Şubat iyi geçmedi demiştim. Ard arda gelen hastalıklar çok yordu beni; yaşama dair neşemi, umudumu kırdı.. demiştim.
Bunları yazdıktan sonra, Şubat'ın son günü rahatsızlandım. Sabahtan başağrısı ve halsizlikle uyanmıştım ama ilerleyen saatlerde sadece vücudum değil, ruhum da kırılıyor gibi hissettim. Çıkış yolu bulamadım; yaşadığım huzursuzluktan, kendimden, hayattan..
Hiç kendi kendinden korktuğun oldu mu senin de? Kendine güvenemediğin, kendini tekinsiz bulduğun, birden kendi kendinin yabancısı olduğunu düşündüğün? Hiç olmadıysa ya çok şanslısın, ya da dümdüz, yüzeysel bir hayatın var.. Ama sen de yaşadıysan, beni anlıyorsun; yazdıklarımdan bana kaldığı gibi, okuduklarından da sana kalır belki bir şeyler..
29 Şubat günü, sabah yürüyüş ve kahve için buluştuğum arkadaşımdan ayrıldıktan yarım saat sonra, çok güçlü bir korkuyla kendimden korkmaya başladığım için, kendimle başbaşa kalmamak için, aile doktoruma gittim.
Dedim ki: bir süredir depresif bir ruh halindeyim, çıkamıyorum ve tam şu an bir anksiyete atağı geçiriyorum, ne yapayım?
Dedi ki: üniversite hastanesinin kliniğine git hemen.
29 Şubat günü üniversite hastanesinin kliniğine giderken, kendi kendimi taşıyacak gücüm kalmamıştı. Tezer'in değimiyle, yaşamın kıyısında hissediyordum. Düşmekten korkuyordum.
Mesleğim dünyada en çok intiharın yaşandığı meslek, aynı zamanda da herkese doğallıkla ve kolayca yardım edebilirken, kendine nasıl yardım edebileceğini bazen bilemediğin bir meslek (belki tüm meslekler böyledir.. terzi ve söküğü meselesi bunu düşündürebilir..)
Aslında her psikoterapistin başına en az bir defa, çoğunun birkaç defa gelen "tükenmişlik" benim de başıma gelmişti, o kadar.. Fazla kullanımdan devrelerim yanmış, kullanılamaz, düşünemez duruma gelmiştim.. Birkaç sene önce de benzer bir bunalım yaşamış ama meditasyondur, tatildir, BDT ya da rahatlama teknikleridir, bir şekilde kendi kendimi iyileştirmiştim ama bu seferki bambaşka, nefes aldıramayacak kadar yoğun bir deneyimdi ve çok korkutucuydu.
Korku, insanı harekete geçirten bir güç aynı zamanda. fakat nasıl savaşacağını bilmeyince insan, dahası kendini hiç beklemediği bir savaşın ortasında görüp şaşırdığında ve utandığında, işler karışıyor. Evet çok utandım... Çok suçladım kendimi. Nasıl göremezsin dedim, sen psikologsun, bu sana nasıl olabilir? Özgüvenim yerlere düştü, şakır şukur kırıldı, bin parçaya bölündü. O zaman hatırladım işte; yıllar önce süpervizörümün (ki kendisi 70 yaşında 50 senelik terapist olduğu halde) dediği gibi: "ilk anksiyete atağımı geçirdiğimde, kendimi suçladım.. nasıl olurdu bu, ben bu işin uzmanıyken, bana bu nasıl olurdu?"... Ona olan, milyonlarca meslektaşıma olan, bana da oluyordu işte.. Terapist koltuğu ile danışan koltuğu, yer değiştiriyordu.... Hayatın tam o noktasındaydım.
Daha önce çok duymuştum, yıllarca en zorlu vakalarla çalışırken kaya gibi sert durabilen bir psikiyatr vardı mesela, kedisi ölünce kendini yollarda hüngür hüngür ağlar ve bağırırken bulup ertesi gün doktoru olduğu kliniğe yatan.. Ya da yılların travma terapisti olup deprem sonrası ciddi bir atak geçirip kliniğe yatan. Ya da en yakınımda, 30 sene mesleği gururla yapıp birgün başkasına ufacık görünen bir nedenle kendini boğaz köprüsünden atan.. Bu kadar dramatik olmasa da, her terapistin, her psikoloğun yaşamının bir döneminde mutlaka bir bunalım geçirdiğini, aile sorunları yaşadığını, çocuklarının uyuşturucu müptelası olabileceğini, evlilik terapistlerinin 2 defa evlenip 2 defa boşananını, Jung'un kendisinin bile yıllarca klinikte yattığını, felsefecilerin, psikiyatrların, terapistlerin çoğunun hayatında böyle kırılmalar olduğunu biliyordum. Ama yine de kendi başıma gelişinden utanıyordum!
Danışanlarıma "bu ay çalışamayacağız, bir eğitimim var" derken, bu "eğitimin" aslında kişisel yoğun terapi anlamına geldiğini söyleyemiyordum... Gözlerimi kaçırıyor, "bir eğitim" diye geçiştiriyor, onların olgunlukla "tabii C. hanım, zaten şu ana dek yaptığımız çalışmalar bile çok yardımcı oldu bana, tabii ki bir ay ara verebiliriz" deyişlerini kalbimde bir bıçak sızısıyla yaşıyordum....
Tanrım ben kendime ne yapmışım, herkese merhametle koşarken, kendime nasıl bu kadar acımasız davranmışım....
Klinikteki doktorla bir buçuk saate yakın konuştuk ve mesleğim gereği, çok açık, ayrıntılı, direkt bir görüşme oldu bu. Sonuç beliydi: Tükenmişlik sendromu, anksiyete, depresyon, psikosomatik bozukluk. Geçmişte kendime zarar verme hikayem olmadığı ve şimdi de buna niyetim olmadığı, aksine bundan çok korktuğum, yani ölmekten, daha doğrusu yaşayamamaktan (çünkü tüm ölüm korkularının altında yaşayamama korkusu vardır) korktuğumu birlikte anladıktan sonra (ve tabii uzman biriyle bir buçuk saat konuşmanın rahatlatıcı etkisiyle) açılmıştım.. Durulmuş, biraz kendime gelmiş, yaşamın kıyısından bir adım uzaklaşabilmiştim.. O akşam eve dönerken, içimde yeniden kendime dair bir umut vardı, aslında bir aydır bastırdığım duygunun püskürerek boşalması sonunda, o duygunun geride kaldığına, bir adım attığıma dair bir iyimserlik.. En kötüsü geçmişti, kriz yaşanmıştı, şimdi iyileşme zamanıydı....
1 Mart benim için yeni bir dönemin başlangıcı oldu. Psikiyatrımın önerisiyle, bu bir ayı tamamen kendime ayırmaya karar verdiğim, iyileşme sürecinde artık kendi kendime yetemediğimi kabul ettiğim ve dışarıdan yardım almaya başladığım gündü 1 Mart.
Milattı.
Neyse, uzun lafın kısası 1 haftadır gündüz kliniğindeyim. Sabah çocukları okula bırakıp buraya geliyorum. 8.30'da başlayan terapilere, eğitimlere, spor, pilates, sanat ve müzik terapilerine, ergoterapilere katılıyorum. Öğle yemeğimi birbirinden ilginç ve naif ve tatlı ve bu serviste yatılı kalmakta olan insanlarla yiyor, öğleden sonraysa kimsenin benden bir şey istemediği, talep etmediği, hiçbir sorumluluk ve görevim olmayan 3-4 boş saat geçiriyor, bulduğum sakin bir köşede kitabımı okuyor, gerçek bir kalem ve kağıda bir şeyler yazıyor, her tür elektronik aletten ve iletişime dair talepten uzak, sessiz, sakin, işsiz güçsüz bir öğle sonrasını yaşıyor, akşama doğru doktoruma görünüp günün raporunu veriyor, demir hapımı alıyor ve mesaisi biten bir memur gibi evime dönüyorum. Kayınvalidem çocukları okuldan alıyor, eşim ve ben gelene dek başlarında duruyor, sormadım bile, benden bu kadar, devam edemiyorum, bir çözüm bulun ana oğul dedim.. İçime çekildim. Evet çocuklar çok da mutlu değiller, okuldan annelerinin almasını, onlara elceğizleriyle sağlıklı ara öğün vermesini, bir dediklerini ikiletmemesini özlüyorlar. Rutinleri bozulduğu için mutsuzlar, huysuzlanıyorlar ama yapabileceğim bir şey yok.. Ben kendimi toplayana dek böyle.
Klinikte, yine yeraltında sürünen kansızlığım nedeniyle demir hapı almam dışında herhangi bir ilaç önerilmedi bana, ki ben de 45 sene boyunca antidepresansız dayanabildiğim bu hayata, yine antidepresansız dayanabileceğimi umuyordum açıkcası... İhtiyacım olanın "biraz sessizlik, biraz sakinlik, biraz kendime odaklanmak" olduğu ve bunu da ev yerine klinikte yapmamın (çünkü evde kendime iş ve sorumluluk yaratacağımı biliyoruz) daha doğru olacağı düşünüldü, o kadar....
Açık söyleyeyim, başıma talih kuşu konmuş gibi hissediyorum. Cebimden tek kuruş çıkmayan bir tatile çıkmış gibiyim! Hayatımın son 11 senesinde ilk defa kimse benden bir şey talep etmiyor, beklemiyor, hiçbir sorumluluğum yok! Benden tek beklenen; hiçbir şey yapmadan, sakince oturmak. Yapamadığım ve yapamadığım için bunaldığım tam olarak bu: hiçbir şey yapmamayı, kimseyi umursamadan kendime odaklanmayı öğrenmek.. Sorumluluk duymamayı, görev edinmemeyi, boşvermeyi öğrenmek. Hatta doktorumun gülerek söylediği şekilde, benim ilacım: mindfulness'ın tam tersi; hiçbir şeye, hiçbir ana odaklanmamak.. Hafif, yüzeysel, umursamadan ve bencilce yaşamayı öğrenebilmek!
:) Evet böyle bir haftaydı işte... Çok arayan soran olduğu için, topluca yazayım, haber vereyim dedim. Beni merak etmeyin.. Haftasonu evdeyim, Pazartesi aynen devam. Kendimi iyi hissedene, yanmış devrelerimi onarana, yenileyene, içime yeniden bahar gelene dek böyle. Mart boyunca kesin böyle.. Nisan... Bilmiyorum, onu da yaşayarak göreceğiz......
Fotoğraflar: Bu ay kendime aldığım, bana hediye gelen ve bahçemde çıkan çiçekler <3 onlar da olmasalar, benim gayrı kimim var (Can Yücel)