30 Kasım 2021 Salı

8. Ay (Kasım) Özeti

Kasım da bitti; yılın son ayına girdik. Aylık yazdığım bu "toplama, özetleme, arşivleme" yazıları bana ne iyi geliyor! Hakikaten bundan 8 ay önce "of hayat boşa geçiyor" der dururken, şimdi "hayat dopdolu ve çok da olması gerektiği gibi geçiyor" diyebiliyorum, çünkü elimde kanıtım var! :)

FARK ETTİM:

Bu ayın başında Mimas'ı yürüyordum. Uzun uzun yazdım zaten, bana çok çok çok ama çok iyi geldi. Belki 10 senedir tek başıma olmamıştım. Oysa ne kadar insanî bir hakmış ve benim ne çok ihtiyacım varmış! Bir aydır o kadar farklı bir C. var ki evde; şeytanlarıyla çarpışmış ve iç huzurunu bulabilmiş bir C. Hem ben mutluysam ve huzurluysam, çevremdeki herkes fark ediyor ışıltımı ve ısımı. Benden uzaktaki sevdiklerim bile.

DÜŞÜNDÜM:

Bu ayın konusu tabii ki çocuklara aşı konusuydu. Ben 5 ve 8 yaşındaki çocuklarıma aşı yaptıracağım ve bunu açık söyleyeyim diğerlerinin sağlığı için yaptıracağım. Evet Corona belki çocuklara zarar vermiyor ya da çok az risk içeriyor ama benim aşısız çocuklarım hissetmeden virüsü başkasına taşıdığında, o başkasının sevdiklerinin ölmesini ben insan olarak kabul edemem, vicdanım kaldırmaz. Bu konuda "birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için" şeklinde düşünüyorum. Umarım birçok aile de benim gibi düşünür ve bu illetten artık kurtuluruz.. 

ÇOK SEVDİM:

Bu ay, coğrafyamızda artık kış koşulları başladı. Tabii kış hastalıkları da. Çocuklar gece sık uyanıp sızlanınca, üst kata in çık zorlandım ve kendime salon koltuğunda "ana kucağı" gibi yatak yaptım. Fakat Allahım nasıl güzel, nasıl rahat! Yattığım yerden göğü izleyebiliyorum, o zaten müthiş bir keyif. Bir de sabahları bu şekilde uyandırılma lüksüm var:

Çok tatlı değil mi ya şapşiklerim benim.. Kedi köpek tarafında uyandırılmak da bildiğim ve sevdiğim bir histir ama onların derdi genelde "hadi kalk bana mamamı ver, çişe çıkar" iken, tavşanların öyle bir niyeti yok. Yemekleri kafeslerinde, çişlerini de kafesin köşesindeki tuvaletlerine yapıyorlar. O nedenle evde serbest dolaşabiliyorlar böyle ve sabah bu şekilde uyandırılmak nasıl güzel bir his anlatamam..

İZLEDİM:

Bu ay 3 billboards outside Ebbing, Missouri'yi, Yara'yı ve Baby teeth'i izledim ve üçü de ÇOK tavsiye edebileceğim filmler. Özellikle Baby teeth beni baya etkiledi. 

DİNLEDİM:

Spotify'daki versiyonu benim için çok daha güzel ama bu ay defalarca, döndüre döndüre şunu dinledim:

Beni tamamen klarinetten yakalıyor bu şarkı (youtube versiyonunda yok maalesef), ya da belki "Des chromosomes dans l'atmosphère" deyişindeki telaffuzu.. Fransızca kesinlikle dünyanın en güzel ve kullanışlı dili.. 

OKUDUM:

Bu ay Barış Bıçakçı'nın da içinde bulunduğu Hüseyin Kıyar, Yavuz Sarialioğlu'nun 97'de birlikte çıkarttıkları "Kendi Yayınımız" geçti elime. Ödünç tabii. Hemen okudum, bazı sayfaları defterime not aldım. Bana Kaan'ı (İnce) hatırlattığı için Bıçakçı'nın şiir rengini severim. Kaan'ı çok erken, gerçekten erken kaybettik.. Tam o yıllarda.. Bıçakçı ise çok güçlü bir kalem olarak şiirden düzyazıya geçti ve bence çok da iyi etti. Fakat bu şiirlerde, onu henüz çok genç bir adam olarak okumak çok keyifliydi.. Birkaç dize alıyorum, içime işleyen.


"Coğrafya tutkusu eskiden, dünya haritası
yük vagonları ve uzun kışkırtıcı cümleleri rayların.
Uçma tasarıları, mühendislik bilgisi, rüzgâr.
"Kaçsam, yine de sever mi beni annem?" telâşı.

Bitti; pencerenin önünde bir koltuk şimdi
Ve hızla unutmak, içe kapanmak.
Tam kalbime göre bir keder!

Siyah, oyunu terk eder."


"Ama sen
sevgilimsin bazı şeyleri görmezlikten gelebilirsin
."

Bu ay ayrıca Murakami'nin "Koşmasaydım yazamazdım", Zweig'ın "Satranç" ve Livaneli'nin "Balıkçı ve oğlu"nu okudum. Sonuncusu dışındakileri beğendim. 


Yazmayı hobiden bir adım öteye taşıma niyeti olanlara, özellikle Murakami'yi okumalarını önereceğim. Yazar, kendini zorlayacak türde ve devamlılık içeren bir bedensel aktivitenin bir yazar için neden çok önemli olduğunu şu sözlerle dile getiriyor: "Hayal gücünü ayakta tutan şey, bedensel güç dengesidir. Benim için roman yazmak, sarp kayalıkları tırnaklarımla tırmanıp, uzun süreli çetin mücadeleler sonucunda zirveye ulaşma eylemidir. Kendimi yenmek ya da kendime yenilmekten başka bir seçenek yoktur. Söylemeye gerek yok ki, bir gün gelir insan yenilir. Beden, zamanın geçişiyle birlikte istemeseniz de çöker. beden çökünce ruh da istikametini kaybediverir. Bunu çok iyi biliyorum. Fakat bu noktayı biraz olsun öteye taşımak niyetindeyim. Bu roman yazarı olarak benim hedeflediğim şeydir."

Satranç ise, tabii ki Zweig farkı. Ondan da bir alıntı haydi: "Ama en kötüsü, sorgulama değildi. En kötüsü; sorgulamadan sonra hiçliğime geri dönmekti."

YEDİM / YEDİRDİM:

Bu ay tamamen kafamdan, uydurmasyon bir ekmek yaptım fakat çocuklar dahil yiyenler çok sevdiler. Hattâ aramızdaki Karadenizliler çok daha iyi yaparlar bence unu yarı yarıya mısır unuyla karıştırırlarsa ;)

Tuzlu muffinleri çok seviyorum. Rüya'mın yeni keşfettiğim yemek sayfasından da şu tarifi yine muffin tepsisinde denemeyi çok istiyorum!

TUHAF BİR HUYUMU KEŞFETTİM:

Haftasonu bazen kızımın arkadaşları (7-8 yaş) yatılı misafirimiz oluyor. Almanlar bu konuda çok rahatlar, ben hatırlıyorum öyle çok rahat yatılı yollamazdı ailem. Hele şimdi heralde baya zor oldu koşullar, insanlara güvenebilmek vs. Ben hep 3 çocuk istemiş ama yapamamış olduğum için, başkasının çocuğunu bizim eve 3. çocuk kadrosuyla kattığımda deli mutlu oluyorum :))) Nedense 2'den daha kolay ve neşeli geçiyor zaman.. İçimdeki mükemmel anne ortaya çıkıyor! Her şeye evet diyorum, sürekli enerji dolu ve neşeliyim. Hakikaten tuhaf bir durum.... Belki de "nasılsa 3 çocukla hiçbir şey mükemmel olamaz, sal gitsin yaaa" diye yaklaştığımdandır, evi mok da götürse, yemek olarak bunu da sunsam, zaman çok keyifli geçiyor. Yaşasın kaos..

İLK KAR VE SON RENKLER:

Yılın ilk karı 27 Kasım'da düştü, fazla tutmadı ama çocuklar hemen "çamurdan-adam"larını yaptılar :P

Hava sıcaklığı hafta boyu fırtınalı 0-1 derece. Bundan sonra artık böyle burası, ama dışarısı ne kadar soğuk olursa olsun evin içinde bahar devam ediyor. Çünkü sardunyalarıma kıyamadım, onları bizim "efsane banyo penceresi"nin önüne aldım. Kamuflaj da sağlıyor ;) Sizce de sardunya dünyanın en güzel çiçeği değil mi? Yuva kokusudur benim için sardunya..

Ama bu sıra evde bir de bu var... Amaryllis. Güzel Hatun Çiçeği... <3 Dev hatun desek daha doğru aslında, çiçeklerin çapı 20cm'yi buldu! Neyse ki kokusu yok..

KUTLADIM / REZİL OLDUM / ÇOK GÜLDÜM:

Ay ortası St.Martin yortusunu kutladık. Çocuklara paylaşmayı öğreten bir hikayesi var bu yortunun, bir de fener alayı yapılıp gece yürünüyor, sonra totomuz donarken bir arada sıcak şarap içiyoruz. En keyifli kahkahalı anımızda oğlumun anaokulu öğretmeni yanıma yanaşıp "Bayan S. oğlunuz L. St. Martin ilahisini kafasına göre değiştirmiş, tüm çocuklara da öğretmiş, bilmem fark ettiniz mi, hepsi yanlış söylediler" dedi. Yok vallahi farketmemiştim, "Martin sırtındaki ceketi çıkarıp bir bıçakla keser ve yarısını üşüyen fakir adama verir, böylece adamı ölümden kurtarır" kısmında L. "Martin patates kızartması ve salata yer ve kola otomatından aldığı kolasını da tamamen tek başına içeeeeer" şeklinde söylüyor hakikaten!!! Of tanrım bu çocukla ne yapacağız daha yaşı 5...!

KORKTUM / ŞÜKRETTİM / YİNE ÇOK GÜLDÜM:

Bu ayın giderayak atraksiyonu tabii ki kendimi gözümden bıçaklamamdı. Pizza yaptım kesiyorum tam, elim fırın tepsisine değdi ve yandı. O refleksle elimi çekince elimdeki bıçak gözüme girdi.. Acile gittik, girişte kayıt alan kadın "insan gözüne bıçak sokmamalı" dedi (Alman şakacılığı). En yakın arkadaşlarımdan A. ile buluşacaktık ertesi sabah, olayı anlatınca bana "kendini yaralayıp durmaktan vazgeçmelisin" dedi (Polonya şakacılığı). En son geçen gün O.cuğum duyunca o da şunu dedi (Türk şakacılığı) :))))

İşte bu ay da böyle geçti. Geri dönüp bakınca hakikaten dolu dolu, rengarenk, çok çeşitli duyguları yaşayarak geçirdiğimi görüyorum. Bu beni mutlu ediyor... Yılın son ayı da ışıl ışıl, güzelliklerle geçsin umarım hepimiz için.... Haydi bakalım, ver elini Aralık!

26 Kasım 2021 Cuma

Yurtdışında yaşam daha mı iyi? (3-son)

Bu yazıda nüfus yoğunluğu, kentleşme, trafik, doğal alanlar ve yaşam ile yaşam alanında güvenlik sorunları ve bu sorunlara ve suça medyanın yaklaşımı üzerinde duracağım. Yine kısa ve anlaşılabilir olması için sadece gerçekleri, madde madde yazıyorum. Üzerinde yorumlarda tartışabiliriz.

NÜFUS VE YOĞUNLUK:

- Yüzölçüm: Almanya: 357 Bin km'2 / Türkiye: 720 Bin km'2.
- Nüfus: Almanya: 84 Milyon / Türkiye: 83 Milyon. 
- Almanya'nın başkenti Berlin'in nüfusu 3,5 milyon, Münih'in ise sadece 1,5 milyon. 
- İnsanların büyük çoğunluğu şehirlerde değil, kasaba ya da köylerde, geniş kırsal alanlarda yaşamayı tercih ediyorlar. Buralarda temel gereksinimler ve birkaç köyün ortak kullandığı okul, sağlık ocağı gibi kurumlar vardır ama "şöyle bir caddeye çıkayım iki insan göreyim" yoktur, 10 inek, 6 at falan görmek daha olasıdır. Bu nedenle özellikle göçmenler için "ekonomik" olsa da çok "izole" bir yaşam anlamına gelir. Kasaba hayatı kilise ve kilise aktiviteleri, çalışmak ya da okula gitmek ve boş zamanını doğada geçirmek çevresinde döner. 
- "Kalabalık" hissi: Şehirde bile çok düşüktür. Pazar günleri tüm dükkan ve marketler (fırınlar öğlen 11-12'ye dek açıktır) kapalı olunca, düpedüz ıssızlık hissi olur. 


KENTLEŞME ve TRAFİK SORUNLARI:

- Çocuklu orta-üst sınıf genelde merkezin 8-10km dışındaki belli mahallelerde, genelde bahçeli evlerde oturur. Bu sabah itibarıyla bu yazıya eklemek için baktım. Şu an Münih'te kiralık 3 oda 1 salon bahçeli ev sayısı: 17. Bir eve ortalama 120 aile başvurur, ev sahibi belli kriterlere göre eleme yapar.
- Trafik Münih'te Almanlar için büyük derttir, İstanbul'dan gelenler içinse cennettir. Bir Alman işe gitmesi 30dk'yı geçiyor diye asla o işi kabul etmezken, İstanbul'dan gelen göçmen "sadece 30dk mı???" diye sevinir bile. Almanlar işe bisikletle ya da toplu taşımayla gider bu arada. Arabayla işe giden belki %1'dir, zaten park yeri bulunmaz ya da çok pahalıdır. Taksi yok denecek kadar azdır ve duraktan özel çağırılmadıkça sokaktan taksi geçmez.

"LÜKÜS" HAYAT:

- Almanya'da evine temizlikçi alan, çocuğuna bakıcı tutan, haftada bir fön çektiren, manikür pediküre giden çok yoktur. Bu hizmetlerin ücreti saatlik 20-30 euro civarındadır. Ev temizliğine gelen kadınlar genelde öğrenci ya da Balkan göçmenidir, kesinlikle bizdekiler gibi dipköşe temizlemez, meselâ cam silmek, yeri vileda dışında bezle silmek, koltuğun minderini kaldırıp altının tozunu almak ekstra hizmete girer genelde. Hizmet kalitesi öyle düşüktür ki, sonunda kendin daha iyi yaptığını anlarsın. 
- Bebek bakımı konusunda da, bizdeki canlı oyunlu şarkılı öpmeli sarılmalı bakımı düşünmeyin bile. Genelde 16-20 yaş arası öğrenci kızlar gelir, sakin sakin kibar kibar bebeğin / çocuğun karşısında oturur, bazen yere düşen oyuncağı kibarca bebeğe geri verir, yarım muz yedirir, arada da "wie süss, du, kleine Maus" der giderler. 
- Arabanızı kendiniz yıkar, benzini kendi elinizle koyar, yağı lastiği kendiniz değiştirirsiniz. Ev eşyası ya da tamiri için usta en erken 1 aya randevu verir. Bahçevan, apartman bakımı vs hizmetleri, ustaların fiyatı beyaz yakanın maaşına yakındır. Genelde apartmanda komşular aralarında bölüşür, apartman ortak alanlarını ayda bir paspaslarken bulabilirsiniz nazik ellerinizi. Keza, bahçe de tamamen ellerinizden öper. Sadece çiçek ekmek değil ayrıkotu yolmak, gübre atmak, dökülen yaprakları toplayıp özel yaprak geridönüşüm merkezine götürmek gibi gibi.


SUÇA YAKLAŞIM:

Bu sabahki gazetelerin ana manşetlerini ekleme yapmadan yazıyorum:

1. Gazete'nin ana manşeti: Daha uzun yaşamak için hangi besinleri tüketmeliyiz?
2. Gazetenin ana manşeti: Münihli emekliler Botanik Bahçesi'nin sonbahar renklerinin tadını son kez çıkarttı. Dikkat! Kar geliyor!
3. Gazetenin ana manşeti: Şehrin hangi bölgelerinin havası daha temiz
4. Gazetenin manşeti: Yeni hükümetten gülümseten icraat: Marijuana artık serbest!
5. Gazete birinciyle neredeyse pişti olmuş: Organik gıdalar gerçekten yararlı mı?

Şimdi... Dersiniz ki, yahu şaka mı yapıyorsun? Böyle ana manşet mi olur? Hiç mi olay olmuyor o kentte? 

Olmaz mı! Fakat buradaki basın öz-sansür uygulaması yapıyor sevgili arkadaşlar. Misal, yabancıların karıştığı kavgalar, suçlar haber yapılmıyor. Tecavüzler, intiharlar, ölüme neden olmalar da birkaç farklı süzgeçten geçiyor ve genellikle haber yapılmıyor ya da çok ileri sayfalarda küçük bir haber oluyor.


Bunun nedeni:
1). Yabancılara yönelik nefreti kamçılamamak 
2). Mahkeme tarafından suçlu kabul edilene dek suçsuzluk kuralı 
3). Özel hayata ya da kurbanın / katilin / kendi canına kastedenin yakınlarının özel hayatına saygı 
4). Özellikle intihar ya da vandalizm suçlarında örnek teşkil edilmemesi için yayına almamak

Bu sayede suç evet var ama aşırı derecede yaygın değil ya da halkın genel ruh sağlığı ve umutsuzluğa kapılmaması için halkı koruma amaçlı suçun haber değeri yok.

Fakat, küçük suçlar Almanlar için inanılmaz büyük yaygara sebebidir! Bakınız misal:

BAZI SUÇ ÖRNEKLERİ:

- Birinin üstü örümcek ağlarıyla kaplı garajının önüne 2dk park ettiniz ve dörtlüleri de "hemen geliyorum" babında yaktınız diyelim. Kesinlikle polis sizden önce gelir. 
- Sokağın tek tarafına park etme kuralı vardır. Dikkat edin tek sıra halinde duran tüm arabaların yönü aynıdır, siz arabayı diyelim kıçtan park ettiyseniz, polis gelir. 
- Yolun iki yanında bisiklet yolu vardır ve siz eviniz sol tarafta diye sol kaldırımdan gitmeye kalkarsanız bisikletle ceza yersiniz. 
- Arabanın tamponuna hafifçe dokundunuz ve baktınız hakikaten iz falan yok, tabii ki yola devam ettiniz. Kesinlikle karşı camda yaşlı bir kadın polisi aramıştır bile. Evinize 15 gün sonra mahkeme kağıdı gelir.
- Akşam 18'den itibaren, tatil günleri ve Pazar günlerinin tamamında elektrikli süpürgeyle ev süpürmek, çivi çakmak ya da benzeri işler, sokaklardaki geri dönüşüm kutularına cam ya da metal çöp atmak, saat 18 sonrası ve Pazar günleri çocukların koşturmaca oynaması, gürültülü oyunlar, müzik dinlemek ya da çalmak (özel izniniz yoksa), hatta neşeli misafirleri ağırlamak YASSAAAAK. Peki ne olur bunları yaparsan? Hiç öyle kapının zilini çalıp "kusura bakmayın rahatsız oldum biraz az gürültü yapabilir misiniz?" falan demezler, direkt polisi ararlar.
- Okullar kapanmadan 1 gün önce ucuz uçak bileti aldınız, kendinizi akıllı sandınız. Gümrük polisi durdurur ve "bu çocuğun okulda olması gereken saatte seyahat edemezsiniz" der, biletiniz yanar, ceza yersiniz.


 Ve finalde, bir danışanımın ağlaya ağlaya "ben artık dayanamıyorum bu kalpsiz insanların arasında yaşamaya" diye anlattığı olayı yazayım:
- 40 derece ateşli bebeği tüm gece ağladı diye sabahın 4'ünde kapısına polis gelir! Yeni uyumuş bebeği "uyanık görmeden" de gitmez.

Evet insanlar size "bir ihtiyacınız var mı?" diye asla sormazlar, siz de onlara "iki dakika idare ediver", "5mt ilerden dönecektim", "vallahi unuttum bilerek yapmadım dikkatimden kaçmış" diyemezsiniz.

Kural kuraldır, asla esneklik gösterilmez. Herkes toplum polisidir ve kimse kuralların amacını sonucunu düşünmez, düşünmeden uygular. Bu da bir süre sonra insanları robotlaştırmaya, esnekliklerini kaybetmeye, şirinler kasabasında mutlu mesut hayatlarını geçirmeye iter. Eğer düzene ve kurallara tamamen bağlı biriyseniz çok mutlu olursunuz ama biraz yaramazlık yapmaya, ara sıra dağıtmaya müsait, biraz sanatçı, biraz alternatif düşünen bir yapınız varsa Almanya kesinlikle sizi daraltacaktır diye düşünüyorum, belki başka bir ülke daha uygun olabilir göç etmek için.. Diyor ve göç gerçekleri dosyasını burada kapıyorum. Okuduğunuz ve değerli yorumlarınız için çok teşekkürler..

Karikatürler: https://www.dw.com/en/typically-german-a-cartoonists-perspective/

25 Kasım 2021 Perşembe

Yurtdışında yaşam daha mı iyi? (2)

Geçen yazıda da belirttiğim gibi, bu yazı dizisinde beyaz yakalı iş gücünün yurtdışına göçünü ele alıyor ve Münih bazında nitelikli göçmenlerin beklentileri ve karşılaştıkları gerçekler üzerinden değerlendiriyorum. Bu değerlendirme tabii ki kişisel; son 9 senede çevremdeki kültürler arası etkileşimlerden ve terapist olarak bana başvuran göçmenlerden elde ettiğim söylem ve bilgilerden faydalandım.

Kolay okunup anlaşılması için, birkaç keyifli grafik hazırladım. İlki Münihli Almanlar ve göçmenlerin aslında nasıl yaşadığı, kültürel farkların hayat şeklimizi nasıl farklılaştırabildiği üzerine bir grafik. Bu bence önemli çünkü aynı ülkede ve koşullarda yaşayan yabancılar ve Almanlar arasında iki farklı yaşam yönelimi olduğu ve bu nedenle göçmenlerin "Almanların arasına girmede zorlandıkları" aşikâr. 

Bürokratik işlerden kastım; vergi düzenlemeleri, devletle yapılan işlerin takibi ve banka vs gibi kurumlara ait evrak takibi, çeşitli randevuların alınabilmesi yani "yol yordamı sökmek", yabancılar için Almanya'daki en büyük sorun ve en fazla vakit ve enerjiyi alıyor. 

Yabancıların Almanların arasına girememesindeki en büyük sorun da benim gözlemimce, boş vakitlerini yani aile ve iş dışındaki yaşamlarını farklı şekilde geçirmeyi tercih etmeleri. Meselâ bir Almanla flört ediyorsanız sizi cafeye yemeğe davet etmez, genelde dağa tırmanmaya, extreme sporları birlikte denemeye davet eder ve partnerinden bunu bekler :) Keza şirket arkadaşlarınızla da sosyalleşmeler genelde takım sporlarına iştirak ya da haftasonu X dağına tırmanmak şeklinde yaşanır!

Şimdi gelelim ikinci önemli farka. Grafiğime paranın harcandığı yerler başlığını koydum çünkü aslında bu yaşam yönelimiyle, amaçlarımızla ve sonuçta da yaşam doyumumuzla çok ilişkili. Buyrun inceleyelim:

Evet Almanlar tatile ve özellikle de egzotik ülkelerdeki seyahate çok meraklıdır ve sadece bunun için ayırdıkları ciddi bir mebla olur bütçelerinde. Göçmenlerse genelde Avrupa içindeki seyahatlere ya da memlekete gidip gelmeye odaklanırlar. Yine spor malzemeleri Almanların odaklarından biridir, bir spora başlayacaklarsa o sporun tüm malzemelerini eksiksiz alırlar, hattâ biraz komiktirler bu konuda çünkü başlangıç seviyesinde olup bir profesyonel sporcu gibi giyinirler :) Araba konusunda Alman arabalarını kullanırlar, hattâ başka ülkelerin arabalarına tek tük rastlarsınız. Arabalarını sık değiştirmez ve genelde bagaja spor malzemesi hatta portatif yatak vs atabilecekleri türden station ya da kamp araçlarını tercih ederler. Fonksiyonellik lüksten daha önemlidir. 

Geleceğe yatırım konusunda Almanlar tamamen kendilerini düşünür, çocuklarına ev araba vs asla almayı planlamazlar. Kendi yaşlılık dönemlerinde kimseye muhtaç kalmamak onlar için çok önemlidir bu nedenle tamamen yaşlılıkta ellerine düzenli bir gelir geçecek şekilde yatırım yaparlar. Göçmenlerde ise bu farklı gözlemlerime göre, genelde birkaç çocuk oluyor ve göçmenler çocuklarına birer ev bırakabilmeyi bir yaşam amacına dönüştürüyorlar. 

Şimdi son grafiğimize geçelim. Mutluluk endeksi yani insanlar Münih’te yaşamayı neden seviyor?

Görüldüğü gibi, işte bu noktada göçmenler ve Almanlar çok farklı. İstikrarlı politika ve ekonomi sayesinde insanlar tamamen kendi bireysel gelişimlerine önem veriyor gibi geliyor bana.. Bir de bir Alman için diğer insanların bireysel farklılıkları ve tercihleri hiç önem arzetmezken, bu hakların ve özgürlüklerin korunuyor olması çok ciddi önem arzeder. Oysa benim gözlemime göre göçmenlerde birinin "homo" olması tamamen kişisel alınıp yadırganır ya da en azından uzak durulurken, gay hakları için sokaklara çıkıp protesto etmek hiçbir göçmenin (kendisiyle ya da yakın çevresiyle birebir ilişkili değilse) aklından geçmeyen bir şeydir.. Bu da bana çok ilginç geliyor meselâ ama anlaşılabilir çünkü "önem listesi" çok farklı insanların.. Biraz da Maslow'un İhtiyaçlar Hiyerarşisi geçerli bu konuda tabii.

Bugünlük de bu kadar, bu konuyu yorumlarda tartışmaya devam edebiliriz.

Bir sonraki yazım Münih'teki "nüfus yoğunluğu", "kentleşme ve doğal yaşam", "trafik sorunları", "güvenlik algısı", "medyanın suça yaklaşımı" ile ilgili yazacağım.

Hamiş. Dün sabah kendimi gözümden bıçaklamayı (!) başardığım için yorumlara geri dönmem biraz zaman alacak, kusura bakmayın. İyiyim ama "imkânsızı başarmak" ve "kan çanağı" kelimelerinin tam anlamını öğrenmiş olduk ;)

22 Kasım 2021 Pazartesi

Yurtdışında yaşam daha mı iyi? (1)

Bu sabah, haftalık alışverişi yüklenmiş eve geliyordum, bir arkadaşım aradı. Biraz sinirleri bozulmuş memleket meselelerinden. "C., çok şanslısın yurtdışında yaşamakla, ülke bitti, bitti!" dedi. Uzunca bir süre ekonomiden, nüfus kalabalığından, trafikten, insanların birbirine saygısızlığından, doğayı katledip ülkeyi yabancı sermayeye satışımızdan konuştuktan sonra, "çok şanslısın, keşke ben de zamanında akıl edip kapağı yurtdışına atsaymışım" diyerek bitirdi sohbeti. Onu rahatlatmaya ve moral vermeye çalıştığım için, ona "yaşam her yerde zor" diyerek karşıt çıkmak istemedim ama telefonu kapattığımda, içim buruk buruktu.. 

Eve gelince "insanlar ülke şartlarından çok bunaldı, yurtdışında yaşamı kolay ve avantajlı görüyorlar haklı olarak, bu konuda gerçekçi bir yazı yazmalıyım" diye düşünüyordum ama nasıl başlayacağımı kestiremiyordum. Sonra birden elimdekiler gözüme takıldı. Tamamen gerçekleri yazayım dedim, neyse o. Değerlendirmeyi okuyanlar yapsın.

göçmek..

İlk yazım "hayat pahalılığı" üzerine olacak. Daha sonraki yazılarda ise nüfus yoğunluğu, suç oranları, tahammülsüzlük ya da mutluluk endeksi, trafik ve kentleşme sorunları, doğanın ve toprağın kullanımı, yabancı sermaye ya da işgücü gibi konulara da değinmek istiyorum. 

2008'den beri sürekli ama öncesinde de 2001'den itibaren dönem dönem yurtdışında yaşayan, okuyan, çalışan biri olarak, yaşadığım 5 farklı ülkeden sadece Almanya'yı, onun da sadece Bavyera Eyaleti'nin Münih kentini baz alacağım. Ülkeler arası farklar kadar ülke içi farklar olabileceğini de lütfen okurken göz önünde bulundurunuz. Haydi başlayalım.

Türkiye Vs. Almanya: Bölüm 1. Hayat Pahalılığı:

Her Pazar akşamı haftalık beslenme menümüzü saptar ve alışveriş listemi yazarım. Bu hafta meselâ menü şöyle:

PTS. Fırında çeşitli sebzeler, kekikli patates topları ve balık ızgara.
SL. Kırmızı mercimek çorbası, kıtır ekmek, Salata.
ÇMB. Domates soslu spagetti, üstüne top köfteler. Salata.
PMB. Mantar kavurmalı ve krema soslu maultaschen (içi kıymalı mantı gibi bir bavyera yemeği). 
CM. Ev yapımı karışık pizza.
CTS. Pırasalı kuskus pilavı, fish fingers ve tatlı patates kızartması.
PZ. Kabak mücveri, yoğurt. Meyve salatası.

Şu fotoğrafta gördükleriniz de orta düzeydeki 4 kişilik bir ailenin haftalık alışverişi oluyor:

Sabah kahvaltılarımız genelde ya meyve, ya yoğurt ya da süt ile musli. Çocukların beslenmesine de meyve, kuruyemiş ve peynir, salatalık, domatesli sandviç koyuyorum. Öğle yemeklerini okulda yiyorlar, eve geldiklerinde ara öğün yoğurt, kuruyemiş ya da meyve yanında şekerli bir şeyler yiyorlar 15 gibi. Sonra 18.30 gibi akşam yemeğine oturuyoruz. Haftasonları ise kahvaltıyı biraz geç yapıyor, öğle yemeği yerine genelde kek, meyveli pasta, ev kurabiyesi ve meyve yiyoruz. 

Şimdi gelelim gerçeklere, yani fiyatlara. Tüm bunlara 85 euro (sanırım günlük kurla 950 TL'ye tekabül ediyor) verdim. Genelde bu fiyata yapıyorum haftalık alışverişi. Tabii bunun içinde mesela temizlik, banyo malzemeleri ya da genelde ayda bir aldığım yağ, sirke, bakliyat vs gibi uzun giden ihtiyaçlar, tuvalet malzemeleri vs olunca yani ayda gerçekçi bir ortalamayla 400 euro civarı (4400 TL) bir mutfak ve ihtiyaç harcamam oluyor. Fakat tabii beslenmeyle bitmiyor, peki diğer harcamalar? 

Daha kolay okunabilmesi için tablo şeklinde yazayım:

Barınma: (ortalama 100mt'2, 3 oda bir salon evler için):

- Aylık Kira: Minimum 2000, gerçekçi 2500 euro. 
- Elektrik, su, ısıtma, çöp, apartman içi ortak giderler: 250 euro.

Ulaşım: 

- Benzin litre fiyatı: 1.7 euro.
- Tek yön tren / otobüs bileti: 3.5 euro, aylık abonman 57 euro.

Eğitim:

- İlkokuldan itibaren tüm eğitim bedava. Anaokul aylık ücretleri değişiyor ama ortalama 250-450 euro arası. Tam gün sistemler 600-700 euro fakat sayıları çok az. Okul masrafları ilkokul öğrencisi için yıllık 150 euro civarında, ilk dört sene ergonomik çanta kas iskelet sistemi nedeniyle zorunlu, 250-350 euro tutuyor. Kitapların çoğu okul tarafından öğrenciden öğrenciye geçerek kullanılıyor. 
- International School (özel): Çocuk başına yıllık 15.000 euro. 

Şehrin en manzaralı restaurant'ı, 
hem de tüm yemekler bedava..

Sağlık:

- Bedava. Fakat zorunlu sağlık sigortası 4 kişilik bir aile için devlet sigortasında aylık 800 euro civarı.

Spor / Hobi / Aktivite:

- Çocuklar için spor klüpleri ya da kurslar aylık 20 euro civarında, büyükler için özel spor merkezi aylık 30 euro. Havuz ücretleri günlük 13 euro, sabah saati 2 saatlik özel paket 5 euro. Tenis kortu saatlik kirası 20 euro. 
- Dışarıda 1 kişilik akşam yemeği: 15-30 euro, bira: 3 euro, çay kahve pasta: 3 euro. 
- Marketten / fırından ekmek fiyatı tekli küçük ekmekler 60-80 cent, baget ekmek 1-2 euro arası değişiyor. Süt 80cent - 1 euro. Bira: 80 cent. Su: bedava musluktan temiz ve kokusuz :) Poşet: 50 cent.

Daha da sorunuz varsa yorumlardan yanıtlayabilirim. 

Tüm bunların altında belirtmeliyim ki, aylık asgari ücret 1600 euro (saatlik 24 euro). Şu tablodan ortalama maaşları sektörlere göre görebilirsiniz. Münih'te tüm iş kolları arasında yapılan araştırmaya göre ortalama maaş aylık 3400 euro, fakat 4 kişilik orta seviyedeki bir ailenin tüm bu masraflar ve giderler toplandığında geçinebilmesi için gereken maaş aylık net 6000 euro'nun ya da yıllık net 75.000 euro'nun altında kalmamalı..

12 Kasım 2021 Cuma

Sonsöz: şeytanlar, melekler ve gerçekler..

Uçağım İzmir'den yavaş yavaş havalanırken, Ege denizinin hemen öte yanındaki kıtanın başlangıç noktasına takıldı gözlerim.. Uzun uzun karşı kıyıya baktım.

O kıyıda da tıpatıp aynı benim gibi hayatın asfalt yolunda yürürken kaybolmuş, kendini yapayalnız hisseden insanların olma ihtimalini düşündüm. Asfalttan çıkıp toprak yola girdiğimde, keçi yollarına saptığımda yaşadıklarımı düşündüm. Hayat da aynen böyle değil miydi işte? Upuzun bir yoldu hayat! Bu yolu asfalttan yani kalabalıkların peşinden, sınırları ve göstergesi belirlenmiş düzenli bir yoldan yürümek ya da keçi yollarına saparak, bata çıka yürümek senin tercihindi. 

Ben en çok keçi yollarında, dikenlerin arasında yürürken yaşadığımı hissettim.. Hiçbir şey düşünmeden, sadece izleri takip ederken, o an orada ne karar alınması gerekiyorsa onu alarak, hislerimin, bilgi ve deneyimimin doğruluğunu umarak, kendime güvenerek.. Buraya girsem ne olur, o mu olur bu mu olur demeden, asfalttan çıkıp keçi yoluna girsem, çizik içinde kalsam, çamura ve tere bulansam, amaaağn bugün de dışardan yiyiversinler desem, evi mok götürsün aç kendine bir "Lost in Translation" diyebilsem :) Tüm bunları yapsam ve her bi'şeylere yetişemiyorum diye vicdan azabı duymasam! Neyse.. 

Yollarda evet şeytanlarımla savaştım ve melekler beni korudu ama peki ya gerçekler? Dönüp dolaşıp geleceğim kürkçü dükkanındaki mutsuzluğum meselâ? Yaklaşan kış.. Sorumlulukların ve kendim dışındaki insanların planları programlarına koşturuşum.. İki çocuk boğaz boğaza kavga ederken "anı yaşa, bugünler bir daha geri gelmeyecek" diyenlere aslında küfretmek isterken "peki, deneyeyim" deyişim?

Yani diyorum ki, şimdi yürürken her şey güzel. Peki yürüyemezken? İçim bulanmaya başladı. İşte dönüyordum. Bu ruh halim kaç gün devam edebilecekti? Yine aynı rutine, aynı sorunlara, aynı çıkmazlara dönüyordum işte.. 

Daha bir hafta önce kıpkırmızı yapraklarıyla gönlümüzde taht kuran sarmaşık,
 kışı karşılamış bile.. Ne yapsın gündüz 5 derecede gariban?!

Fakat tam o an çok ilginç bir şey oldu blogcuğum ve ben işte o an bu yolun beni sonsuza dek değiştirdiğini anladım! Bu kısırdöngüye girmedi gönlüm, birden durdurdu düşünceleri ve dedi ki: başka türlü bir ben olarak dönüyorum eve. Aynı sorumlulukları yine gerçekleştireceğim ama sonuca değil aldığım keyfe odaklanacağım. Kışın soğuğuna değil, mandalinanın kokusuna, yün atkının yumuşaklığına, kar tanelerini dilimle yakalamaya :) Kavga eden çocuklar elbet olacaktı ama ben kavga etmeyen kardeşlerin anormalliğine odaklanacaktım, çünkü o daha tehlikeli bir durumdu :) Kendimde hak görerek koşmaya, yürümeye, köpüklü banyolara, Lost in Translation izlemeye çıkacaktım. Kendi isteklerimi herkesin ihtiyaçlarının gerisine atan bendim, böyle bir talep yoktu belki de? Kendimi vazgeçilmez, her işi yüklenmiş ve ben olmasam dünya durur sanan yine bendim. Al işte 1 hafta yoktum ve dünya gayet güzel devam etmişti. Hattâ daha bile güzel?! :))

Eşim çocuklara sınırsız dondurma paketi sunmuş :))

Vay be blogcuğum. 

Hemen oturdum bir plan yaptım ve haftanın bir gününü tamamen kendime ayırabilmenin bir yolunu bulmaya karar verdim. Gerekirse babanneyi bile (!) arayacaktım. Fakat haftada bir gün sabah 8'de çocukları okullarına bıraktığım gibi çıkacak, akşam hava kararırken de geri dönecektim. Tam gün yürüyecektim blogcuğum, doğanın içinde, tekbaşıma, aklıma ne eserse.. Bunu rutin olarak yapmaya karar verdim! 

Çünkü şu bir gerçek ki, bu yol bana şunu öğretti: ben yürürken, yazarken ve severken yaşıyorum. Ben buyum, bu üç şeyden besleniyorum. Bunca yıl kendimi besinsiz bırakmış, vücudumu iflasın eşiğine getirmişim. Yaşamımı seveceğim, kendimi seveceğim, bol bol yürüyeceğim ve deneyimlerimi de yazacağım. Evet. Son kararım budur :)

.

Bu yolda benimle yürüdüğünüz ve okuyup yorum yazdığınız desteklediğiniz için çok teşekkür ederim. Pek uzattım ama yazmaya, bu yaşadıklarımdan bir iz bırakmaya ihtiyacım vardı. Umarım bu yol sizin içinizde de bazı kapıları açmıştır! Şimdi rutine - ama odaklanarak, hissederek, deneyimleyerek - devam! Oyuna devam :)

10 Kasım 2021 Çarşamba

Denize kavuşmak

Yürüyüşün 5. ve son gününde fazla mesafe yürümedim. Deniz kıyısında taşların üzerinde zıpladım biraz. Üç renkli kedileri sevdim. Çay içtim. Ufak defterime aldığım notları yeniden okudum, kiminin üstünü çizdim, sayfa kenarlarına notlar aldım. Dönüşte yazacağım yazıların ana hatlarını planladım. Ama daha çok denize baktım.. 

Hazırdım. Sıra en zor yola gelmişti, Elif Yolu'na. Bu tamamen kendi içimde yürüyeceğim, en çetin, en acımasız yoldu ve bu yoldan geçmeden bu parkur bitmiyordu. 

Elif, benim hayatımda ilk defa, ölmediği halde kaybettiğim tek insan. Ölüm söz konusu değilse, hayatımdan çıkan bir insan için hiç üzülmemiştim, doğal gelmişti yürümeyen bir ilişkinin bitişi bana. Fakat Elif'in gidişine verdiğim tepki çok patolojik oldu, ölüm gibi birşey oldu benim için. Tüm yas süreçlerinin içinden geçtim şu son 7 ayda, belki geri döner diye umut ettim, gitti diye öfkelendim, kendimi suçladım, dayanılmaz derecede özledim, hele yolun ilk günü gördüğüm her güzellikte onu andıkça "ne olur işi gücü bırak gel, burası çok güzel, hadi birlikte yürüyelim" dememe ramak kaldı. Hattâ bir noktada (tam şu aşağıdaki noktada) o kadar dayanılmaz bir hâl aldı ki, oturdum o ağacın altına, denize baka baka, hönküre hönküre ağladım. Elimde telefon, parmağım ara tuşunun birkaç milim ötesinde.. Sözümü tuttum, aramadım. Kısmen o noktadan sonra kaybolup can derdine düştüğüm için :) Ama aslında onu özgür bırakmam gerektiğini kabul ettiğim için..

Çok klişe bir lâftı ama doğruydu, Elif beni hayatında isteseydi, dönerdi. Ne yapar eder bulurdu yolunu. Ama o çok açık söylemişti "artık dayanamadığım bir noktadayım" diyerek. Onunla beni birbirimize bağlayan, ikimizin de hayatındaki rutin içindeki boğulma hissiydi. Elif bana çok iyi gelmişti çünkü o rutin devam ederken onunla çocuklarımızı, kocalarımızı çekiştirmek, günlük sıradan dertlere beraber mızmızlanmak, gördüğüm ufak tefek güzellikleri onunla paylaşmak, benim sis altındaki dünyamda güneş gibi bir şey olmuştu, renkler daha bir parlamıştı, yalnızlık hissim dağılmıştı.. En önemlisi de biri benim dilimden anlamıştı. Misâl, sokakta komşu teyzenin hazırladığı salçalı ekmeğin tadını Elif biliyordu, dut ağacına tırmandığında "düşerse hayır gelmeyeceğini", zeytin dediğimde sele demekle kalmıyor, yanına beyaz peyniri, çayı kendisi ekliyordu.. Bu uzun yıllardır, özellikle Almanya’da yaşayamadığım bir anlaşılma haliydi.

Bir de sanırım Elif dışındaki herkes ama herkes, benden bir şeyler bekliyorken, ben rutin günlük hayatımda sürekli bir beklentiler ve sorumluluklar koşturması içindeyken, Elif'in sadece "bugün lodos esiyor, arkası yağmur" diye başlayan sohbeti bana nefes gibi geliyordu.. 

Fakat Elif için tam tersi olmuştu. Ben Elif'i can simidi gibi kullanırken ona can simidi olamadım, iyice mutsuz ettim onu. Umut değil çıkmaz sokak oldum.. Üstelik o "dayanamıyorum artık" diyip gittikten sonra bile çenem durmadı, sürekli bu bloğa yazdım, sürekli aklım onunla meşguldü, "neden?" sorusu döndü dolandı kafamda... "Bazı şeylerin nedeni yoktur, bazen insanlar gider ve biz bunun nedenini ömür boyu anlayamayız.." diyemedim kendime. Kabullenemedim. Bir nedeni olmalıydı.. Günlük hayatımda herkesi mutlu etmeye endeksli yaşayan ben, herkesin dayanamadıklarını dayanılır hale getirmek mesleği olan ben, Elif'e neden bu kadar kötü geldiğimi hakikaten anlamadım.. Kabullenemedim de. 

Elbette onun gidişiyle tüm önceki gidişlerin, tüm o ölümlerin gömdüğüm travmaları çıkmıştı su yüzüne. Tüm o travmaların yükünü Elif'in gidişine yüklemiştim, sanki onun gidişini anlarsam yaşadığım tüm nedensiz ölümleri de anlayacağım sanmış ve hepsinin altında kalmıştım.

Aa! Bak kaplumbağa! :) diye konuyu değiştirmek..

Offff çok zor zamanlardan geçtim blogcuğum. Banyodaki kalorifer peteğine sarılıp ağladığımı bilirim.. Bu çok acı bir şey, kimse yaşamasın. Ama Elif'in suçu yoktu hiçbirinde. Suç bendeydi, yıllar boyu gömdüğüm, hiç olmamış gibi davrandığım travmaların üzerine gitmemiştim, çözmek yerine kaçmıştım. Yazan Adam öldükten sonra üniversitedeki görevimi, yerleşik düzenimi bırakıp Avustralya'ya gitmem ve F. ile evlenmem gibi.. Hep kaçmıştım. Acıdan, yalnız kalmaktan, sevilmemek olasılığından.... Ve Elif aslında farkına varmadan bana en büyük iyiliği yaptı. Beni öyle bir noktada bıraktı ki, artık kaçmak mümkün değildi. Çözmek zorundaydım.

Geçen 7 ayda bu konuda çok ilerledim. Yazan Adam'ı süpervizörüme anlattım, birlikte yavaş yavaş açmaya başladık. Sonra bu seyahate "yalnız" çıkabilmeyi başardım. Tek başıma. Ve işte seyahatin son günü, Elif Yolu'nu yürümeye cesaret ettim.

Bu yol, simgesel bir yoldu elbette. 15 yaşımdan beri ara sıra gittiğim bir kayalık var, üstüne oturur karşı dağın üzerine batan güneşin kızılını, denizin lacivertten mora, kurşun renginden siyaha çalışını izlersiniz. Tek kişilik ya da birbirine sokulan iki kişinin anca sığabileceği bir kovuktur bu, denize dimdik inen bembeyaz kayaların üstündedir. Kovuğuma oturdum, ufacık bir şişe içinde getirdiğim ve içimdeki, bu yolda keşfedebildiğim tüm şeytanları yani sonuca odaklanıp sürecin keyfine varamama, başarılarımı hor görüp kutlayamama, yalnızlık ve sevilmeme korkusu ve birkaç ufak şeytancık daha ;) hepsini "sembolik olarak" bu şişeciğin içine doldurduğumu varsaydım. İşte mavi pırıltılı şeytancıklarım:

Sonra kapağını açtım şişenin, şeytanlarımı avcuma döktüm ve bir nefeste (gerçekte üç nefes ama çaktırmayalım) onları rüzgâra savurdum... 

Fakat şeytanların martıya dönüşme anı nasıl? :)

Aman ne iyi geldi bir bilseniz.... Sembolik de olsa, yolun sonuna varmış, şeytanlarımı denize dökmüştüm. Ve o an işte Elif'i de özgür bırakmanın zamanı gelmişti. 

İşte yolun sonunda, şu manzaraya karşı, onunla, ama en çok da kendi kendimle konuştum. Elifciğim dedim, seni özgür bırakıyorum.. Üç kelime. Hayatımın en zor üç kelimesi.. 

Biraz daha izledim denizi, sonra eve döndüm. Biraz annemlerle konuştum, biraz Master Chef izledim kimin ne olduğunu anlamadan, birilerine sinir oldum, diğerinin yemeğini beğendim, evde yapılabilir aslında derken uyumuşum. Ertesi sabah çok erken, saka kuşlarının sesiyle uyandım. Uzun uzun ve bu sene son defa bu manzaraya baktım, denizimi kokladım, vedalaştım ve İzmir'e doğru yola çıktım.

Yolun sonuna varmış bir C.

İzmir'de çok tatlı bir kadın beni bekliyordu ve kocaman bir gün bize yetmedi ama ne iyi geldi... Dolu dolu, hayat yolunda benden biraz önde yürüyüp, bana yol feneri olan bir kadın bu Momentos, onu tanımış olmak benim için çok büyük şans! Hayatımıza böyle hem dışı hem içi güzel insanlar çok sık girmez, kıymetini bilmek lazım..

İnsana dönmüş bir C.

Momentos beni resmen "dağdan inmiş" halimle kabul etti ve önce kuaföre soktu, yeniden kahve rengi saçlarıma döndüm, özüme döndüm, fön bile çektirdim ki bu benim başıma senede bir defa konan bir talih kuşudur :)) 

Açlıktan gözü dönmüş bir C.

Sonra da şık şık Kore yemeklerine, oradan çocukluğumun Sevinç Pastanesi'ne götürdü, karnımı da ruhumu da tıka basa doyurdu sağolsun. Ah sohbetlere doyamadım ama ertesi sabahın köründe uçak kalkacak, elim kolum bağlandı, "güzel günlerde en yakında" diye diye ayrıldım bu güzel kadından.. 

Gülüşü bile sıcacık bir Momentos!

Böylece 7 günlük seyahatimin sonuna gelmiştim. 90km dışımda yürüdüysem, bir 90km de içimde yürüdüğümü düşünüyorum :) Bu yürüyüşün bana kattıklarını ve bu ruh halini eve ve rutine döndüğümde nasıl "koruyabileceğimi" düşündüğümü de son bir yazıyla tamamlayıp bu seriyi bitireceğim inşallah! Yahu altında kaldık, ben yazarken siz okurken :))) Sonunda Murakami'nin "Koşmasaydım yazamazdım"ı gibi galiba ben de bir "yürümeseydim yaşayamazdım" çıkartacağım ortaya!

8 Kasım 2021 Pazartesi

Hayaletli köyün yolları

Üç gün ve 75km boyunca güneşli ılık havada yürüdükten sonra, dördüncü gün sisli, puslu bir havaya uyandım. Baktım dışarıda yağmur serpiştiriyor, keçi yolları kaygan ve tehlikeli olacak. Bir de vücudumun sınırlarını zorladığımı, taş gibi sertleşmiş kaslarıma giren kramplardan, su toplayan ayaklarımdan, sabahları kalkınca yaşadığım hafif baş dönmesinden seziyordum. İçimden uzun yol gelmedi.. 

Fakat bir Ege kasabasında tek başıma oturup mandalina yiyerek yağmurun geçmesini beklemek de gelmedi. Ben de kalktım 74 yaşındaki, iletişim profu olan teyzemi ziyarete gittim. Onunla sohbetlerimiz her zaman keyiflidir ama bu sefer, sanırım girmediğimiz konu kalmadı. Aşktan, hayattan, hedef ve hayallerden, evlilikten (teyzem 55 senelik eşini geçen Mart ayında kaybetti), kadın olmaktan, insan olmaktan.. Hatta teyzem yaş haddinden Şubat'ta emekli olunca, birlikte, en baştan açıköğretimde felsefe okumaya karar verdik! Çok keyifli ama aynı zamanda tüm beyin hücrelerimi çalıştıran bir gün ve geceydi. Ertesi gün erken kalkıp, yürüyüş yolumda kaldığım yere geri döndüm.

Fakat bir gece boyunca edilen sohbet bile insanı değiştirebiliyor. Ben de kaldığım yerde bıraktığım insan değildim. Balıklıova'dan, planladığım gibi ne geri Sarpıncık Deniz Feneri'ne, ne de Urla'ya gitmek istemediğimi fark ettim. Çünkü "sonuç değil süreç" lakırdısının asıl anlamını bir defa anlayınca, insan herşeyi bambaşka bir gözle görüyor. Benim aklımda aslında ilk gün gözümün yemediği Sazak Rum Köyü'nün kalıntıları vardı. Çok sapa olduğu için gözüm yememişti ama gitmezsem de eksik kalacağını, içimde kalacağını hissediyordum. Oraya gitmişken üst köyleri de yürümek, rüzgarın farklı estiği, iklimin daha sert olduğu, insansız o yıkıntılar arasında biraz oturmak, düşünmek ve yazmak istiyordum.. Peki beni tutan neydi?

Karaburun'dan batıya, Yeniliman'a geri döndüm, oradan Hasseki'ye, Sarpıncık'a geçtim. Yolda karşılaştığım bir keçi sürüsünü uzun uzun izledim. Yine çobansız, köpeklerin güttüğü bir sürüydü bu. Köpekler de beni umursamadı, havlamadılar bile. Sanki doğaya karışmış, bütünün ayırd edilmesi zor bir parçası olmuştum. Nereye gideceğimi sezgilerimle biliyor, ne zaman dönmem gerektiğini artık yol-iz aramadan bulabiliyordum. 

Üstelik daha dün kramplardan açamadığım bacaklarım, otomatik, güçlü bir devinimle, adeta koşarcasına, büyük bir doğallıkla ve tam istediğim mükemmellikte çalışıyordu. Yürümek, bir yere varmaksızın, amacım ve mutluluğum olmuştu. Açıkcası içimden eski hayatıma, evime hiç dönmemek, sürekli yürüyerek, doğanın içinde bir yaşam kurmak geçiyordu ve bu düşünceler beni korkutmuyor, vicdan azabına sürüklemiyor, aksine "demek ki ne kadar yorgunmuşum, kendime geliyorum çok şükür" dedirtiyordu.

Sazak Rum Köyü'nü hiç bir ize gerek olmadan, elimle koymuş gibi buldum. Evlerin ortasında saatler geçirdim, orada yıllar önce yaşamış insanları düşündüm, onların hayatlarını, umutlarını, hayâllerini, düşüncelerini. Onlar ölünce ne olmuştu bu düşüncelere, nereye uçup gitmişlerdi? Hiç gerçekleşmemiş planları, umutları daha varolmadan yokolmuş bu insanları düşünmeye çalıştım. Rüzgar saçlarımı okşadı, sessizliğin müziği kulaklarımı doldurdu. Tüm evrende sadece ben varmışım gibi geldi ve bu beni korkutmadı..

O anda işte, üçüncü şeytanımı da yendiğimi fark ettim. Kendimi biricik, farklı bir şey sanıyorum ya bazen. Hiç değilim halbuki! Onun tek sevgilisi olduğumu, gözünün benden başkasını görmediğini. Tek annesiyim ya, yerim doldurulamaz sanıyorum. 30 senelik arkadaşıyım, ne yapsam kabul eder sever beni diyorum. Ya da nazım geçer şuna, bu her dediğimi yapar çünkü beni pek sever.. Ne kadar boş şeyler bunlar yahu. Evrende ufacık bir toz kadar bile kalıcı değiliz ki.. Önemsiz değiliz ama bir tozdan daha önemli de değiliz. Bu ne büyüklenme. Bu ne güven? Oysa şu köye bak... Hiç bir şey kalmamış geriye şu taşlardan başka.

Ölüp gideceğiz sevgili blogcuğum ve bizi gören bilen insanlar da ölüp gidince, hiç varolmamış gibi olacağız. Fikirlerimiz, aşklarımız, korkularımız ve inanır mısın öfkelerimiz, kavgalarımız bile yokolacak. O zaman işte, hayatın anlamı sadece kendimize yaşattığımız hayatta ne gördüysek, ne hissettiysek, ne deneyimleyebildiysek o kadar.. Gerisi yok.

Ay bi ferahladım. Bu nihilizm değil, aksine, dünyayla bütünleşmek, kendini başkaları kadar önemli ve yine onlar kadar önemsiz görebilmek. İşte o zaman dünyayı kendi içine sığdırabiliyorsun. O zaman "yeterli" bulabiliyorsun, o zaman "ne gelirse kabulüm" diyebiliyorsun, o zaman o adamın biricik sevgilisi ötekinin annesi, berikinin candostu olmadan da yaşayabileceğini, çünkü asıl önemli olanın senin onlara karşı hissettiklerin olduğunu biliyorsun. Öyle böyle, kendini seviyorsun be blogcuğum... Kendini sevebilmek için bunca yolu yürüyüp bu ıssız, insansız ve yıkık köyü bulman gerekiyormuş demek ki. Vay be....

Yarın son günüm. Yaptığım ufak töreni, yendiğim şeytanları sembolik olarak denize döküşümü ve eve dönmeden tanıdığım o güzel kadını da anlatarak bu seriyi bitireceğim. Benimle yürümeye devam sevgili blogcuğum :)

6 Kasım 2021 Cumartesi

Yol bilmez, iz bilmez, kafası bin bir kızcağız..

"Mimas Yolu'nun senin yürümek istediğin Karaburun yarımadasındaki tüm parkurlarını, biz Mimas Dağcılık ve Doğa Sporları Klübü olarak işaretledik. Hakikaten kaybolmana imkân yok" diyerek beni uğurlayan Mustafa Hoca'ya, eve döner dönmez uzunca bir teşekkür yazısı yazmak ve "kaybolmayı - hem de defalarca - başardım hocam!" demek istiyorum. Fakat bu tamamen benim salaklığım tercihimle başardığım bir durum, çünkü yol hakikaten çok güzel işaretlenmişti:

Sadece kırmızı beyaz iz çizgimiz değil, 
bazen de çalılıklardan Afro yaptırmış 
gülen bir yüz çıkıveriyor karşımıza! 

Açık söyleyeyim, kaybolmayı çok fazla kafaya takan bir insan değilimdir. Hattâ kaybolduğumda "biraz uğraştıracak galiba ama işte bu sayede de yeni bir yol öğreniyorum, ne güzel" diye düşünürüm. Hattâ içimden "yeni maceralar potansiyeli"ne dair heyecanlar geçer. Karakterim düz bir yolda sebatla yürüyebilecek bir karakter değil; ara sıra asfalttan çıkıp keçi yoluna girmezsem, yürümemiş sayıyorum. Rutinler, düz ve güvenli alanlar beni bu nedenle boğuyor.. Fakat "macera arayan şımarık şehirli" de değilim doğrusu. Yani kaybolmanın da bir adabı var, "kontrollü bir çılgınlık" olmalı bu kayboluş. 

Öte yandan, kendime güvenmemin de altı boş değil. Sırt çantalı seyahat tecrübelerim dışında, 15 yaşımdan beri dalgıç da olduğum için, sualtında navigasyon dahil, kerteriz alma, tanımadığım coğrafyada yön ve iz bulma gibi konularda bilgim ve içten gelen bir yeteneğim var. "Tüm yollar Roma'ya çıkar" güveniyle kaybolduğum için, genelde eninde sonunda bulurum Roma'yı. Telaşlanmam. Acil durumlarda da hızlı hareket edebilen, mantıklı biriyim. 

Yani genelde.. Bazen de işte, vur patlasın çal oynasın. Açık söyleyeyim, şamata yapılacak ortam bulduysam da kaçırmam! ;) Şu minibüslerde arkada oturup, geziden maksimum performansı alan arkadaş, buyrun benim yani. 

Grafitici C.

Tabii üçüncü gün yine rahat duramadım. Çünkü bölgede "dağ çileği" denen bir fenomen var ve mandalina, nar gibi onun da tam mevsimine denk gelmişim. Kaçırır mıyım bu "deneyim"i! Bildiğiniz gibi çilek yerde yetişir, bu ise çalılıklarda yukarlarda yetişiyor. Baştan belli yani "ters bi'şey" olduğu. Fakat ben de anamdan ters doğduğum için (true story, inat etmiş dönmemişim).. kan çekti tabii. Bulduk hemen birbirimizi. 

Bir tür "berry" (Türkçe'de berry ailesine topluca verilen bir isim var mı bilmiyorum, siz biliyorsanız lütfen söyleyin) olan bu meyve, özellikle güneş altında biraz fazla bekleyip mayhoş hale geldiyse feci kafa yapıyor :)) Babamın bir arkadaşı "vallahi bu dağ çileğini biz hepbirlikte toplarız, toplarken de bol bol yeriz, sonra dönüş yolunda bir neşeleniriz, bir keyfimiz gelir, güle güle ineriz dağdan.." diye anlatmış, hakikaten insanı çakırkeyf yapıyor, neşelendiriyor, bulursanız kaçırmayın.

Berry'leri yiye yiye, ne yaptığımı ben de tam anlayamadım ama 15km'yi 2 saat gibi bir zamanda yürümüşüm! Ya da farkında değilim, kestirmeden gittim. Tam ne oldu bilmiyorum ama akşama varacağımı düşündüğüm köye öğlen varınca, eh dedim devam bari.. Aslında ilk iki günde 50km yol yürüyünce, üçüncü gün kas ağrılarıyla uyanmış ve magnezyumumu çiğnerken "haydi bugünü ağırdan alayım" demiştim. İyi ki demişim, üçüncü gün tam 33km yol yürüdüm! - pardon, 28, çünkü son 5km'yi nasıl tamamladığımı birazdan anlatacağım. Ama önce bende "Köy Fobisi" olduğunu nasıl anladım, onu anlatayım:

Kafam çileklerden bin olmuş, laylaylom köy yollarında neşe içinde yürürken, karşıma hayatımda duyduğum en bas-bariton sesli kangal köpek çıktı. Bundan sonra olanlar Semih Kaplanoğlu'nun Süt Bal Yumurta üçlemesindeki Yusuf'un karşısına çıkıp onu yere yatıran kangal köpekle yaşadıklarına dönebilirdi yani ben de nefsimle sınanıp hüngür hüngür ağlayabilirdim. Neyse ki Semih Kaplanoğlu değil, köpeğin sahibesi koştu "ay bu her geçene yapar, kimseyi geçirmiyor evin önünden, iyi bari seni ısırmamış" dedi. Allahım sana geliyorum, yahu böyle saldırgan köpeğin ev önünde salık işi ne?! İyi bari seni ısırmamış ne biçim yorum yahu!? Memleketten manzaralar... Hayır bir de ben meselâ köpekten korkmam ve severim, elime taş sopa almadan, provokasyona neden olmadan yürürüm, çok havlayan köpekle karşılaştım, her sefer başımı eğdim, gözümü kaçırdım, sakin sakin yürüdüm. Olay budur yani ama bu valla köpek değil, canavardı.. 

Neyse o sayede "kafa yapan çilek"in etkisi salgılanan adrenalinle birden geçmiş oldu. Bir ayıldım ki tam ayıldım. Nerdeyim dedim, baktım ufak köylerin içindeyim. "Köy-Hopping" yapıyorum resmen, o köyden çık, öbürüne gir. Şimdi ben iki gündür ıssız keçi yollarında, tek Allahın kulunu görmeden güvenle ve neşeyle yürürken, birden bu "köyden çık köye gir" sistemi beni bir gerdi! Bir sürü insan görüyorum; çoğu erkek tabii kadınlar işte erkekler kahvede klasiği, biri peşime takılsa, tenhada.. Olmadı mı? Çok! Memleket sapık dolu. İşte o an anladım hatamı! Ah be C., patikadan ayrılmayacaksın işte, toprak yol bile sakat iş, açıklıklardan, tâli yollardan mutlaka uzak duracaksın. Mümkünse ıssızlık, insansızlık. Çünkü şu var, meselâ biz kadınlar tarafından en sık yapılan yanlış, daha güvenli diye anayol üstünden yürümek. ASLA! Çünkü bakın, toprak yolda görsen görsen 3 araba görürsün koca günde ve o 3 arabadan birinin sapık çıkma ihtimali, ana yolda göreceğin 100 arabadan birinin sapık çıkma ihtimalinden daha düşük kesinlikle. Böyle şeyleri düşünmek lazım. Ne kadar az insan, o kadar güvenli yol.. Ay gerildim yeminle, yazarken bile.

halbuki cennet!

Son köyün içinden de "önüme bakarım, işimi yaparım" diye geçiyorken, birden köşeyi dönünce evinin önünde oturan 90'lık teyzemle burun buruna geldiiiik. Teyzenin merhabası şiirmiş sevgili dostlar! O an orada bir dörtlük yazdı bana, biraz sohbet ettik, "neden yürüyorsun" vs. "Aman kızım kimseye selam verme, yürü yürü gidiveee" dedi bana, ardımdan da dua okudu sağolsun, daha ne olsun!?

Ben de yürü yürü gidiveee'dim gerçekten :) Bu köylüler çok âlem, hepsi benim neden yürüdüğümü merak ediyor ama hiçbiri benim neden yürüdüğümü anlamıyor! Çoğunluk "kızım oradan değil, toprak o yol ayakkapların kirlenir, şurdan asfalta iniveee" diyor, birkaç defa da "araba varken niye yürür ki bu kız?"ı duydum ama asıl bomba zeytinden yorgun argın eve yürüyen bir kadından geldi! Kadın bana baktıııı baktıııı baktııı ve "yazıııııık" dedi yahu :))) Bir de içini çekti ki blogcuğum....

Hatice’nin aşkı 💙 Ahhhh ah.. 62 sene be blogcuğum! 
Ne şanslıymış Hatice de Ali de.. 
Bakın Hatice de bu sene vefat etmiş, hemen arkasında yatıyor Ali'sinin..

Öyle böyle, Mordoğan'dan Balıklıova'ya doğru giden yol maalesef asfalt (alternatif rota dağ tepelerinden aşıyordu, bir kez maviş gözlü denizime inince gözüm yemedi yeniden tırmanmayı). Yine otoyol değil altyoldan yürüdüm ama asfaltta 15km yürümekle doğada 15km yürümek gerçekten çok farklı. İnsan hakikaten hem yoruluyor, hem sıkılıyor. 

Bloğun eski okurları bilir, ben bu zeytin yağ fabrikasının yıkıntılarına bayılıyorum. 
Bir gün belki.. Tüm taşları aynen koruyarak, 
bir taş ev, kocaman bir tahta masa, zeytin ağaçları.. 

Fakat tâli yol, inanılmaz sıktı beni ve yordu. Ben ki tam bir deniz insanıyım, ben bile sıkıldım.. Bu biraz işte "köy fobisi" dediğim insanlı, köpekli, potansiyel sapıklı alana girmek istememekten oldu tabii. Fakat sonunda yol yine tırmanmaya başlayınca öyle bir noktaya geldim ki birden "ya yeter, sıkıldım ve yoruldum, bugünlük bu kadar yetsin" dedim. Vay be, ben de sınırımı bilirmişim ha?!

Biraz oturup dolmuş bekledim, neyse geç de olsa geldi dolmuş. 3. günün 33km'lik yolunun son 5km'sini şu şekilde minibüsle geçmek durumunda kaldım:

Burada el birliğiyle (şöför ve şöför mahalline yamak muavin konumunda ben) susturmayı başardık ama öndeki sarışın ablamız "ayyyy köy yollarına mı girceeeez, gece gece ayyyy kapkaranlık" diye bir ağlamaya başlamasın! "Yahu dur ablam, bişicik olmaz bak kaptan abimiz nasıl hakim yollara" falan dedim kadına böyle muavin ağızları falan. Bir yandan da kaptan abimizi tartıyorum bi yamuğu olursa kadınla ikimiz adama saldırsak yıkar mıyız falan :))) Adamcağız efendiden biri halbuki. Ay bu memlekette kadın olmak hakikaten zor ama geceleri daha bi zor.. Biber gazı aldın mı diye soranlara, hayır almadım, o panikle kendi gözüme sıkacağıma adım gibi eminim çünkü. 

İşte böyleeee sevgili kuzucuklarım. 3. gün de böyle bitti. E hani nerde şeytan? derseniz.. Vallahi o kangal bence köpek değildi. Ama içsel şeytanlarımı soruyorsanız... O işte bir sonraki yazıya kalsın... Her günümüz de cengle geçecek değil ya? ;)

4 Kasım 2021 Perşembe

Mandalina perisi ve şeytanın ikincisi

Şeytanlarımla cenge, kaldığımız yerden devam.

İkinci gün; yol beni susuzlukla sınadı. Haritamda görünen çeşmelerin hiçbiri çalışmıyordu ve çantamda taşıdığım bir litre suyu, güneşli havada birkaç saat içinde tüketmiştim. Dilim damağıma yapışmış, gözlerim çalılıkların yenebilir meyvelerini aramaktan yorgun, toprak yolda saatlerce tek bir tanrı kulu görmemekten bitkindi. 

İşte tam o sırada, ıssızlığın ortasında, dört yanımdaki yeşille kontrast, kavuniçi bir şey dikkatimi çekti. Kocaman - ama hakikaten kocaman, resmen iri bir portakal büyüklüğünde - bir mandalina duruyordu yerde! Gözlerime inanamadım! Etrafta mandalina ağacı yoktu. Meyveye dokundum, diri ve tazeydi! Nasıl kabuklarını soyup eme eme içtiğimi yediğimi anlatamam…. 

Bu evrenin bana ikinci hediyesiydi. İlk gün bir çoban, ikinci günse gökten bir mandalina yollanmıştı! Belki de yoldan geçen mandalina dolu bir traktör, ufak bir taşa çarpıp tökezlemiş, o sırada bu kocaman mandalina traktörün ardından düşüvermişti? Fakat ben ona değil de bir koruyucu meleğim olduğuna inanmayı tercih ettim..

Ve devam ettim. Yürümeye. Düşünm…emeye! Daha doğrusu, düşünememeye!

Bu yolu yürürken sürekli düşüneceğimi sanmıştım; uzun zamandır içimde biriktirdiğim her şeyi, ince ince yola yatırıp didik didik edeceğimi.. Ama hiç de öyle olmadı! Ne hazırladığım müzik listelerimi dinleyebildim, ne de yürürken kesin aklıma gelir dediğim konuları düşündüm. Açık söyleyeyim, hiçbir şey düşünmedim çoğu zaman; sadece düşmemek için yürüdüğüm yola baktım, göğe baktım, aşağıdaki vadilere, ufukla birleşen denize, yoluma çıkan yabani çiçeklere..


Dahası kokladım, dinledim, ben doğaya doğa da bana dokundu, dikenler kollarımı çizdi, otlar saçlarıma yapıştı. Su gibi terledim, leş gibi koktum, çamur içinde kaldım. Sonra buz gibi bir çeşmede elimi yüzümü yıkadım, yeniden insana döndüm.. 

Hiç yürümediğim yollardan geçtim; sadece fiziksel anlamda değil, içsel anlamda da, sınırlarımı zorladım.

Ve güneşin altında, tam olarak nereye varacağımı bilmeksizin - sadece umarak - yürürken, birden şunu anladım: Ben yürümüyordum, tam şu anda iki numaralı şeytanımla vuruşmaktaydım!

Gözgöze geldik. O bana yıllardır “hedefini belirle, ne olursa olsun bu hedefe ulaşmak zorundasın” diyen Sonuç Odaklı Şeytan’ın ta kendisiydi! Yıllardır bu şeytan bana gerek anneliğimde “öyle davranırsan ilerde şöyle berbat bir yetişkin olur, sakın ha! Her davranışının 10-20 sene sonraki etkisini düşün”leri basan, günlük hayatımda “planın ne, plan yap, sonuç ne olacak, hedefini belirle” diyip duran, devamlı “hayatının sonunda nasıl biri olacaksın, yaşamının sonunda anlamlı bir yaşam yaşamış olacak mısın?” diye soran, beni sürekli ideallerimdeki hedeflere ulaştırmaya çalışan şeytandı! Tanıdım onu! 

Ve bu yolda hiç fark etmeden, hiç uğraşmadan, ne kadar kolay bir şekilde bu şeytanı alt etmekteydim! Tek yaptığım, gelecekteki belirsiz bir sonuca değil şu an yaşamakta olduğum sürece odaklanmak, sadece tüm duyularımla tam yaşadığım anın içinde bulunmaktı! Düşünmemek, sadece yaşadıklarımın ayırdına varmak.. Bu kadar basit miydi yahu? Yıllardır uğraşıp başaramadığım şeyi, hiç düşünmeden yapıyor olmak!

Don C., yel değirmenlerine karşı..

Evet bu kadar basitti! Bir adım, bir adım daha, köşedeki taşın solundan geç, dikenin üstünden atla, bu taş nemli gibi, kayabilir dikkat et. Nereye ne zaman varacağını değil, yolun güzelliğini düşün.. 

Ve o an sevgili blogcuğum; bu yola bir planla çıkmış olmam, bir varış noktası belirlemiş olmam bile anlamsız geldi. O an dedim ki; bitirmesen ne olacak, bu kadar keyf alırken, sakin, sessiz, tekbaşına yürürken duyduğun his senin amacın.. Hayat da böyle değil mi; sadece yürü, çevrende olan bitene bak, kokuları duyumsa, deneyimleri biriktir, tanıdığın insanlara nazik davran, ilgi duy. Sonuçta varacağın nokta değil, yolda yaşayacaklarındır; hayatının / yolunun anlamı..

Heheyt be blog. Oluyor oluyor.. Oluyorum :)

Bir sonraki maceramızda: her bulduğun dağ çileğini yememenin önemi, köy meydanı fobisi, titreten köpek maceramız veeeee “Hatice’ninki aşksa bizimki ne?” sorunsalıyla karşınızdayım. Israrrrrrla bekleyiniz ;)

Hamiş. Videoları yükledim ama görünüyor mu acaba, göremeyen varsa söyleyebilir mi?