Ben pencereden dışarıyı, usul usul yağan karı izliyorum. O ise beni. Kaç saat, kaç gün, kaç haftadır sürüyor bu an, bilmiyorum.
Neden yazmıyorsun artık? diye soruyor.
Yağan karı izliyorum, bu yazmaktan daha güzel, diyorum.
Doğrusu bu ya, artık yazamıyorum. Yazabilmem için biraz mutsuzluk, bir tutam aşk acısı, bir dal hayâl kırıklığı ve hayata dair bolca güvensizlik gerekiyordu ve ben artık bunların hiç birine sahip değilim. Onunlayken mutluyum. Ve çoğu yazar gibi, mutluyken yazamıyorum..
Usulca yanıma sokuluyor, başını kucağıma, ısrarla ellerimin avucuna sürtüyor. Sıcacık bir baş, kavisli yeşil gözler.. Hayır tam yeşil de değil, içinde sarı başakların oynaştığı, düşünceliyken gri, neşeliyken mavi, endişeliyken elâya dönen gözler..
Yıllar boyunca beni hep yazı masasında gördü. İşaret parmaklarımın arasında tuttuğum, bazen çenemle alt dudağım arasındaki o çukura dayadığım - ve bundan tuhaf bir zevk aldığım - sayısız kalemimi inceledi. Bazen pencereden dışarı bakışımı izledi. Perdelerimin tülünü, antika ceviz masamın oyuklarını, yorulduğumda ya da yazar kabızlığı denen illete tutulduğumda uzandığım küf yeşili kanepenin kadifesini dahi tüm ayrıntılarıyla ezberledi. Yazarken yüzüm hep cama dönük olurdu. Sırtım ona.
Evet, bana arkanı dönerek otururdun.. Sırtının hafif kambura çalan kavisini, upuzun ince kemikli ellerini izlerdim. Sadece dışını değil, bir süredir içini de.. Fırtınalarını, kasırgalarını, dalgalarının durulmasını, güneşin pırıl pırıl parlamasını, gecelere vuran yakamozlarını hepsini birbirinden ayırdedebilirdim. Gelip kucağına kıvrılabilir, başımı göğsüne koyup kalp atışlarımız eşitlenen dek seninle oturabilirdim. Ama ben sadece izlemeyi seçtim. Sen yazarken, arkanda oturup seni izlemeyi. Çünkü, yeterdi..
Bir süre sonra yetmemeye başladı. Ben yazmadıkça, yazamadıkça, birbiri ardına, bir süngerin emdiği suymuşçasına içtiğim şarabıma laf etmeye başladı. Sigaramı suçlu bulmaya.. O öksürdüğü zaman, koklamaya kıyamadığım deri ceketinin incecikliğine kızdım. Kulaklarının ardından taşan bebek bukleleri tam örtemeyen kasketine. Boynuna tam oturmayıp onu üşüten, ama gözlerine çok uyan o gri kaşkolüne kızdım. Ama ona kızamadım.
Ve bir gün benim yerime o yazmaya başladı. Önce, aşık olduğu bu büyük yazarın artık başı sonu tutmayan cümlelerini düzeltti. Sonra bir paragrafımı çıkartıp, yerine bir başka paragraf koydu. Biraz kendini toparlayabilse bu paragrafı eminim o yazacaktı.. Sonra bir sayfayı diğerine ekledim, ötekini berikine.. Bir süre sonra, işte tam olduğumuz noktaya geldik. Artık yazı masasında oturan o, sırtındaki kavisi izleyense bendim.
Kalem tutmaya alışkın olmayan sol elim, acemi elim, zavallı elim* onun güzelim ellerinden daha hızlıydı; pencerenin önünden geçen hikâyeleri daha çabuk yakalıyor, hızla yazı odasına çekebiliyordum. Ama o değildim hâlâ. Onun o ahenkli satırları, birbiriyle dans eden kelimeleri, birbirini tamlayan ve tamamlayan sıfatları uçuşmuyordu kağıtlarda. Ruh eksikti, sanat eksikti, ateş eksikti.
Öğrenirsin, dedim.
Çok çalış, dedi. Noktalı virgülle şaka etme, virgülü ondan küçük görme, bir de şu devrik cümlelerine şiir kat artık, dedi.
Boynundan, kulaklarının arasındaki o yumuşacık sıcacık alandan son bir kere öptüm ve kapıyı, kapımı, kapımızı, onun kapısını
açıp,
usul usul yağan karın altında, bembeyaz upuzak bir nokta olana dek
yürüyüp gitti..
m.
* Sol elim. Orhan Veli.
Hamiş. Fotoğraflarda bazı şarkılar saklı ;)
Hamiş 2. Hayır kediler benim değil ve tam 14 taneler :)