29 Nisan 2016 Cuma

Malezya: "Gerçek Asya" Seyahati


Başlığı böyle attım, çünkü bir dönem Malezya hükümetinin turizm bakanlığı böyle bir sloganla ülkelerine turist davet ediyorlardı. Bir de ahenkli bir şekilde hoş bir tınıda söylenince insanın kulağında bir hoşluk, "gidilesi" bir tat bırakıyordu. Gerçekten gidip görünce, bir defa daha ikna oldum, evet Malezya tam bir gerçek Asya güzeliymiş, haklılarmış.

Malezya'ya aslında bundan 3 sene önce gitmeye karar vermiş ama hamilelik nedeniyle planlarımızı iptal etmek durumunda kalmıştık. Bu sene 3 yaş altı bir çocuk ve üstüne de 5 aylık hamilelikle, delirmiş olmalıyız diye düşünen bir grup akran/akrabayı heyecanda bırakarak, tası tarağı sırt çantamıza attık ve gözümüzü karartıp Mayıs ayında Malezya'ya gittik. İyi ki de gitmişiz, hem çocukla, hem hamileyken, hem çocuksuzken, hem de tek başına kadın başına bile rahatça gidebileceğiniz bir ülke Malezya. Hem Asya'lı, hem Müslüman kültürünün etkisi var, hem de insanları oldukça dindar oldukları, kapalı ve dini vecibelerini yerine getiren insanlar oldukları halde, inanılmaz derecede açık görüşlü, kesinlikle yobazlığın kenarından geçmeyen, çok hoş çok renkli insanlar. İslam'ın ne yazık ki tüm dünyada tepki çeken uygulama ve terör aktiviteleriyle ilişkilendirildiği bu dönemde, hala gerçek İslam anlamında inançlı olmanın güzelliğini ortaya çıkarabilen ve korumayı başarabilen az sayıda kültürden biri sanki.. Şaşırdım.


Malezya'ya en güzel dönemde gittiğimizi düşünüyorum. Mayıs ayı muson yağmurlarından uzakta, çok aşırı sıcak ve kurak olmayan, çiçek böceklerin cıvıl cıvıl olduğu bir dönem. Haziran sonrası özellikle ülkenin batı sahiline deniz anaları geldiği için, mümkünse bu dönemde ziyaret etmenizi önereceğim.

Biz yine çocuktan sonra her tatilde yaptığımız gibi, bir araba kiraladık ve ülkenin asıl adasını güneyinden kuzeyine, doğusundan batısına fırıl fırıl gezdik. Bildiğiniz gibi Malezya'nın bir de Endonezya ile paylaştığı Sabah ve Brunei krallığını da içeren Sarawak adası var, fakat biz o bölgeye zaman kıtlığı nedeniyle bu seferlik dokunmadık. Ana adayı 3 haftada çok rahat gezebilir, ülke hakkında ayrıntılı deneyime sahip olabilirsiniz.

Rotamız dev şehir Kuala Lumpur'dan Doğu'daki turkuaz liman kenti Dungun'a, oradan muz ve hurma ağaçlrı tarafından hırpalanmış Belum yağmur ormanları arasından Penang'a, ülkenin alternatif sanat ve gurme başkenti sayılabilecek George Town'dan minik adanın kuzey doğusunda okyanus dalgalarıyla bir kez daha kucaklaşmaya, ordan geri Kuala Lumpur'a doğru bir çemberi andırıyordu.


Kuala Lumpur'a Münih'ten 14 saatlik aktarmalı uçuşla vardık ve vardığımızda ertesi günün gecesi başlamıştı bile. Bu çocuklarla seyahat ediyorsanız özellikle tercih edilmesi gereken bir öneri, çünkü varır varmaz yorgunlukla hemen uyuyor, 7 saatlik jetlag'i biraz daha hafif atlatmış oluyorlar. Kuala Lumpur'da tabii ki görülmesi gereken Petronas Kuleleri, aslında tırmanmaya çok da gerek olmayan ama ille tırmanmak istiyorsanız sabahın çok erken saatinde gidip sıraya girmeniz gereken bir macera. 37. katında kaldığımız The Face Suitlerinin muazzam bir Petronas kule manzarası vardı, açıkcası biz KL'deki 2 günümüzü kulelere  tırmanmak yerine, otelin sonsuzluk havuzundan kuleleri izlemek ve asıl şehrin görmek istediğimiz mahallelerini yürüyerek gezmekle geçirdik. Özellikle Chinatown'a gitmenizi ve sokakta birşeyler atıştırırken o kaosu iliklerinize dek yaşamanızı öneririm. Merdeka Meydanı'nda, özellikle George Town'a yolu düşmeyecekler için (yoksa gereksiz bir tekrar olacak) güzel koloni evleri var ve Jln Allor mahallesini yine sokak yemekleri ve insan izlemeleri için tavsiye ederim.


KL'den Dungun'a uzanan yol oldukça sevimli ve Dungun'da mutlaka Tanjong Jara Beach Resort'ta konaklamanızı tavsiye edeceğim. Malezya standartlarında biraz pahalı bir otel ama her kuruşuna değiyor, özellikle de SPA kısmı tüm bir senenin yorgunluğunu atmak için birebir. Sabaha karşı tropik kuşların sesleriyle uyanmak, sessiz sakin havuz başları ve esintili sahilde keyif yapmak, yerel mutfakları deneyimlemek ve dinlenmek için ideal bir tesis. Yemeklerinizi tesisin hemen dışındaki Çinli balıkçıda yiyebilir ya da Dungun'da kendinize yerel halkın gittiği ufak tefek büfelerde ya da perşembe günleri kurulan pazar alanında bir ziyafet çekebilirsiniz.


Fakat mideniz için asıl gitmeniz gereken yer George Town! Bu küçük koloni kenti hem sokak sanatının, hem mimarinin hem de gurme mutfağının namını tüm dünyaya salmış halde ve bence Malezya'nın en "görülesi" noktası! Dungun'dan George Town'a arabayla ulaşmak 7-8 saat sürdüğü ve küçük çocukla uzun yol çelik gibi sinirler gerektirdiği için, ortada bir yerde mola vermek isterseniz, tek seçeneğiniz Belum Rainforest Resort ve ekolojik anlayışa sahip bu tesis çok da güzel aktiviteler, yağmur ormanı hakkında çok çeşitli kurslar sunuyor, projeleri ile çevreyi ve yerel halkı destekliyor.


Gelelim George Town'a. Bu ufak ama dopdolu kent; Çin, Hint, Ermeni ve Malay kültürünü inanılmaz güzel harmanlamış mahallelerden, her köşebaşında karşınıza çıkan "Beyaz Kahve" ya da "nutmeg" (muscat nut) şurubu sunan sevimli cafelerden ve tam teşekküllü, en gurme mideleri bile mutlu edebilecek "hawker stand" de denen "sokak satıcısı" türü toplu yeme içme çadırlarından, koloni mimarisinin en güzel örnekleri rengarenk evlerine ve tabii ki dünyaya nam salmış sokak duvar resimleri sanatına ev sahipliği yapıyor. Tüm bunların tadına varmak için en az 3 gün kalmanızı öneririm.


Şehrin tam ortasındaki Ermeni Sokağı ya da Çin Mahallesi hem ekonomik, hem canlı konaklama imkanı sunsa da, bizim tercihimiz, koloni zamanından kalma ve bir ailenin kendi evinden müzeye çevirdiği Museum Hotel oldu. Bu otelde kalıyorsanız çok yakınlarındaki  New World Park Food Court yemek çadırını mutlaka ziyaret etmenizi öneririm. Bu bölgede kalmayanlar içinse, Esplanade Food Center, Hint mahallesindeki ayaküstü büfeler ve gözünüze sevimli görünen Batı tarzı kocaman kahvaltılar eşliğinde enfes meyve suları (vanilya dondurmalı gül şurubunu mutlaka deneyin) ve kahveler sunan daha modern (ve klimalı) kafelerde bol zaman geçirmenizi mutlaka öneririm. Aynı bölgede bisiklet kiralayarak (sıcak günler için şemsiyeli olanları hafife almayın) tüm sokak sanatını da görme imkanınız var.


George Town'a kadar gelmişken, dönüş yolu öncesi ufak bir deniz-güneş kaçamağı daha yapmak isterseniz, Penang'ın ada tarafının kuzeyine geçip, bulabilirseniz (çünkü Malezya'ya deniz için gelen turistlerin çoğu batı kıyısını tercih ediyor, bence asıl cennet doğu kıyısındaki Tanjong!) sakin bir koyda birkaç gün dinlenebilir, George Town'un keşmekeşinden arınabilirsiniz. Bölgede Shangri La Golden Sands Hotel'i özellikle öneririm, havuza ve konfora doyacaksınız. Kahvaltı dahil paket alıp, akşam yemeklerimizi de 2-3 dolara otelin hemen dışındaki yemek çadırında yedik, ayrıca harika bir gün batımı manzarası sunan Tiki tarzı döşenmiş "3 monkey" barının yemekleri gerçekten şahane. Ananasın içine oyulup konan deniz ürünlü safranlı pilavını, balıklarını ve kokteyllerini öneririm (rezervasyon şart).


Ne yazık ki Penang'da deniz çoğu zaman bulanık ve deniz anaları özellikle haziran sonrası biraz ciddi bir tehdit olabiliyor. O nedenle bol havuzlu bir konaklama imkanı yaratmanızı ve havuzda birden yanınızda yüzen 60cm'lik dev bir iguana (ya da 3 yaş altı olup perilere, prenseslere ve unicorn'lara inanan kızımın değimiyle: Dinazoooor) görürseniz panik olmamanızı, tamamen zararsız bu hayvanın yüzebildiğine şaşırıp (su mu içecek, yüzemez o ya, sürüngenler yüzer miydi, allah daldı, yüzüyor!) sürüngendeki zerafeti izlemenizi tavsiye ederim :)

KL'den 7 saatlik bir yolculukla, yıllar önce gittiğimiz ve kalbimizi fetheden Umman'da (hatırlamak için buraya tık tık) 2 günlük bir duraklama ve jetlag'in etkisini hafifletme yapıp, 6 saatlik ikinci bir yolculukla evimize vardık.


Malezya için söyleyebileceğim, gerçekten misafirperver, iyi niyetli insanların, gidilip görülesi ve hesaplı kalınası, krallar gibi yiyip içilesi, rahat ve güzel ülkesi. Hamile de olsanız, çoluk çocuklu da olsanız (hatta hiç bir şey yemeyen, aşırı yemek seçen çocuklar da olsalar yediklerine inanamayacaksınız!) balayı çifti ya da yalnız gezgin de olsanız Malezya'da herkese göre bir şeyler var. Üstelik iddia ediyorum yanıbaşındaki Endonezya, Bali, Singapur hatta Tayland'dan bile ilginç bir kültür mozaiği bulacaksınız. Kaçırmayın!

Yazı ve fotoğrafların tüm hakları (c) Ceren Musaağaoğlu Schubert'e aittir. İzinsiz kullanılamaz.
Temmuz, 2016.

19 Nisan 2016 Salı

At kestanesi

Herşeyi burçlara dayandıran bir akım var biliyorsunuz, ona göre benim ağacım "Salkım Söğüt". Evet güzel, hüzünlü, sulak yerin ağacıdır, severim ama "benim ağacım" asıl "At Kestanesi" bence.. Yaşamımın çeşitli noktalarında beliren, çok küçük yaşlarımdan itibaren dikkatimi çekmeyi başaran, beni üzerine bir kitap yazdırabilecek denli düşüncelere salan bir ağaçtır bu "At Kestanesi".

Ben Ankara doğumluyum ama 5-17 yaş aralığımı Bursa'da geçirdiğim için kendimi Bursalı görüyorum. Bursa, biliyorsunuz tekstil yanında bir de kestanesiyle ünlüdür. sadece kestane şekeri değil aslında kestaneden börek bile yaparlar Bursa'da. Etrafta da çok sayıda kestane ağacı vardır, özellikle yaz akşamları geniş yapraklarının sağladığı gölgelerin altında oturup çay içmek, sohbet etmek, Bursa'lıların çok sevdiği alışkanlıklardandır. 

Fakat uzman bir göz için, yenilen kestane ile at kestanesi ağaçları arasında tabii ki çok büyük farklar vardır. Açıkcası yenilen kestane ağacının görüntüsü, at kestanesi kadar ihtişamlı değildir, yaprakları daha solgun, incedir, boyu daha kısadır ve meyveleri çok benzer görünse de, aslında daha mat ve "ehli" görünür. Fakat farktan çok benzerlik olduğu için, doğadan "beleşe" topladığı kestanelerden kebap yapmayı denemiş ve acılığına rağmen inatla 1-2 tane yemiş her insan evladı, akşama karın ağrısı, ishal gibi belirtilerle bu aptallığının cezasını çekmiştir (ben de onlardan biriyim tabii ki).

At kestanesi yenmez fakat tıpta ve özellikle güzellik, estetik alanında çokça kullanılır çünkü cildi sıkılaştırıcı (botoks etkisi), varis ve basura karşı damar büzücü etkisi vardır, egzamaya iyi geldiği ve çay olarak içildiğinde kas ağrılarına ve uyku düzensizliklerine derman olabildiği belirtilmektedir. 

Fakat benim bahsetmek istediğim faydasından çok, benim için kişisel anlamı.. 

Bursa'dan sonra bir çok şehir ve ülkede yaşadığımı biliyorsunuz. Bunlar arasında beni en çok evimde hissettiren, şu anda da yaşadığım Münih oldu. Bunun bir nedeninin de aslında kestane ağaçları olduğunu düşünüyorum. Çünkü Münih başta olmak üzere, tüm bayera eyaleti kestane ağaçlarıyla doludur. Kestane ağacı Bavyera Kültürü'nün en önemli elementi olan Bira Bahçeleri'nin vazgeçilmez dostudur çünkü bu kocaman ağaçlar ve kocaman yaprakları hem ilk yeşeren, hem en son dökülen yapraklardır ve bira bahçelerini hava müsait olduğu sürece Nisan-Kasım arası şenlendirir, hem de gölgeliği gerçekten insana bir dinginlik, bir yoldaş olma, sohbet etme arzusu verir. Zaten bizdeki çay bahçeleri neyse Bavyera'daki bira bahçeleri de odur.

Sokağımızda en köşedeki evin kestane ağaçları oldukça yaşlı ağaçlar. Baharda çiçek açar, yaz boyu yemyeşil gölge yapar, sonbaharda ise ev sahibesine baya bir çile çektirirler çünkü sanırım 80'lerinde olan ev sahibesi her sabah bu ağacın döktüğü yaprakları süpürmekten helak olur. Burada kanunlara göre ev sahipleri evlerinin önüne dökülen ağaç dalı, çöp gibi döküntüleri temizlemek zorundadır. Bir de at kestaneleri var tabii, yerlere dökülür, bu 80'lik teyze onları bir bir toplar, evin köşesine koyduğu derince bir kap içine koyar ve sonbahar boyunca her sabah sincaplar hoplaya zıplaya gelir ve bu hazırlanmış paketi alıp evlerine götürürler. Sincaplar ve kirpiler (baya bollar burada) at kestanesini yiyorlar anladığım kadarıyla. Bir de çocuklar toplayıp dekorasyon ya da oyuncak yapıyorlar.

Kısacası, at kestanesi Bursa'dan sonra Münih'te de beni evimde hissettiren "benzerliklerin" başında geliyor ve minicik minicik yapraklarının belirdiği şu günlerde, artık yıllardır tanıyıp bildiğim her bir ağaca hoşgeldin demek için bol bol yürüyüş yapıyorum. Hoşgeldin bahar, hoşgeldin at kestanesi!