulan çok az, varsın. Sonra yine milyarlarca milyarlarca yıl yoksun.”

O 90 senede ne yapıyorsun peki? Endişelerle kuruntularla mı geçiriyorsun bu kısacık hediyeyi, kavgalarla, küskünlükler alınganlıklarla, kafayı o şunu dediydi, bu bunu yaptıydılarla, hay şunu yapamadım izin vermedi hayat’larla.. Yoksa biraz çevrene dikkat ederek, insanları biraz anlamaya çalışarak, iyi taraf’ta kalmaya çalışarak mı (kime sorsan bunu diyecektir kesin, ama o zaman dünya neden bu noktada?)

Onu bunu geç de, sadede gel: Artık çoğunuz yarı yolu geçtik; sence bu noktada hakkını verebildin mi geçen zamanın? 

Şimdi küt diye gitsen, neler eksik kaldı sence? Ya da nedir sana “yok az daha yaşamam lazım, şunu şunu yapmam lazım” dedirten?

Sen düşün ya da yaz, ben de birde ikiye yazayım haydi..

Bunlara eğilmiş bakarken pırrrt diye minicik bir farecik çıktı içlerinden, panikle bacaklarımın arasında iki tur atıp, karşı istikamete doğru koştu gitti. Bunlar olurken hiç kıpırdamadan kalmayı başardım çok keyifli bir andı. Belki tanrı için de bizim “telaşemiz” tam olarak böyle bir şeydir :)