29 Ocak 2021 Cuma

Haftalık tefrika

Bu hafta çok güzel geçti. 

Nedeni de; başkaları için yaptığım kadar, sadece kendim için de bir şeyler yapabilmemdi! 


İtiraf edeyim Marie Antoinette'in bir bildiği varmış. Bu hafta "ekmek yeme, pasta ye" doktrini ile yola çıkıp, kayınvalide (KV)nin tarifini memleketinden getirip Tapınak Şövalyeleri'nce korunması gereken bir sır gibi sakladığı Schwarzwälder Kirschtorte'yi yani şu Almanların ünlü içi kakaolu ve vişneli Kara Orman Pastasını yaptım! Tabii ki internetten. Neyse ki konuşma sırasında KV'ciğim orijinal tarifin "unsuz" olduğunu ağzından kaçırmıştı da "unsuz tarif" diye aratınca, aynı tarif şak diye önüme çıktı ;) Arife tarif gerekmez!

Üstelik bu kadarla da kalmadım, tam bir "demir irade" örneği göstererek şahane kekten tek bir dilim yemedim. Yemedim de ne oldu, köşedeki pastanede "matchalı tiramisu"yu koymuşlar vitrine. Matchalı hiç bir şeye dayanamadığım için - sanırım o fıstık yeşili renk beni büyülüyor - akşam yürüyüşü sonrası eve dönerken bir dilim alıverdim. Dilimi değil ama son lokmayı görüyorsunuz..


Evdeki tertemiz pastayı bırak, dışarıdaki ne idüğü belli olmayan şeker dolu şeye sulan... Yapacak bir şey yok. Ben böyleyim..... 

Fakat ekmek yerine pasta yediğimiz esenlik dolu günlerin sonunda, geçen hafta verdiğim 3 eski kilo yerine 2 yeni kilo edindiğimi fark edince, akşamları salata ve sabahları meyveye talime geri döndüm. Süsleyince daha kolay yeniyor diyorlar.. Doğrudur.


Aklım fikrim yemekte bu sıra, bir oturuşta bir tencere makarna yiyebilecek sonra üstüne "tatlı menüsüne bi bakaydık?" diyebilecek potansiyelim var (kış aylarında, ben böyleyim....) dolayısıyla üşenmemek, hareket etmek gerekiyor. Akşamdan başlayan kar, sabah 35cm'ye ulaşınca bisikletler öylece kaldı tabii.. Gece gündüz renk farkı, maalesef neredeyse yok :( Tamam manzara çok güzel ama ben renkleri çok özledim.... Kıpkırmızıyı meselâ..


Bisiklet yoksa kol kası çalıştım ben de... Çocuklara iglo yaptım. Önce tüm karları kürekle toplayıp (Almanya'da evinizin önünü ve kaldırımı küremek zorundasınız) bir köşeye yığdım. Sonra yavaş yavaş dikkatlice oydum içini. Ellerimle düzelttim kabasını aldım ve içine 3 çocuk sığar hale getirdim. Üstüne biraz su serpip bir gece donmasını sağlarsanız taş gibi oluyor. Yoksa çocukları tek başlarına bırakmamak lazım, yıkılırsa Allah korusun tehlikeli olabilir. Komşu çocuklar da geldi, çok eğlendiler..


Tabii oyun önemli ama dersler de başımıza dert. Almanya'da online eğitim diye bir şey yok, bu konuda Türkiye'den çok gerideyiz. Pazartesi sabah okula gidip sınıfın kutusundan basılı kağıtlar, kitap ve defterler alınıyor, belli bir program var onları yapıp Cuma akşam teslim ediyoruz! 21.yy'da ev okulu böyle bu diyarlarda... Ama bu hafta ilk defa eyalet çapında bir bilgisayar programı matematik ve Almanca ödevleri için hem sözel açıklama hem de test şeklinde yardım sağladı! Ben de dayanamayıp o ulvi anın fotoğrafını çektim....


Bu sayede çocuklar ödev / aktivite yaparken, ben de 5dk koltuğa totomu koyup 3 haftalık ev-okul sürecinde, evde çocuklarla yalnız başıma olduğum esnada İLK defa doya doya kitap okudum. Önce koltukta, sonra çocukların ulaşamadığı mutfak tezgâhında :))) Aklıma koymuştum: gün içinde kendime 15dk olsun ya-ra-ta-ca-ğım! 


Tabii ben mutfak tezgâhına tünemiş kitap okurken, dışarıda kar fırtınasından yollar kapandı, komşular arabalarını çıkartamadı, diğer bazı komşular onlara yardım etti.. Pencereden olan biteni izlemekse çok keyifliydi.. Biliyorum giriş katında ve perdesiz olmak Türkiye için bir seçenek değil ama burada kimse perde kullanmıyor ve insan bir defa alışınca hakikaten hoşuna gidiyor bu açıklık, ferahlık hali.. Pencere önleri özellikle Corona sürecinde benim için çok değerli bir sosyalleşme bölgesi oldu! 


Fakat bu haftanın asıl - ve özellikle en sona bıraktığım - güzelliği, kızımın gazetecide bulduğu "smootie tarifleri kitabı" oldu. Bunca senedir neden aklıma gelmemiş bilmiyorum ama evde smootie yapmak hem ailecek çok keyifli oluyor, hem de kitap o kadar başarılı ki, smootie'nin rengi bile kitaptakiyle aynı oluyor (normalde yemek fotoğrafları ile yemeğin kendisi... malum... Parıldayan Çiçek merak ediyordu; ufak bir bilgi sıkıştırayım: yemek fotoğrafçıları o burgerleri falan güzel göstermek için akla hayale sığmayan numaralara başvuruyor. Dondurma fotoğrafları çekilirken krem peynir kullanılıryor.. Yemeğin üstüne parıltı ve dayanıklılık için saç spreyi sıkılıyor.. Bu konu aslında çok ilginç!) Ben valla bi'şey sıkmadım. Üreticiden halka :)


Ve son olarak, bu ayı Joe'nun "can çıkmadan huy çıkar dönencesi" ile gün be gün renklendiriyorum. Henüz başlayalı 5 gün oldu ama, gerçekten "yaşadığımı hissetmem" için çok yardımcı oluyor.. Belki de benimkisi sadece ufak bir "yaşadıklarımı hatırlayamama" sorunudur ve böyle ara sıra belgelersem ben de herkes gibi "oh be hayatı boşa tüketmiyorum, doya doya yaşıyorum" diyeceğimdir? ;)

25 Ocak 2021 Pazartesi

Sözün bittiği yer


Gözlerimi açtığımda güneş çoktan doğmuştu ve arabanın içi direksiyon başında geçen geceden kalma uykulu, ılık bir havayla doluydu. Daha fazla devam etmenin tehlikeli olacağını anladığımız anda sağa çekmiş, tali yolun güvenli ve gözden ırak bir ağaç altına park etmiştik. Oturduğumuz ön koltukları arkaya doğru yatırmış, arabanın açılabilen tavan kısmını sonuna dek açmış, bir süre yıldızları izlemiştik. Sonra bana ceketini vermiş “birazdan serin olabilir” demiş, sıcacık ellerinle yanağımı okşamıştın. Ceketin senin kokunla doluydu. Ya da o tanıdık huzurla..

Başımı sola eğmiş uzun uzun gözlerine bakmıştım. Heyecanlandığında yeşile çalan, sinirlendiğinde dumanlanan çok güzel isimsiz bir renkti gözlerin. Ama asıl baktığım gözlerinden çok daha içerideki, beni sakinleştiren, tüm güvensizliklerimi içine katan bir tufan gibi çevremde karman çorman dönüp durmakta olan dünyamı bir anlığına durduran, sanki nesnelerin yerçekimi kanununa ters havada asılı kalmasını sağlayan o durgun, huzurlu ruhundu. Ve ellerin.. Sıcacık ellerinin yanağıma dokunduğu anda tam içimden geçen o yıldırım çarpması hissi. Tarifsiz.

Kollarını göğsünde kavuşturmuş, bir süre yıldızları izlemiş sonra birden uyuyuvermiştin. Bir çocuk gibi, usulcacık. Ben bir süre daha yolun karanlığına, hemen altına park ettiğimiz pelit ağacının rüzgardan hafif hafif sallanan, henüz çıplak dallarına bakmış, ara sıra kırpışan yıldızların ışığı bize ulaşana dek belki de çoktaaaan sönmüş oldukları gerçeğini düşünmüştüm. “Her şeyin bir sonu....” HAYIR. Henüz değil.

Uykuya yenilmek.. Aşka düşmek.. Gözkapaklarının ağırlaşması, ağırlaşması ve.... bızzzt. Rüyasız, sanki bir saniye sürmüş bir uykuya düşmek. Bazen, bilirsin, insan uykuya dalmadan hemen önce bir düşme hissi duyar. Korkuyla sıçrar.. Ağaç dallarına asılı uyuyan maymun atalarımızdan kalma der evrim teorisi. Ama bence daha derin bir bilgi gizli, nöronlarımız, beynimizin kısa devreleri, bilinç ve bilinçdışı arasındaki o bilinmeyen dans ile ilgili.. Tüm bunları düşünürken, uyuyakalmışım işte.

Gözlerimi açtığımda güneş çoktan doğmuştu.

Ve sen yanımda, başını sağa eğmiş, kollarını kavuşturmuş, gözlerimin içine bakıyordun. Tüm gece bakmış gibi, bakıyordun. Oysa, ikimiz aynı anda, ütümüzde bize sabah olduğunu anlatmak için öten bir kumrunun “hu-hu-hu-huuuuu” sesine uyanmıştık. Günaydın, dedin. Günaydın, dedim. Gülümseştik. 

Biraz gerindik, gözlerimizi ovuşturduk sonra. Ayak parmaklarımızı oynattık. Tüm vücudumuzun uyanması zaman aldı. Önce pencereleri açtık, uykulu havanın yerini taze ve serin ilkbahar havasına bırakması için. Sonra ayaklarımızı açmak için arabadan dışarıya çıktık. İki adım yürümüştüm ki, asfaltı hafifçe kapamış buzlu kırağı tabakasının üstünde önüme bu çıktı:


Sana gösterdim. Gülümsedin. Doğanın bu tuhaf sürprizini nasıl yapmış olabileceğini tartıştık. Bir hayvanın ayak izi miydi? Bir yaprağın düşüşüyle mi oluşmuştu? Bilemedik.. Peki tam bugün karşıma çıkıvermesi? 

Sonra sen muzipçe gülümsedin “sözün bittiği yer” dedin. Ben burnumu boynuna gömüp kokunu uzun uzun içime çektim. 

ve Haydi, dedin. Yolcu yolunda gerek.

21 Ocak 2021 Perşembe

Müzik; kulak mı, bilgi mi?

Çok ilginç. Bugün müzik hakkında yazacaktım ama yazıya başlamadan haydi önce bir bloglara bakayım dediysem, önce Elisabeth'in yazısıyla, sonra Buraneros'un yazısıyla karşılaştım ve elimde olmadan gülümsedim. Ne güzel bir metinler-arası, bloglar-arası köşe-kapmaca fırsatı! 

Elisabeth demiş ki, "keşke müthiş bir kulağım, müthiş bir bilgi birikimim olsaydı da, dinlediğim şeyleri gerçekten dinleyebilseydim". Buraneros ise, "okudukça çoğaldım, çoğaldıkça dinledim".. Ne güzel satırlar, insanı daha derinlere çeken.

Dün beş çayına eşlik etsin diye, sevdiğim bir müzik severe şu çılgın adamları yollarken (aşağıya eklediğim videoyu göremiyorsanız lütfen buraya tıklayınız) "ah şimdi onunla Verona'da canlı izlemek vardı tüm konseri.." dedim. Verona burnumun dibinde ama aynı zamanda da "ulaşılamaz.." Ne acı. Ama biz buna takılmayalım, Verona konserinin kaydına ulaşabiliriz sonuçta. Benim yazmak istediğim konu başka.

Vivaldi'nin Dört Mevsim konçertosunu ezbere biliyorum. Beni hiç sektirmeden 5 yaşıma, kırmızı bir Tofaş Şahin arabanın içine götürür. 16 KC 668. Ruhu olduğuna, nerede olursak olalım evin yolunu ezbere bildiğine, içinde yalnız olduğumda beni dinlediğine inandığım araba.. Günlerden Pazar, mevsimlerse değişmektedir. Hem arabanın içinde, hem dışında. Vivaldi'yi (ve diğer bestekârları da) öyle çok dinledim ki, konçertoyu ezberlemiştim. Çalarken mırıl mırıl mırıldandığım bir gün, bir yetişkin "bu çocuk yetenekli" diyip elimden tutup piyanon derslerine başlatmıştı. Kısa zamanda ortaya çıktı ki, çocuk sadece dinlemekten keyif alıyor. İş nota öğrenmeye ve çalışmaya gelince, yan çiziyor. İlerleyen yıllarda oturmalı düzenli bir konserde en ön masada oturup bilinçsizce ritm tutarken, verilen arada baterist yanıma gelip "tek vuruş kaçırmadan çalabiliyorsun" diye gülümsemiş, bense hayranı olduğum bu grubun bateristine "yok, sadece ritm, hiç çalmadım.." diye cevap vermiştim utanarak. Yine aynı "ama yeteneğin boşa akmaması.." nasihatlarını dinlemiştim uzun uzun.

Bu adamı canlı yakalarsanız kaçırmayın. Olmo Tigre. 
Vurmalı çalgılara yeni bir anlam katan adam.

Yıllar içinde (nota öğrenmeden, kulaktan) piyano ve klasik gitar çalmayı öğrendim. İlkokulda girdiğim bandodan devamsızlık nedeniyle atıldım (yine aynı yeteneği boşa akıtma nutkunu dinledim). Herkes gibi flüt çalıp, herkesin dışında yanflüt çalmaya özendim. Bir süre bir samba ekibinde drums çaldım, ellerim acıdığı için bıraktım. Bu arada tabii yıllar içinde müzik zevkim değişti. Yıllar içinde senfonik rock ve elektronikaya, indierock'a yakınlaştım. Yıllar içinde üniversitede herkes uluslararası ilişkiler, işletme, en kötü sosyoloji yan dalı yaparken, ben müzik yandalı yaptım :) Ama müzisyen olmayı hiç düşünmedim. Hiç.

Çocukluktan çok yakın bir arkadaşım (şu milli kayak takımından atılma hikâyemizin de kahramanı olan) Türkiye'nin en ünlü rock gruplarından birinin gitaristi. Onun yaşadıklarını izlemek beni yoruyor.. Ona baktıkça ve ayda yılda bir konuştukça, müzik sevmek ile müzisyen olmanın çok farklı iki uç olduğunu tekrar tekrar anlıyorum. Ve ben iyi bir dinleyici olmayı tercih ediyorum.

Ella......  ..  . 

Fakat bu noktada, acaba kulak mı, bilgi mi? sorusu geliyor aklıma. Nedir iyi bir müzik dinleyicisinin özellikleri? Ben de Buraneros'a ve Elisabeth'e katılıyorum. Önce bilgi.. Okumak, öğrenmek, derinlemesine bilmek.. Ve sonra kulak, müziği dinlerken arka planı çalışmak, ezginin gidişini, kesilmelerini, kısırdöngülerini görebilmek. Bir kitabı okur gibi dinlemek müziği.. Gerekiyorsa konçertoyu ezberlemek..

Fakat bir de şu var. Bir konuda öğrendikçe, okudukça, bilgi kulağın önüne geçmeye başlıyor. Müzik, herşeyden önce bir sanat, bilim değil. Bir güzellik anlayışı üzerine kurulu. Duyusal. Düşünsel değil.. O nedenle, müzik bilgisi arttıkça insanın aldığı keyfin azaldığını düşünüyorum ben.. Biraz düz bir tabir olacak belki ama "bakir bir kulakla dinlemek" ile alınan hazzın çok daha "öz", çok daha "gerçek" olduğunu düşünüyorum. 5 yaşımda dinlediğim "Sonbahar"dan aldığım haz, resmen bedenseldi. Orgazmik diyebileceğim bir keyifti benim için beynimde dönen tını. Oysa şimdi 40 yaşında ve farklı müziklerin girip çıktığı han kapısına dönen beynimle dinlediğim, hikayesini (Vivaldi'nin sara hastalığı nedeniyle yazdan nefret edişi, kışın bitmesini istemeyişi.. Ya da aslında 4 mevsim değil de "köylülerin dansı", "pınarların fışkırması", "saka kuşu", "buzda kayan adam" ve "avcıların kovaladığı ceylan" olması isminin..) bildiğim, farklı yorumlar arasında tercihlerim olan konçertodan aldığım keyif çok daha farklı... Belki daha ince ayar fakat doğrusu ben o asla geri kavuşamayacağım "bedensel, temel hazzı" arıyorum..

Kısaca müzik; bence kulak işi, tamamen keyif işi.. Sizce?

Bu arada bu çılgın çocukların Verona konseri linki için buraya tıklayabilirsiniz. Onların hikâyesi de bir tuhaf, hep birbirlerine karşı çalarlarmış yarışmalarda, günün birinde "neden birbirimize karşı çalacağımıza beraber çalmıyoruz?" demişler :) iyi demişler. 

19 Ocak 2021 Salı

Muhteşem.

Meğerse tek ihtiyacım olan, kar sessizliğiymiş.


Birkaç saat yürüdüm. Önce Güney Amerika'ya gittim, ne kadar uzun boylu ağaçlar var dünyada! Altlarına yapılan ve en az 10mt yüksekte duran ağaç evler, devlerin arasına düşmüş Gulliver'in cüceler evi gibi kalıyor! Tepesine tırmanmayı denedim, bolkara saplandım, yalnızlığımdan tedirginlik duyup daha fazla zorlamadım. 


Güney Amerika'dan kısa bir yürüyüşle Japonya'ya geçtim, kıpkırmızı Şitsu tapınağının tam ortasında durup dört bir yanıma baktım, minyatür ve mükemmelleştirilmiş insan yapımı bir doğanın tam ortasındaki sessizliği dinledim. Kışın ortasında olmamıza rağmen, çalı bülbüllerini duyar gibi oldum ya da hayâl ettim.

siz görebildiniz mi peki, bu fotoğraftaki siyah bülbülü? ;)

Yeniden yukarıya, ağaçsız Orta Asya'ya tırmandım. Yanımda taşıdığım tahta kızağımla hızla Doğu Amerika'ya doğru kaydım, ince uzun ağaçların tam sınırında durmayı başardım. Bunu bir sefer daha yapabilir miyim? diye düşünerek, şüphesiz, Rusya'nın sık ağaçlarının arasında yaz mevsiminde kıvrıla kıvrıla akan ufacık derenin donmuş yüzeyinde, hafif çıtırtılarla ürpererek yürüdüm. 


Açık hava ayinleri için bahçesine tahta banklar konmuş Ortodoks kilisesini geçip, sola kıvrılan patikayı takip ederek bu sefer de Kuzey Amerika'nın Güney Batı'sına ulaştım. Orada donmuş bir göl ve göl üzerinde keyifle "curling" oynayan yaşlı adamlarla karşılaştım. Biraz onları izledim, sonra el sallayıp yoluma devam ettim. 


Birden kaybolduğumu anladım fakat korku yerine keyif duydum. Waldeinsamkeit (Alm. orman içindeyken duyulan yalnızlık hissi) hissedebildiğim için huzur duydum. Sonra çok yaşlı bir adam çıktı önüme, yolu sordum. Bana "sen bana kilisenin nerede kaldığını söylersen, yolu birlikte bulabiliriz" dedi.. Bu beni gülümsetti. Bir süre beraber yürüdük, kilisenin önünde o sola, bense sağa döndüm. 

Arabayı park ettiğim noktaya geri döndüm, kontağı çalıştırdım ve "usul usul, sessiz ve inceden yağan şu kar, hakikaten muhteşem bir şey!" diye düşündüm..


Hamiş. Münih'e 30dk uzaklıkta Freising'e yakın "Weltwald" bölgesi, hakikaten bu işe meraklı bir oduncu tarafından "Dünya Ağaçları"na ayrılmış, tüm kıtaları yürüyerek gezebiliyor ve o kıtaya özgü ağaçları, flora ve faunayı öğrenebiliyorsunuz. Kışın gidecekseniz mutlaka kızak götürün, tırmanıp tırmanıp kayarak inmek çok keyifli oluyor.. 

9 Ocak 2021 Cumartesi

Süreya ile Cemâl

 "Bir içim su..." derlerdi onu görenler. Bursa şeftalisi gibi bir ten; pembe beyaz, açık kumral. Açık tene zıt koşan, zeytin gibi simsiyah, pırıl pırıl, kocaman gözler. Gözlerden de siyah hatta hayır, siyah değil de resmen derin deniz mavisi ama dalgasız, hattâ çarşaf kadar kıpırtısız, dümdüz bir denizin mavisi gibi, kalın telli, upuzun, boğum boğum saçlar. Sadece güzel değil, zekiydi de. Zaten zekâ olmasa, güzellik nereye kadar.. Upuzun boynunu düşünceli olduğu zamanlar hafifçe sağa kırardı. Dudakları hafifçe gerilir ama asla aşağı süzülmezdi kenarları.


Sevginin bir insandan diğerine, doğal aktığını öğrettin sen bana. Bir nehir gibi. "Keşke yalnız bunun için sevebilseydim seni.."

Çok güzel bir kadındı Süreya. Güzelliğinin farkında olmayan, kendisi dışında herşey ile ilgili, rengârenk bir kadındı.. Yalan dolan, dedikodu ve hattâ Şiir! bilmezdi. Olduğu kadar, olmadığı kader derdi; hiçbir zaman ağırlaşmazdı, hafif yaşardı. Akar giderdi Süreya.

Bizim normal iki insan gibi konuşabilme, dostça kaynaşabilme şansımız hiç olmadı.. İlk kelimenin ilk harfinde bile aşk vardı. Nehir gibi akan bir aşk. Bazen çağlayan, gürül gürül yağan kelimelerin vardı. Bazense sakin, yaprak kımıldamaz.. "Sevmek" derdin.. "ne uzun kelime!".



Kendine has bir edası vardı. Okurken, saçlarını tek eliyle alelade bir tavırla geriden kavrar, kulağının ardından boynunun bir yanına atardı mesela.. Farkında olmadan yapardı bunu. Göğüslerinin hemen altına dek uzanan, simsiyah, kapkaranlık, kıpırtılı bir kütle. Sanki boynunda kıvrılıp uyuyan kömür karası bir kedi varmış gibi.. "Masal dinlememiş çocuklar, büyüyünce kedi resmini bile cetvelle çizerler."

Hatırlar mısın, ne kadar soğuktu o kış.. Ellerimiz buz gibi ikimizin de, yine de sıkı sıkı kenetlenmiş, hiç ayrılmamasına. Upuzun yollar vardı önümüzde; insansız, sakin kentler. Bir durgun su derdin, yeterdi..

*

Ya Cemâl'e ne demeli?! İnce uzun. Servi ağaçları gibi biraz öne eğiktir onun başı da; düşünmekten.. Ne düşünür bu adam; aile geçindirmeyi mi, bitmeyen evrak işlerini mi, salondaki sobanın sıcağını mı o kara kışta? Yok! Adam şiir düşünür.. "Küçük bir çocuğun yokuş aşağı koşması gibi seni düşünmek; biraz heyecan, biraz da düşecekmiş korkusu.."

Seni düşündüğümde hep "yavaş!" derdi içimdeki ses. Koşma, düşersin.. Sakin, yavaş, aceleye getirme. En sevdiğin roman gibi, sonu hiç gelmesin ister gibi; oyalanarak, bazen geri dönüp aynı cümleyi bir defa daha okuyarak, hiç bitmesin diye umarak..


Süreya ile Cemâl; hiç bir araya gelemeyen, birbirini tanımadan, bilmeden upuzun yaşamlar geçiren iki sıradan insan sadece. Belki Süreya o kadar okumasa, oturduğu hasır koltuktan başını az kaldırıp, hemen önünde vapur bekleyen o adama bir defalık bakmış olsa.. Vapur bekleyen adam da martılara bakmak yerine, az ilerdeki çayhaneye girip bir çay alsa. Esse o gün rüzgar bir başka türlü.. İlk defa demli değil, açık içse o çayı.. Görecekler belki birbirlerini? Görmemeleri mümkün mü?

Açık çay içerdi hep
Demli olunca, bardağın diğer tarafından 
beni göremezmiş!
Öyle derdi..

Şairin ölüm yıldönümü bugün.. Anısına, oyunlu ufak bir (ya da içiçe 2?) ters-düz öykü.. 

6 Ocak 2021 Çarşamba

26 senede 215 ülke

40'lı yaşlarının sonuna doğru bir gün Günther Holtorf, hayatın "başka türlü bir şey" olduğunu fark eder. O güne kadar büyük bir görev aşkıyla çalıştığı işinden ayrılır, bir Mercedes Benz G-Class alır, bir kaç sene süresince aracın dışını ve içini modifiye eder, haritalar üzerinde çalışır ve 52 yaşına girdiği günlerde gazeteye bir ilan verir: "benimle dünya turuna çıkacak bir bayan arkadaş arıyorum".

O günlerde, yani 1989'da 34 yaşında olan Christine ise, Doğu Almanya'da tek başına yaşayan 10 yaşında bir oğlu olan sıradan bir kadın. Berlin Duvarı'nın düşüşünü takiben, bir gün ilk defa eline Die Zeit gazetesini alıyor ve gazeteyi açtığı gibi de bu ilanı görüyor. İçinden çok güçlü bir ses: "gitmelisin!" diyor. 

Hikâyeleri tam olarak böyle başlıyor. 

20 sene boyunca birlikte, Otto adını verdikleri araçlarıyla, tüm kıtalarda 200 civarı ülke görüyorlar. Dijital olmayan bir çağdan bahsediyorum; ne youtube ne instagram, sadece kendileri için çektikleri fotoğraflar ve kendileri için yaşadıkları deneyimler var. Günther zaten tipik bir Alman, her işi kendi görmeye koşullanmış, Christine ise Doğu Almanya'nın kısıtlanmışlığından kurtulmuş, asla dönmek istemiyor.. 

2010 senesinde hâlâ yollarda olan Christine, 5 senedir onu ele geçirmiş bulunan kanserden ölüyor, ölmeden iki hafta önce Günther ile evleniyorlar. Evlendikleri gün Günther'e ne olursa olsun yola devam etmesini söylüyor..

Christine'in o yıllarda 27 yaşında olan oğlu Martin, bir dönem Günther'le seyahat ediyor ama sonunda Günther Otto ile başbaşa kalıyor. 2015 senesinde artık yaşlılığı öne sürerek 78 yaşında Günther de eve dönüyor. Tam 215 ülke ve 26 sene sonra, Otto'yu Stuttgart'taki Mercedes Müzesi'ne bağışlıyor. Kendisi henüz hayatta ve 84 yaşında; Münih'e çok yakın bir göl kenarında yaşıyor, sessiz sakin içedönük ama keyifli bir adam.. Son röportajlarından birinde kameraya gülümseyerek: "Sanırım göreceğimi gördüm, artık eskiye oranla çok daha huzurluyum" diyor.

Bu hikâyeyi ben bir ay önce keşfettim. Ondan beri günler ve geceler boyunca bir çok benzer hikâye izledim / okudum ama bu kadar uzun sürenine rastlamadım. Beni büyüledi. Dahası, sanırım bana biraz da umut verdi çünkü yapılamayacak iş değil... ;) Daha geçen sene İsviçre'li kuzenlerden biri motorsikletle dünyayı dolanıp da gelmişken hem (tabii çocuksuzluk.....)

Şöyle bir şey düşündüm: 2025'te yani 4 sene içinde ben kendimi 4x4 sürüş konusunda geliştirebilirim. Mekanik öğrenebilirim. Tabii benim iki çocukla sığabileceğim araç türü ancak Earthcruiser EXP olabilir :)) Büyük düşünelim.

Harita bilgim ve güncel coğrafya merakım haliyle var, 4 senede daha da gelişir. E daha önceki sırt çantalı yaşam deneyimimden gelen bazı artılar da var. 4 sene hazırlanıp 1 sene diyorum, hayattan çalsam? Çocuklar 4 sene sonra 11 ve 8 yaşında olacaklar. O yaştaki çocuklarla gidilemeyecek ülke yok bence.. Valla gelen gelir, gelmeyen kaybeder :)))  

Video ekleme linkleri nedense hâlâ ve inatla açılmıyor, o nedenle ilgilenenler için linkleri şuraya bırakıyorum:

- https://youtu.be/-Ad3mbgqmCg

- https://www.youtube.com/watch?v=79iEK2DKqJU

- Fotoğraflar: (c) Günther Holthorf - Ottos Reise.

4 Ocak 2021 Pazartesi

Ölmekten iki harf fazla*

Kül kadar gri bir kedi kadar ağır bir kış akşamı kadar boğucu zamanlar.. Önümüzdeki üç ay, küllü kahve ve gri dışında fazla bir renk göremeyecek bu gözler. Dolayısıyla özlüyor. Denizin mavisini, mandalina ağaçlarının yeşilini, nergisin sarısını ve siklamenlerin kırmızı, pembe, capcanlı tonlarını. Ya da sadece insanların yüzündeki renkleri özlüyor, beton gibi soğuk bakışlar yerine, pırıl pırıl siyah gözleri, nadiren karşına çıktığı için umut veren mavi gözleri, daha sık gördüğün ama daha efkârlı bulduğun yeşil gözleri.. Genelde koyu renk saçları, kalın keman kaşların üstünde biraz tuhaf duran naif çakma sarışınlıkları. Tüm bu renk karmaşası içinde Türkiye'yi yani. Özlüyor. Bu sene her seneden biraz daha çok. Çünkü istesem bile gidememek var. Yasaklar özlemleri arttırıyor. 

Gidiversem şimdi, çat kapı sana, ben geldim desem. Misafir gibi hissetmesem, koltuğun ucuna rahatça ilişiversem. Işık ne güzel vurdu desen, çekiversen. İlk defa bir pozumu beğensem. Portrelerde ne kadar yeteneklisin desem, gülümseyiversem. Sonra kendime bile açamadığım şeyleri anlatsam bir solukta; özlemi, kısılmışlık hissini.. Seni bunalttığımı hiç düşünmeden. 

Kalkıp sahile insek. Bozayı aldığın market rafında leblebi ve tarçın da olsa. Türkün pazarlama zekâsı işte desek. Gülüşsek. O an güneş açıverse birden. Sapsarıya boyanmış bahçeli apartmanların üstünü bir kat da neşeye boyayıverse. Taburede oturan çingeneden iki para üç dua karşılığı bir buket nergisi alıp kucağına bırakıversem. 

Sen çay demlesen, fırından yeni çıkardığın pırasalı börekten ikram etsen, ben uyuyamam deyip, demini iyice açtırıp, çayı madara etsem. Bu seferlik bi'şey demesen.

Sohbet sohbeti açsa, gece kayan bir yıldız kadar hızlı geçse, bir an dalıversem. Uyandığımda şaşkınlıkla aaa sabah mı oldu.. desem; sense sakince, öyle bir kabulleniş ve kendini koyvermişlikle, fısıldar gibi maalesef deyiversen..

İki poğaça, bir simit, iki demli çay, içimdeki sen ve dışımdaki ben, yakaladığım ilk vapurla Beşiktaş'a geçiversem. Vapurda sana baksana, denize bir tek şu karşıdaki turist bir de ben bakıyorum, herkes kafasını telefonuna gömmüş, farkında değiller? desem. Sense köpüklere dalıp gitsen.

Bir vapur yanı, bir otobüs arkası, bir taksi kenarı kadar süre sonra, o çatallı yolun ortalarındaki nohut oda bakla sofa eve gelsem. Ner'de kaldın ya, midem yapıştı açlıktan diyerek karşılasan. Elimde çeyreği yenmiş simitle, ucundan hilal şeklinde ısırılmış poğaçadan kalanları uzatsam, otobüs geç kaldı ben n'apiim, açtım desem. Sütün dibi kalmış, kendime koydum kusura bakma, sütsüz nescafe? diyerek rövanşı alsan. Öyle gülsem ki, çocukluğumuzdaki gibi, karnıma ağrılar girse.

Yarım saatliğine diye geldiğim evden beş saatte çıkamasam. Sonra da koştura koştura son otobüse, son vapura ve son uçağa yetişsem.. Sohbete doyamasam. Simite.. peki, doysam.

Ufacık bir zaman çalmış olsam hayattan sırf kendim için. O da hızla geçip bitse.. Gün batarken uçuuuup, uzak ve gri ve sessiz ve sensiz ve yalnız ve puslu şehre geri dönsem. Boğazımda simidin susamı, midemde özlem.. 

* Özlemek, ölmekten sadece iki harf fazla be çocuk.. - Cemal Süreya.

1 Ocak 2021 Cuma

Mutlulukla başlayalım

Kararımı verdim. Bu sene ben "küçük şeyler" üzerinden mutlu olmaya çalışacağım sevgili dostlar. Hafif yaşayacağım, "ne olacak bu işin sonu?" diye diye, Nuri Bilge Ceylan gibi ovalarda dağlarda Bavyera'nın fotoğrafik mükemmelliklerinde dikilerek düşünüp durmayacağım. Seveceğim. Mutlu olacağım. Yaşadığımı iliklerime dek hissedeceğim. Bu kadar.

Bir kaplumbağa, düşmüş yollara..

İyi de, nasıl mutlu olunuyordu? Tam da geçen hafta sizler Ağaç Ev Sohbetleri'nde "mutluluk nedir?" diye sormuş, güzel güzel yazılar yazmışsınız. Herkes kendine göre mutluluğun resmini çizmiş ve hepsi de kendi özelinde doğru. Fakat kusura bakmazsanız, daha en baştan bir kavram karışıklığıyla yola çıkıldığından, işler karışmış. Vah dostlar, ah sevgili Romalılar: Mutluluk hali ile sevinç / neşe dediğimiz duygu karışmış! 

Psikoloji okuyanlar, psikolojik testlerle ve terapi süreçleriyle uğraşanlar iyi bilir. Duygu-durum ile genel ruh hali, farklıdır. Kısa süreli, beynimizin nörotransmitterleri, hormonlar ve kimyamızla ilişkili "salgılanan" duygular ile, bu duyguların uzun süreli, adeta alışkanlık ve tutuma çevrilmiş hâlleri farklıdır. Duygular misal sevinç, neşe, kızgınlık, öfke vs. iken; ruh halleri mutluluk, huzursuzluk, öfkenin kalıplaşıp nefrete dönüşmesi vs. gibi tutumlardır. State (durum) ve Trait (süreklilik) bu nedenle psikolojide çok farklı ele alınır. Sevinç ve neşe kısa süreli ve anlıkken, mutluluk uzun süreli ve kalıplaşmış, kişiliğe kazınmış kavramlardır denir (misal: mutluluk içten gelir / mutluluk öğrenilir).

Biri "pembe panjurlu ev" mi demişti? 
Aa karşı komşunun eviymiş!

Bloglarda okuduğum anlar, küçük şeyler, hisler; bunlar hep neşe hep sevinç... Bir dosta sarılmak, bir seyahate çıkmak, sevdiğimiz birinden aldığımız bir kart, ufak detaylar, hisler, bunlar hep neşe. Kısa süreli, duygu anları, beynimizin ani nörotransmitter salgıları bunlar. Mutluluk ise; tüm bunların birleşimi, bir karakter ağı gibi, insanın üstüne oturan, bir sis gibi dokunamadığın tanımlayamadığın 5 duyunla kavrayamadığın ama varlığından ya da daha doğrusu en çok da yokluğundan emin olduğun bir "hâl"dir. Neşe ve sevinç duyguyken, anlık ve kişiselken, mutluluğun soyut bir kavram olması ve bu nedenle de tam açıklanamaz olması çok normal değil midir?  

Diğer bloğumda "neler için yaşıyoruz?" diye sordum kendi kendime ve aldığım cevap: denge ve mutluluk idi. Dengeyi karşıt kavramların bir arada kullanılmasındaki tamamlanmışlık hissi diye tanımlarken, mutluluğu tanımlamam tam 20 yazı sürdü! Buyrun hepsini özetlediğim son yazıyı buraya iliştiriyorum

Bazen de yerde bulunan minicik eldivenlerdir, mutluluk..

Bana öyle geliyor ki, mutluluğu bulmak istiyorsak; mutluluğu değil de, neşeyi ve sevinci aramalıyız ve bulduklarımızı daha fazla, daha sık elde etmeye, bir "state" (durum)'dan bir trait (süreklilik)'e çevirmeye çalışmalıyız. Mutluluk işte bu: sevinç anlarının artması, süreklilik içermesi, daha hızlı ve kolayca elde edilmesi ve genel duygu durum içinde çoğunluğu kapsaması. Mutluluk: uzun süren ve bir kişilik yapıtaşına dönüşen neşe ve sevinç hali de denilebilir. 

2021'de benim de ilk hedefim bu. Beni neşelendiren, mutlu eden, sevindiren, umut veren o "küçük şeyler"i, hayatıma daha sık ve daha sürekli bir şekilde yaymak.. Buradan değil tabii söz verdiğim gibi diğer blogdan devam edeceğim bu alıştırmalarıma. Burası işte; deli kızın bohçası şeklinde oradan buradan, ortaya karışık. Ama zaten siz de beni böyle seviyorsunuz değil mi, evet evet ;)

Fotoğraflar: Son dönem yürüyüşlerimde beklenmedik şekilde karşıma çıkan "küçük şeyler".. Nedense hepsi bir neşe verdi bana, umarım size de.