18 Haziran 2025 Çarşamba
İkide bir - 12
16 Haziran 2025 Pazartesi
İkide bir - 11
Bugün ağır konulara girmeyeceğim söz :)
Dört gündür bir çok insanla uyum içinde yaşadığımız cennet, dün akşam saatlerinde bir tanecik kaba saba adamın aramıza katılmasıyla cehenneme döndü. Dünyada sadece kendisinin yaşadığına inanan, çirkin, hantal bir adam. Bir “silverback gorili” eşimin değimiyle :))
Uzak durmak ve önemsememek istiyorum ama keçinin sevmediği ot, her an burnunun dibinde işte…. Böyle tiplerden mental olarak nasıl uzak tutabiliyorsun kendini? Müzik dinliyorum, kitap okuyorum, Azeri Türkçesini anlamamazlığa geliyorum, sataşmalara cevap vermiyorum ama her anlamda adam tam karşıtım ve sürekli tam karşımda! Ay daraldım, insan içine çıkmaya çıkmaya unutmuşum, gözünü seveyim söyle, nasıl kurtuluyorsun bu adam ve kadınlardan, imdaaat!
*
Foto. Çocukken ailemle Antalya’ya sık gelirdik ve hemen bir çocuklar çetesi kurar, karşı çeteyle bitmek bilmeyen bir savaşa girişirdik. Bu Mazı bitkisinin topları en güçlü cephanemizdi. Yemin ediyorum toplayıp bir yere gizlenesim, pasif agresif öfkemi adamın devasa göbeğine doğru ata ata gideresim var :)))
14 Haziran 2025 Cumartesi
İkide bir - 10
Mevlana’nın “Küfrün kebrinden haberin yok, imanın hakikatlerini nereden bileceksin” sözü, çok derindir; insanlara imanları ya da gerçek iman hakkında ders vermeden önce, düşün isterim..
Bazen insanların birbirlerine ders ya da nasihat vermede fazla özgüvenli ve çenebaz olduklarını düşünüyorum. Bir konuda böyle güvenle konuşabilmek için; ya o dersin içinden geçmiş olmak (ki buna “damdan düşmek” de diyebiliriz) gerekir ya da karşıtını yaşamış, yani küfrün de sonuna dek gitmiş olmak gerekir ki içindeki zehir boşalıp, yerine gerçek olan akmaya başlasın.
Sorgulamadan, küfretmeden, aksini görmeden, sentezlemeden; imanın da, yaşanan herhangi bir deneyimin de gerçek anlamı nasıl kavranabilir ki..?
“Ve melekler şunu da fark ettiler, Tanrı, sözünü inkâr eden bu kadını, kendisine kayıtsız şartsız iman eden diğer kullarından daha çok seviyordu.” - Rahel Tanrı’yla Hesaplaşıyor, Stefan Zweig.
12 Haziran 2025 Perşembe
İkide bir - 9
11 Haziran 2025 Çarşamba
İkide bir - 8
Dün tuhaf bir gündü. Allah sevdiği kuluna önce eşeğini kaybettirir, sonra buldurup sevindirirmiş hikayesi.
Biraz etkilendim, o nedenle yazamadım. Ama bugün şu konuyu tartışmak istiyorum: ne için yaşadığını ömrünün sonunda mı idrak edeceksin sence, yoksa yaşarken tam bir farkındalıkla mı yaşıyorsun? Yani başarabiliyor musun şu Ricky Gervais’in ünlü önergesini aklını kaçırmadan çözebilmeyi: “Milyarlarca milyarlarca yıl yoksun. Sonra taş çatlasa 90 yıl, ki bulan çok az, varsın. Sonra yine milyarlarca milyarlarca yıl yoksun.”
O 90 senede ne yapıyorsun peki? Endişelerle kuruntularla mı geçiriyorsun bu kısacık hediyeyi, kavgalarla, küskünlükler alınganlıklarla, kafayı o şunu dediydi, bu bunu yaptıydılarla, hay şunu yapamadım izin vermedi hayat’larla.. Yoksa biraz çevrene dikkat ederek, insanları biraz anlamaya çalışarak, iyi taraf’ta kalmaya çalışarak mı (kime sorsan bunu diyecektir kesin, ama o zaman dünya neden bu noktada?)
Onu bunu geç de, sadede gel: Artık çoğunuz yarı yolu geçtik; sence bu noktada hakkını verebildin mi geçen zamanın?
Şimdi küt diye gitsen, neler eksik kaldı sence? Ya da nedir sana “yok az daha yaşamam lazım, şunu şunu yapmam lazım” dedirten?
Sen düşün ya da yaz, ben de birde ikiye yazayım haydi..
Bunlara eğilmiş bakarken pırrrt diye minicik bir farecik çıktı içlerinden, panikle bacaklarımın arasında iki tur atıp, karşı istikamete doğru koştu gitti. Bunlar olurken hiç kıpırdamadan kalmayı başardım çok keyifli bir andı. Belki tanrı için de bizim “telaşemiz” tam olarak böyle bir şeydir :)
8 Haziran 2025 Pazar
İkide bir - 7
Tanrının varlığına inanıyor musun?
Cevap ver diye sormadım. İçinden düşün diye sordum..
Cevabın büyük ihtimalle bir yaratıcı güce inanıyorum ama bu inancın dinlerle alakası yok gibi bir şeydir, son dönemlerde herkesin bu şekilde bir inancı var sanki, Deizm mi deniyor.. Dinde son trendler..
Bense bunun diğer kutbundayım; Tanrıya kesin inanıyorum ve varlığını hissediyorum ama ben bir de buna ek olarak, tüm dinlere birden inanıyorum, hepsi birbirini tamamlar niyetlikte gibi geliyor bana. Hiçbirini birbirinden ayıramam, hepsinin içinde insana insan olma yolunda, doğru işaretleri gösteren sözler kadar, insanı adeta çıkmaz yollara sokmak için, sonradan eklenmiş olduğu aşikar saçmalıklar da var.
Hayat çünkü böyle bir şey; hem içimizde bir bilge, bir aziz yatıyor - bu kendi içimizdeki Tanrı da olabilir pekâlâ - Hem de aklımız saçma sapan adetlerle, kültürel dayatmalarla, toplulukçu beklentilerle tıka basa dolu. İkisinin arasında gidip gelip, Tanrı'yı bu duruma sessiz kalmakla suçluyor oluşumuz da cabası...
Tanrı bize hâlâ inanıyor mu acaba?
6 Haziran 2025 Cuma
İkide bir - 6
Ne acaip şey. 6.6'ya denk gelen 6. yazı :))
Bugünkü konum; okumak ve tabii yarınki de okumamak.
Nitelik nicelik konusunda, nitelik tarafındayım. Çok okuduğum dönemlerin ardından, bir uyku dönemi, sindirme dönemi ihtiyacım oluyor.Bunu yapmayan dümdüz sürekli çok okuyabilenleri anlayamıyorum, nasıl sindiriyorsunuz onca kitabı?! Okuduklarımı eskiden hop diye bünyeme katabilirken, yaşla birlikte, bir deftere not alma ihtiyacım arttı. Çok genç yaşımda okuduğum ve bende iz bırakan kitapları bile, doğru hatırlayamadığımı farkedeli beri, biraz da umutsuzlukla, en baştan okumaya başladım. Zaten bazı kitaplar 20'lerde, 45-50 arası ve 65 sonrası bence üç defa okunmalı, her dönemde bambaşka bir rengi olan kitaplar bunlar..
Klasikler mesela, mutlaka uzun versiyonundan, orijinalinden okunmalı çünkü kısaltma metinler arasında şimdiye dek kuşa dönüp tamamen apayrı ve tatsız bir hal almış olmayanına rastlamadım. Asla kısaltılmış metin okunmamalı... Felsefe keza, özet kitaplar belki birinci okuma için uygun olsa da, metni anlamak istiyorsan, kesinlikle yanlış seçim... Çeviride isim bırakan çevirmenleri, yayınevlerini takip etmek gerekli çünkü İlber Ortaylı'nın da çok güzel dediği gibi, İngilizceyi Fransızcayı çok güzel konuşan ama ana dili Türkçeyi konuşamayan insanlara kaldı çeviriler son yıllarda...... Tabii mümkünse orijinal dilinden okunmalı.. Meli malılarla devam etmeyeceğim, sonuçta herkese göre değişir.. Ama fikrim bu benim.
Bilimkurgu çok okuyamıyorum, hep aynı konular tekrarlanıyor gibi geliyor bana. Keza romans da aynı. Kişisel gelişim bin kitapta ancak 1 tanesi diyeceğim düzeyde kötü..
Açıkcası, sevdiğim yazarların tümü artık ölü :/ Güncel edebiyatta ise "edebiyat" kelimesini yerle bir etmeyen yazarlara bakıyorum. Çünkü her kitap edebiyat değildir, kimi sadece kağıt ticareti.. Öyle yazarlar var ki, yazmasa, iyi bir okuyucu olarak kalsa keşke diyor insan.... Aynen müzik gibi, herkes kendisinin müzik zevkinin en iyi olduğunu düşünür derler, bazı yazarlar için de maalesef geçerli bu.
Elbette çağdaş edebiyatta sevdiklerim hatta "çok yeniler" arasında "vay be" diye şapka çıkarttıklarım var. Ama dediğim gibi, asıl alanım klasikler, yüksek oranda felsefe içeren varoluşçu yazarlar. Ağır abi ve ablalar :) Kitap bittikten sonra, sende bir şeyi değiştirmiş olması gerek.. Bir şeyleri düşündürmüş, seni rahatsız etmiş, huzurunu bozmuş olması gerek... Yine elbette, bence.. :))
Şiir hiç okuyamam, deniyorum ama şiir kitabı bir köşede durup ayda bir açılıp bir şiir okunacak türde kitaplar gibi geliyor bana, oturup üstüste 3-4 şiir nasıl okunur bilemiyorum :)) Anılara, biyografilere araştırmacı yazarlarınkiyse çok keyifle yaklaşıyorum. Öyküler, evet.. Zor bir alan. Biraz şiirdeki sorun yaşanıyor gibi gibi..
Ve her çağımda döne döne okuduğum, bence psikolojinin de asıl babalarından biri olan yazar: Dostoyevski. Onun kadar çevrede olan bitene kör, iç dünyada olan bitene ise tanrısal düzeyde vakıf bir başka yazar da tanımadım sanırım. Bayrağı belki Zweig almış olabilir kısa süre için. Fakat sonrasında... sanırım bayrak kayboldu.. Modası geçti diyorlar... Varoluşçuluğun modası asla geçmedi çünkü günümüzde hayat o kadar anlamını yitiriyor ki, eninde sonunda YZ'ya herşeyi kaptırdıktan sonra, elimize geçen aşırı bol ama çok boş vakitte ne yapacağımıza karar veremezken, gelip ÇÖÖÖT diye kafamıza vuracak... Eninde sonunda olacak bu.. Bu hızla gidersek, inanıyorum çok az kaldı.
Tatil kitapları.. Hafif eserler.. Çıtırlar... Bana göre değil. Dedim ya, hayat bunlara zaman harcaman için çok kısa... Ama sanırım bu hayata nasıl baktığınla da ilişkili biraz. Ben sanırım hayatı bir proje olarak görenlerdenim, bir "mümkün olduğunca iyi vakit geçirme yeri" olarak değil.. ;)
Ben böyleyim.... Sen peki?
4 Haziran 2025 Çarşamba
İkide bir - 5
2 Haziran 2025 Pazartesi
İkide bir - 4
31 Mayıs 2025 Cumartesi
İkide bir - 3
Bugünkü konu: anne olmak.
Sabah Milie'yi köpek kuaförüne götürdüm. Yıkandı, kurutuldu, tüyleri kesildi ve tüm bunlar, hayatında ilk defa yapıldığı ve zavallıyı sinir krizinin eşiğine getirdiği için, iki saatten uzun sürdü.
Kuaför, ayın 2 haftasonu Almanya'ya gelip köpekleri traş eden, diğer zamanlar ise 15 ve 13 yaşındaki iki çocuğu, eşi ve iki av köpeği ile Varşova'da yaşayan bir Leh. Bir yandan Milie'yi düzene sokmaya çalışırken, diğer yandan da telefonun diğer ucundaki idrar yolları enfeksiyonu geçirmekte olan 15 yaşındaki oğlunu, dedesiyle birlikte hastaneye gitmeye ikna etmeye çalışıyordu. Kadıncağızın stresi hepimize bulaştı aslında ve bana kalsa çocuğuna koşması, bizi de başka bir zaman çağırması daha uygun olurdu fakat "başladık bir defa" dedi ve devam etti...
Bir ara makası yere düşürdü, ucu kırılınca da okkalı bir küfür savurup "en sevdiğim makasımdı.." diye ağlamaklı oldu.
O zaman işe el atmak zorunda hissettim ve kadına "Dur" dedim. "Dur, gel biraz ara verelim, olmadı yarım kalır, sonuçta köpek ne olacak yani.. Bir kahve yap bize haydi...."
Kadın anlamsızca yüzüme baktı bir süre. Sonra bıraktı makası falan, söz dinleyen ufak bir çocuk gibi, gitti kettle'da su ısıtmaya başladı.. İki bardakla geri döndüğünde "Almanların bir lafı var ya" dedi, "küçük çocuk küçük dert, büyük çocuk büyük dert...." Gülümseştik ve başladı ağlamaya..... "Almanya" dedi, "zor.. Oğlum iki sene önce okulda öyle büyük zorbalığa maruz kaldı ki, ya beni bu sene Polonya'ya geri götürürsün ya da 18 yaşıma gelince ben kendim kaçar Polonya'ya dönerim, dedi. Ben de düşündüm taşındım, döndük onun için.. Sanıyor ki Polonya çok kolay olacak, orada da mutsuz. Tüm gün bilgisayar karşısında, ne desem o daha iyisini biliyor, bağırmadan bir çift söz edemiyoruz.. Bazen......" dedi sustu.
"Bazen.." dedim ve devam ettim: "Keşke hiç anne olmasaydım diyorsun, bazen herşeyi bırakıp kaçıp gitmek istiyorsun."
Yüzüme baktı gözyaşları içinde... "Evet" dedi sessizce. "Evet.... Tam olarak bu ve kimse konuşmuyor, herkes sanki en harika çocuklara sahip, en terbiyeli, en çalışkan, en sosyal, en sporda başarılı.... Bir benimkiler böyle sanki..... Kimse gerçeği konuşmuyor... Herkes çocuğunu övmek peşinde."
Biraz durduk, yerdeki tüy yumaklarına baktık, kahvelerimizi içtik.
"Boşver" dedim.... "Herkes rol yapıyor dışarıya karşı.... Aldırma."
29 Mayıs 2025 Perşembe
İkide bir - 2
Dün, uzun süren yağışlı bir dönemin ardından açan güneşle, sabahın erkeninde, Milie ile dışarıya fırladık. Fırladık kelimesinin anlamını tam olarak yerine getirircesine, resmen neşe içinde hoplayarak, birbirimize gülerek, şakalaşarak sokağa çıktık. Çıktık ki ne göreyim, karşıdan "O" geliyor... O kim, dersen.. Büyük harfle yazdığım bu üçüncü tekil şahıs, benim "yeni idol"üm.
55 civarı bir kadın, belki de 45tir bilmiyorum, çocuksuz kadınların yaşını pek anlayamıyorum ben. Onlar biz çocuklulardan daha farklı yaşlanıyorlar sanırım :) Daha böyle yavaş yavaş, şaraplaşarak.. Neyse, 45-55 yaş arası, kemikli fakat atletik bir vücuda, hafif yanık bir tene, elâ gözlere ve çok güzel gri uzun saçlara sahip, kolunda ufak bir dövmesi olan, çeşitli doğal taşlardan kolyeler ve bileziklerle donanmış, hafif alternatif tarzlı bir kadın bu.. Üç küçük köpeği var. Bir Jack Russell, bir Mini Aussie, bir de henüz yavru olan sarışın bir Labrador. Kadın genelde iki yetişkin köpekle yürüyor, bazen yanında partneri olduğunu düşündüğüm bir erkek ve yavru Labrador da oluyor.
Tanışalı 3-4 hafta oldu. Kadını daha taaaa karşıdan gördüğümde, üzerinde bir sakinlik bulutu olduğu fikrine kapılıyorum ve bu bulut yaklaşıyor, yaklaşıyor, tam yanıma geldiğinde sanki beni de içine alıp tuhaf bir sakinlik, zenlik, huzur aurasına katıyor.. İşte buna hayranım......!
*
Beni tanırsan bilirsin; benim enerjim yüksektir, canlıdır, hatta bazen ateş gibidir. Bu diğer insanlara çekici gelir, benden beslenir, genelde yanımdan enerji ve neşeyle ayrılırlar. Bende de bir eksilme olmaz. Fakat kendim gibi yüksek enerjili birine denk geldiğimde, koşarak kaçasım gelir çünkü inanılmaz yorulurum bu insanların yanında. Resmen enerjim çekilir, posam kalır.. Böyle birlikteliklerden sonra, genelde geceleri uyuyamam.. Böyle birliktelikler benim üzerimde 3-4 koyu kahve etkisi yaratır..
Bu nedenle içten içe, yıllardır, çocukluğumdan beri, aradığım, beni çekenler hep "sakin insanlar"dır. Ben onlardan beslenirim, derinleşirim. Gizli gizli hep böyle bir insan olmaya özenirim. Sakin, duru, yavaş, zen.
Bazı zamanlarda, böyle bir insana dönüşmeyi başarıyorum: mesleğimde, anneliğimde ve bana kalbini açan birinin yanındayken. O zaman duruyorum, yavaşlıyorum, dinliyorum. Bir de deniz, nehir gibi akan bir suyun kenarında bambaşka bir insana dönüşüyorum. Suya bakmak, suyun içinde olmak, hiç yapamazsam ellerimi suya daldırmak, beni bambaşka bir insana dönüştürüyor: sakin, huzurlu, sakit.
Bence hayatımın en temel ikilemi bu: sakin, zen, huzurlu, olgun biri olmak mı yoksa canlı, enerjisi yüksek, etrafı da yükselten biri olmak mı..?
Sen hangisisin, bundan memnun musun? Değilsen hangisi olmak istersin?
Hamiş. Ben 2. yazıdan başladım, 1'e geç kaldım, affola ;) Dedim ya, şu hayatta zamanlamayı bir türlü tutturamıyorum :)
27 Mayıs 2025 Salı
Mayıs Raporu
Bu yazıyı dört defa yazdım, beğenmeyip sildim. Bu beşincisi!
Nedense Mayıs'ı bağlayamıyorum; hani quilt battaniyeler vardır ya, her bir parçası bağımsız ve farklıdır ama arada bir bağlantı örgüsü vardır, sonuçta ortaya düzenli bir bütün çıkar.. Tüm ay kafayı bu metafora taktım. Çünkü bu ay hislerim ve düşüncelerim çok dağınık, uçuşkan, birbirinden bağımsız. Fakat ara örgüsünü beceremiyorum, bir türlü bağlayıp anlamlı bir bütün çıkartamıyorum yaşamıma dair..
Hayalim bu:
Gerçekler bu:
Ben de vazgeçtim. Dedim ki, bağlamaya uğraşma. Demek ki bu ay da böyle.. Okurken yorabilir, üzgünüm ama bu ay olan bitenleri kafama estiği gibi, madde madde yazacağım:
1). Bel tutulması ve sonrasında yaşanan "spor devrimi".
Belim iyileşince, güneşi selamlama rutinime geri döndüm ve bir sürprizle karşılaştım: Güneşi selamlamaya kalktığımda, Milie mutluluktan deliriyor! :)) Çünkü bu hareketler köpek dilinde: "haydi gel oynayalım" anlamına geliyor :)) Bu, yani Milie'nin gelip neşe içinde bana katılması, birlikte "köpek duruşu" falan yapmak, çok tatlı bir his.. Unutmuşum, Semo da babamla biz yoga yaparken çok mutlu olurdu....
Güneşi selamlamaya ek olarak, sabah rutinime 20dk. yogayı ve 10dk. meditasyonu yeniden ekledim, umarım uzun vadede belime ve ruhuma iyi gelir, dedim.
İnsan neye niyet ederse, eninde sonunda olduğuna inanıyorum. Geçenlerde izlemediğimi iddia ettiğim ama acıklı aşk sahneleri nedeniyle bir türlü vazgeçemediğim (ergenliği 85-95 arasına denk gelmiş biz kayıp kuşak için geçerli durumlar bunlar, bu tür kanırtan, kavuşulamayan aşk hikayelerine bayılırız biz) Bahar dizisinde, Bahar dedi ki: "Ben bu hayatta zamanlamayı hiç beceremedim."
Sanırım bu benim için de geçerli. Ya istediklerim hemen oldu ve ben hazır değildim, anlayamadım önemini. Ya da o kadar geç oldu ki artık umurumda değildi, sevinemedim... Fakat bu tamamen benim kendi farkındalık ayarlarımın bozukluğuyla da ilişkili, biliyorum.. Bu konuda içim dolu dolu. Yazacağım, mayalıyorum biraz.... Fakat şöyle diyeyim, bu ay "yoga matı" bana çok iyi geldi....
2). Bisiklet turnuvasına katıldım.. Ben? Vallahi dünyanın sonu geldi.
Bu ay kızımın okulu Bavyera genelinde yapılan bir bisiklet turnuvasına katıldı. 6A sınıfı olarak, öğrenciler, veliler, kardeşlerden oluşan bir takım kurduk ve turnuvanın online platformuna o gün yaptığımız kilometreyi giriyoruz, 3 haftanın sonunda kazanan takıma hediyeler var.
Burada bir dur şimdi. Evet tipik Almanya klasiği: sistem tamamen güven üzerine kurulu ve sonunda ödül olmasına rağmen kimse yaptığından fazla bir rakam girmiyor sisteme! Misal biz ailecek her gün 34.2km yapıyoruz ve eşime "ya 35 yazsana, 34.2 ne, yuvarla işte" dediğimde bana öyle bir baktı ki sanırsın anayasayı yıkıyorum. Bu ülkede dolandırıcılığın olmamasının nedeni bu işte: küçücük yaştan çocuklara bu terbiye veriliyor.. Olay bir bisiklet yarışı değil; hem dürüstlük, hem sporculuk, hem de takım ruhunun kazanılması... Vay be. Biz nerdeyiz adamlar nerde bölüm 7463836.
3). Memleketim memleketim.
Türkiye'yi yine de tercih ediyorum çünkü 1). Bu kadar "doğruluk" bünyede "sıkıntı" hali yaratıyor bir noktadan sonra. Bazı şeylerin eksik, bozuk, kusurlu olması lazım insan hayatında.. Tabii bizimki gibi "neresini tutsan elimde kalıyor" hali de sıkıntılı... Bir orta yol olması lazım..... 2). Almanlık genel anlamıyla benim için gerçekten itici. hayat boyu aklımda olmayan bir şeye, olduktan 12 sene sonra, hâlâ alışamadım....
Bu ayın temalarından biri de Alman Vatandaşlığı idi benim için. Memlekete kızıp kızıp "yok bu sefer yeter artık geçiyorum Alman vatandaşlığına" diyorum ama bir iki hafta sonra yumuşayıp, "ya şu dünyada en son benden Alman olur"a varıyorum. Yine böyle haller içindeydim. Bu sefer form bile doldurdum, son dakikada iptal ettim :) Açık söyleyeyim, İtalya, İspanya falan gibi ülkelerde olsam çoktaaaan çifte vatandaşlığa geçmiştim (milliyetçi değilim yani) ama Alman... Yok ya... Ülkemiz ne kadar toksik bir koca gibi davransa da, seviyorum yahu.... Düzelir, düzelir....
4). Analiz, Sensei arayışım, Aktarma..
Analizde birinci sene bitti, daha çok başındayız be blog. Bu analiz zaten bir battın mı, bir daha çıkamadığın bir şey anladığım kadarıyla. Analistimle ortak bel tutulmamızdan sonra, ben dümdüz "aktarım olmasın bu" diyerek dayandım kapısına ve başladık bendeki bu "sensei arayışı" üzerine konuşmaya.. Nedir o dersen... Ananemi yitirdiğimden beri artan bir "yaşlı ve bilge insan" arayışım var. Yürüdüğüm yolda benden önce yürümüş olan, bana yol gösterebilecek, tercihen 60 yaş üstü birini arıyorum yıllardır hayatımda, bilinçsizce.... Bunun farkına geçen gün çok acaip bir şekilde vardım:
Benim Miroslav Tadic hayranlığımı bilir misin? Bilmiyorsan ayıp sana :)) Şu tanrısal müziklerin üstadı, sağdaki zat (soldaki de Vlatko Stefanovski ayrı bir üstadtır):
İşte bu Miroslav Tadic'le geçen mailleştik biz. Birkaç dizi mailleşme sonrasında da Tadic bana Temmuz konseri için özel yer ayırtacağı sözünü verdi (çünkü aslında oğlumla, yani 8 yaşındaki hayranıyla tanışmak istiyor). Sanki Holywood'un üç Ryan'ından biriyle mailleşmiş gibi bir heyecan duydum ben :)))) Dedim noluyoruz yahu. Bu salt bir müzik aşkı olamaz, birşey var bu işte. Sonra baktım aaa etrafım böyle işinde çok iyi yaşlı adam ve kadınlarla dolu (cinsiyet ayrımım yok, demek ki cinsel bir konu değil). O an karşımda oturan da analistim, kendisi de 70li yaşlarda bir adamcağız :) Bana muzip muzip gülümsüyor...
Neyse uzun lafın kısası, ben ergenlikten beri bu tip adam ve kadınlara hayranımdır. Belli yaşa gelmiş, ununu elemiş eleğini asmış, bilgeliğiyle etrafa ışık saçan adam ve kadınlara. Tabii ki ananem. Tabii ki ananeme olan özlemim.... Ananemi bir motorsiklet kazasında yitirdim (böyle yazınca çok havalı oluyor, biraz da düşen yüzüm gülüyor... ondan bu cümleyi tercih ediyorum bir süredir). Fakat onun yokluğundan açılan boşluğu nereye "aktarayım" bilemiyorum. O kadar büyük bir boşluk ki, bir kişi yetmiyor, yoksa analiste aktaracağım.. Dolmuyor. Ben de nerede yaşlı ve bilge insan varsa hop oraya....
Analistim benim yaşam hayalimi güzel ortaya çıkarttı: günün birinde böyle bir yaşlı olabilmek, birilerine fener olabilmek... Umarım olabilirim günün birinde, dedim..
O da dedi ki: şu anda da öyle birisin.... Danışanlarını düşün.
Bu konuda düşünüyorum..... Çok hoşuma gitti bu sözleri ama yine de tam oturmadı, sürekli bir "bütünleme tamamlama" isteği var içimde, yazının başında bahsettiğim gibi.. Bir sürü alakasız parçayı birbirine bağlama isteği, beklentisi... Yapamadıkça ümitsizlik hissi, başarısızlık duygusu... Hayatımın yetmeyeceği korkusu....
Bu ay kafam bunlarla doluydu ve dışarıda olan bitene fazla odaklanamadım.... Ama doğadaki güzellikleri fark ettim :) Onlarla bitiriyorum... Hepimize güzel, hafif, tatlı, dengeli bir Haziran diliyorum.
Aaaaaaa dur dur, unutuyordum!
5). İkide bir Yazıları.
Mart'ta yaptıklarında inzivadaydım, kaçırdım. Fakat Neslihan yazmış, yine başlamışlar dün. İkizler burcuyla başlamışlar, ikizler burcuyla bitirecekler. İki günde bir yazacaklar.
Ayın teması o zaman: İki ;) Eh, "iki"ler biraz da benden sorulur, o halde, ben de varım!
İkizler; evde de bir tane olduğu için, çekindiğim bir burçtur. Burçlardan da anlamam açık söyleyeyim, pek ilgimi de çekmez. Fakat ikizlerden çekinirim, bildiğim kadarıyla "bir öyle bir böyle", "tersi fenadır" türü bir burçtur kendisi. Sağı solu belli olmaz, aman dediklerimizden. Üfleyerek yediklerimizden. Mayıs sonu - Haziran başı değişmen havalarından etkilenen, bizi de etkileyenlerden....
Uzun lafın kısası; ikizler boyunca, her iki günümden birini bu proje için ayıracağım. Diğer günlerde ise, şşşt söylemem, o da sana sürpriz olsun. Okuyunca görürsün ;)
14 Mayıs 2025 Çarşamba
Cadı tekmesi ve tedavisi
Mayıs; ayların ennnnn güzeli. Yeşilin en taze tonu, çiçeklerin parlak renkleri, havada bir heyecan, kalplerde pıtırtı.. Kalplerde pıtırtı nerden çıktı şimdi, yaş 46 :))) Kalpte tekleme, ritm bozukluğu falan olmasın o? Bir ara gidip dinletmek lazım...
Fakat kalpten önce, bu ayın "yaşlandık artık, bizden geçtiiiii" olayı: Cadı tekmesi. Ah sevgili dostlar, Mayıs'a "cadı tekmesi" ile girdim. Cadı tepti beni. Cadı Depdiiii.
O nedir yahu dersen, "Hexenschuss". Türkçesi: alt bölge bel tutulması. Ama Almanlar birden giren bu tutulmaya "cadı tepti" diyorlar çünkü hakikaten durum bu, birden, çöt! Bu bana ara sıra oluyor maalesef. İlk olduğunda 16 yaşındaydım, mutfağa iki seksen yattım kalkamadım, evde de yalnızım, köpeğim Semo vardı yazık, o da ağladı ağladı, baktı kalkamıyorum, yattı yanıma sonunda.. Annemler gelene dek, bir saat falan, mutfak taş zemininde öyle yattık kaldık.
Ondan sonra birkaç defa da üniversitede oldu, sonra kesildi. Ta ki bizim tosuncuk doğup 1 yaşına gelene dek. Tosun oğlum sağolsun gülle gibi bir bebekti ve sürekli kucakta taşınmak istiyordu. O dönemde neredeyse 2 ayda bir sürekli cadı tepti durdu beni ve sonunda öyle bir noktaya geldi ki, hiç inanmadığım halde Kayropraktik konusunda bir "uzman"dan randevu alıp gittim. Ben o güne dek Kayropraktik fizik tedavinin Osteopati gibi bir dalı falan sanıyordum..
Aksine, "Chi" (氣) odaklı (Chi-gong yapanlar bilir) tamamen bedenin enerji dağılımına bağlı bir zanaatmış..
Kayropraktör beni bir masaya yatırdı, tam 1 saat boyunca, bir Şaman misali, ellerini hiç dokundurmadan, vücudumun 5cm üzerinde gezdirdi, gözleri falan böyle akı döndü titremeler falan eşliğinde, ay güleceğim döt korkusundan gülemiyorum da. Cadı tepmesi yerine Şaman tepmesi olacak diye korkuyorum.... Neyse 70 euro'mu da aldı ve çıkarken de bana "bir daha gelmene gerek yok" dedi! Ben de dedim "adam düşüncelerimi okudu, inançsızlığımı anladı, beni kovuyor". Hatta babamla da geyiğini yaptık, babam "senin kaburgalar arasına 70 euro sıkışmış, adam onu çıkartmış haha hoho" dedi, güldük falan.
Gel gör ki, ondan sonra ben 6 sene bir daha cadı tarafında "tepilmedim"! Ve zamanla adama "vayy, adam nasıl ermiş bir adammııış" gözüyle bakmaya başladım, hatta geçen gün "yine adama gitsem bir 70 euro daha çıkartıverse kaburgalar arasından da rahatlasam" diye internette bakındım, adam uçmuş toz olmuş, hiçbir şekilde bulamıyorum. Adı falan da aklımda değil sadece Yunanlı olduğunu hatırlıyorum...... Yunanlı, Kayropraktik, Münih, arama motorunda ne kadar cebelleştiysem olmadı, bulamadım. Belki de böyle bir olay hiç yaşanmadı, iyi sıhhatte olsunlar bana "göründü" :)) artık inan hiçbir şeyden emin değilim.
Fakat cadı maalesef geri döndü.. 6 sene sonra, son iki senedir dönem dönem yine "depiliyorum". Özellikle de gergin olduğum dönemlerde, geliyor bir de o tepiyor, bir hafta kendime gelemiyorum.. Alt bel bölgesi tutulması sinir bozucu bir şey, çorap bile giyemiyorsun yardımsız. Bir de dize kadar kramp şeklinde ani ağrılar, resmen sokak ortasında "ahayyyy" iye nağralar attıracak türde. Cadı, gözünü seveyim cadı, git cadı....
Bu seferki "tepilme" sonrası, artık bir "uzman tepilmiş" olarak, hemen bana iyi gelenleri uygulamaya başladım: ibuprofen türü bir ağrı kesici aldım ve sıcak su dolu küvete girdim (küvet yoksa hemen duş başlığıyla o bölgeye sıcak su uygulamanı öneririm). Bu resmen "ilkyardım" gibi oluyor, tabii ki geçmiyor ama daha hafif geçiriyorsun. Küvette hafif bel hareketleri ve dizi burna doğru çekmeye çalışmalar yapıyorum, kaslar biraz gevşiyor. Ama tabii ki tek ilacı: yatmak. Zaten pek de birşey yapmana izin vermiyor ağrı..
Bu sefer komik de bir durum oldu. Pazartesi günü analize gittim, malum analistlerin "divan"ı oluyor, ben asla uzanmamıştım çok klasik ve saçma buluyorum o "divan" olayını 2025 senesinde. Fakat analistime "bu sefer divana uzanabilir miyim, cadı tepti de beni" dedim ve adam da zaten eğri büğrü duruyordu karşımda, o da bana "ah beni de tepti, beni de" demesin!? İki "cadı tepmiş" psikolog olarak karşı karşıya divanlara uzandık desem iyiydi ama o garibim sert bir sandalyede, ben divanda takıldık 1 saat boyunca ve o da giderken bana belli bir pomat ve ısıtan bantları kullanmamı önerdi...
Mayıs'ın ilk 10 günü böyle "tepilmiş ve kakılmış" vaziyette, akşamları sıcak su içinde egzersiz yaparak ve sokaklarda "hıayyy" diye nağralar atarak, cadılara küfrederek ve gizemli Yunanlı'yı bulmaya çalışarak geçti..
Annem Türkiye'de olsan hemen bir kas gevşetici iğne yaptırırdık dese de, Alman tıbbı sıcak su, sıcak bandaj, ibuprofen üçlemesi ve dinlenme öneriyor. Geçtikten sonra da alt beli güçlendirmek için bahsettiğim dizden burna doğru bacağı çekme hareketi ve yogada da yaptığımız kedi duruşu ve beli çamaşır sıkar pozisyonu gibi bacak bir tarafa sırt diğer tarafa şeklinde yavaş yavaş "eğitmek" ama açık söyleyeyim, ben hâlâ cadı tepmesinin "neden"ini bilmiyorum, hakikaten kafasına göre gelip tepiyor beni... Bir fikri, deneyimi olan varsa ya da Gizemli Yunanlı'nın izini bilen :))) Eşgali, aklımda kaldığı kadarıyla şu:
Herkese sağlık ve neşe dolu bir Mayıs 2. Yarı dilerim...
4 Mayıs 2025 Pazar
Memleketi Kurtaracak Bir Proje: Barınaktan köpek almak
Milie; iki yetişkin, iki çocuk ve iki tavşanlı ailemize 7. üye olarak katılalı tam 10 gün oldu. Barınaktan sokak köpeği sahiplenmek konusundaki deneyimimi, sokaktaki hayvanların bir "memleket meselesi"ne dönüştüğü şu günlerde, detaylarıyla anlatmak ve başka insanlara ve hatta oluşturulabilecek devlet programlarına örnek olmak istedim. Hani konuşuyoruz konuşuyoruz ama iş yapmaya gelince yok ya... O anlamda ;)
Milie; orta boy, dişi, cinsi "kırma", yaklaşık 9 aylık bir sokak köpeği. Bundan 5-6 ay önce Romanya'da sokakta dolaşırken, annesiyle birlikte veteriner ekiplerine yakalanmış. Getirildiği ilk barınakta öncelikle sağlık kontrolünden geçirilmiş ve annesiyle birlikte karantinaya alınmış. Daha sonra, belediyenin veterinerleri tarafından temel aşıları, parazit kontrolü ve ilaçlanması yapılmış ve kısırlaştırılmış. Kısırlaştırma işlemi sonrası iyileşme döneminde barınakta bakılmış ve sonrasında çiplenmiş, pasaportu çıkartılmış ve Almanya'daki hayvansever derneklerinden biri tarafından buraya getirilmiş.
Neden buraya getirilmiş; çünkü Almanya'da sokak köpeği / kedisi yok, hayvanların tamamı sahipli ve kontrol altında. Yine Almanya'da tüm yeni doğacak cins ırklar devlet kontrolünde secereli bir şekilde yetiştiriliyor yani kimse ev köpeğini kafasına göre doğurtup yavruları satamıyor. İnsanlar genellikle barınaktan hayvan almak istiyorlar (çünkü kırma ırkların sağlık ve zeka avantajları var ve tabii ki cins ırklara göre daha az masraflı, üstelik bir de vicdan anlamında insan mutluluk ve övünç hissi duyuyor). Dolayısıyla, Balkan ülkelerinde sokakta yaşayan hayvanlar, bu şekilde Batı Avrupa'ya seyahat ediyor. Elbette Türkiye'den gelen köpekler de var fakat çok kısıtlı, çünkü AB üyesi olmadığımız için, sağlık kontrolleri ve karantina çok daha uzun sürüyor.
Milie Almanya'ya gelir gelmez, öncelikle yine barınakta karantina altına alınmış, yine parazit kontrolü yapılmış ve bir süre de böyle geçmiş. Bu arada hayvansever derneği (devlet kontrolü altında çalışıyorlar ve denetleniyorlar) Milie'ye uygun bir "ara ev" arayışına başlamış.
Bu "Ara Ev" sistemi şöyle oluyor: köpek konusunda bilgili ve deneyimli, hayvansever derneği gönüllüsü olan kişi ya da aileler, sokaktan barınağa alınan hayvanın "sosyalleşmesi ve ilk eğitimi"nden sorumlular. Yani henüz köpek barınağa geldiğinde, eve çiş yapılmayacağını bilmiyor, tasmayla yürümeyi bilmiyor, belki hayatında hiç çocuk görmemiş, diğer hayvanlarla nasıl geçindiği bilinmiyor ya, işte bu "Ara Ev" de köpek, sahiplendiğinde nasıl davranması gerektiğini öğreniyor. Tabii ki her köpek tüm bunları hemen öğrenemiyor ya da bir de bakıyorsun köpek diğer köpeklerle geçinemiyor ya da çocuk sesine tahammülü yok ya da travması var, herkesten ve herşeyden korkuyor, ya da ayakkabı yiyor, tüm saksı bitkilerini söküp atıyor vs. İşte bu huyları belli oluyor ve "Ara Ev" gönüllüsü deneyimli de olduğu için, köpeğe ilk eğitimleri veriyor. Milie bu ara evde de 4 hafta kalmış.
Sonra barınak sayfasında ilanı veriyor; işte "şu şu huyları var, çocuklu eve uygun ya da değil, işte kedili evde yaşayabilir, işte şehir köpeği olabilir vs." Biz o ilanda gördük Milie'yi, çok sevimli geldi, gidelim bir tanışalım dedik. Bize Milie'yi ziyaret etmeden önce ailemizin kaç kişi olduğu, yaşlarımız, evde bahçe olup olmadığı, evde ya da ofiste çalışma durumumuz, başka hayvan olup olmadığı, köpek deneyimimiz gibi soruların olduğu bir form doldurttular. Buna göre, durumu inceleyip, Milie'ye uygunsak randevu verdiler.
Randevuya gittiğimizde Milie'ye kalbimizi bıraktık resmen :)))
Eve dönünce, 2 gün iyice düşündük, taşındık ve denemeye karar verdik. Bundan sonrası çok ilginç gelişti. Barınak görevlisi bizi kontrole geldi ve evimizi baştan aşağı gezdi, vallahi yatağımın yanındaki komüdinin içine bile baktı "ilaç var mı, köpek buna ulaşabilir mi" falan diye. O kadar ayrıntılı gezdi. Sonra bizimle 3 saat boyunca ince ince herşeyi konuştu, ne kadar zaman, para ve enerji gerektiğini, günlük sorumluluklarımızı, veteriner ve köpek okulu görevlerimizi anlattı. Bizde tabii bir de tavşanlar olduğu için ve evde serbest dolaştıkları için, bahçeyi ve evdeki tavşan alanını birlikte nasıl düzenleyebileceğimizi konuştuk ve düzenleme sonrası video atma sözü verdik.. Kadın baya ince ince inceledi ve sonra dernek üyeleri birlikte karar verdiler ve "onay çıktı" :)) Onay sonrası biz "Ara Ev" ile yeniden randevulaştık, Milie'yi ne zaman alabileceğimize dair.
Tabii Milie pasaportu, tasması ve bir haftalık yemeği ile gelse de, bir sürü alınması gereken vardı. İki tane köpek yatağı alındı, mama ve su kabı, şampuanı, havlusu, tarağı, göz temizliği için bir sıvı, bunlar hep hayvanseverler derneği tarafından onaylanan ürünler olacak.. Ayrıca elbette köpek kakasını sokakta bırakamıyorsun, onun özel poşetleri var, onlar alındı :)) Sonra da gittik Milie'yi aldık, geldik.
Milie çok yumuşakbaşlı, sakin bir çocuk. Tabii henüz yavru olduğu için bilemediği çok şey var, mesela araba yolculuklarında midesi bulanıyor, kusuyor. Ya da evde öyle 3-4 saat yalnız kalmayı bırak, henüz 10dk bile yalnız bırakamıyorum, korkuyor ve ağlıyor. Fakat bunlar dışında bizimle ilişkisi, tasmayla yürümesi, tuvalet terbiyesi ve birkaç gündür - yarabbim şükür - tavşanlarla da arası gayet iyi. Ev yaşamına uyum sağladı ve öyle ekstra bir yükü - şimdilik - yok gibi.. Tabii ki 15 günün 10 günü bitti henüz, daha sürprizler yeni yeni çıkıyor olabilir :))) Ama şimdilik Milie "kalıcı olmak" için ne gerekirse canla başla yapıyor..
Açık söyleyeyim, cins köpeğim de oldu 14 sene boyunca. Elbette onun yeri bambaşkaydı ve asla dolmayacak fakat daha ilk günden şunu fark ettim: sokak köpeği bambaşka. Hayvanlar sanki biliyor sokaktan "kurtarıldıklarını". Bunu anlıyorlar ve bunun için şükran duymayı biliyorlar. Ve insan da kendini bir işe yaramış, kötü giden bir sistemi kendi çapında düzeltmiş gibi de hissediyor..
Milie kalıcı olduğunda, barınak görevlisi yeniden evi ziyarete gelecek ve bu ikinci "sürpriz" ziyarette tabii köpeğe iyi bakabiliyor muyuz, gelişimi ve mutluluğu ne düzeyde bunu kontrol edecek. Tavşanlarımız da barınaktan geldikleri için biliyordum; barınaktan alınan hayvanın sahibi değil koruyucu ailesi oluyorsunuz ve asıl sahibi olan barınak onun iyi bakılmadığına karar verirse geri alabiliyor. Yine aynı şekilde, köpekten sıkıldım satacağım ya da vereceğim de olmuyor, böyle bir durumda barınak devreye girip, hayvanı kendisi geri alıyor.
Kısacası, sokaktan eve, bir köpeğin macerası bu şekilde. Türkiye'de de uygulanması hiç ama hiç zor değil. İnsanları, sokak köpekleri cins köpeklere gerçekten beş basar her anlamda diye eğitebilirsek, devlete bağlı veterinerler bu sokak köpeklerini toplasa, güzelce bir elemeden geçirse, kontrolünü ve aşılarını yapsa, kısırlaştırsa, çipini taksa ve bu sistem içinde sahiplendirmeye başlasa, bu sokak köpeği sorunu beş bilemedin on senede biter gider.. Herkes için en medeni, en doğru sistemin bu olduğuna inanıyorum. Çünkü ben sokaklara dökülen yemek artıkları ve kakalar arasında seke seke yürümek istemiyorum, bu pislikler nedeniyle sağlık sorunları yaşamak istemiyorum ve birçok insanımızın parçalanarak ölmesini ise aklım dahi almıyor 21.yy'da! Sokak hayvanı için de tecavüz dahil, bir sürü bela, araç trafiği, saldırganlaşıp birbirlerini parçalamaları gibi dertler de var. Hangi taraftan baksan, kabul edilemez durumdayız....
Bu yazıyı belki biri okur, a ne iyi fikir der, bir dernek kuralım der(iz), Türkiye'de bu sistemi yavaş yavaş oluşturmaya başlarız... Belli mi olur? Biz niyet edelim, yolu gösterelim, bence zor iş değil.....
29 Nisan 2025 Salı
Nisan Raporu
Nisan: ve nasıl da birden değişiverdi dünya!
1. Değişim: Milie.
Nisana 6 baş ile başlayıp, 7 baş ile bitirdim :)) Ev nüfusu artık +1. Milie geleli 10 gün oldu, kendime 15 günlük bir deneme süresi belirlemiştim ve henüz daha bir 5 günü daha var, fakat şimdilik uyumlu, sakin, akıllı bir köpek gibi duruyor. Bir de evde bir iki saat yalnız kalabilmeye ve arabada kusmadan seyahat edebilmeye alışırsa....
"Nereden çıktı, derdin az mı geldi?" derseniz.. Gelmedi de.. Ben aslında tüm yaşamımı köpekle geçirmek istemiştim. Öyleydi planım, taaaa 10 yaşımdan itibaren. Ve bunu 14 sene yaşama zevkini de tattım. Fakat köpeğimin travmatik kaybı nedeniyle, 20 senedir, bir daha köpek alamadım. Korktum. Kızım yıllardır istiyordu ve bu paskalya tatilinde "anne barınakları gezsek, bize nasıl bir köpek uygun olur, onu öğrensek" diyince, resmen oyuna geldim :)) Tabii ki 3. barınakta gördüğümüz Milie, kalbimizi çaldı ve bir hafta sonra bizimleydi... Herşey çok hızlı oldu bitti açık söyleyeyim ama zaten hep öyle olmaz mı!?
Elbette üzerime kalacak sorumluluktan ve iş yükünden haberdarım. Dediğim gibi, bir 5 günümüz daha var henüz "deneme yanılma" şansımızı kullanmak için ve bu beş günde okullar da açılmış, ben eski rutinime dönmüş olacağım, bakalım işyükü tam gaz ne kadar yoracak beni... Göreceğiz. Tüylü dostumuzun barınaktan eve geliş sürecini bir başka yazıyla anlatmak istiyorum çünkü hakikaten öyle güzel bir sistem ki, Türkiye'de de olsa, tüm sokak köpeği sorunumuz inanın 5-10 senede biter..
2. Değişim: Yeni Ev
Geçen sene bu zamanlardan beri "taşınsak mı?" diyorduk. Evden memnunuz ama kışın güneş almaması ve altkattaki ebeveyn yatak odamızın serin ve nemli oluşu beni nicedir rahatsız ediyor, sık hastalanmamızı da bu güneşsizliğe bağlıyorum. Şöyle bol güneş alan, kızımın okula gitmek için her sabah 4 km, her akşam 4 km bisiklet sürmesine gerek kalmayacak bir konumda bir ev istiyordum. İşin komiği tam istediğim şekillerde evler sundu hayat bana, kızımın okuluna yürüyerek 5dk bir ev nehir kenarında, bir ev 800mt bahçe içinde! Yani daha ne olsun?! Fakat ben reddettim ve açık söyleyeyim nedenini de tam bilemedim.. Oğlumun arkadaşlarını, spor aktivitelerinin evin çevresinde oluşunu bahane ettim önce. Sonra yok mutfak dolapları eski, yok sifon sistemi eski.. Saçma sapan bahaneler.. Sonra bir senedir analize gidip gelirken, geçen hafta şunu fark ettim: benim asıl istediğim evi değiştirmek değil, ben genel bir değişim, bir farklılık istiyorum hayatımda.
Bu sanırım tam 40 yaşımda başladı. Önce 3. çocuğu istedim (2 ay denedik, olmadı, sonra eşim zaten hiç istemediğini itiraf etti, vazgeçtik). Sonra Almanya'dan taşınalım, hadi mesela 1 sene Urla'da yaşayalım dedim (denedik, okul ve ev bulduk, sonra deprem oldu, seçim oldu, işler karıştı, eşim zaten hiç istemediğini itiraf etti, vazgeçtik). Bunlar ilk aklıma gelenler, neler neler istedim.. Ama aslında hep bir "değişim"di istediğim, rutinden çıkmak, bir farklılık yaratmak süregelen hayatta..
Sonra tabii bir sürü hastalık geçen sene, bana hanyayı konyayı fark ettirdi. Aslında hiçbir şeyi değiştirmek istemediğimi, istediğim tek şeyin sakin, huzurlu, gayet rutin ve basit bir yaşam olduğunu fark ettim! Bu çok ilginç bir aydınlanma oldu..
Ay hepsine birden mikiyi çekmek ne güzelmiş!!! :)))))
Ev konusuna geri dönersek... Evi yeniledim ama şu şekilde: mobilyalarımın şeklini değiştirdim ve bu bana yeni bir ev hissi verdi! Hakikaten çok da güzel oldu. Elbette kışın yine güneşsizlikten ve nemden yakınacağım ama şu an taşınmak için doğru zaman değil, bunu anladım. Birkaç senesi var bu taşınma konusunun ve ben bekleyebilirim. Beklerken şunlara şükredebilirim:
3. Değişim: Yalnızlık Anlayışı
Geçenlerde Mo.'nın doğum günüydü ve sadece benimle geçirmek istedi bu özel gününü.. Şaşırdım. Sabah ailecek kahvaltı yapmışlar ama gece benimle olmak istemiş. Bu beni hem mutlu etti hem de üzdü çünkü demek ki hepimiz o kadar yalnızız ki... "Yabancılar" yani. Burada Almanla evli olan, çocuklarını Alman kültüründe büyüten yabancılar, hepimiz yalnızız biz.. Daha doğrusu, aslında yalnız değilim, çevremde çok insan var ama böyle derinliği ya da sıklığı, düzeni olan ilişkilerim yok pek... Benim ilişkilerim "vur kaç", yani zaman uyduğunda yakın, samimi, içten ve sıcak ama düzenli ve devamlı olmuyor...
Bu benden kaynaklanıyor sanıyordum. Kafayı çocuklarla, yarı zamanlı yapabildiğim mesleğimle ve boş zamanımda da edebiyat ve felsefeyle bozduğum için yalnızım sanıyordum. Fakat baktım, Mo. bana "kimsem yok, çok yalnızım.." edebiyatı yapıyor.. Bunu nasıl aşabiliriz, sık görüşebilme olanağımız gerçekten yok (5dk uzağımda otursa da) hayat onda 2 çocuk, bende 2 çocuk, çok hızlı akıyor.. Bu koşturmacada nasıl derinleşecek ilişkiler?
Ama bu yalnızlık hissi de sanırım pseudo bir his, yani kendi kendini inandırıyorsun yalnız olduğuna. Belki de işte hayat zaten bu, ara sıra görüştüğün 3-4 güzel insan ve gerisi günlük koşturmaca... Beklentim çok düşük artık sosyal ve derin ilişkilere dair ama beklentim düşünce, yalnızlık hissim de düştü... Tuhaf!
Daha tuhaf olan, çevremde birkaç kişi var, çok derin konulara girebildiğim, çok keyifli sohbetler edebildiğim ve bunları hayat hep "kendiliğinden" çıkarttı karşıma. Misal C.nin babası Ma., ya da şans eseri tanıştığım N. ve L., komşum C., yani hiçbirini ben uğraşıp da bulmadım, hepsini hayat çıkarttı attı resmen önüme.. Belki de tam olarak bu: sen sadece açık ol, hayat sana doğru zamanda zaten doğru insanları verecek... Buna inanmak, güvenmek lazım..
Fakat dediğim gibi, asıl en büyük değişim, 4. Değişim: Ben!
Ben gerçekten son 1 senede çok değiştim.. Analizden bu yana ben kendimde büyük değişiklikler görüyorum. Olanı olduğu gibi kabullenme yetim çok arttı. Elimdekiyle ya mutluyum, ya da mutlu değilsem ama değiştiremiyorsam da, dönüştürüyorum! Olay buymuş sanırım..... Hep değişime odaklanmışım, oysa işin sırrı: dönüştürmek miş! Bu dönüşüm konunsu uzun, başka zamana artık..
Bu ayı da böyle bitirelim... Ay bu sıra çenem çok düşük, hepsini okuyan oluyor mu bilmem ama buraya yazmak, öyle iyi geliyor ki bana. "Yazarak düşünebilen" biriyim :) Aslında yazarak ve okuyarak düşünebilen, anlayabilen.....
Belki sen de öylesindir..?
Fotolar: Geçen haftasonu spontan bir seyahat yaptık. Kızım arkadaşıyla kampta kaldı, biz de yakın bir kasaba olan Bad Füssing'te. Aynen Türkiye'deki kaplıcalar gibi burada da kaplıca kentleri yaşlılar tarafından ele geçirilmiş, fotoğraflarda da gördüğünüz gibi, etrafta tek bir çocuk ve genç yok! Şahane bir haftasonu oldu, doğanın tam kalbinde, sessiz, sakin.. Sen de gör istedim. Bana iyi geldi, sana da iyi gelsin <3 Haydi o zaman; iyi gelsin Mayıs, ayların en güzeli!
29 Mart 2025 Cumartesi
Bulgaristan seyahati
Mart başındaki Fasching (Karnaval) tatilinde, ailemle 8 gün Bulgaristan’a gittik. İlk altı gün Bansko’da kayak yaptık, daha sonraki iki gün de başkent Sofya’da kaldık. Kayak tatilini seneye sezon başı anlatırım, fena değildi. Fakat Sofya, sosyo-psikolojik yapısı ile beni çok şaşırttı!
Sofya tahminimden çok farklıydı. Ben 11 yaşında falan gitmiştim, o zamanlar kemik sandığımız politik sistemler kırılıyordu, malum 90'ların başı. Yoğun bir Rusya etkisi vardı ve insanlar çalışkan fakat sert yapılı oluşlarıyla dikkatimi çekmişlerdi. Aradan neredeyse 30 sene sonra bugün Bulgaristan hâlâ Avrupa Birliği'nin en fakir ülkesi olsa da, kültürel anlamda Türkiye’den çok daha açık, serbest ve umut dolu bir ülke (maalesef).. İnsanlar bazında, geçen 30 yılda, Bulgaristan cıvıl cıvıl bir ülke olmuş! Çok şaşırdım..
Oradayken Kadınlar Günü’ne denk geldik. Malum bu tip günler (kadınlar, kız çocuklar, işçiler günü) bu grupların hakkının en fazla yendiği ülkelerde kutlanır (misal Almanya’da hiçbiri kutlanmıyor çünkü kadınlar çiçek değil, düz kadın işte, diğer cinslerle eşit, o zaman ne diye ayrımcılık yapıp gün icad edelim kafasındalar).
Bulgaristan’da da Türkiye'deki gibi, feminizm yerlerde sürünüyor fakat bambaşka bir uçta.. Şöyle ki, bizim toplumumuz bence özünde anaerkil olmasına rağmen dini baskılar nedeniyle ataerkil sisteme döndüğünden, kadınlar, erkeklerin baskısı altında fakat içten içe her an patlamaya hazır bomba gibiler. Hani yolu açılsa bence Türkiye feminizmde dünya lideri olur çünkü kadınlar hakikaten aşırı özbilinç sahibiler. Fakat Bulgaristan'da tam tersine, dinden ve erkeklerden kaynaklı herhangi bir baskı sözkonusu olmasa bile, kadınların kendi öz düşünce sistemleri çok tuhaf!
Gözlemlediğim şu oldu: kadınlar aşırı serbestler fakat kendilerini bir tür “obje” gibi düşünüyorlar ve erkekler de nasıl arabalarına falan özen gösteriyorsa, aynen kadınlara da “sevdikleri bir obje” gözüyle bakıyorlar ve özen gösteriyorlar! Yani alan memnun veren memnun, tuhaf bir geleneksel rol sistemi, kadın hakikaten aşırı feminen ve erkek de aşırı maskülen.. Tabii genelleme yapamam ama bu konuyu Bulgar arkadaşlarıma açtığımda, onlar bunu “70’lerdeki feminizm hareketinin” Bulgaristan’ı es geçmesine, komünizmin ve ateizmin de kadınların ahlak anlayışını daha “serbest” yönde beslemesine, bu durumdan da hem kadınların hem erkeklerin gayet memnun olduklarına bağladı. Yani bize dıştan tuhaf gözükse de, aslında “kadın gayet güçlü, seçen taraf ve erkeğe de onun maddi manevi tüm isteklerini yerine getirmek düşüyor”muş! Kadınlar erkekleri hakikaten parmaklarında oynatıyor ve bunu da tamamen "seksilik" ile yapıyorlar :)))) Ay çok acaip bi' durumdu onların bu hallerini dıştan izlemek. Bir yandan hakikaten "ay ama kendini küçük düşürüyor" diye onlar adına utanırken, bir yandan da erkeklerin bu şekilde kadına sürekli bir cilve ve hizmet halinde oluşlarına da hayretle bakakaldım :))) Ay bana çok ters ama alan memnun veren memnun, sistem tıkır tıkır işliyor yahu. İki cilveye, iki "herşeyimle seninim" gösterisine erkekler köle :)))) Bu da bi' kafa türü, baksana!
Bir de şu var tabii: Satılık Bulgar kadınlar pazarı (sanki bizim Türkiye'de yok, el altından aynı mantık, burada en azından kadının onayı var, bizde direkt babayla koca adayının onayı):
Hakikaten ilginç bir durum, hani hep diyorum ya, aslında feminizm erkeklere yarayan bir şey, biz eşitlik eşitlik dedik tüm işler üstümüze kaldı diye :))) Vallahi burda kadınlar bizden çok daha özgür, çok daha mutlu ve erkekler tarafından da çok daha “özen gösteriliyor”lar! Fakat bu ne kadar doğru, yani kadın kimliğini erkek "özeni" üzerinden tanımlamak sonuçta, ne bileyim... ters yahu bana!
Kadınlar Günü’nde işler daha da karıştı sevgili dostlar! O günün öncesinde her köşe başında beliren çiçekçilerden "noluyo ya? acaba nevruz falan gibi bir şeyi mi kutluyorlar" diye düşünmüştüm ama 8 Mart günü istisnasız gördüğüm her kadının eli, kucağı buket buket çiçeklerle doluydu! Çelenk falan boyutunda çiçek taşıyan kadınlar vardı! Gece Sofya'da yemeğe çıktık ve kadınların üçlü dörtlü gruplarda kadın kadına yemeğe çıktıklarına ve hepsinin de birbirlerine çiçekler hediye ettiklerine şahit oldum! Çok hoşuma gitti yahu! Rengarenkti kadınlar! Kelimenin tam anlamıyla çiçek gibiydi.. Normalde dalga geçerim "kadınlar çiçektir" lafıyla ama hakikaten ne bileyim, güzeldi be.... Alan memnun veren memnun, ben de bikbik "ama feminizm?" yapamadım doğrusu... :)) Bi "kavramlarım karıştı" yahu.. Bulgaristan kafamı karıştırdı :)))
Tabii ki genellemiyorum, yanlış anlaşılmasın ama gidip görmeniz lazım, gerçekten farklı bir toplumsal anlayış ve farklı cinsel roller var Bulgaristan'da. Hizmet görmekten hoşlanan ve gördüğü hizmetin karşılığını maddi anlamda doyurabilecek erkekler için cennet olabilir.. Ben bu kafanın tam 180 derece tersi olduğumdan :))) bana uymadı ama tiyatro izler gibi ilgiyle izledim, o ayrı.. Çok ilginçti çok!
Bir de Mart ayının sembolü marteniçka’nın asıl memleketi Bulgaristan biliyorsun. Geçen sene Almanya’da leyleği nerden göreceğiz, hayvan akıllı Almanya’ya gelmiyor İspanya’ya falan gidiyor :)) Dolayısıyla kolumuzda bir sene durdu bizim marteniçkalar ama bu sene niyeti bozdum; artık kaz, ördek, kuğu, bahtıma ne çıkarsa valla :)) Tüylü dostu bi şekilde hallederiz de, bahar dalını Nisan’dan önce bulabilecek miyiz, ondan da emin değilim!
Fakat Bulgaristan'da marteniçka tam bir kültür. Sadece bileğe takılmıyor, çantalara, kapı önlerine de yapılan süsler var. Hepsi aynı tür beyaz kırmızı iplikten yapılıyor ve hakikaten hayata renk ve neşe katıyor. Marteniçkayı, Mart ayında, kendi yurdunda gözlemlemek çok hoşuma gitti..
Şubat-Mart ideal dönemdi çünkü hem kayak hem Marteniçka bir aradaydı. Fakat şehrin daha yemyeşil olduğu dönem de çok keyifli olur bence, çünkü Sofya'da hayat sokaklarda geçiyor. Her yerde küçük küçük kafeler, dondurma ve kahve evlerivar. İnsanlar park ve bahçelerde güneşleniyor, hayat tamamen sokaklara taşıyor, gerçekten çok hoş, bir ortam var.. Güzeldi Sofya, bence deneyimlenmeli..