16 Şubat 2025 Pazar

Seren'den Selin'e, Pazar sohbeti..

İsmim bir çok ülkede başıma bela oldu. Çünkü ilk hecedeki E ile, ikinci hecedeki E, aslında farklı okunan harfler. Biri ince, biri kalın E; ve ikisi bambaşka dil kasları ile, bambaşka nefes uzunluğuyla söyleniyor ama aynı yazılıyor. Bir de C harfinin yabancı dillerde genelde kullanılmayan bir harf oluşu, kullanıldığında da C olarak değil, S ya da J olarak okunuşu gerçeği var.. Sonra R de sorunlu çünkü Fransa ya da Almanya gibi ülkelerde R harfi rrrrr olarak değil ğğğ olarak okunuyor. Yani Türkçe'de yabancıları delirten "Kağıt" kelimesinin telaffuzu gibi, "Ceren" ismi de başa bela :))

Yıllardır bendeniz "Sirin", "Sereeeen" ya da "Serın", hatta "Sharon" olarak yaşıyorum. Evde bile eşimle kızım C'yi Ç, R'yi Ğ yapıyorlar, "Çeğen" gibi bir adım olacağına hiç olmasın dediğim için de eşim bana tanıştığımızdan beri "sweetie" der, kızım da anne tabii. Bir oğlum beceriyor rrrr'ları ve eee'leri ve ismimi tam gerektiği şekilde okuyor. O bile Türkçe'yi uzun zaman kullanmasın, gırtlak yapısı değiştiği için, rrrr yapamıyor! Türkiye'ye her gidişte bu rrrrrr meselesi dedesiyle aralarında bir oyun oluyor, oğlan rrrr yapmayı yeniden becerene dek, karşılıklı düdük gibi ötüp duruyorlar :))

İlk birkaç ülkede inat etmiştim "öğreticem ismimin doğru telaffuzunu!" diye, ama sonra baktım olmuyor, karşılıklı bir performans kaygısına evriliyor durum, "amaaağn.." dedim, boş verdim. Hatta artık çoğu zaman ben kendimi "sereeen" olarak tanıtıyorum :)) Bunu da mesela Yunanlı ya da Rus arkadaşlarımda da görüyorum. Yıllardır yakın dostum olan Lena ile Şorj, misal Eleni ile Yorgi'ler aslında, ya da oğlumun arkadaşı Ştefan, aslında Stepan :))) 

Bu beni eğlendiriyor aslında. İspanyol Horge'ler, İrlandalı Siobhan'lar, hepimizin isimleri ister istemez kültüre uyduruluyor ama asıl Çin'li arkadaşlar yandı; misal benim bir "Çunksia" var, adı: Sally :)))) Neden, bilmiyorum... Almanın biri demiş ki, ben sana Sally diyeceğim, sen tam bir Sally'sin.

Bu bağlamda, düşündüm. Ben yeniden ismimi seçebilsem ne olurdum. Selin ismini sevdim. Nedeni hem her dilde kolay telaffuz edilebilen, bilindik bir isim (Celine) hem de anlamı çok hoşuma gidiyor: yavaş, sakin, huzurlu bir akış anlamına geliyor Selin ismi. Doğa ile de uyumlu bir isim.. Evet evet, ben Selin olmak isterdim..

Bir de ismin insanın kişiliğini hatta dış görünüşünü bile etkilediğini düşünüyorum! Misal ben hiç çirkin Şebnem tanımadım, bizim nesilden eski bir isim ama vallahi Şebnemler aşırı fıstık oluyordu. Deniz'ler misal, hep böyle karışık, biraz iki uç arasında salınan ama yaratıcı insanlar oluyorlar. Bu durumda, ben de Ceylan yavrusu anlamına gelen ve hem zıp zıp, hem de aynı zamanda endişeli bir çağrışımı olan Ceren yerine, Selin olsaydım, çok daha sakin, huzurlu, yavaş bir insan olabilir miydim acaba? :)))

Sen peki? İnanır mısın bu "ismin kişiliğini belirler" argümanına? 

Fakat bir istisna var, maalesef eski, ağır isimler tam tersi bir etki veriyor diye bir gözlemim de var. Misal sonu din'le biten ya da peygamber isimleri genelde valla hep ya ateist ya da komünist çıktı, ya hakikaten çılgın kişilikler ama kesinlikle bir "ismin ağırlığı altında kalmış" hissi verdi bana.. :))) Böyle bir durum da gözlemledim yani, o isimlerden de çekinirim... 

Öyleyken böyle işte.... Pazar sohbeti kıvamında boş bir yazı oldu :))) Hastayız ailecek (eşim çok şiddetli bir erkek gribi geçiriyor, tabuttan 1 adım ötede garibim) biz diğerleri onun gerisinde kaldık yakınma ve ağlaşmalarda, hele ben evi bile temizledim üzerinize afiyet, sonra da boş boş yatarken canım sıkıldı n'apayım, artık böyle idare ediverin :))) Herkese iyi haftalar.

Fotolar: Alakasız. Geçen yazıdaki fotoları beğendiniz diye, renk olsun diye ekledim, Hindistan'da çektiklerim....

10 Şubat 2025 Pazartesi

Yaşat, sev, oku ve dinle.

Tevrat'ın ilk cümlesi "Yaşat" ile başlar, İncil'inki "Sev"dir, Kuran'ınki "Oku" ve Mesnevi de "Dinle!" der.. İnsanın tek tanrılı inanç sistemini oluşturan tüm dinler, bir bütündür ve aslında hepsinin hikayesi, küçük nüans farkları dışında, ortaktır.. Fakat bizler bunun ne kadarını anlıyor, uyguluyoruz, tartışılır.. Bizler düşünmek ve anlamak yerine, ezberden tekrar ediyouz çoğunlukla. Dolayısıyla, bir noktadan sonra, elbette: sustu, Tanrı.

Buddha'ın uyanışı ile Mevlana'nın uyanışı birbirine çok benziyor ve bakmasını bilen gözler, dinlemesini bilen kulaklar, sevebilen kalpler ve "yaşatma"ya yönelik bir hümanizmi içinde bulundurabilen her insan, eninde sonunda benzer bir uyanış evresine giriyor. Bu benim için 40'lı yaşlarımın başında başlayan ve her gün ayrı bir "küçük uyanışla" (bir nevi küçük kıyamet) devam eden, devam edecek olan, sonsuz bir süreç. Bulamayabilirim, ama arıyorum. 

Aslında 40 da değil, o son hatırladığım sarsıntı sadece. Eşim sık sık der: "ben seni tanıdığım günden beri böylesin sen, arıyorsun...". Eşimi 25 yaşımda tanıdım. Ama evet, muhakkak ondan öncesi de vardı bu arayışın. Mevlana'nın dediği gibi, aslında hepsi bir "ayrılık acısına" geliyor dayanıyor. Biliyorum.

Kudüs

Yaşat, sev, oku ve dinle demiştik.. Yaşatma ve hattâ iyileştirme, çocukluğumdan beri benimle olan bir huyum.. Dinlemeyi ise, psikoterapi eğitimimle kazandım. Fakat sevmek; benim için çok sonra geldi, belki ancak ikinci çocuğumdan sonra, gerçek anlamda.. 

Ben aslında en çok: Okudum. Çok okudum. Okuduklarım arasında da; özellikle Buddha ve Mevlana'nın öğretileri, kalbime en yakın duranlar oldu. 20'li yaşlarımda okuduğum tek tanrılı dinlerin tüm kitaplarında yazanları, sanki bu üç emre (yaşat, sev ve oku) uygun olarak yeniden algılamaya başladım. Bu benim kişisel yolum, elbet herkesinki farklı. Bu nedenle, zaman içinde, birlikte yürüdüğüm insanların, dostların, öğretmenlerin bazılarından ayrı düştü fikirlerim. Onlarla tartışmak ve kendi yoluma çekmeye çalışmak yerine, onların yürüdüğü yolda, yollarının açık olmasını diledim. Eninde sonunda hepimizin varacağı yer aynıdır çünkü, hangi yoldan gidersek gidelim.. Hayatımda kimseyi manipüle etmek istemediğim gibi, son yıllarda üzerimde asırlardır hakimiyet kurmuş olanları ya da kısa bir buluşmada beni manipüle etmeyi başarmış olanları da, fark edip, sakince yere koydum, kendi yolumda devam ettim. Ediyorum. Edeceğim.

Buralara yazmasam da artık, bunları sürekli kendi içimdeki kitaba yazıyorum..

Boston.

Bugün anlatmak istediğim, başka bir şey aslında.. Okumak üzerine yazmak istemiştim bugün. Ama içim daha doluymuş :) Konuya dönersek...

Son 2 aydır, şirazem kaydı. Geceleri çok sık uyanıyorum ve uyandığım zaman zihnim aşırı berrak olduğu için, saniyeler içinde üzerime çullanan düşünceler içinde kayboluyorum. Buna tek iyi gelen, sesli kitap dinlemek oluyor, çünkü kitabın dünyasına girdiğim anda, "ben" yitip gidiyor, rahatlıyorum, gevşiyorum, bazen yeniden uykuya bile dalabiliyorum. Ertesi gün "en son ne duymuştum" diye düşünüp, kitabı başa sarmak da bir tür "beyin jimnastiği" oluyor. Analistime söyleyince bunu ve "aynen devam et, iyi bir yöntem bulmuşsun" onayını da alınca, biraz abarttım sanırım. Uyandığım her an, hemen elim sesli kitaba gidiyor, bir beş dakika bile vermiyorum artık kendime düşünmek için. Otomatik olarak "nasılsa düşüneceğim ve iyice açılacak uykum, hiç başlamadan durdurayım" diyorum sanırım.... Ve İncil'de dendiği gibi, geceyarısından sonra hayırlı hiçbir şey olmaz. Atalarımızın dediği gibi; sabah ola hayrola. Düşünmek; günün en karanlık saatleri olan 03.00'ın değil, günün ağardığı ve herşeyin geceden daha olumlu gözüktüğü sabahların işidir..

İran'ın kuzeyinde bir yol molasından.

Fakat böyle böyle, bir de baktım, 1 Ocak'tan 10 Şubat 2025'e 7'si sesli kitap, toplam 28 kitap okumuşum. Bu hoşuma gitmedi; çünkü inancıma göre "çok okumak, hiç okumamış olmak" demek.... Ezberden yaşamak demek.. Fakat kendimi şöyle bir yoklayınca, defterler tutuyor, okuduklarımı farklı kelimelerle bu defterlere aktarıyor ve üzerinde düşünüyorum da.. Fırsat buldukça, benim gibi insanlarla tartışmaya çalışıyorum.. Bunlar son zamanlarda analistim, babam, yakın arkadaşım L. ve.... ve kendim. Kendimle çok tartışıyorum son zamanlarda. Tez, anti-tez, sentezler yapıyorum, bir yanından baktığıma bir de dönüp diğer yanından bakıyorum. Böyle böyle geldim vardım Tolstoy'a işte..... İtiraflarım..

Benim gibi Anlam Arayışı yüksek biriysen ve okumadıysan, tavsiye ederim. Çok tanıdık, Schopenhauer'ın idealizmi ile mut(lu/suz)luk felsefesinden Nietzsche'in hiçliğine, oradan Budizm'in farkındalık ilkesine, oradan Rûmi'nin birleştiriciliğine, çok fazla benzerlik bulacaksın. Ve sonunda "haşa, kendimi Tolstoy'a denk mi görüyorum" diye de kuşkulanacak, kibir küfrüne batmış olman riskiyle korkacaksın.. Ama ennnn sonunda, en "sentez"inde, seni kendine çıkartan okumalardan biri olacak, eminim. Bana böyle oldu çünkü...... 

Günün birinde "beni ben yapan kitaplar" adı altında yazarsam, aralarında olacak bir kitap..... 

Sao Paulo.

Buradan geldik şuraya: Günün Tortusu'nda bu haftanın masalı, ilk okuduğumda da hoşuma giden bir masal. Bu haftanın ödevi de "sızlanmayı bırak, sızlandığın işi neşeye çevir" aslında ve benim analize de sürekli getirdiğim ennnn temel meselelerimden biri. "Hayata neşe katmak"... Ya da hani derler ya koca puntolarla "her canlı ölümü tadacaktır" diye, işte ona karşı "ama sadece bazı canlılar yaşamı tatmayı başaracaktır" diyebilmek...... 

Yaşama rağmen, yaşamdan keyif alabilmek ve bunu da suçluluk duymadan yapabilmek.. Bir sanat da bu işte..

Yorumlarda tartışmayı sevdiğimiz için, oradan devam edelim, nedir senin "yapmak zorunda olduklarına neşe katmayı başarma" sırların? Nedir en mızmızlandığın anda, "dur" diyebilmeni sağlayan? Ve nedir, anda kalabilmeni, bir yapraktan Yaradan'a bağ kurabilmeni, yani ne olursa olsun çevrende neşeni, huzurunu koruyabilmeni sağlayan?

Benimki bazen burada yazdıklarımda, bazen heyecanla yazdığım bir mektupta, her gün yeni bir şeye tutku ve aşk ve merak duymakta, evlat kokusunda, özür dilediğim anlarda, pişmanlıklarımda, hatalarımdan almam gereken dersi aldığımı anladığım o "sihirli" anlarda ve nicelerinde.... Günün Tortusu dediğim "şey"lerde aslında.. Küçük "şey"lerin büyük anlamlarında. 

Dur bakalım bu yol nerelerden geçecek daha........

Fotoğraflar (c). Benim çektiklerim. Dünyanın dört bir yanından "durgun anlarımız".

30 Ocak 2025 Perşembe

Ocak Raporu

Yeni yıl gecesi başladı belirtiler. 2025'e Influenza B ile girdim ve hastalığımı tam bir "Errrrrkek Gribi" şeklinde geçirdim; yani yatak döşek, oflaya oflaya, inleye inleye yattım. Aslında 4. Günden sonra ateşim düştü, ağrılarım azaldı diye yine ayaklanırdım ayaklanmasına ama deli dürttü (ya da bu durumda akıllı, ki zaten deli nedir akıllı kimdir, tartışılır..) ve ilerleyen 4 nakahat gününde de "vay çok hastayıııım" numarasıyla yan gelip yattım, dizi izledim, hikaye dinledim, kitap okudum ve kendimi yıllardır yapmadığım şekilde naza çektim..

bendeniz :))

Aman ne güzelmiş dostlar.....! Hayatımda ilk defa "hastalık aslında güzel bi'şey de olabiliyormuş" dedim (kesin beyin hasarım var). Tabii sonra "kader"ya da "karma" bana bu lafımı aynen geri yalattı. Bu süreçte de şunu öğrendim: 1 anne tek başına 3 kişiye bakabilirken, 3 kişi birleşip bir anneye bakamıyor, heyhat! Allah tüm annelere güç versin, sabır versin, özellikle çocuğu 40+ olanlara iki ölçek fazla versin diyeyim ve susayım, anladınız siz. Bu kadar hastalık muhabbeti yeter..

Ocak ayının geri kalan 15 günü, hastalıktan çıkmış olmanın pompaladığı enerjiyle, hakikaten güzel geçti. Bir Banksy sergisine gittim çocuklarla. Banksy ya bir değil bikaç kişi ya da aşırı kilo vermiş ve ellerindeki kırışıklıklar yokolmuş, yahu iki farklı "sanatçı çalışıyor" videosu koyarsan yanyana, insan o ellerdeki "gençleşme"ye takılıyor işte! Kesin bu Banksy, yıllar önce Top Gear'daki "The Stig" gibi, birden fazla kişi, kesin! Sergiden birkaç eser:



Sonraaaa, bir kilisede, yerlere atılmış minderlerin üzerine uzanarak, Vivaldi'nin Dört Mevsim'i eşliğinde şahane bir ışık şovu izledim. Çok hoşuma gitti çünkü eserin klasik yorumundan sonra, modern yorumla iklim krizi, bilgi çağı ve bilginin yanlış ellere geçmesi sonrası post truth, atom çağı ve savaşlar ve kaçınılmaz olarak kaos çağı, dünyanın yavaş yavaş kendini yokedişi de ele alındı bu sözsüz, ışık ve müzik oyunları gösterisinde. Ve sonra büyük yokoluş, belki de tanrıya geri dönüş ve herşeyin en baştan, yeniden, bir büyük patlama ile tekrarlanması.. Tabii gösterinin bu bölümünde anlam biraz gizliydi, kendini herkese açık etmedi ;) Banksy gibi bu gösteriye de çocuklarla gittik. Onların algı düzeyi de çok hoşuma gidiyor aslında, onlar bizden apayrı gözlerle bakıyor, çok hoş yorumlarda bulunuyorlar.. Günün Tortusu'na birkaç video da ekledim, ilgini çekerse..

Sonra Le. ile buluştum bol bol. Le. şu an kanser tedavisi gören, benden 180 derece farklı, sakin mi sakin, olgun mu olgun bir karaktere sahip, Yunan güzeli bir arkadaşım. O kendini iyi hissettiği zaman, bir kahve içimlik buluşuyoruz ve birbirimize çok iyi geliyoruz.. Eğer benim gibi kıpır kıpır biriysen, böyle sakin insanlara çok ihtiyacın oluyor, yin ve yang gibi.. Onların da sana tabii, neşene, başına gelen tuhaf tuhaf olayları dinleyip gülmeye, balıklama daldığın türlü saçma hikayeyi dinlerken şaşırıp cesaretlenmeye.. İyi bir şey zıttınla birlikte olmak.. Olaylara tam tersinden bakabilmek.. Zıtlarımı benzerlerimden çok sevişim de bundan....

Başka neler yaptım.. Hmmm. Kendime çiçek aldım her hafta, bu birkaç senedir kış mevsiminde düzenli bir alışkanlığım oldu ve beni çok mutlu ediyor. Lale çıktı ama henüz pahalı. Güller ve fulyalar çok taze ve güzeller bu sıra..

 

Aslında tek derdim şu gri kış günlerini azıcık renklendirebilmek.. Dıştan ve içten ;))

Aaaa, evet! Asıl ne diyeceğim: Mektup arkadaşı arıyorum ben! Tüm bir yıl boyunca her ay sonu bir mektup yazmak için, bir mektup arkadaşı arıyorum.. Eskiden, sosyal medya çıkmadan önce, hep mektup arkadaşlarım olurdu ve düzenli yazardık birbirimize, bunu çok özlediğimi fark ettim. Bakalım bulabilecek miyim.. Bu fikri tetikleten de Engin Akyürek'in bir hikayesi oldu, aktörmüş tanımıyorum ben ama şans eseri önüme çıkan hikâyeleri çok sevimliydi, ilgilenirsen kitabın adı da "Sessizlik"..

Aslında bu sene sadece mektup arkadaşı edinmek değil, birkaç başka yeni şeyler de denemek istiyorum. Misal belki biraz müzik katmak hayatıma, biraz da sanat. Meselâ şu seramik takımları yapabilmek istiyorum.. Böyle eğri büğrü olsun ama ben yapmış, başarmış olayım istiyorum. Yapıp duvara asmak değil, soframda kullanmak istiyorum.. Fakat kurslar neden bu kadar pahalı yahu?! Evde kilden kendim yapsam, atölyelerin sadece fırınlarını kullansam? Ama kil mi döküm çamuru mu, daha onu bile bilmiyorum :/ 

Neyse yavaş yavaş.... Tüm hedefleri Ocak ayına yığıp, sonra tükenmek ve hepsinden vazgeçmek istemiyorum.. Yapmadığım şey değil, bilirsin :)) 

Son bir lakırdı edeceğim, çok uzattım ama çok komik bu. Belki de çok trajik. Sen karar ver. Demin bu yazıyı düzenlerken, veteriner telefon etti. Yeni tavşan aldınız mı? diye sordu. Malum tavşanlar grup hayvanı oldukları için tek bakılmıyor, depresyona giriyorlar. Hayvan haklarına da aykırı. Dedim merak etme, aldık, barınaktan evet, Frido-Lina ikilisi salonumun orta yerinde gayet memnunlar hayatlarından. Fakat bu Almanlarda da böyle hayvanlara aşırı bir ilgi, hümanizm içermeyen tuhaf bir hayvanseverlik var ya.. İnsan ister istemez düşünüyor, biri de çıkıp keşke "hanfendi siz bu memlekette teksiniz, yıllar geçiyor, kafanıza uygun bir dost edinebildiniz mi?" diye beni de bir merak etseydi zamanında... Peeeh. 

Tessiciğimi özlüyorum.. Şu yanaklara, tepedeki dik saçlara bak..
Allah bazı canlıları özene bezene yaratmış..
Yeni tavşancık çok sakin (ve sıkıcı, öhöm) biri ama bu belki de iyidir, 
fazla bağlanmam belki bu sefer (hı hı ivet, yersen).

Haydi o zaman, benden bu kadar. Güle güle Ocak. Hoş gel Şubat..

3 Ocak 2025 Cuma

Erdal

Bugün ailecek kayağa gittik. Oldukça keyifli bir gün geçirdik. Burada coğrafya nedeniyle çoğu insan kayak yapar, çocuklarımız 3 yaşında başlarlar kayağa. Bu sıradan bir durumdur; pahalı kıyafetlerle, ekipmanla falan sağa sola hava basılan bir zengin sporu değildir kayak.. Olması gerektiği gibi, orta direk herhangi bir ailenin karşılayabileceği masraflara malolur, insanlar da gerçekten "eğlenmek" ve "tertemiz dağ havasında vücutlarını çalıştırmak" için yaparlar bu sporu. Diğer sporlar gibi.

Bizim ülkede kayak maalesef; hali vakti yerinde insanların yaptığı bir spor dalı diye düşünülür genellikle ve bu da (yine maalesef) genelde doğru bir düşüncedir. Özellikle benim çocukluk ve gençliğimde, yani 90'larda kayak, Bursa'da bile herkesin harcı olmayan, oldukça masraflı bir spor dalıydı.. Amaç genelde spor yapmak değil, kayak yapıyor olmak haliyle sağa sola hava atmaktı. Kayak yapanların çoğu ancak karsapanı kayar, günün çoğunu Uludağ tepesindeki açık hava barlarında sıcak şarap içerek, sucuk cızlatarak falan geçirirdi. Birkaç otel vardı, aileler orada laklak yapar, çocuklar birkaç saat özel ders alır, bunun adı da "spor yaptık" olurdu. 

Sonra bir de benim gibi daha şanslı olanlar vardı. Ailem devlet memuru, okumuş yazmış insanlardı. Kendileri kayak yapmasalar da, beni küçük yaşımdan itibaren devlet bünyesindeki DSİ kamplarına yolladılar ve gerçekten bir sporcu ahlakıyla disiplinli ortamlarda, ileri düzeyde kayak öğrenmemi, ekiplere girmemi sağladılar. Bugün bu tür kamplar var mıdır, emin değilim. Devlet bünyesindeki kamplara çocuğumu yatılı göndermek ister miyim, ondan hiç emin değilim.. 

Fakat 90'ların DSİ yatılı kayak kampları, anlatsam roman olur denecek türde, değişik bir ortamdı. Ara tatilde ve bazı haftasonları bir araya gelir, takımca müsabakalara yönelik çalışırdık. Bu kamplarda genelde üst orta düzey aile çocukları olurdu ve özellikle küçük yaş kampları çok programlı, kontrollü ve sıkıydı. Antrenörler aşırı başarı odaklı, milli takıma sporcu yetiştirme amaçlı çalışırlardı. Uzun saatler boyu bize kök söktürür, kendi sakalları buz tutana, bizim de parmaklarımız donana dek çalıştırırlardı. Yaşımız büyüdükçe ve ergenliğe de girince, bir tür "ekip ruhu" kazanmış ve tabii sistemi lastik gibi esnetmenin, artık yıllardır tanıdığımız hocaların "yumuşak noktalarını" bulmanın ustası olmuştuk. Sistem bir kez esnedi mi don lastiği misali, bilirsin işte.... :) Tüm gün kayaktan sonra, gece hepbirlikte dışarı çıkar, aramızda kimse 18+ olmasa bile “yaşasın 90’lar” karaciğeri haşat edecek ölçüde alkol alır, otlar, sigaralar elden ele dolaşır sonra da tertemiz dağ havası ve ergenlik ateşiyle, sabaha karşı girdiğimiz yataklardan sabahın köründe uykumuzu almış vaziyette kalkar, idmana giderdik. Gün boyu kayak, gece alemler... Sözümona, böyle yetişiyor milli sporcular.. Antrenörlere de kızma, onlar ne yapsın, çoğumuzun babası nüfuzlu.. 

Biz böyleyken, bir de yurdumuzun çeşitli dağlık yörelerinden gelen, sporcu çocuklar olurdu aramızda. Genelde fakir ailelerden gelen fakat sporda yetenekli bulunup devlet bursuyla özel yetiştirilen bu ufacık çocuklar, her kış müsabakalarda biz Bursa ve İstanbullu "zengin bebelerini" ezer geçerlerdi. Buna hiç yerinmedim, aksine gizliden gizliye hep onlar kazansın istedim ve onlar kazandıkça hep mutlu oldum, çünkü onlar bu motivasyonu bizimkilerden daha iyi kullanıyor ve çok daha güzel bir şeylere dönüştürüyordu.. Biz senede bir yapılan milli müsabakaların dışında, aramızda Vakkorama yarışları falan düzenliyor, körler sağırlar birbirini ağırlar, herkese birer madalya, geçinip gidiyorduk zaten... Fakat bu çocuklar bazen ülkemizi yurtdışı müsabakalarda temsil ediyordu ve onlar için bu çok büyük bir deneyim ve ileriki hayatları için de çok önemli bir yatırımdı elbette. 

Bu çocuklardan birini asla unutamıyorum: Erdal.

Erdal Erzurum'luydu ve o kış ekibiyle birlikte DSİ'de benim de içinde bulunduğum kayak takımının kampına denk gelmişlerdi. Sabah takımlar birbirinden ayrı olduğu için, kahvaltıdan akşam yemeğine dek görmezdik onları. Benzer saatlerde benzer pistlerde olurduk ama dikkat bile etmezdik, antrenörler bize bir tek pistte laf geçirebilirlerdi ve çok sıkıydılar. Gece ne kadar Frankeştayn da olsak, gündüz pistte insan gibi davranmamız gerekiyordu ve davrandırtırlardı. Ne babanın nüfuzu derlerdi, ne kara gözün kaşın, sporcuydun pistte, küfür de yerdin beceremeyince, hatta hocanın dediğinden çıkarsan kayak butonu kıçına bacağına nerene denk gelirse.. Tam bir "eti senin kemiği benim" durumları.. Hatta bazı hocaların kendilerine göre ceza türleri olurdu; bir önceki gece ot kokusu aldılarsa, ertesi gün hiçbirimizin kaymak istemediği dik ve buz gibi rüzgarlı pistlere çıkartırlardı. Sözsüz bir cezaydı bu, veren de alan da nedenini bilirdi. Sorgulanmazdı. 

Erdal ve ekibi bizden uzak dururdu durmasına ama bir gece iş değişti. Ne oldu bilmiyorum Erdal bizle çıktı, gruptaki zengin p.çi oğlanlardan birinin oyununa gelip (ve tabii ısmarlama alkole hangi 15 yaş çocuğu hayır diyebilir) oldukça fazla içti, alışkın olmadığı için kendini kaybetti, gece kampa girerken antrenörlerden birine yakalandı ve ertesi sabah erkenden tasını tarağını toplayıp kamptan atıldı. Erzurum'a nasıl döndürüldü ne yaptı bilmiyorum ama kayakta milli olma hayali o gün orada bitti o çocuk için. Ve bizim ekip bunu hiç umursamadı bile.. Kendi suçu, biz zorla mı içirdik, içemeyecekse gelmeseydi dediler, geçtiler.

Belki onun da suçu vardı doğru. Bence ona onca birayı ısmarlayan babadan yana kodaman çocuğun daha büyük suçu vardı. Ama en büyük suç bence toplumun sosyo-ekonomik anlamda bu denli birbirinden uçurumlu olduğu bu aşağılık, pis sistemdeydi. O yaşımda bunu bir ben mi gördüm, onca antrenör, onca yetişkin bunu neden görmedi, gördüyse sesini çıkartmadı bilmiyorum ve buna bugün bile öfke duyuyorum. O ekiple birkaç sene daha gittim geldim o kamplara, iş daha da çığrından çıktı ve sonunda bir antrenör hepimizi çok geçerli bir mazeretle kovdu ve bence çok ama çok iyi etti.. Kayak "kariyeri" sona eren bizim zengin çocuklar buna omuz silkip geçtiler. Hiçbirimiz doğrudan etkilenmedik. Yeni bir ekip kuruldu, yeni milliler seçildi, her şey olduğu gibi devam etti. O çocuklar arasında bugün Türkiye'nin büyük firmalarının CEO'ları, üst düzey yöneticileri, iyi bir müzisyen, birkaç oyuncu falan var, hepsinin tuzu gördüğüm kadarıyla gayet kuru. İki üç tanesi dışında hiçbiriyle görüşmedim, görüşmüyorum, görüşmem...

Peki Erdal ne oldu? Bilmiyorum...... Bilmeye korktum yıllarca. Olan bitende benim direkt suçum olmasa da (o gece şans eseri o ekip içinde yer almamış, otelde kalmış ve Erdal'la çıkıp içmemiş de olsam) yine de üzerimde bir suçluluk duygusu kaldı nedense, adaletsizlik hissettiğim için, öyle insanlarla birlikte bir "ekip" olarak anıldığım için..  O nedenle, bir kaç sene sonra ekip olarak "kovulduğumuzda" içten içe bir "oh" çektim, "oh" dedim, "adalet yerini buldu......"

Erdal'ın soyadını öğrenmeye bile tenezzül etmediğim için, onu bulma şansım yok. Belki bir yerde başarılı, mutludur. Belki de değildir. Belki antrenör haklıdır, eğer sporcu olmak istiyorsa her yönüyle dikkatli olacaktı, sağa sola kanmayacaktı, bu tamamen kendi hatasıydı... Bunu defalarca duyduğum halde nedense kabul edemiyorum. 15 yaşında bir çocuk için sınırlar bu kadar sert olmamalıydı bence...

30 sene öncede kalan olaylar. Umarım Erdal için bu olanlar daha "hayırlı" bir şeylere vesile olmuştur, mutludur, başarılıdır.... Umut ediyorum.. Pandora'nın Kutusu bir defa açıldıysa, elimizde bir tek bu "umut" kalıyor işte....

Bugün çocuklarımla ve eşimle neşe içinde kayarken, aklıma geldi ve umarım o da çocuklarıyla böyle neşe içinde kayıyordur diye düşündüm.. Umarım.