30 Eylül 2021 Perşembe

6. Ay (Eylül) Özeti

Eylül benim için göz açıp kapayıncaya dek, hızla geçti. Bunda sanırım uzuuuun süren öğrencilik yıllarının etkisiyle, yılbaşını Eylül'le özdeşleştirmemin etkisi de var. Eylül demek benim için yeni başlangıçlar, plan ve projeler demek. Dolu dolu geçen bu ayı kısaca nasıl özetleyebilirim emin değilim ama haydi deneyelim :)

PROJELER PROJELER PROJELER:

İki senedir pandemi nedeniyle oldukça boşalmış olan depolarımı, bu yaz güneş, deniz ve sevdiklerimle doldurarak, içim umut ve yepyeni projelerle dolu döndüm evime. Heybemde üç yeni projem var; en yakını Ekim sonu kısmetse Mimas Yolu'nu yürümek, ikincisi başvurduğumuz okul kabul verirse Temmuz sonu Urla'ya taşınmak, üçüncüsü de bu seneyi sağlıklı, mutlu ve neşeli, verimli ve dolu dolu geçirmek.

Bu üç projeye beş kaplan gücüyle atıldım bu ay. Mimas Yolu için uçak biletimi aldım, rotamı aşağı yukarı belirledim, etapların üzerinde çalışmaya ve kondisyonumu kaybetmemek için bulduğum her boş anımda egzersiz yapmaya başladım. Urla projem için şu aşamada yapılabilecek tek şey okula başvuru yapmak. En son doktoraya başvururken bu kadar uğraşmıştım, okul resmen doktoraya öğrenci alır gibi davranıyor! Belgeleri hazırlayıp bir de niyet mektubu falan yazıp yolladım, şimdi uzuuun bir bekleme ve mülakat süreci var. Hayırlısı diyelim. 

Son projem tabii bir süreklilik içerdiği için en zoru :) İşime eğildim, iş dışı işleri de bir düzene koymaya, çocukların okul sonrası programlarını oturtmaya çalışıyorum hâlâ.. Bunları yaparken de kendime sevgi göstermeye, iniş çıkışlarımı dengede tutmaya çalışıyorum. En zoru bu tabii..

BLOG AÇIP KAPATMA UZMANI: 

Yazmadan duramayanlardanım ama sürekli yazdığımda yazı kalitesi "çöp"e dönüyor. Ben de yazı aşkımı ikinci bir bloğa her gün yazarak gidermeye ve sevdiklerimi buraya almaya karar verdim. Bir nevi orada "filizlendirip", buraya "dikme" şeklinde.. Önce Proje 365'e yazayım dedim ama onun konsepti bu işe uygun değildi, sildim yazıları. Yeni bir blog açtım ve kendi kendime yazmaya karar verdim bir süre. Hoşuma gidiyor oranın sadeliği ve minimalizmi. Sır değil, isteyen bulur okur ;) Reklamını yapmayacağım.. Öğrenen Anne'yi de, Kontrollü Çılgınlıklar'ı da öyle kendi halinde açmıştım, hiçbir reklam almadan, sosyal medyaya bulaşmadan bu kadar okunduysa yazılarım, bu bir başarıdır bence. Ora da iyiyse tutar..

YÜRÜDÜM YÜRÜYORUM YÜRÜYECEĞİM:

Bu ay 250.000 adım yani 190km yol tepmişim! Mimas Yolu 150km ve 7 gün sürüyor, kara kara düşünüyorum sevgili dostlar, halım ne olacak benim.. İçimdeki son şeytanla da yüzleşmeden dönmeyeceğim ben bu yoldan! Bir an Forst Gump ya da Into the Wild geldi aklıma, neyse karıştırmayalım. Yürüdükçe forma girmeye de başladım sanki.. Pandemi kiloları çok şükür gitti, bin şükür, inşallah geri gelmezler amin amin!

DİNLEDİM:

Genelde doğayı ama bazen de Faber'i, defalarca ve saatlerce.. Piç ya, piç! (Piç bizim ailede "sevimli oğlan çocuğu" demektir, gerçek anlamını 14 yaşımda feci şekilde rezil olarak öğrendim, sormayın). Bir ara gaza geldim, 20 Ekim'de konseri var bize 2 saat uzaklıktaki bir kasabada ama, yemedi gözüm gece gece otoban faresi olmayı.. Evli barklı kadının "Nie wieder Kokain!" diye bağırması zaten yakışık alır mı ayol? (Az gaz versenize ya, hâlâ bi yanım git diyor).

İZLEDİM:

Bu ay çok fazla bir şey izlemedim çünkü çocuklar uyuduktan sonra planlanacak çok fazla işim vardı ama Modern Love'ın ikinci sezonunu izledim, sıcacık bir dizi. Zaten New York Times'ta köşe yazısı olarak yazılmış çoğu hikâye ve şu linkte bir de podcast var, doyamıyorum dinlemeye. 

Pek özleşmişiz cadıyla <3 

Ha bir de Squid Game’i izledim. Baya sarıyor, Kore dizisi. Kore tipi saçmalıklar da var içinde ama sanırım bu senenin en iyi, en heyecanlı, hattâ New York Times’da “siz hayatta kalabilir miydiniz bakim!?” şeklinde bir köşeyazısına ilham olacak kadar da bağımlılık yapan dizisi. 

OKUDUM:

Geçen aydan sözüm var, Murathan Mungan "Kadından Kentler"den birkaç paragraf alacağım buraya. 

"Kocasının bütün o uygar, uyumlu, sorun çıkarmayan halleri, bunca zaman aslında böyle bir hayat istemediğinin farkına varmasını engelleyip, sanki içini yaşamasını geciktirmişti. Bu nedenle içinde ona karşı kızgınlık birikmeye başlamıştı. Böyle olmadığını bildiği halde, gene de hayatta bir şeyleri sanki kocası yüzünden kaçırmış gibi hissetmekten alıkoyamıyordu kendini."

"Aradan geçen yıllar değil de, içinin durgunluğunda yaşlanmış sanki. Yaşlanmadan çok matlaşma demeli belki de; gözbebeklerinden bütün varlığına yayılan bir pırıltısızlık.."

"Fasülyelerden bunca söz etmesi, aşçılığıyla övünmekten çok, yakaladıkları bu mutluluk ânını uzatmak içindi.."

"Vaktinde iç çayını, yoksa çayın canı sıkılır, derdi.", "İyice oğulup parlatılmış ince belli bardaklara dökülen çaylar, bir tek Erzurum'da böyle yakut rengi ışıldıyor sanki."

Bu ay Hermann Hesse'den "Öldürmeyeceksin"i (1), Sait Faik Abasıyanık'tan Alemdağ'da Var Bir Yılan'ı (2) ve yeniden Tomris Uyar'dan Günlerin Tortusu'nu (3) okudum. Birkaç ufak alıntı da onlardan olsun mu?

"Ruh sözlerde değilse mimiklerde, ses tonunda değilse, nerededir peki?" (1)

"Öldürme eylemini yalnız o aptalca savaşlarda, devrimlerin budalaca sokak çatışmalarında ve idam sehpalarında gerçekleştirmiyor, adım başı bu cinayeti işliyoruz. Çaresizlik içinde bırakıp kendileri için uygun sayılmayacak meslekler edinmeye zorladığımız yetenekli gençleri öldürüyoruz. Yoksulluklar, çaresizlikler, yüz kızartıcı durumlar karşısında gözlerimizi yumarak öldürüyoruz. Toplum, devlet, okul ve kilisede ömrünü tamamlamış uygulamalara kararlı bir tutumla sırt çevirmediğimizde öldürme eylemini gerçekleştiriyoruz. İçinde yaşanılan zamanın öldürülebileceği gibi, geleceğin kendisi de öldürme eylemine konu yapılabilir.." (1)

"Sevgiden söz aç. Ne çıkar; o seni anlarsa değil, sen onu anlarsan bir şeyler olacak." (2)

"Ellerini severim, gözünün rengini severim. İçime ondan durmadan yağmur gibi bir şeyler yağar" (2)

"Ama yüreğimi bir şey, demirden bir avuç da sıkmıyor değil hani." (2)

"Yirmi yaşındaki bir kızın ya da delikanlının gözünden bakamam ben dünyaya; bir ağacın yıkılışını, bir çocuğun su içişini, bir sevişmenin değerlendirmesini onlarla paylaşamam. Kişi yirmisinde, kırkında duyabileceği tatları duysaydı, neden yaşasındı ki?" (3)

"Ben kendi adıma, tek başıma mutsuz olmaya karar verdim." (3)

"O gittikten sonra, uzun süre ellerime baktım. Öyle uzun bakmışım ki, sonunda el olmaktan çıktılar." (3)

tanıdık geldi mi? :)

DÜŞÜNDÜM:

Bu ay insanlar arasındaki bağı, aslında hepimizin "bir" olduğunu düşündüm ve panteizm konusunda okumalarımı ve düşünce egzersizlerimi tazeledim. Çok ufak yaşımdan beri inanç sistemim panteizme çok yakın, hümanistik psikoloji ve felsefe ile de güçleniyor bu inancım, hissediyorum. İlginizi çekerse, bu konuda önerebileceğim birkaç kaynak da burada: 

- Spinoza "Ethics"
 "Why Spinoza Was Excommunicated"National Endowment for the Humanities. 1 September 2015.
 Yalom, Irvin (21 February 2012). "The Spinoza Problem"The Washington Post
Stone, Jerome Arthur (2008). Religious Naturalism Today: The Rebirth of a Forgotten Alternative. Albany: State University of New York Press.
Rod, Perry. "About the Paradise Project". The Paradise Project

HİSSETTİM:

Ağustos'tan beri hissediyordum ama eve dönünce daha bir anladım; bu ay ne yapsam kendimi %100 vererek yapmaya başladım. Çocuklarlaysam zaten yıllardır elimde telefon olmazdı ama kitap olurdu, aklım başka yerde olurdu falan, o bitti meselâ. Deli gibi oyun oynuyorum oğlanla. Kızla sohbetlere doyamıyorum. 

ev atölyesi :)

Danışanlarla seanslarda da daha bir enerji ve kıvrak zekâ sahibiyim. Yaptığım yemekler, ev işleri parlıyor gözümde.. Bir de kendimi sevesim tuttu mu.... Zaten yeni saçlarım kendimi aynada apayrı biri gibi görmeme neden olmuştu, şimdi bakışımda duruşumda da bir farklılık var.

Üstelik saat 22.00, yorgun-ötesi ve sıfır makyaj :P

Buna neden olan da sadece iki tanecik hayâl kurmak, onları gerçekleştireceğine dair umut duymak. Bu kadar mı iyi gelirmiş insana..!? Ne olur henüz yoksa, oturun bir hayâl kurun....!

Tabii ki içimdeki utanmaz arlanmaz felaketler kraliçesi sürekli çuvaldızla dürtüyor "kesin bi'şi çıkacak, totonun üstüne oturacaksın" en çok üstüme gelen senaryo da tabii ki "seyahatimden 1 gün önce çocuklar hastalanacak" klasiğimiz. "Mörficiğim geçen yıllarda ne zaman umutlansan kırmadı mı dizlerini, bu sene de yapacak aynısını" demiyor muyum kendime? Diyorum.. Ama sonra da diyorum ki sakin sakin "olsun, canım sağolsun, bu noktaya gelmem bile bir şans, bu sefer gidemezsem de nasılsa hazır artık program, bir sonraki sefere gideceğim, bu sadece bir zaman ve iyi şans meselesi..." Yani gidemesem de, kabulüm sevgili kader... Bu kadarı bile iyi geldi bana, hayâli bile iyi geldi.... <3

ÇOK SEVDİM:

Son derece amatörce, evde hazırlanmış bu yol işaretini çok sevdim! Hakikaten bir sabah kirpiyle de karşılaştık, yol verdim kendisine.. Homurdana homurdana geçti "buralar eskiden hep dutluktu.." diye diye... 

Bir de ben yemek yaparken mutfak penceremin önünde yaşanan bu "derin mevzu"ya bayıldım ;) Yaşasın "pembe inadı duruşu" olan kızlar ve kaldırıma oturup onlara zaman veren takım elbiseli kocaman adamlar :)

KUTLADIM:

Ailemizin en miniği 5 yaşına girdi bu ay.. Bu sefer pastasını iyi kotardığımı düşünüyorum, özellikle de geçen yıllardaki hezimetlerden sonra :)))) Davet ettiğimiz minik insanlar baş parmaklarını havaya kaldırıp onay da verdi, daha ne isterim?


UÇTUM:

En güzelini en sona bıraktım. Bu ay ben hayatımda ilk defa zipline yaptım. Kıvırcık kıvırcık saçlı bir "baba"nın gazına geldim :)) Çocuklarımız aşağıda oynarken "hadi gel kendimiz için de bir şey yapalım" diye 400mt'den atlamama vesile oldu sevgili G.! Böyle "baba" arkadaşlar iyi ki var... Çok keyifliymiş gerçekten, iyi ki yaptım! Videosu görünüyordur umarım (yoksa sayfanın altındaki web sürümüne geçip tekrar bakabilirsiniz)


Eylül işte böyle dolu dolu geçti, bitti.. O zaman haydi bakalım Ekim, sahne senin! Sağlıkla, neşeyle, verimli işlerle ve iyi şansla gel ve çok güzel geç, e mi!?

23 Eylül 2021 Perşembe

Kazlar diyorum, göçüyorlar sanki?

Sol kaldırımın sol yanından yürümenin düpedüz itaatsizlik sayıldığı bu memlekette, inatla soldan yürümemin tek nedeni, usul usul akan dereye biraz daha yakın olabilmek.. Karşıdan gelenlerin pasif agresifliklerini umursamadan, yolumda inat ederek, sakin sakin yürüyorum. Ellerim ceplerimde. Kulağımda çalan tabii ki Faber, J'ai toujours rêvé d'être un gangster.. Şu halimi daha iyi anlatacak şarkı, başka ne olabilir!? Üstelik, bu yazdan sonbahara, belki de kışa sarkacak Faber, hissediyorum.

7 derecelik sonbahar havası, gece yağan yağmurla ıslak toprak kokuyor. Ara sıra da mantarımsı, küfümsü, karanlık bir şeylerin kokusu çalınıyor burnuma. Bu tekinsiz, insanın içinde bir şeyleri rahatsız eden kokuları seviyorum. İlkbaharın tersine, içinde uyanan değil de; uzun bir uyku öncesi mahmurlaşan bir şeylerin kokusu var..

Oysa gökyüzü henüz kışın gelmekte olduğundan haberdar değil. Masmavi bir gök var üzerimde. Pamuk şeker gibi birkaç bulut serpiştirelim hep birlikte Bob Ross'un hatırına. Birkaç uçak izi, A noktasından B noktasına giden, birbirine uzanmış ve zaman zaman ancak parmak uçlarıyla değebilen iki kol* misali, en kısa çizgiyi gösteren.. Hafif bir esinti. 

Ve birden....! Sahnede kazlar.

Uçan kazlar! V şeklinde uçan, göç hazırlığındaki kazlar. İyice besili, yağlanmış, koca koca kazlar. En arkada o cılız ama kararlı, ufak tefek, iyimser kazcık.. İçim cız ediyor, acaba varmak istediği yere varacak mı bu "son kaz"?

O an fark ediyorum onu.. 

Tam karşımda duruyor. Üstelik göğe bakıyor! Elleri ceplerinde, upuzuuuuun bir trençkotun içinde zapzayıf bir kadın. Kısacık kesilmiş beyaz saçları çene hizasında. Uzun yüzünün yarısını kapayan bir perçem bembeyaz kahkülü, cebinden isteksizce çıkardığı kemikli, incecik, zarif eliyle kulağının ardına atıyor. Tam da bu hareketle, onu tam orada, hafızamın tuhaf labirentlerinde süregelen bir resim sergisi içindeki gizemli bir tablonun içine hapsettiğimden habersiz.. Elinde ufak bir poşet, içinde kırmızı mezarlık mumları. Kimbilir kimi özlüyor o da, hepimiz gibi..

İki saniye göğe bakıyoruz. Sonra ben iki saniye daha ona bakıyorum. Bakışları yeniden yere inerken, benimkileri buluyor. Birden ışıl ışıl, çocuksu bir sevinç yerleşiyor yüzüne. Tabii eş zamanlı olarak benimkine de.. Ve yanyana yürüyüp, tam tersi istikamete doğru geçerken birbirimizi, bir sırrı tutan iki küçük kız çocuğu gibi kikirdiyoruz.... İşte diyorum, bu kadar basit birini sevmek....

* İki kalp - Cemâl Süreya

17 Eylül 2021 Cuma

Akşamcı

Bursa'da sık gittiğimiz, balığından mezesine çok titiz çalışan bir balıkçı var. Zeytinliklerin ortasında, rüzgâr denizden estiğinde Mudanya'nın tuz kokusunu hissedebileceğiniz, yazları terasından domates, salatalık, biber toplanan, çardağından kokulu üzümlerin sarktığı, sakin, kendi halinde bir balıkçı. Hani şu "buyrun, ne alırsınız?" yerine "bugün lüferim taze, size ortaya ızgara yapacağım" diyen samimi, güvenilir, eski tarz lokantalardan. Innovatif değil, her gittiğinizde önünüze yeni bir buluş sunmaz. Fakat yılların deneyimiyle, neyi nasıl pişireceğini bilir; dolayısıyla o sene yeni çıkmış ve yurdun dört bir yanını sarmış bir meze dışında, menü de yıllar yılı hep aynı kalır.. Fakat olduğu haliyle güzeldir, zaten siz de değişmesini istemezsiniz.

Bu balıkçıya yıllardır ne zaman gitsem, saat 19.30'u vurduğunda romanlara konu olabilecek bir "karakter" girer içeriye. Tıknaz, boynu başıyla omuzları arasında zor fark edilen, yavaş yavaş ve dışa dışa basarak yürüyen, altmış, yetmiş yaşları arasında bir adamdır içeriye giren. Her zaman gömlekli, kışın kalın ekoseli çeketiyle uyumlu renkte kumaş pantolonlu, karlı günlerde yün kasketli bir adamdır. Sakin, yalnız bir adamdır.

Fakat lokantanın baş garsonunun telaşı daha o gelmeden yarım saat önceden başlar. İlk olarak, en uç köşeden bir masanın örtüsü değiştirilir, bembeyaz yeni bir örtü serilir masaya. Üzerine bir tabak, ters çevrilerek konur. Tabağın yanına çatal, bıçak ve yine bembeyaz bir bez peçete üçgen katlanarak yerleştirilir. Sonra bir su bardağı, bir de rakı bardağı yanyana, tabağın sol yanına konur. Baş garson bu gizemli müşterinin solak olduğunu bilir..

Daha sonra masaya halis zeytinyağı, sirke ve tuz ile karabiber getirilir. Masa bir süre öylece, yalnız ve sessiz bekler.

Saat 19.25'i gösterdiğinde, garsonun telaşı yeniden başlar. Hızlı ve alışkın hareketlerle masaya üzerinde zeytinyağı ve kekik gezdirilmiş hatırı sayılır kalınlıkta bir beyaz Ezine peyniri, söğüş domates salalatalık, birkaç dilim kavun ve patlıcan közleme gelir. 19.30'a saniyeler kala, bahçedeki içecek dolabından üzerinde isim etiketi olan ve açılmamış diğer şişelerin biraz ötesinde muhafaza edilen bir 70'lik alınıp, masaya getirilir. Artık gözler giriş kapısındadır. Tam 19.30'da içeriye giren misafir; sakin, ağır, dış dış basan adımlarla tüm müşterilerin arasından geçer ve masasına yönelir. Sırtı her zaman salondaki herkese dönük oturan bu adamın yüzünü sadece bir kaç saniye görmek, insana onun ne kadar yalnız fakat bu durumunu da ne kadar kabullenmiş bir adam olduğunu anlatıverir....

Peki nedir bu adamın kabullendiği şey? Onu bilemeyiz. Rakının üzerindeki isim siliktir, okunmaz. Adam tektir, konuşmaz. Sadece baş garsona o geceye özel istediği birkaç meze ismini söyler. Balık, karides ya da kalamar yemez. Bazen içi deniz mahsülleri içeren bir tür paçanga böreği ya da tütsülenerek kurutulmuş sardalya türü küçük balıklardan yapılan bir "ara sıcak" söyler. Rakısına da nadiren buz ister. Hepi topu budur bu gizemli adamı "demlendiren".

Kimseyle muhattap olmadığı gibi, ne kadar oturduğu ve ne zaman kalktığı da bilinmez. Bazen "tek müşteri için gün gece saat 03.00'e dek kaldık" derse baş garson, o müşterinin kim olduğunu anlamak zor değildir. Fakat o müşterinin gerçekten "kim" olduğunu anlamak.... bence mümkün değildir.

Kim olduğunu anlamaya çalışmadan, kim olduğu ve hikâyesinin ne olduğunu hayâl etmeye çalışmak, beni daha çok meşgul ediyor. Birkaç farklı senaryom var; birinde sevdiği kadını bir kaza sonucu yitiren, kendini tamamen işine vermiş başarılı bir işadamı yapıyorum onu, diğerinde alkol yüzünden bir hastasının ölümüne neden olmuş eski bir beyin cerrahı, bir başkasında nüfuzlu ama geçimsiz bir politikacı - belki eski bir ilçe emniyet müdürü - ve oynamayı en çok sevdiğim bir başkasında ise, yaşamını bir buluş olasılığı uğruna yapayalnız ve çağın tüm olayları dışında geçirmekte olan Asperger Sendromlu bir biliminsanı....

Peki sizce? Başka ne hikâyeler üretebiliriz sizce bu adam hakkında? ;)

9 Eylül 2021 Perşembe

5. Ay (Ağustos) Özeti

Canım Ağustos, tam bir senedir seni bekliyordum. Geldin ama yetmedin, üstelik pek hızlı geçip gittin! Olsun biz yapamadıklarımıza değil yapabildiklerimize bakalım.

 


ÖZLEM GİDERDİM:

Geçen yaz pandemi nedeniyle hep evdeydik, bu sene annemler 4'er aşılı, biz hem hastalığı geçirmiş hem üstüne 2'şer aşılı olunca itiraf edeyim açılıp saçıldık. Biraz risk aldığımızı kabul ediyorum ama hakikaten psikolojik olarak ihtiyacım vardı. Tabii ki maske mesafe temizlik kuralına uyuyorum ama açıkcası bu üç kuralı "yeni normal" kabul ederek eski normalime de geri döndüm. Zaten eski normalim de "steril bir hayat" olduğundan yani :) aslında pek abartmadan.

Bu sene sanırım hepimiz aynı özlemler içindeydik çünkü öyle çok arkadaşımla buluştum ki, ben bile şaşırdım. Canım Kuyruksuz Kedi'm, 10 senedir görmediğim Aylinim ve tatlı eşi, Burcukum, Oz'um, Küçük Joe'm, Handan’ım ve kaç senedir görmediğim lise kankalarımla görüşebildim ki bu benim gibi sabıkalı bir asosyal için hakikaten "e bütün dünyayı gördüm"le eşdeğer bir mutluluktu!

Sadece insanlarımla değil doğamla ve denizimle de kucaklaştım. Bu sene, iki senelik ayrılık sonunda yeniden dalış yapabildim, muhteşemdi. 

HÜZÜNLERİMİ YENDİM:

Almanya'da çok sık hissettiğim yalnızlık duygusu, çocuklarımın mesafeli ve kuralcı Alman toplumunda pek de sevgi görmeden büyüyor oluşu beni çok rahatsız ediyordu. Ne teyze var ne dayı, halbuki ne güzeldir teyze tarafından şımartılmak, büyüyünce sırlarını paylaşmak, annenin hayır dediklerini gizlice ama yine de güvende hissederek yapmak.. Ne bileyim mesela ben aşırı doğalcı olduğum için süs ve makyaj bilmiyorum ama kızım şimdiden belli kokoşun teki olacak. Ona doğru dürüst makyaj yapmayı kim öğretecek? Buna falan takılabiliyorum yani, size saçma gelebilir.. Burada olsak Oz'um var moda ikonumuz, bir sürü kız arkadaşım var kızsal meselelerde yol gösterebilecek.. Derken derken şuna vardım ve..

BİR HAYÂL KURDUM:

Tüm bunlar yani kavuşmalar, güzel hava, ne olursa olsun en azından neşeli, esnek ve dalga geçmeyi bilen bir toplumda yaşamak falan bir araya gelince... Biz neden Türkiye'de yaşamayı denemiyoruz? fikrine nail olmam kaçınılmazdı tabii.

Zaten bir süredir düşünüyorum çocuklarla Almanya dışında yaşamayı denemeyi ve Alman okulu olan yerlere bakıyordum ama hiç aklıma gelmemişti İzmir'in Urla ilçesinde de bir Alman okulu olabileceği!!! Hemen randevu alıp gidip baktık, çok hoşumuza gitti ve okulu görene dek "ben arkadaşlarımdan ayrılmam" diye somurtup homurdanan kızım birden yeşil ışık yakınca, bu "hayâl" aslında "gerçek" olabilir diye düşündüm! 

Özellikle Urla’daki kahvaltı sırasında..

Okula Mayıs'ta başvuracağım, eğer kabul alırsak Temmuz sonu belki de..... Haydi inşallah, hayırlısıysa olsun diyelim mi :) Denemeyi istiyorum, en kötü "Türkiye'de yaşamayı denedim, olmadı" der devam ederim... Ama belki de olur! Tabii bu benim "büyük hayalim" yani çocuklarla 1 sene karavanlı dünya gezisi hayalimin yok olması anlamına geliyor çünkü ikisini maddi olarak karşılayamam ama onu da çocuklar büyüyünce yapabilirim elbette, daha bile güzel olabilir... Kedinin uzanamadığı ciğere pis demesi gibi bir de "ay herkes de karavan aldı canım bi esprisi kalmadı" diyeceğim neredeyse :)))) Karavanlı arkadaşlarımızı "hayran" olarak takibe devam... 

OKUDUM:

Bu ay babam elime güzel kitaplar verdi. Biri Salâh Birsel Tarihi (1), diğeri Abdülhak Şinasi Hisar (2) hakkında çok güzel ve tuğla gibi iki kitabı devirdim. İkisi de eski İstanbul ve eski zaman günlük hayatını anlatan kitaplardı ve şimdiki İstanbul'u getirdiğimiz hâle bakınca insanın ağlayası geliyor... Bir de Murathan Mungan'ın "Kadından Kentler"ini yeniden okudum, sonu açık biten "idrak etme hâli" hikâyelerini seviyorsanız, tavsiye ederim, üstelik her kentten çok güzel kültürel ayrıntılar vardı, bir nevi "seyahat" ediyorsunuz 90'lar Türkiye'sinde.

Şuraya birkaç kuple atayım izninizle..

Pierre Loti tepesi olarak geçen yerlere dair ".. Loti bütün gün orada oturup Doğu'nun, yaz aylarının ve kendi yaşamının sona ermekte olduğunu düşünmüştür." (1).

".. Fakat bu durum Abdülhak Şinasi Hisar dilinin eskiliğinden değil, Türkçe'nin giderek fakirleşmesinden; konuşurken de ve hattâ yazarken de daha az sözcük kullanmamızdan, böylece de kendi kültürümüze, kendi dilimize yabancılaşmamızdan ileri gelmektedir." (2).

"Abdülhak Şinasi bir nüanslar üstadıdır. En ince yazarların bile ifade edemediği kaçış ve uçuş halinde olan bir takım duygu ve düşünceleri başarıyla yansıtmayı bilmiştir". (2).

".. Bir gün Üsküdar vapurunda, kadınların yerinde, eskiden biraz tanıdığımız bir kadını görmüş. Vapur, Köprü'den Üsküdar'a gelinceye kadar ona karşı duyduğu aşk o kadar şiddetlenmiş ki vapur iskeleye yanaşırken o da duyulmayı kasteden yüksek bir sesle: "Eğer bu hanım benimle evlenmek isterse nikâhımızı şimdi kıydırırım!" diyormuş." - Çamlıcadaki (deli) Eniştemiz, A.Ş.Hisar.

"İçinde çocukların oynadıkları bir bahçe kadar insana müsterih, hafif, mâsum, mûnis, taze ve güzel görünecek ne vardır? Böyle bir manzara bize cenneti düşündürür." - Geçmiş Zaman Köşkleri - A.Ş.Hisar. 

"Edebiyatta hiç kimseye benzememek bir gayedir. Lâkin bunun da hiçbir şeye benzememek gibi bir tehlikesi var!" / "Bilirsiniz ki her satılan kitap edebiyat eseri sayılmaz. Bazısı sadece kitap ticareti sayılır." - A.Ş. Hisar, Kitaplar ve Muharrirler - Edebiyat Üzerine Makaleler, YKY 2009.

Alıntılar çok uzadığı ama hiç birini atmaya da kıyamadığım için Mungan'a bir dahaki ay özel yer ayıracağım..

DİNLEDİM:

Her sabah en az 8-10km koşuyla karışık yürüyüş yaptım ve birkaç defa da "uzun yol" yürüdüm. Birinde 20km yürüyüp Türkiye'nin en Batı noktasını "burundan döndüm”, diğerlerinde de Bursa'dan Mudanya'ya, Eski Mudanya Yolu'nu zeytinliklerin, incir ve iğde ağaçlarının arasından yürüdüm. Denizi her görüşümde şaşırdım, Orhan Veli'nin hatırına. Bu beni öyle mutlu etti ki, Ekim ayının sonunda tek başıma Türkiye'ye gelerek 5 günlük bir yürüyüş yapmayı planlamaya başladım! Ayrıntılar bu ay içinde ara ara gelecek ;) Çok heyecanlıyım!

Bu yürüyüşlerde çoğunlukla denizin ya da rüzgarın sesi, keçi melemeleri, koşarak yanıma gelen ama sonra zararsız olduğumu gören köpeklerin havlamalarını dinlemeyi tercih etsem de, bazen Spotify'da hazırladığım Ceren's RunFun listemi ya da ben yaşlarda olmasına rağmen sesi uzun yıllar alkole yatırılmış ve sigara dumanıyla tütsülenmiş gibi çıkan (ve pek de edepsiz) Faber'i (hele şu şarkıya offfffff bayılıyorum) dinledim. DÜZELTME: Yanlış şarkıyı eklediğimi 15 gün sonra fark edip düzeltiyorum :)) 


YEDİM İÇTİM:

Memlekete her gelişimde gün sayısı kadar simit yiyip dönerdim ama bu sene 2 bilemedin 3 simit bile yememişimdir. Ekmek börek poğaça kek zaten yıllardır hiç yemiyorum ama simiti neden kaldırdım derseniz, canım istemedi.. 

Mezeci-C.

Fakat onun yerine deli gibi sele zeytini, kilolarca da domates yedim. Bir de meze... Rakı hayatımda hiç içmedim (kokusu beni rahatsız ediyor) fakat bazen bira ve mezeye daldım, hele bizim Karadenizli balıkçının mısır ekmeği varsa yanında offffff. Bu sene Atatürk Mezesine, deniz börülcesine, Girit mezesine, her tür ota ve yoğurt içeren tüm mezelere bayılıyorum. Yanına bazen kalamar tava, bazen sadece meyve ve kuruyemiş, al sana en güzel akşam yemeği..

Uludağ’ın eteklerinde böğürtlen suyu

Kahvaltı derseniz.. Tuhaf olan, uyanır uyanmaz aç karnına çıktığım yürüyüşlerden gelişimde hep "doymuş" buldum kendimi, biraz çay ya da karadut suyu, domates ve keçi peyniriyle akşamı ettim! Beni en çok doyuranın yürümek ve dost sohbeti olduğunu zaten biliyorum yıllardır ama bu boyuta geldiğini açlığımın, bilmiyordum.. Depoları olabildiğine doldurdum!

Kavunlu zencefilli buzlu ıhlamur çayı <3

Ay boyunca yediğim tek şeker içeren şey de annemin doğum günü pastası oldu :) Şu şeker alışkanlık işi, yedikçe yiyorsun çünkü bağırsaklarda şekerden beslenen bakteriler çoğalıyor ve onlar şeker istedikçe kısırdöngüye giriyorsun diyenler haklı sanırım! Hadi Almanya'ya dönüşte de böyle devam etse inşallah, orada moralim bozuldukça, yalnız hissettikçe; kahveli bir çikolata var, ona saldırıyorum :/

DÜŞÜNDÜM:

Yalan yok bu ay Elif'i çok düşündüm.. Çok özledim çok, bu kadar burnumun dibinde oluşu, herkesleri görüp onu göremeyişim bana çok zor geldi. Gittiğim her yerde, her şeyde onu aradım. Bu özlem bazen öyle dayanılmaz bir hâl aldı ki, ona yazamadıklarımı yazıp yazıp küçük kağıt kayıklarla denize bıraktım.

Elif’in gidişiyle yüzleşmek bana çok ağır geldi bu ay ama iyi de geldi çünkü kendi iç yolculuğumda olgunlaştığımı hissettim. Ben kendimi neye inandırırsam inandırayım, gerçek şuydu: Elif'in bana iyi geldiği noktada ben ona kötü gelmiştim. Kabul etmek, rahat bırakmak lazımdı, şarttı, zorundaydım. Yapacak bir şey yoktu.. Bensiz daha iyi olduğu açıktı.

Fakat onu rahat bıraktım diye kendimi bırakamadım, kaçmak yerine sonuna dek yaşamak istedim ve bu özlemi de acıyı da içime atmadım, utanmadım, yokmuş gibi de yapmadan üstüne gittim; yürüdüm ve yazdım.. Her gün zeytinlikler arasında, ıssız dağ başlarında, sessizliğin tam ortasında yürüdüm ve her gün bir yazı yazdım; kimi ona, kimi kendime, kimi de sizlere ve bu çok iyi geldi.. Bugün çoğunu sildim fakat birkaçı hiç fena değil, onları kendime saklayacağım tabii :)

Fakat bana asıl iyi gelen yani Elif konusunda şu oldu, ilk defa bir “gidiş”e bu kadar olgun yaklaştığımı fark ettim. Beklenti duymadan, karşımdakini suçlamadan, anlamaya çalışarak. Ama bu değil sadece, kendime de şefkat göstererek, onu özleyen ben'i hırpalamadan, bu yoğunluktaki duygularımdan utanç duymadan, yani işte ikimizi de insan olarak kabul ederek.. Bu bana iyi geldi, çok iyi geldi.

Şimdi Eylül zamanı.. Eylül, yeni bir yılın başlangıcıdır benim için, Ocak'tan daha önemlidir planlar programlar, yeni hedef ve işler için. Tatil bitti, Almanya’ya döndüm. Haydi o zaman Eylül; bereketinle gel, dolu dolu, sağlık ve mutlulukla geç hepimiz için!

3 Eylül 2021 Cuma

Uzun yol

Bu sabah içimden uzun yol yürümek geldi. Hava pamuk şeker gibiydi; yer yer bulutlu, çiseltili, serin mi serin bir sabah havası. Yürümeyip de ne yaparsın?


Bizim evden Mudanya’ya yürüdüm ama Eski Mudanya Yolu’ndan. Oraları bilirsin, kıvrım kıvrım iki yanı zeytinlikler, incir ve iğde ağaçlarıyla bezeli, dar bir yol. Aslında rüzgârın sesini, denizin uzaklardan getirdiği tuzunu hissetmekti niyetim ama 5km sonunda kulaklıklarımı takıp koşasım geldi, öyle tatlı bir havaydı çünkü, öyle güzel uzun mu uzun bir yol. 


Denizi her görüşümde, her virajın bitiminde, Orhan Veli’nin hatırına şaşırdım..

İki saatten biraz fazla sürdü Mudanya’ya inmem. Yolun her virajı ayrı bir hikâye anlattı kulağıma. İncir toplayan köylüler elleriyle “gel gel, incir ye” diye çağırdılar, havlayarak gelen köpekler yanımda durup “bundan düşman olmaz” diye kuyruk sallayarak izlediler beni. Bir ara avanak ıslatan altında ıslandım, sonra koşarken hafif terledim, daha sonra serin ve berrak havayı doya doya içime çektim. Yollarda ufak, derme çatma evler gördüm. Kimi kışın sobalı, belli. Tamamı eski somyayı kapının önündeki taşlığa koymuş, yaz geceleri kim bilir ne güzeldir o nohut oda bakla sofa evlerde… Kış ayrı güzel..


Upuzun bir yoldu yürüdüğüm ama her adımda daha da dinçleştiğim, mutlu hissettiğim. Sanki tüm derdimi tasamı kumlu yol kenarlarına bırakıp, yerine umut yüklendiğim, azim ve sabır kuşandığım.. 

Demek istediğim, öyle iyi geldi ki bu uzun yol bana. Öyle iyi!

Hamiş. İki koca video ekledim ama görünmüyorsa, web sürümünden de açamadıysan diye bir de fotoğraf ekledim.. Tamam itiraf edeyim aslında eklemeye doyamadığım için ne bulduysam, hepsini ekledim…