26 Mayıs 2013 Pazar

Gezen beyin ışıldar

"Gezen ayağa taş değer" diye bir atasözü vardır, çok ve gereksiz gezen kişinin başına dert alacağı anlamına gelir. Bir de "Çok yaşayan değil, çok gezen bilir" diye bu söze alternatif bir takım atanın ortaya attığı ve benim de can-ı gönülden benimsediğim bir başka söz vardır. İşte bu söze atfen, bugün çeşitli nedenlerle seyahat edemeyenlere, ufuklarını genişletecek üç tv programı önerisi vermek istiyorum. Bu programların beni en çok şaşırtıp eğlendirdiği noktaları ortak; her üçü de fazla ete süte dokunmayan, fazla cahil sayılmasa da kesinlikle entellektüel de sayılamayacak, dünya politikasından ve kendi ülkeleri dışındaki ülkelerde uygulanan farklı yönetim sistemlerinin varlığından ve hatta işe yararından bi'haber sıradan lay lay lom WASP Batılılar olan "seyyah"ların, seyahat ettikleri ülke sayısı arttıkça bu boş kafa hallerinden adım adım sıyrılmaya başlamalarını çok bariz bir şekilde izleyicinin fark etmesine neden olan programlar. Sadece bu nedenle bile, yani bir avuç "beyaz anglo sakson protestan" dünya vatandaşının gezerek eğitilmesini, sosyo-psikolojik bir deney ya da belgesel mahiyetinde izlemek için bile bir göz atabilirsiniz.

Çok kültürlülük herkese nasip olabilen bir lüks değil ama kültürel çeşitliliğe yönelik farkındalığın arttırılmasıyla, dünyada bence en berbat, en zararlı insanlık halleri olan ırkçılık, milliyetçilik, "biz ve ötekiler" ayrımlarının bir nebze önüne geçilebileceğine inanıyorum. Bunun da en kolay yollarından biri, farklı gruplara ait insanları kaynaştırmak. Gençleri seyahate özendirmek, merak duygusunu kamçılamak.. Tüm programları internette kolayca bulabilir ve izleyebilirsiniz. DVD'leri de mevcut.

İlk program; aslen yemek kültürü odaklı, Anthony Bourdain "No Reservations". İlk bölümlerde tam bir "aw tanrım, bu ülkelerde de insanlar pirzolanın hasını bulabiliyor mu acaba?" endişesiyle gezen Bourdain, zaman geçtikçe ve özellikle daha el-ayak değmemiş rotalara açıldıkça ve hatta birkaç mide problemi ve bağırsak sorunu yaşadıktan sonra, gayet kallavi bir seyyah oldu diyebilirim. Kendine özgü, bol içki ve sigarayla harmanladığı programın en güzel yanı, gerçekten de genellikle "rezervasyon gerektirmeyen" o şehirde yaşayan insanlar tarafından tercih edilen mekanlara gidiyor oluşu. Programda sadece ülkenin mutfağını değil, Bourdain'in gözünden yaşam tarzını ve önemli seyahat merkezlerini de görme şansı yakalıyorsunuz. Ben de seyahatlerim sırasında birkaç kez bu programda görüp hoşuma giden restoranlara gittiğimi ve Antony Bourdain kadar ilgi ve alaka gördüğümü söylemeliyim.
 
İkinci önerim, Scott Wilson ve Justin Lukach isimli lise arkadaşı iki Kanadalı gencin hayattan 1 sene çalıp dünyayı gezmeye karar vermesini konu alan bir belgesel; Departures. Tabii hayattan çalınan bu 1 sene çoğu insan için olduğu gibi, onlar için de 2-3 seneye dönüyor ve ortaya güzel bir belgesel fikri çıkıyor. İlk başlarda "aman Grönland'da alkol bulamadık, haftasonumuz mahvoldu" mantığıyla yollara düşen gezgin gençler, yolları turistik rotaların dışına çıktıkça (Kuzey Kore bölümü oldukça ilginç mesela) gezmenin onları eğitmesi sonucunda, ilerleyen dönemlerde oldukça "normal" gençler halini alıyor ve dünya politikasına bir ilgi alaka geliştirmenin dışında, farklılıklara da eleştirmeden, olduğu gibi kabul ederek ve anı yakalayarak yaşamaya ve gezmeye başlıyorlar. Bu gelişimi bölüm bölüm izlemek de, gittikleri enteresan bölgeleri izlemek kadar ilginç. Genellikle havai ve şaşkın halleriyle izleyici üzerinde samimi bir izlenim bırakan seyyahlar, özellikle seyahat sırasında hissettikleri ya da yaşam dönemlerine özgü olaylar, geride bıraktıkları dost ve akrabalar ya da onca yolun ardından kendi içlerinde nelerin değiştiğini yer yer izleyiciyle paylaşıyorlar ve bu da sanırım programın en kendine özgü yanı.
 
Son önerim ise, dünyadaki en su katılmamış salaklardan biriymiş gibi davranarak, yapımcısı Ricky Gervais tarafından kendisine zorla dünya gezdirilen komedyen Karl Pilkington'ın önümüze serdiği farklı diyarların dizisi An Idiot Abroad. Tipik İngiliz kara mizahı ile dünyadan bi' haber burnu da bir karış havada bir İngiliz'in gözünden dünya serüveni, oldukça eğlenceli ve kendini bölüm ardına bölüm izletiyor. Özellikle Pilkington'un hayatını bir saniye olsun kolaylaştırma niyetinde olmayan Gervais'in yer yer gerçekten acımasız hale gelen "seyahat ödevleri" Pilkington'u olmasa da izleyiciyi oldukça eğlendiriyor ve bir nevi ufkunu açıyor da denebilir.

22 Mayıs 2013 Çarşamba

Garda Gölü, İtalya Seyahati

Avrupa'da yaşamanın en güzel yanı, haftasonunu uzatıp diğer ülkelere seyahat edebilmek. Bu haftasonu Münih'te uyanıp arabamıza atladık ve sabah kahvaltısını Avusturya Alplerinde yapıp, öğlen yemeğine İtalya'nın Garda Gölü'ne (Lago di Garda) ulaştık. Münih'ten Garda Gölü sadece 5 saat sürüyor ve bu kısacık seyahat sonunda Akdeniz ikliminin büyüleyici havası sizi karşılıyor.

Garda Gölü'nü her mevsim ziyaret etmek mümkün ve baharda açan çiçekler ve gölün Dolomitlerdeki karların erimesiyle turkuaz bir renk alan duru güzelliği gerçekten gözlere bir şölen! Fakat bölgenin yerlilerine göre, en iyisi Eylül ayında ziyaret etmekmiş, çünkü göl yazın sıcağıyla iyice ısınmış oluyor ve tabii Akdeniz meyveleri ve özellikle üzüm ve elma çıkmış oluyor. Bölgede şarapçılık oldukça yaygın olduğu için, bağ bozumu dönemi de tercih edilebilir.

Gölün hemen kuzey girişinde bulunan Riva del Garda, aynı zamanda en büyük kent ve bisiklet turları, kano turları ya da tırmanış turları ayarlamak için ideal. Garda Gölü'nü çevreleyen minik kasabaların hepsi son derece yerel ve sevimli fakat biz gölün güneybatı kıyısındaki Gardone Riviera kasabasını tercih ettik. Bu kasabaya ulaşan kıvrım kıvrım yol ve tünellerde direksiyon sallamak oldukça keyifli ve gölün muhteşem manzarası ve çevreleyen yüksek dağlar insanı büyülediği için ikide bir durup fotoğraf çekmek yolu baya bir uzatıyor.

Gardone Riviera'da bir çok otel ve pansiyon var ve bunlar arasında gölün hemen kıyısında bulunan, villa tipi geniş bahçeli evlerde konaklamak iyi fikir. Villa Vittoria bizim tercihimiz oldu ve sade ama zevkli tasarımı, göl kenarındaki kocaman bahçesi, bahçe içinde kuytu kamelyaları ve havuzu ile bize oldukça konforlu bir konaklama sundu. Kuzey İtalya'da sabah kahvaltısı bol şekerli tatlardan (marmelatlar, elmalı pay ve bol şekerli cappucino) oluştuğu için, benim gibi sabah sabah şekere yumulmaktan hiç hoşlanmıyorsanız biraz zorlanabilirsiniz. Fakat bölgede bulunan birçok kafe ve restorant gerek öğlen, gerekse akşam yemeği için güzel ve yerel alternatifler sunuyor. İtalya'da makarna salata niyetine yemek öncesi yenen bir aperatif gibi algılandığı için, genellikle porsiyonlar beklediğinizden küçük gelebilir, benden uyarması! Ama yine de gölde yakalanan balıklarla hazırlanan bir spagetti çeşidini ve çeşit çeşit incecik hamurlu pizzaları denemenizi mutlaka öneririm. Tabii üstüne de bir İtalyan dondurması çekmeniz şart!

Garda Gölü'nü çepeçevre dolaşmak saatler hatta günler alabiliyor, çünkü gölü çevreleyen kasabaların hepsi ayrı güzel. Gölün çevresi 140km fakat yol oldukça virajlı. Salo gölün ikinci büyük kasabası ve sevimli bir atmosferi var. Sirmione gölün en güneyinde bulunan ve mutlaka ziyaret edilmesi gereken bir kasaba. Ortaçağ kalesi ve kale içindeki sevimli evleri, begonviller ve servi ağaçları gerçekten büyüleyici. Zamanınız varsa, Sirmione'den Verona'ya ulaşmak sadece 35km ve bu orta ölçekli İtalyan kasabası gerçekten romantik ötesi - ve görülmesi şart - bir kent. Merkezde Dante'nin yaşadığı sokak ve Julliet'in (evet Romeo ve Julliet'in Julliet'i..) yaşadığı "söylenen" ev ile pazar alanları turistleri çeken yerler. Fakat içlerde kalan ufak tefek İtalyan kafelerinde oturup soluklanmak ya da antik Roma tiyatrosunda bir temsil ya da konser izlemek olmazsa olmazlardan. Eğer gözünüz yeterince karaysa 2 saat daha direksiyon sallayıp Venedik'i de ziyaret edebilirsiniz ama bu kent başlıbaşına bir haftasonu ziyaretini hak ediyor bence..

Garda Gölü; romantik bir haftasonu kaçamağı için olduğu kadar çocuklu aileleri de gayet memnun edebilecek bir seyahat rotası. Gerek doğal güzellikleri, gerek İtalyan kasabalarının rahatlığı, gerekse muhteşem yemekler ve şaraplar; size unutamayacağınız bir haftasonunu garanti ediyor. Mevsim uygun olduğunda Akdeniz ikliminin tüm güzelliğini yaşayabilir, gölün berrak sularında yüzebilir, sörf yapabilir ve göl çevresinde kilometrelerce pedal çevirebilirsiniz. Şiddetle tavsiye olunur :)

(c) Ceren, Mayıs, 2013 - Bu blogtaki tüm yazı ve fotoğrafların izinsiz kullanılması, yasal yaptırımlara tabiidir.

16 Mayıs 2013 Perşembe

Ah biz enteresan Türkler

Ülkenin gündemi o kadar sinir bozucu ve yaşanan tüm özgürlük ihlallerinin adına demokratik açılımlar denmesi öyle büyük kavram kargaşaları yaratıyor ki içimde; artık ne yazacağımı, neye tepki vereceğimi şaşırdım ve hiçbirşeye tepki verememeye başladım. Ya da herşeyi artık olağan algılamaya ve "biz neden böyleyiz" yerine "biz böyleyiz işte ya" demeye.. ki belki de zaten hedeflenen bu. "Böyle" olduğumuzu kabullenmek; şaşırmamak, sinirlenmemek, üzülmemek ve en nihayetinde hiç tepki vermemek.

Biz Türkler aslında oldukça enteresan bir milletiz, bunu yabancı kocama kültürümüzden örnekler vermem ya da açıklamalar yapmam gerektiğinde daha da çok fark ediyorum. Atalarımız da bugün bizim olduğumuz kadar enteresan tiplermiş, bunu da deyim ve atasözlerimizi kullanmam gerektiğinde fark ediyorum. Mesela; "Altı kaval, üstü şeşhane" diye bir deyimimiz vardır, bilirsiniz. Ya da benim 30 küsür senedir bildiğim gibi yanlış bilirsiniz. Ben o deyimi "Altı Kavak, üstü Şişhane" olarak biliyordum ve İstanbul'daki bu iki semtin sosyo kültürel farklılığına dem vurularak "birbiriyle alakasız iki parçanın bir araya getirilmesi" anlamına geldiğini sanıyordum. Deyimi bu kadar yanlış bilip de anlamını bu kadar doğru yakalamış olmak da enteresan tabii!

"Altı kaval, üstü şeşhane" deyiminin anlamı tam olarak buymuş ve yandaki fotoğrafı çok güzel açıkladığı da kesin. Ama hikayesi düşündüğümden çok farklı çıktı. Şeşhane; namlusunda altı adet yiv bulunan tüfeklere deniyormuş ve bu yivler merminin daha hızlı hareket etmesini sağlıyormuş. Kaval ise; yivden önceki teknolojiymiş ve yiv sisteminde daha farklı mermiler kullanıldığı için üstü kaval, altı şeşhane olan bir tüfek mantık gereği olmazmış. Ama bizim atalar biraz inat, biraz dediğim dedik çaldığım düdük olduğu için, evvel zaman içinde bir avcı hakikaten üstü şeşhane, altı kaval biçimli bir tüfek yapmış. Tüfeğin görüntüsü de o kadar gülünç olmuş ki, diğer avcılar onunla "altı kaval, üstü şeşhane, bu ne biçim tüfek böyle!" diye dalga geçmişler. Yani alternatif düşünceyle ve yaratıcılıkla dalga geçme adetimiz tee o zamanlardan kalmaymış da denilebilir.

Biz çok enteresan bir milletiz hakikaten çünkü herkes birbirine benzesin, bir örnek olsun isteriz. Altı kaval üstü şeşhane olunmasına tahammülümüz yoktur; farklılıkları bir türlü kabullenemeyiz. Sonra da kalkar mozaik yapımızla, şanlı tarihimizle gururlanır; diğer milletlere savaşçı, ırkçı falan deriz. Psikolojide buna "yansıtma" denir bir güzel ama görmezden geliriz.. Yansıtmak ve görmezden gelmek, bizim millet olarak en güzel başardığımız "sosyal" davranışlardan biridir aslında. Tepkisizlik, "bana dokunmayan yılan bin yaşasın"cılık da bunu takip eden diğer enteresan huylarımız arasındadır..

12 Mayıs 2013 Pazar

Anne olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu..mu?

Anneler günü geldi çattı. Yaftalanmış her özel gün gibi tuhafıma gidiyor sevdiğim birine kitlelerle aynı anda aynı çiçekleri almak, benzer hediyeleri sunmak. Yıllardır anneme ucuza mal edilmiş, genellikle de son derece zevksiz olan kendi eserlerimi sunuyorum, o da yazık sevinerek kabul ediyor bu abuk subuk hediyemsileri. Bazen birkaç ay bir köşede tutuyor, giyilecek takılacak birşeyse alerji yapana dek kullanıyor, çiçekse sevinerek masasında tutuyor, ne yapsın gariban.. Anne işte.. Çocuğuna kendini iyi hissettirecek, beğenmese de beğenmiş gibi yapacak, bir süre sonra gözden kaybedecek, oyunun kuralı bu. Anneliğin sayısız / yazısız kuralından biri. Anneliği "kutsal" yapan..

Anneler gününde annelik üzerine düşünüyorum. Absalom geçen günlerde çok güzel bir yazı yazarak bende de bazı taşları oynattı, düşünmemi sağladı, sağolsun. Her kadın anne olmalı mı, her kadın anne olmayı ister mi? Kadınların içinde hakikaten "şimdi bebek yap!" diye çalan bir biyolojik saat var mıdır, yoksa özellikle bizim toplumumuzda olduğu gibi çoğu kadın toplumsal baskı sonucu mu anne olur? Bazı kadınlar anne olmadan da mutlu ve dolu dolu bir yaşam sürebilir mi, yoksa her çocuksuz kadın bir dönem kendini ıssız, tamamlanmamış mı hisseder? Anne olmayı istemeyen ama yine de evli bir kadın deli midir, yoksa ilişkiler çeşit çeşit, renk renk tanımlamalarla da bal gibi yürüyebilir mi? Bu soru(n)ları düşünüyorum bu anneler gününde.

Benim içimde ciyak ciyak çalan bir biyolojik saat hiç olmadı, çevremde de "hadi artık tohuma kaçmadan evlen" ya da "bebek ne zaman" diyip duran densizler de hiç olmadı, şanslıyım ve belki de bu sayede kendimi hiçbir yaşam olayına "geç kalıyormuş" gibi hissetmedim. Evliyim çünkü yaşam boyu beraber zaman geçirmekten zevk alacağıma inandığım bir adam çıktı karşıma ve sadece sevgili olmak yetmedi, bir "bağlılık sözü" vermek istedik birbirimize. Çocuk yapmayı da seçtik birlikte çünkü ikimizin birer parçasından bir insan gelsin şu dünyaya, bizim kadar sevsin yaşamı ve dünyadaki tüm bu ufak tefek ayrıntıları görsün, yaşasın istedik. Bırak yaşlanınca bize baksın, ziyaret etsin fikrini, 18'inden sonra çeksin gitsin, gezsin dünyayı, doya doya yaşasın her anı istedik. Yaşımız geldi geçiyor falan demedik, ne zaman hazırsak o zaman dedik..

Ama doğrusu ben herkesin anne baba olması gerektiğini, bunun biyolojik, psikolojik ya da sosyal bir ihtiyaç olduğunu düşünmüyorum. Günümüzde birçok insan çocuksuz ilişkileri tercih ediyor. Kimi kariyer tercihleri nedeniyle, kimi ekonomik nedenlerle, kimi de bana çok mantıklı gelen kendi yaşamını istediği gibi geçirebilmek, kimseye bağlı olmamak, yorucu sorumluluklar, sonsuz endişeler hissetmemek, özgür bir yaşam sürebilmek için çocuk yapmamayı tercih ediyor. Bu insanlara benim saygım sonsuz, çünkü özellikle bizimki gibi üreme odaklı bir toplumda, çevreden gelen sonsuz baskı ve sorgulamalara rağmen, bu insanlar kendi istedikleri yaşamı yaşıyor ve ilişkilerinde ya da kendi kendilerine mutlu bir yaşam sürmeyi başarıyorlar. Bu Türkiye'de çok büyük bir başarı bence..

İlişkiler son on yıllarda çok değişti. Artık bizim toplumumuzda da insanlar çevrenin ne dediğine fazla kulak asmadan, gerçekten kendi içlerinden geldiği gibi bir yaşam sürmeye başladılar. Kimi insan uzun süreli ilişkiye gelemiyor, bu sadece erkekler için değil, kadınlar için de geçerli. Sen tut bu insanları evlendir, bir de çocuk yaptır. Sonra da neden boşanmalar artıyor, neden ebeveynler çocuklarına şiddet uyguluyor ya da tümden umursamaz davranıyor diye sor.. Herkes uzun süreli ilişki yaşamaya ya da sonsuz sorumlulukların altına girmeye uygun değildir ki.. Bazı insanlar değişiklik ister. Bu onları kötü insan, ahlaksız insan yapmaz! Bazılarının aşktan anlayışı 1,5 senedir ve bunu kimyasal formüllerle falan da kanıtladılar biliyorsunuz. E o zaman ne diye zorlarsınız bu insanları? Sevgisiz ilişkilere bir de çocuk.. Bu kafayla anne olan kadının bir süre sonra yaşamından sıkılması, bunalması kaçınılmazdır..

Bir de anne olunca kadın olduğunu ya da hatta anne sıfatı dışında sıfatları da olan bir insan olduğunu unutan bir kesim var ki onlar beni en çok ürküten kesim. Bu kadınlar daha hamilelikten başlıyorlar tavuk anne moduna bürünmeye. Hamile kalmadan önce gayet entellektüel, sohbetinden zevk alınan, rengarenk bir kadın olan niceleri, ilk çocuk bezini bağladıkları anda sanki sihirli bir değnekle karakter değiştiriyorlar. Zaten "hiç zamanları olmuyor" ya da "çok yorgun oluyorlar" ya da "iki senedir uyumamış oluyorlar" ve bir süre sonra bu insanlarla görüşmek artık mümkün olmuyor ama görüşseniz de zaten konu sırf çocukları oluyor ki zaten siz bir süre sonra sıkıntıdan görüşmek de istemiyorsunuz.. Ne oluyor bu kadınlara anne olunca? Artık düşünmelerine, okumalarına, çocuk dışındaki dünyayı yaşamalarına gerek kalmıyor mu, ne oluyor? Salıveriyorlar kendilerini artık..

Yaşadığım ülkede anne olmayan kadın sayısı anne olanlardan fazla. Çoğu kişisel tercihle anne olmamayı seçiyor. Burada toplum çocuk odaklı değil, kadın da anne olduğunda ek bir sıfat kazanmış, bir başarı sağlamış gibi algılanmıyor. Aynen kimi ıspanak sever kimi sevmez gibi, kimi çocuklu kimi çocuksuz. Ne çocuklu kadının üstün bir yanı var, ne de çocuksuz kadının eksik bir yanı. İnsanlar diğer sıfatlarıyla da yer ediniyorlar toplumda ve annelik kutsal falan görülmüyor. Sanırım ben bunu seviyorum..

Anneliği bir sıfat olarak görmeyen, annelikten keyif alan, anne sıfatı dışında da bir birey olduğunun bilincinde olan tüm annelerin anneler günü kutlu olsun! Anne olmak istemeyen ve tüm baskılara rağmen kendi isteğiyle anne olmayan tüm kadınlara da helal olsun!