21 Şubat 2021 Pazar

Bakış

Hiç adetim değildir aynı görsele ardı ardına, hem de aynı gün içinde yazı yazmak ama.. Bu hikâye, kendi kendini yazdırdı. Dökülüp saçılmadan beni rahat bırakmadı.


Küçük kız, kocaman kocaman açtığı kömür gözlerini, karşısında dikilen ve daha önce hiç görmediği uzunca oğlana dikmiş, bakıyor. Gördüğü ilk anda, onu ömrünün sonuna dek çok seveceğini henüz bilmeden bakıyor. Tanıdığı bildiği her şeyden, hattâ kucağındaki sıkı sıkı sarıldığı oyuncak bebeğinden bile vazgeçebileceğini henüz bilmeyerek ama bu yazgıyı midesinin tam üstünde bir yerde hissederek bakıyor. Olacak hiç birşeyin önüne geçemeyeceğini, bir gün her şey sona erdiğinde bile sil baştan yeniden yaşansa, yine aynı yoldan gideceğini bilmeyerek bakıyor. 

Oğlansa bir, bilemedin iki saniye kararsız ve çekingen bir ifadeyle bakıyor kıza. O kısacık anda dikkatini neyin çektiğini, ne olup bittiğini tam da anlamıyor. O anın birlikle oynadığı oğlan çocuklarından da, toptan da, birazdan kalesine girecek olan golden de önemli olduğunu bilmeden bakıyor. Bir yandan baktığının bebeğine sarılmış küçük bir kız olduğunu görüyor, öbür yandan gözlerini kızın kırmızı başlığından alamıyor, tüm bunlar olup biterken kaleye yaklaşan topu göremiyor ve..... goooool.

Gürültüyle irkilip başını çevirdiğinde anlıyor olan biteni..

Küçük kızı suçluyor mu, yoksa aslında topu bırakıp onun yanına gelmek mi istiyor, bilinmez. Hepi topu birkaç saniye.. Olan biten, düşünceden daha hızlı.

Annesi kapının önündeki kadınlarla konuşmayı bitirmiş, gel Elif diyor, gidiyoruz kızım. Küçük kız tutuyor o sıcacık, kocaman ve güvenli eli, dünya üzerinde olmak istediği - ama bunu henüz bilmediği - tek noktadan yavaş yavaş uzaklaşıyor. Yürüdüğü süre boyunca önüne değil, dönüp arkasına, aklının - aslında kalbinin - kaldığı noktaya bakıyor. 

O ise çoktan oyuna geri dönmüş.. Bir bilemedin iki saniye bakmış küçük kıza. Kızın saçtığı ışık oğlanın gözmerceği tarafından ters çevrilmiş, gözün sarı tabakasına aktarılmış, bu tabaka üzerindeki sinirler bu küçük, kırmızı başlıklı ve ters durmakta olan kızı beynin görme merkezine aktarmış, küçük kız orada yeniden ters çevrilmiş ve bu sihirli andan ufacık, bir atom boyutunda bir iz - o da kesin değil, bir ihtimal - beyninin hafıza bölgesine yollanmış, kısa süreli bellekten uzun süreli belleğe bir mucize eseri geçmişse bile, uzun yıllar kuytu bir köşede saklanmış. Sonra, belki 10 belki de tam 35 sene sonra bir gün, beynin kim bilir hangi çapraşık nöron bağlantısı nedeniyledir bilinmez, kendini aktive edesi tutmuş. Oğlan birden o kırmızı eşarbı hatırlamış, o sümbül kokusunu, duvarda gezen sarman kediyi hatırlamış ve ahhhhh demiş, bir şeyler eksik.... Bir şeyler ters.. Bir şeyler yanlış. 

Kızsa.. Ailesiyle birlikte çocuk yaşta İran rejiminden kaçıp Amerika’ya göçmüş, oranın sistemi içinde yetişmiş, büyümüş, serpilmiş. Doktor olmuş, çalıştığı hastanede tanıştığı bir Amerikalıyla evlenmiş, iki oğlu bir de kızı olmuş. O akşam üstü, tam da kızını emzirirken, çocuğun ağzına burnuna doğru düşen upuzun kıvır kıvır saçlarını zapturapt altına ancak kırmızı bir eşarptan çevrilme bandana ile alabilmiş. Pencereden bahçede top oynayan oğullarını izlerken, yüzüne düşen saçlarından burnu kaşınmaya başlamış ve gülerek eşine dönmüş, “biliyor musun, bizim orada burnun kaşınınca ne derler?” diye sormuş neşeyle. Okuduğu kitaptan bir iki saniye gözünü kaldırmış eşi ve yüzüne öylece bakmış... bakmış.. 

Kadın cevap alamayacağını anlayınca, sessizce, sadece kendi duyacağı bir sesle “dayak yiyeceksin derler” diye fısıldamış. Amerikalı koca anlamamış, gülmemiş de.. Orta Doğunun kadını aşağı gören saçma sapan huylarından biri daha işte, demiş ve gözlerini elindeki kitaba geri indirmiş.

Kadınsa, ananesini düşünmüş uzun uzun. Çocukken her burnu kaşındığında, aynı espriye birlikte dakikalarca güldüklerini hatırlamış.. İçine bir hüzün çökmüş. Ahhhhh demiş, belki de herşeyin çok farklı olduğu başka bir boyut vardır..

Ve o boyutta belki o oğlan kaleyi bir süreliğine bırakıp kızın yanına gitmiş ve adı ne bebeğinin? diye sormuş bile olabilir.... Belki duvarın üstünde oturup ayaklarını aşağıdaki dünyanın karmaşasına doğru sallamış, üstü reçelli bir ekmeği paylaşmış ve sadece çocukların anlayabildiği bir şekilde gülüşmüşlerdir.... kim bilir?

.

Öğle üstü ufak bir ekleme (görülmüyorsa buraya tık tık):


17 Şubat 2021 Çarşamba

kar/o/ben

Ben pencereden dışarıyı, usul usul yağan karı izliyorum. O ise beni. Kaç saat, kaç gün, kaç haftadır sürüyor bu an, bilmiyorum. 

Neden yazmıyorsun artık? diye soruyor.

Yağan karı izliyorum, bu yazmaktan daha güzel, diyorum.

Doğrusu bu ya, artık yazamıyorum. Yazabilmem için biraz mutsuzluk, bir tutam aşk acısı, bir dal hayâl kırıklığı ve hayata dair bolca güvensizlik gerekiyordu ve ben artık bunların hiç birine sahip değilim. Onunlayken mutluyum. Ve çoğu yazar gibi, mutluyken yazamıyorum.. 

Usulca yanıma sokuluyor, başını kucağıma, ısrarla ellerimin avucuna sürtüyor. Sıcacık bir baş, kavisli yeşil gözler.. Hayır tam yeşil de değil, içinde sarı başakların oynaştığı, düşünceliyken gri, neşeliyken mavi, endişeliyken elâya dönen gözler..

Yıllar boyunca beni hep yazı masasında gördü. İşaret parmaklarımın arasında tuttuğum, bazen çenemle alt dudağım arasındaki o çukura dayadığım - ve bundan tuhaf bir zevk aldığım - sayısız kalemimi inceledi. Bazen pencereden dışarı bakışımı izledi. Perdelerimin tülünü, antika ceviz masamın oyuklarını, yorulduğumda ya da yazar kabızlığı denen illete tutulduğumda uzandığım küf yeşili kanepenin kadifesini dahi tüm ayrıntılarıyla ezberledi. Yazarken yüzüm hep cama dönük olurdu. Sırtım ona.

Evet, bana arkanı dönerek otururdun.. Sırtının hafif kambura çalan kavisini, upuzun ince kemikli ellerini izlerdim. Sadece dışını değil, bir süredir içini de.. Fırtınalarını, kasırgalarını, dalgalarının durulmasını, güneşin pırıl pırıl parlamasını, gecelere vuran yakamozlarını hepsini birbirinden ayırdedebilirdim. Gelip kucağına kıvrılabilir, başımı göğsüne koyup kalp atışlarımız eşitlenen dek seninle oturabilirdim. Ama ben sadece izlemeyi seçtim. Sen yazarken, arkanda oturup seni izlemeyi. Çünkü, yeterdi..

Bir süre sonra yetmemeye başladı. Ben yazmadıkça, yazamadıkça, birbiri ardına, bir süngerin emdiği suymuşçasına içtiğim şarabıma laf etmeye başladı. Sigaramı suçlu bulmaya.. O öksürdüğü zaman, koklamaya kıyamadığım deri ceketinin incecikliğine kızdım. Kulaklarının ardından taşan bebek bukleleri tam örtemeyen kasketine. Boynuna tam oturmayıp onu üşüten, ama gözlerine çok uyan o gri kaşkolüne kızdım. Ama ona kızamadım.

Ve bir gün benim yerime o yazmaya başladı. Önce, aşık olduğu bu büyük yazarın artık başı sonu tutmayan cümlelerini düzeltti. Sonra bir paragrafımı çıkartıp, yerine bir başka paragraf koydu. Biraz kendini toparlayabilse bu paragrafı eminim o yazacaktı.. Sonra bir sayfayı diğerine ekledim, ötekini berikine.. Bir süre sonra, işte tam olduğumuz noktaya geldik. Artık yazı masasında oturan o, sırtındaki kavisi izleyense bendim.

Kalem tutmaya alışkın olmayan sol elim, acemi elim, zavallı elim* onun güzelim ellerinden daha hızlıydı; pencerenin önünden geçen hikâyeleri daha çabuk yakalıyor, hızla yazı odasına çekebiliyordum. Ama o değildim hâlâ. Onun o ahenkli satırları, birbiriyle dans eden kelimeleri, birbirini tamlayan ve tamamlayan sıfatları uçuşmuyordu kağıtlarda. Ruh eksikti, sanat eksikti, ateş eksikti. 

Öğrenirsin, dedim. 

Çok çalış, dediNoktalı virgülle şaka etme, virgülü ondan küçük görme, bir de şu devrik cümlelerine şiir kat artık, dedi. 

Boynundan, kulaklarının arasındaki o yumuşacık sıcacık alandan son bir kere öptüm ve kapıyı, kapımı, kapımızı, onun kapısını 

           açıp, 

      usul usul yağan karın altında, bembeyaz upuzak bir nokta olana dek 

                     yürüyüp gitti..

m.


* Sol elim. Orhan Veli.

Hamiş. Fotoğraflarda bazı şarkılar saklı ;) 

Hamiş 2. Hayır kediler benim değil ve tam 14 taneler :)

14 Şubat 2021 Pazar

Bu öykü nasıl bitiyor?


Daha önce aklıma neden gelmedi ki? Oysa tüm bu kısıtlanmışlık, yaşamın bekle düğmesine basılmışçasına yaşanmadan geçip gitmesi ve üretememe bulantısının altında yatan ölüm / yokoluş temasının çözülmesi için, daha en baştan gerekliydi.. Nasıl yaşamalıyım ki, ölüm bana geldiğinde, beni huzur içinde bulsun?

Ya da ters yüz edelim ve daha direkt, sade, basitçe soralım: başkalarına dair öyküler yazıp duruyorsun, peki senin öykün nasıl bitiyor C.? 

Umuyorum ki, şöyle:

Bembeyaz çarşaflar, fakat hastane beyazlığı değil. Ev huzuru. Dışarıda buhuru tüten bir Ağustos öğle sonrası, tül perdeler hafifçe dans ediyor. Sakince perdeleri izliyorum, gerisinde dalgası henüz dinmiş bir Ağustos denizinin varlığını duyumsayarak.

Öyle yaşlıyım ki Tanrım! Ellerim bir deri bir kemik, saçlarım upuzun, bembeyaz, pırıl pırıl, yastığın üstünden yanlara doğru dağılmış. Bedenim ufacık. Gözlerimse hâlâ dudaklarımdan çok önce gülmeye hazır.. İçeriyi zor duyduğum halde dışarıya kulak kesilmişim.

Torunlar bahçede top oynuyor. Küçük olan zeytin ağacına tırmanıyor; gülüşmeler duyuluyor uzaktan.. Öyle çok şey yaşamışım ki. Sevmişim, sevilmişim. Gülmüş güldürmüşüm. Bahçeyle uğraşmışım genelde. Bazen dalgın dalgın denize bakmışım. Biraz yazmışım, bolca okumuş, sıkça düşünmüşüm. Gençken düşündüklerime - hatırlıyorum, 40'lı yaşlarımda takıldığım bir nokta olmuştu yaşamımın anlamı hakkında - gülümsemişim. Naifliğime ama aynı zamanda enerjime, merâkıma, neşeme. Bir sürü insan biriktirmişim heybemde; güzel anılar, dostluklar, duygular paylaşmışım. 

Hepsini değil ama, görmek istediğim kadarını görmüşüm dünyanın. Doymuşum. Anlamışım. Tanımışım. Hepsinin ve her şeyin aslında bir bütün olduğunu öğrenmişim. Tamamlanmışım.

Çocuklar ve torunlar büyütmüşüm. Evden uçuşlarını ve sonra ara sıra dizimin dibine dönüşlerini görmüşüm. Herkesi olduğu gibi kabul etmeyi, kimseyi değiştiremeyeceğimi anlamış, her birini aynı ama farklı sevebilmişim. Tanrım ne çok sevmişim.. 

Benim için ennn önemlilerin insanları sevmek, dünyayı görmek ve neşeyle yaptığım bir işin sonuçlarını alabilmek olduğunu anlamışım. Yaşam doyumu denen şeyin, huzur denen şeyin bu olduğunu fark etmişim. 

Ve şimdi, artık alıp vereceğim hiç bir şey kalmamış defterimde. Eşitlenmişim. Daha fazlasının gerekmediğini, bu ömrün bana karar geldiğini, yettiğini hissetmişim. Ve işte bu sıcacık Ağustos öğleden sonrasında, bir kelebek gibi sessizce, uçuuuup gidivermişim......

Fotoğraflar: Bir gün satın almak ve sade, sakin, denize bakan bir taş eve dönüştürmek istediğim eski zeytinyağı fabrikasının kalıntıları / 3 yaşındaki ben :) koştur koştur huymuş demek ki bende / botanik bahçesinin güzeli..

..peki sizin öykünüz nasıl bitiyor?

12 Şubat 2021 Cuma

Çocuk gibi düşünebilmek

Yaşamak ile yaşamın keyfini çıkarmak arasındaki fark, tam olarak şu:

Mahallemizde böyle insanlar var.... Salon balkonlarından aşağıya kayarak inen ve arabalarına binip işe giden (bu kısımdan emin değilim) bazı insanlarla birlikte yaşıyoruz. Bu eve baktıkça, kendimden utanıyorum. Benim içimdeki çocuğa ne oldu??? Odasından denize inen kıvrımlı bir kaydırak isteyen ve bu "proje"sini ailesine açıp "kaymak isteyen her komşudan 1TL alsak yapım parasını çıkarır, kâra bile geçeriz" diyen o çocuğa ne oldu....? Çünü birileri (denize inemese de) başarmış işte bunu! Anne, sana diyorum; haydi asıl şimdi bir "isteyince oluyormuş?" desene....

Annem susuyor. Onun yerine Bernardo Soares: "o yapıyor, sense yazıyorsun. aranızdaki fark işte bu." diyor*. Haklı olsa da, böyle küt diye yüzüme söylenmesinden hiç hazzetmiyor, sayfayı kapattığım gibi dışarıya çıkıyorum. Kabak da hep bu huzursuz muhasebecinin başına patlıyor doğrusu ama ben ne yapayım, o benden daha önce yazdıysa..... 

Aslında dışarı çıkmak iyi geliyor. Öyle şeyler görüyorum ki; kendime: "yine fena değilim, en azından görme, duyma, tat alma ve koklama duyum hâlâ çocuk gibi çalışıyor" diyebiliyorum çünkü şu ufacık ayrıntıları da asla kaçırmıyorum:

Keyfim yerine gelince, dönüş yolunda şunu düşünüyorum: 

Aslında büyümek, çocukluğun o özgür çıplaklığından mahrum kalmak demek.. Büyüdükçe çeşitli rolleri üzerine giyiniyorsun. Eş, anne / baba, işveren ya da eleman, birinin 30 senelik dostu, öbürünün doktoru / terapisti / dişçisi / öğretmeni... Bunlar hep birer kıyafet. Ve roller arttıkça üstündeki katlar artıyor. Kış boyunca iyi, mutlusun ama bir gün bahar geliveriyor...

Ve baharın o ilk günü vardır ya.. Dışarıya çıkarsın ve ilk defa hava serin değildir, kuşlar cıvıldar, topraktan kışkırtıcı bir koku duyumsarsın ve tam o anda üzerinde mutlaka kaz tüyü o palto vardır! Hiç şaşmaz... Çünkü farkında değilsindir o ana dek baharın geldiğinin. Ve yürüdükçe kan ter içinde kalmaya başlarsın ama terledikçe de "şimdi çıkartsam hiç olmaz, rüzgâr da çarparsa iyice üşütür ve tutulurum" diye düşünürsün. Öyle bir noktaya gelir ki iş, ne yürüdüğünden ne havanın güzelliğinden keyif alamaz, paltonun ağırlığı altında kan ter içinde ezilip durursun. Halbuki paltoyu fırlatıp atman beklenmiyor ki senden; alt tarafı bir süre omzuna, koluna falan alacaksın, bir süre belki dolaba asacaksın.. Mevsimi yeniden geldiğinde de yeniden giyeceksin.... Bu kadar basit. Suyu bulandırmayacaksın.

Evet. Önce bu kaz tüyü paltodan bir kurtulmalı.. Çocukluktan kalan bir çıplaklığı olmasa da, etekleri efil efil esen, çiçekli elbiselerin hafifliğini hissetmeli.. Yaşamı değiştirecek bir iklim değişimi, bir göç, bir aydınlanma yaşamalı.. Bir hayâl kurmalı meselâ. Neşelenmeli. Hafif, uçuşkan, akışkan yaşamalı...

da...... nasıl?                                      Şu kış bitse artık.

* Pessoa - Huzursuzluğun Kitabı. 

3 Şubat 2021 Çarşamba

Gecenin pırıltıları

Dün gece Paul Auster'ın The Zeit'taki canlı yayın sohbetini çok büyük bir keyifle dinledikten sonra, duyduğum heyecandan gece boyu uyuyamayacağımı tahmin etmiştim. Saat 2.30'da uyan(dırıl)ınca, uykusuzluğumla inatlaşmadım ve yasaklı olmasına rağmen gece 3.30 - 5 arası yürüyüşe çıktım. Fotoğraflar ve başlığa adını veren video bu yürüyüşten (videoyu görmenizi / sessizliğin sesini duymanızı özellikle isterim, göremiyorsanız lütfen sayfanın altındaki web sayfası sürümüne geçiniz).

Sohbetin başlığı "Was ist der Sinn des Lebens?"di. Sinn, Türkçede duyum (5 duyumuz) anlamına geliyor, yani programın konusu "Yaşamın rengi / kokusu / tadı / sesi / hissi nedir?" gibi bir anlama geliyor. Gel bana 365, 365 :)) Üstelik en sevdiğim çağdaş yazar cevaplıyorsa bu kavramı, uyku da nedir? 

Klasik gazetecilik örneği şaşmadı, her yazara sorulan o soru soruldu elbette: neden ve nasıl yazar oldunuz? Çok can sıkıcı bulurum bu soruyu, oysa 10.000 defa duyduğuna emin olduğum Paul Auster'ın cevabı çok güzeldi: Bilmiyorum... dedi. Neden yazdığımı bilmiyorum fakat çok erken başladım ve ailede okumayı ve yazmayı motive eden bir ortamım yoktu. Oysa ben 8 yaşlarında bir sabah dışarıya yürümeye çıktım ve kış yeni bitmiş, baharı tüm eliaçıklığıyla hissettiğimiz günlerden biri yaşanıyordu ve ben hissettiğim duygunun büyüklüğünü içime sığdıramadım. Bunu yazmam lazım dedim.. Offf. Bu duyguyu öyle iyi biliyorum ki. Bunu yazmam lazım, bu anı kelimelerle betimlemem, bu sayede hissettiğim bu büyük coşkuyu yeniden yaşayabilmeyi sağlamam lazım! Yazmak tam olarak dünyayla ve dünyadaki her şeyle bütünleşmek, bir olmak, tamamlanmak anlamına geliyor işte.. Bunu en sevdiğim çağdaş yazardan duymak çok güzeldi.

Sonra, bir ara konu ün ve para gelmeden önceki yazım döneminin zorluklarına geldi. Babasının ölümüyle eline geçen az bir paranın onu rahatlattığını anlattı, bu sayede yapmak zorunda olduğum işleri bir kenara bırakıp, sadece yazmaya odaklanabildim dedi. O noktada "ah şimdi şu soruyu sorsalar" diye düşündüm: 

"Babanın öldüğü yaşa geldiğinde, ne hissettin?" Sormadılar tabii bizim klasik gazeteciler. Ama tam o anda, Paul birden durup tam da bu soruyu cevaplamaya başlamasın mı!? Ağzım ve gözlerim kocaman açıldı :) Dedi ki "Bunu anlatmak isterim.. Babamın öldüğü 66 yaşına geldiğimde 4.3.2.1'i yazmaya yeni başlamıştım ve her ne kadar batıl inançlı biri olmasam da, maraton koşar gibi hızla yazdım o bölümleri, yazmadan ölmemeliyim diye düşündüm.. Bir yandan da aklım almıyordu artık babamdan daha yaşlı olduğum gerçeğini. Oğul babadan yaşlı, bu sanki bambaşka bir gerçeklik boyutu gibi, anlaşılmaz.. Çok zor kabul ediliyor, çok zorlu bir dönem insan hayatında...."

Programın formatı sonsuz ve sınırsız yani konuk kendisi "yeter artık yoruldum" diyene dek bitmiyor, arada sigara tüttürmek, yemek yemek ve Paul'ün yaptığı gibi çişim geldi diyip tuvalete gitmek serbest ve çok samimi :) Program bitince bilgisayarı kapatmayı unutup seke seke iç odaya "işim bitti geliyoruuuum" diye karısına (muhtemelen ev işine!) koşturması da çok tatlıydı.. Zaten çok seviyorum, iyice bir sevdim.. Bugün de doğumgünü... İyi ki doğmuş, bizim Paul!