16 Şubat 2025 Pazar

Seren'den Selin'e, Pazar sohbeti..

İsmim bir çok ülkede başıma bela oldu. Çünkü ilk hecedeki E ile, ikinci hecedeki E, aslında farklı okunan harfler. Biri ince, biri kalın E; ve ikisi bambaşka dil kasları ile, bambaşka nefes uzunluğuyla söyleniyor ama aynı yazılıyor. Bir de C harfinin yabancı dillerde genelde kullanılmayan bir harf oluşu, kullanıldığında da C olarak değil, S ya da J olarak okunuşu gerçeği var.. Sonra R de sorunlu çünkü Fransa ya da Almanya gibi ülkelerde R harfi rrrrr olarak değil ğğğ olarak okunuyor. Yani Türkçe'de yabancıları delirten "Kağıt" kelimesinin telaffuzu gibi, "Ceren" ismi de başa bela :))

Yıllardır bendeniz "Sirin", "Sereeeen" ya da "Serın", hatta "Sharon" olarak yaşıyorum. Evde bile eşimle kızım C'yi Ç, R'yi Ğ yapıyorlar, "Çeğen" gibi bir adım olacağına hiç olmasın dediğim için de eşim bana tanıştığımızdan beri "sweetie" der, kızım da anne tabii. Bir oğlum beceriyor rrrr'ları ve eee'leri ve ismimi tam gerektiği şekilde okuyor. O bile Türkçe'yi uzun zaman kullanmasın, gırtlak yapısı değiştiği için, rrrr yapamıyor! Türkiye'ye her gidişte bu rrrrrr meselesi dedesiyle aralarında bir oyun oluyor, oğlan rrrr yapmayı yeniden becerene dek, karşılıklı düdük gibi ötüp duruyorlar :))

İlk birkaç ülkede inat etmiştim "öğreticem ismimin doğru telaffuzunu!" diye, ama sonra baktım olmuyor, karşılıklı bir performans kaygısına evriliyor durum, "amaaağn.." dedim, boş verdim. Hatta artık çoğu zaman ben kendimi "sereeen" olarak tanıtıyorum :)) Bunu da mesela Yunanlı ya da Rus arkadaşlarımda da görüyorum. Yıllardır yakın dostum olan Lena ile Şorj, misal Eleni ile Yorgi'ler aslında, ya da oğlumun arkadaşı Ştefan, aslında Stepan :))) 

Bu beni eğlendiriyor aslında. İspanyol Horge'ler, İrlandalı Siobhan'lar, hepimizin isimleri ister istemez kültüre uyduruluyor ama asıl Çin'li arkadaşlar yandı; misal benim bir "Çunksia" var, adı: Sally :)))) Neden, bilmiyorum... Almanın biri demiş ki, ben sana Sally diyeceğim, sen tam bir Sally'sin.

Bu bağlamda, düşündüm. Ben yeniden ismimi seçebilsem ne olurdum. Selin ismini sevdim. Nedeni hem her dilde kolay telaffuz edilebilen, bilindik bir isim (Celine) hem de anlamı çok hoşuma gidiyor: yavaş, sakin, huzurlu bir akış anlamına geliyor Selin ismi. Doğa ile de uyumlu bir isim.. Evet evet, ben Selin olmak isterdim..

Bir de ismin insanın kişiliğini hatta dış görünüşünü bile etkilediğini düşünüyorum! Misal ben hiç çirkin Şebnem tanımadım, bizim nesilden eski bir isim ama vallahi Şebnemler aşırı fıstık oluyordu. Deniz'ler misal, hep böyle karışık, biraz iki uç arasında salınan ama yaratıcı insanlar oluyorlar. Bu durumda, ben de Ceylan yavrusu anlamına gelen ve hem zıp zıp, hem de aynı zamanda endişeli bir çağrışımı olan Ceren yerine, Selin olsaydım, çok daha sakin, huzurlu, yavaş bir insan olabilir miydim acaba? :)))

Sen peki? İnanır mısın bu "ismin kişiliğini belirler" argümanına? 

Fakat bir istisna var, maalesef eski, ağır isimler tam tersi bir etki veriyor diye bir gözlemim de var. Misal sonu din'le biten ya da peygamber isimleri genelde valla hep ya ateist ya da komünist çıktı, ya hakikaten çılgın kişilikler ama kesinlikle bir "ismin ağırlığı altında kalmış" hissi verdi bana.. :))) Böyle bir durum da gözlemledim yani, o isimlerden de çekinirim... 

Öyleyken böyle işte.... Pazar sohbeti kıvamında boş bir yazı oldu :))) Hastayız ailecek (eşim çok şiddetli bir erkek gribi geçiriyor, tabuttan 1 adım ötede garibim) biz diğerleri onun gerisinde kaldık yakınma ve ağlaşmalarda, hele ben evi bile temizledim üzerinize afiyet, sonra da boş boş yatarken canım sıkıldı n'apayım, artık böyle idare ediverin :))) Herkese iyi haftalar.

Fotolar: Alakasız. Geçen yazıdaki fotoları beğendiniz diye, renk olsun diye ekledim, Hindistan'da çektiklerim....

10 Şubat 2025 Pazartesi

Yaşat, sev, oku ve dinle.

Tevrat'ın ilk cümlesi "Yaşat" ile başlar, İncil'inki "Sev"dir, Kuran'ınki "Oku" ve Mesnevi de "Dinle!" der.. İnsanın tek tanrılı inanç sistemini oluşturan tüm dinler, bir bütündür ve aslında hepsinin hikayesi, küçük nüans farkları dışında, ortaktır.. Fakat bizler bunun ne kadarını anlıyor, uyguluyoruz, tartışılır.. Bizler düşünmek ve anlamak yerine, ezberden tekrar ediyouz çoğunlukla. Dolayısıyla, bir noktadan sonra, elbette: sustu, Tanrı.

Buddha'ın uyanışı ile Mevlana'nın uyanışı birbirine çok benziyor ve bakmasını bilen gözler, dinlemesini bilen kulaklar, sevebilen kalpler ve "yaşatma"ya yönelik bir hümanizmi içinde bulundurabilen her insan, eninde sonunda benzer bir uyanış evresine giriyor. Bu benim için 40'lı yaşlarımın başında başlayan ve her gün ayrı bir "küçük uyanışla" (bir nevi küçük kıyamet) devam eden, devam edecek olan, sonsuz bir süreç. Bulamayabilirim, ama arıyorum. 

Aslında 40 da değil, o son hatırladığım sarsıntı sadece. Eşim sık sık der: "ben seni tanıdığım günden beri böylesin sen, arıyorsun...". Eşimi 25 yaşımda tanıdım. Ama evet, muhakkak ondan öncesi de vardı bu arayışın. Mevlana'nın dediği gibi, aslında hepsi bir "ayrılık acısına" geliyor dayanıyor. Biliyorum.

Kudüs

Yaşat, sev, oku ve dinle demiştik.. Yaşatma ve hattâ iyileştirme, çocukluğumdan beri benimle olan bir huyum.. Dinlemeyi ise, psikoterapi eğitimimle kazandım. Fakat sevmek; benim için çok sonra geldi, belki ancak ikinci çocuğumdan sonra, gerçek anlamda.. 

Ben aslında en çok: Okudum. Çok okudum. Okuduklarım arasında da; özellikle Buddha ve Mevlana'nın öğretileri, kalbime en yakın duranlar oldu. 20'li yaşlarımda okuduğum tek tanrılı dinlerin tüm kitaplarında yazanları, sanki bu üç emre (yaşat, sev ve oku) uygun olarak yeniden algılamaya başladım. Bu benim kişisel yolum, elbet herkesinki farklı. Bu nedenle, zaman içinde, birlikte yürüdüğüm insanların, dostların, öğretmenlerin bazılarından ayrı düştü fikirlerim. Onlarla tartışmak ve kendi yoluma çekmeye çalışmak yerine, onların yürüdüğü yolda, yollarının açık olmasını diledim. Eninde sonunda hepimizin varacağı yer aynıdır çünkü, hangi yoldan gidersek gidelim.. Hayatımda kimseyi manipüle etmek istemediğim gibi, son yıllarda üzerimde asırlardır hakimiyet kurmuş olanları ya da kısa bir buluşmada beni manipüle etmeyi başarmış olanları da, fark edip, sakince yere koydum, kendi yolumda devam ettim. Ediyorum. Edeceğim.

Buralara yazmasam da artık, bunları sürekli kendi içimdeki kitaba yazıyorum..

Boston.

Bugün anlatmak istediğim, başka bir şey aslında.. Okumak üzerine yazmak istemiştim bugün. Ama içim daha doluymuş :) Konuya dönersek...

Son 2 aydır, şirazem kaydı. Geceleri çok sık uyanıyorum ve uyandığım zaman zihnim aşırı berrak olduğu için, saniyeler içinde üzerime çullanan düşünceler içinde kayboluyorum. Buna tek iyi gelen, sesli kitap dinlemek oluyor, çünkü kitabın dünyasına girdiğim anda, "ben" yitip gidiyor, rahatlıyorum, gevşiyorum, bazen yeniden uykuya bile dalabiliyorum. Ertesi gün "en son ne duymuştum" diye düşünüp, kitabı başa sarmak da bir tür "beyin jimnastiği" oluyor. Analistime söyleyince bunu ve "aynen devam et, iyi bir yöntem bulmuşsun" onayını da alınca, biraz abarttım sanırım. Uyandığım her an, hemen elim sesli kitaba gidiyor, bir beş dakika bile vermiyorum artık kendime düşünmek için. Otomatik olarak "nasılsa düşüneceğim ve iyice açılacak uykum, hiç başlamadan durdurayım" diyorum sanırım.... Ve İncil'de dendiği gibi, geceyarısından sonra hayırlı hiçbir şey olmaz. Atalarımızın dediği gibi; sabah ola hayrola. Düşünmek; günün en karanlık saatleri olan 03.00'ın değil, günün ağardığı ve herşeyin geceden daha olumlu gözüktüğü sabahların işidir..

İran'ın kuzeyinde bir yol molasından.

Fakat böyle böyle, bir de baktım, 1 Ocak'tan 10 Şubat 2025'e 7'si sesli kitap, toplam 28 kitap okumuşum. Bu hoşuma gitmedi; çünkü inancıma göre "çok okumak, hiç okumamış olmak" demek.... Ezberden yaşamak demek.. Fakat kendimi şöyle bir yoklayınca, defterler tutuyor, okuduklarımı farklı kelimelerle bu defterlere aktarıyor ve üzerinde düşünüyorum da.. Fırsat buldukça, benim gibi insanlarla tartışmaya çalışıyorum.. Bunlar son zamanlarda analistim, babam, yakın arkadaşım L. ve.... ve kendim. Kendimle çok tartışıyorum son zamanlarda. Tez, anti-tez, sentezler yapıyorum, bir yanından baktığıma bir de dönüp diğer yanından bakıyorum. Böyle böyle geldim vardım Tolstoy'a işte..... İtiraflarım..

Benim gibi Anlam Arayışı yüksek biriysen ve okumadıysan, tavsiye ederim. Çok tanıdık, Schopenhauer'ın idealizmi ile mut(lu/suz)luk felsefesinden Nietzsche'in hiçliğine, oradan Budizm'in farkındalık ilkesine, oradan Rûmi'nin birleştiriciliğine, çok fazla benzerlik bulacaksın. Ve sonunda "haşa, kendimi Tolstoy'a denk mi görüyorum" diye de kuşkulanacak, kibir küfrüne batmış olman riskiyle korkacaksın.. Ama ennnn sonunda, en "sentez"inde, seni kendine çıkartan okumalardan biri olacak, eminim. Bana böyle oldu çünkü...... 

Günün birinde "beni ben yapan kitaplar" adı altında yazarsam, aralarında olacak bir kitap..... 

Sao Paulo.

Buradan geldik şuraya: Günün Tortusu'nda bu haftanın masalı, ilk okuduğumda da hoşuma giden bir masal. Bu haftanın ödevi de "sızlanmayı bırak, sızlandığın işi neşeye çevir" aslında ve benim analize de sürekli getirdiğim ennnn temel meselelerimden biri. "Hayata neşe katmak"... Ya da hani derler ya koca puntolarla "her canlı ölümü tadacaktır" diye, işte ona karşı "ama sadece bazı canlılar yaşamı tatmayı başaracaktır" diyebilmek...... 

Yaşama rağmen, yaşamdan keyif alabilmek ve bunu da suçluluk duymadan yapabilmek.. Bir sanat da bu işte..

Yorumlarda tartışmayı sevdiğimiz için, oradan devam edelim, nedir senin "yapmak zorunda olduklarına neşe katmayı başarma" sırların? Nedir en mızmızlandığın anda, "dur" diyebilmeni sağlayan? Ve nedir, anda kalabilmeni, bir yapraktan Yaradan'a bağ kurabilmeni, yani ne olursa olsun çevrende neşeni, huzurunu koruyabilmeni sağlayan?

Benimki bazen burada yazdıklarımda, bazen heyecanla yazdığım bir mektupta, her gün yeni bir şeye tutku ve aşk ve merak duymakta, evlat kokusunda, özür dilediğim anlarda, pişmanlıklarımda, hatalarımdan almam gereken dersi aldığımı anladığım o "sihirli" anlarda ve nicelerinde.... Günün Tortusu dediğim "şey"lerde aslında.. Küçük "şey"lerin büyük anlamlarında. 

Dur bakalım bu yol nerelerden geçecek daha........

Fotoğraflar (c). Benim çektiklerim. Dünyanın dört bir yanından "durgun anlarımız".