31 Aralık 2013 Salı

2013'ü uğurlarken..

Bu sene, bana bu kadar çok sevebileceğim aklıma dahi gelmeyen bir can kattın ama; çok sevdiğim, canımdan bir canı da aldın..

Ne zaman çok aşırı sevinsem, peşinden bir üzüntü verdin..

Neyi çok istesem, eninde sonunda verdin bana ama; verene dek bin dereden su getirttin, burnumdan getirttin, canımdan bezdirdin..

Neye "yok canım bana asla olmaz, ben asla yapmam" dediysem; evirdin çevirdin, önüme getirdin..

Dünyaya nasıl bakarsam, dünyanın da bana öyle baktığını öğrettin ama; bu kadar negatif enerjinin içinde mutlu olabilmek için, işin sırrının bazen en yakın çevrene bile yabancılaşmak olabileceğini de beraberinde bellettin..

Geçmez denen günün geçtiğini, bitmez denen zamanın daha ben anlamadan bitivereceğini gösterdin ama; bunun için de sabretmeyi tırnaklarımla kazıya kazıya öğrenmemi sağladın..

Mutluluğun maddede değil, manada olduğunu öğrettin ama; yaşamın kaotik anlamsızlığını da beraberinde tattırdın..

Sevgilinin tek ve biricik anlam olduğunu öğrettin ve bunu ama'sız verdin ya; buna da teşekkür ederim!

Hoşçakal 2013; umutla, sevgiyle, sağlıkla gel 2014! Hepimize iyi seneler olsun!

17 Aralık 2013 Salı

Pencereden bakmak

Ananemi çok sık düşünüyorum. Yokluğu, hiç beklemediğim bir anda suratıma çarpan bir tokat gibi.. Hayatın ufacık detaylarında, aklıma birden geliveren ayrıntılarında, hiç ummadığım bir noktada yakalıyor beni O'nun ardından başlayan ıssızlık hissi. Sevdiğimiz birini yitirdiğimizde; dünya biraz daha yalnızlaşıyor, ıssızlaşıyor, sessiz bir hal alıyor sanki. Ani bastıran bir yağmurdan önceki o karanlık anda, kuşların ötüşünün birden kesilmesi gibi. Dolunaylı bir gecede bulutların ayın pırıltısını birden örtmesi gibi. Sonsuz bir denizin orta yerinde gözlerimden dökülen birkaç damla yaş gibi.

Bu sabah okuduğum kitapta hoşuma giden bir betimleme vardı. Yaşlı bir kadının evine giden ergen bir kız, bazen hiç konuşmadan pencereden dışarıya baktıklarını anlatıyor. Yaşlı ve genç iki kadın, tamamen kendi düşüncelerinin arasında, sessizliği paylaşıyorlar. Pencereden bakmak, sessizce oturup pencereden bakmak, yaşlı bir kadınla genç bir kızın beraberce, sessizce oturup pencereden bakması..

Ananemin Ankara'daki evinin köşe odasında pencerenin yanında bir koltuk vardır, aslında iki tane tekli koltuk vardır, yanyana dururlar. Biri tam pencereye bitişiktir, diğeri de ona bitişiktir. Önlerinde bir sehpa vardır. Üstünde ananemin her gün takip ettiği gazetesi ve ekleri katlanmış durur, en üstte de yakın gözlüğü. Ananem her sabah, ince ince, köşe yazılarına dek okur o gazeteyi. Saat 11'de kahvesini alır eline, gazetesini açar, arada pencereden bakar. Ben Tunalı'ya gittiysem, o pencerenin önünden el sallar bana, gelirken çoğu zaman mis gibi kokan nergisler getiririm ona. Hep pencereyi açar, dirseklerini pervazlara koyar, "nerdesin sen?! saat kaç oldu" der gibi gülerek bakar. Sonra el sallarız birbirimize, ben eve doğru yürürken, O da kapının otomatına basmaya içeri doğru yürümeye başlar. Bazen sıcacık çıtır Ankara simidi almışımdır, çayı hazırdır, üç beş kahvaltılık çıkarır, o sehpada bir beş çayı ziyafeti çekeriz. Bembeyaz örtüsünü sermiştir; O pencerenin hemen yanındaki koltukta, ben karşısında pufta, ya da hemen alının üzerinde dizimin üstünde. "Üşüteceksin! Oturma halıya" der. "Ben böyle rahatım anane yaaa, karışma!" derim. Gülüşürüz..

Rüyalarımda gün aşırı görüyorum o evi, o koltukları, bazen ananemi, bazen öylesine ıssız, loş.. Ananemin Ankara'daki evi, O'nsuz.. Yalnız.. O pencereden hiç el sallayamayacak, ben ona hiç nergis getiremeyeceğim. Beraber oturup, sessizce, pencereden bakamayacağız hiç. Ananemsiz herşey eksik, herşey ıssız..

12 Aralık 2013 Perşembe

Kar kar kar ve nar

Şu yandaki fotoğraf, nedendir bilinmez, bana çocukluğumun Bursa'sını hatırlattı. Suretkitabı'nda arkadaş olduğum ortaokul İngilizce öğretmenim yollamış bugün, "günaydın!" diyerek. Suretkitabında neden öğretmenimle arkadaşım derseniz, benim için özel bir yeri vardır, eşimle ve şimdi de kızımla konuştuğum dili bana kazandıran insan olarak. "Bir lisan, bir insan" derler, bana iki insan olarak geldi şu İngilizce, yanında bir de 30'umdan sonra zorlana zorlana sökmeye çalıştığım Almanca'yı getirdi - ne zor dilmiş yahu şu Almanca..

Ama önce çocukluğumun Bursa'sı.. Bursa muhafazakar bilinir ama değildir pek, daha doğrusu işine gelince muhafazakar olan, işine gelmeyince liboşun önde gideni olan illerdendir. Bursa'da doğmadım ama, dile kolay 13 senem geçti, özellikle de 5-18 yaş olunca söz konusu olan 13 sene, malum çocukluk, ergenlik, insanın en önemli yılları aslında. Beyindeki neuroplasticity'nin hızını bir yana bırakın, sadece "eğitilme" değil yani, aynı zamanda "öğrenme"nin de en tırmanışta olduğu yıllar. İnsan bir kez 25'e gelince zaten, sayıların önemi de kalmıyor, yıllar hızla akıp gitmeye başlıyor.

Ama Bursa'ya dönersek.. Bursa'ya ilk lapa lapa kar Aralık ilk hafta yağar ve her yer üstteki fotoğraftaki gibi bembeyaz puf puf kaplanır. Biz Bursa'lılar hemen Uludağ'da kaç cm kaç mt kar var hesaplarına gireriz. Herkes bilse de Aralık ilk hafta kar geleceğini, her sene hazırlıksız yakalanırız, illa ki. Okullar zaten tatil olur ilk karda, hemen herkes kartopu oynamak, kardan adam yapmak için sokaklara çıkar. Kestaneler kenarına birer çizik atılıp 30dk şekerli sıcak suda bekletildikten sonra sobaya, yoksa fırına verilir. Bozacılar mahalle aralarında dolanır, boza üstü leblebi illa ki serpiştirilir. Kartopu savaşları sonrası tarçınlı sahlep sıcacık ısıtır insanı falan. Münih'te her gün kar yağar, heryer kar tutar, Mart sonuna dek kar kalkmaz ama bu güzelliklerin hiçbiri de yaşanmaz. Hatta 3 seneye yakındır buradayım, daha kartopu oynayan bir insan evladına rastlamadım. Biz bursa'da tanıdık tanımadık, sokaktan geçene bile kartopu atarız. Burda atmaya kalksam polis falan çağırırlar eminim. E kartopu, kestane, sahlep ve sıcak leblebili boza olmadan da kış çekilmiyor. Sevmiyorum kışı.. Noel marketlerine, sıcak şaraba, kayaklarıyla işe giden insanlara, kızaklarla okula bırakılan çocuklara ve hatta elmalı tarçınlı kurabiyelere rağmen; Bursa'nın kışını özlüyorum..

Hayalimde şu şekil bir anne olmak var; Maya okuldan geldiğinde onu önceden hazırladığım ve arabanın ön camına dizdiğim kartoplarıyla karşılamak istiyorum :D kimse kartopu oynamasa da bu memlekette, annesi karın hala ilginç ve sevinilesi birşey olduğu bir Akdeniz memleketinden geldiği için o oynasın istiyorum. Dur bakalım, var daha o günlere..

Türkiye kar altında ve sosyal medyada herkes karlı fotoğraflar, yazılar paylaşıyor. Keyifle izliyorum çünkü kar burada normal bir doğa olayı. Ne tatile vesile, ne neşelenmeye. Ama burada da yazları insanlar coşuyor, ilk güneş ışığında herkes nehir ve göllerde alıyor soluğu, bizim daha güneş ısıtmaya başlamadı diyeceğimiz derecelerde millet şıp şıp yüzüyor, üstsüz altsız falan güneşleniyor, tüten mangallardan nehir kenarında adım atacak alan kalmıyor falan. 30 derece havada trenlerin iptal olması, klimasız ev ve toplu taşıma araçlarında bayılayazmak falan da buranın tuhaflıkları. Bizde de bu şekilde bir heyecan hali söz konusu işte. Herkes kendinde az olana, olmayana heves ediyor.

Nar aldım dün, mevsimi değil ama canım istedi. Sizde kar, bizde nar (ilkokul şiirleri misali..)

7 Aralık 2013 Cumartesi

Yabancı

Albert Camus'nün "Yabancı" isimli romanını okuyanlarımız daha iyi anlar belki ne demek istediğimi ama burda özetle bahsettiğim; insanın kendine, kendi içinde ve kendi dışında olup bitenlere anlam verememesi, vermek istememesi: Yabancılaşmak. Sanki herşeyin bizim dışımızda olup bitmesi, kendimizi bu devinimin dışında ve uzağında hissetmemiz. Yaşamın akıp gitmesi, bizim yerimizde durmamız. Hani hızlı çekim oynayan bir filmde garda bekleyen, etrafında insanlar kaotik bir şekilde her yöne ve durmaksızın akıp giderken kendi sabit duran bir adam gibi.

Yabancılaşmak benim sık hissettiğim bir duygu. Birden bire geliverir, beni hazırlıksız yakalar. Bir an, sanki ben ben değilim de kendimi biryerlerden izliyorum gibi. Ya da uçup gitmişim de, olan biteni bir roman okur gibi okuyorum. sadece bedenime, dışımda olup bitenlere değil, tüm varoluşa karşı yabancılaşıyorum. Aynen Kafka'nın kitaplarında, bize lütfedip ismini bile söylemediği kahramanları gibi.. Hani tüm yaşamları ve tüm yaptıkları anlamsız olan, romanın kahramanının (kahraman? ya da hiç kimse?) kendisine de, bize de anlamsız gelen "devinim"leri. Akıp gitmek..

2003'ten beri okul, iş, seyahat amacıyla gel-git türünde yurtdışındayım, son 5 senedir ise artık resmen bilfiil yurdun dışında yaşamımı sürdürüyorum. Türkiye'den kendime bakınca; eşim "yabancı", kızımı kendi uğraşımla Türk nüfusuna da kaydetmemiş olsam, o da "yabancı". Burada kendime bakınca; burada ben "yabancı"yım. Oysa mutlu olduğum, evim bildiğim, hayatımın bir anlam ve amacı olduğunu hissettiğim ve ait olduğumu düşündüğüm bir yerde yaşıyorum. Buranın "yabancı"sı olduğum halde, değerlerim, inançların ve yaşam hayallerim burayla uyumlu olduğu için buralı gibi hissediyorum. Halbuki, asıl doğduğum ve yaşamımın çeyrek asrını geçirdiğim yere, Türkiye'ye "yabancı" gibiyim. Ülkeyi idare edenleri ve onlara oy verenleri anlamıyorum diyorsunuz zaten siz de, ama ben sizi de anlamıyorum, bazen konuştuklarınızı ve düşündüklerinizi de anlamıyorum. Değişen çağla değişen dil, adetler, inanç ve gelenekler değil bahsettiğim. Deli gibi sosyal medyayı, gazeteleri takip ederseniz, o anlamda "yabancılaşma"nız, bu çağda pek mümkün değil. Demek istediğim şu; ben doğduğum ülkenin insanlarını anlayamıyorum. Değerleri anlayamıyorum. Dost bildiğin insanların arkandan konuşmasının normal sayıldığı, işyerinde ayağının kaydırılmasına mobbing işte canım denip geçilmesini, yüzüne gülünüp de sevgiline, afiyetine, sahip olduklarına göz dikilmesini, kıskançlığı, fesatlığı, asık suratları, ufacık şeyler için çıkan kavgaları anlayamıyorum. Burada yok mu derseniz; elbet var ama yapana karşı sosyal dışlama var, ceza var. Bizdeki gibi "normal işte, insanların huyu suyu değişti" diye kabullenmek yok.

Türkiye'ye çok fazla gidip gelmiyorum ama ne zaman gitsem daha havaalanından dışarı çıkarken kavgalar, çocuk azarlamalar, gürültü başlıyor. Siz buna "hareketlilik" diyip geçer olmuşsunuz, bana ağır geliyor. Herkesin birden konuşması, kimsenin birbirini dinlememesi, devamlı bir yerlere koşturmak, devamlı geç kalmak, bunlar da "bizim ülke canlı canlı, fıkır fıkır" olmuş. Öyle değil aslında, düpedüz yorucu. Türkiye yoruyor beni. Türkiye'de ben de ister istemez kaosun içinde buluyorum kendimi, az zamanda bir sürü insanla buluşmam gerekiyor, aylarca e-mail yazmamış, hal hatır sormamış insanlar bile "aramazsan gücenirim" beklentisine giriyorlar. Sosyal etiketleri unutmuşum, düz yaşamaktan kıvırtmayı ve kandırmayı unutmuşum, "küsme"leri anlamaz olmuşum, "naz"lılık kavramına yabancılaşmışım, "çok ayıp"ları fark edemez olmuşum.. Düpedüz doğduğum kültürün yabancısı olmuşum.

Oysa burda farklı, asıl buranın "yabancısı" olduğum halde, kendimi evde hissediyorum burada. Almanya'da değil sadece, Türkiye dışında her yerde.. "Türkiye'yi sevmiyorsun, ırkçı!" demeyin hemen, seviyorum çünkü. Sadece denizini, güneşini, ormanlarını değil. İnsanların sabah birbirine günaydın! dediği küçük sahil kasabalarını, daha bakkal açılmadan fırıncı tarafından bakkalın dışardaki dolabına bırakılmış ekmeğin parasını dolaba koyup, dolaptan bir ekmek almadaki güveni, ailecek kahvaltıya oturulduğunda elden ele dolaşıp geri bana dönen domates, zeytin, ekmek tabaklarının yolculuğunu izlemeyi, girdiğiniz her dükkanda ve her devlet dairesinde çay ikram etmelerini, soyadımı her sefer yanlış yazmalarını ya da "abla senin türk soyadın yok mu onu de" diyip söylediğimde "owww bu daha zormuş" demelerini, kadınların saçlarını edalı edalı savurmalarını, erkeklerin kendilerini zeus olarak gördükleri için tüm hallerinde baskın gururu, çocukların haşarı ve gürültülü oluşunu (bile!) seviyorum. Belki de benim sorunum; ben içinde yaşadığımız zamanı değil de, "o güzel insanların o güzel atlara binip, çekip gittikleri" zamanı seviyor ve kendimi bu zamana ait hissetmek istiyorum.

26 Kasım 2013 Salı

Sadelik üzerine

"Sadelik, en yüksek gelişmişlik düzeyidir" demiş, Leonardo da Vinci.Tamamen katılıyorum. Her alanda sadeliği seven biriyim; sadece yaşam alanımda, giyim kuşamda, tasarımda falan değil, sosyal ilişkilerde, dost sohbetlerinde, bilimsel araştırmalarda, iş yaşamımda, çocuk yetiştirme anlayışımda, hayallerimde bile sadeliği sever ve koşullar elverdiği sürece yaşamaya çalışırım.

Dün bir arkadaşın evine gittim, ilk defa. Bu arkadaş, hastalık derecesinde temizlik ve titizliğiyle tanınır ama bu tip detaylara takılmazsanız, özünde iyi bir insandır. Ev inanılmaz temiz, pırıl pırıl parlıyor ama gel gör ki, sanki ne bulduysa almış, koymuş, biriktirmiş.. Heryerden eşyalar fırlıyor üzerinize; onlarca konsol ve dolabın binlerce gözünde, milyonlarca eşya istiflenmiş. Özenle tozları alınmış, parlatılmış, belli yöne doğru dizilmiş. Ama o kadar çok eşya var ki. bana afakanlar bastı, eşyalar üzerime üzerime geldiler. Bizim evde mesela salonda bir L koltuk, bir tekli koltuk, bir TV, altında fotoğraf makinalarımızı, elektronikleri falan koyduğumuz gözlü ve beyaz bir yerden konsol, bir tahta yemek masası ve ona ait iki sandalye bir tahta bankı ve benim Türkiye'den 3 senelik azimli bir çalışma sonucunda koca koca kolilerle taşıdığım kitaplarımın durduğu iki koca kitaplık. Bir yerden aydınlatma sistemi. Bir de salon bitkileri. Bu kadar. Eşimle onlarca ülkeye gittik, ufak tefek aldığımız şeylerin en duygusal hatırası olan 10-15 tanesi IKEA'dan alınıp duvara monte edilmiş ufak bir bar-konsolda durur. Bir de LEGO delisi kocamın 1 metrelik savaş gemisi bir köşededir. Tüm ıvır zıvırımız bundan ibaret, o bile bana "ayyy çok fazla eşya var bu evde!" dedirtiyor ara sıra.. Özellikle temizlik yaparken :P Ama bu misafir gittiğimiz evden nasıl kaçtığımı bilemedim; binlerce mum, ufacık tefecik saçma sapan biblo, garip süsler, püsküller, battaniyeler, yastıklar, ay anlatırken sıkılıyorum..

Eşim tasarımcı, onun da etkisi var belki. Çünkü "iyi bir tasarım, en sade tasarımdır" der hep. Tabii oryantal zevklere sahip doğulu bir müşteri değilseniz.. Bilimde de öyledir; birşeyi en kısa ve en sade nasıl açıklıyorsan, doğru olan odur. En kestirme, en kısa cevap her zaman geçerli olandır. Bilimsel çalışmalarda da yolu ne kadar uzatır ve süsler, karıştırırsan; o kadar kaybolur, amaçtan uzaklaşırsın. En iyi doktora tezleri, en basit ilişkileri anlamayı amaçlar ve en kolay istatistiki yöntemlerle doğru sonuçlara ulaşırsınız. Ve bu tezler en çok ödül alan, size bilimsel dergilerde en fazla kapıyı açan tezler olur hep. Konuyu ne kadar sadeleştirirseniz, o kadar uzmanlaşırsınız.

Sosyal ilişkiler de böyle bence. O kadar çok "mış gibi" yaşayan insan var ki, gereksiz yere uzatmalar, gereksiz incelikler, kibarlık adı altında kırılıp bükülmeler, zorlama gülümseyişler, hissedilmeden gösterilmeye çalışılan duygular.. Özellikle yanlış anlaşılma hallerinde insan bin farklı şey düşününce, o mu bu mu derken aslında önündeki bariz "hata"yı ya da "yanlış anlamayı" göremiyor insanlar. O beni aramadı, ben onu aramadım derken mesela, hiç yoktan arkadaşlık ilişkileri bitebiliyor. Oysa o kadar düşüneceğine arasan sorun kalmayacak. Ya da mesela bir insan canımı sıkıyor ama hala belli sosyal sorumluluklar, bazen "kim ne der"ler, bazen acıma duygusu ya da daha hastalıklı başka duygularla o insanı hayatımızdan çıkartamayabiliyoruz. Uzadıkça uzatıyoruz ilişkimizi, kesip atacağımız yerde. Ben son yıllarda yapmıyorum bunu artık, arkadaş çevremi sadeleştirdim ve yeni tanıdığım insanların da bazı huyları hoşuma gitmiyorsa ya da gereksiz yere yoruyorsa bir insan beni, hop! vazgeçiyorum. Uğraşmıyorum. Uğraştıkça işler daha arapsaçı olabiliyor çünkü. Sadelik, her alanda önemli benim için. Bir insan sadeyse, iç dünyası karmaşık değilse, o insandan daha çok keyif alıyorum. Dingin, sade insanlardan daha çok şey öğreniyorum çünkü asıl entellektüeller sakin, sukut içindeki insanlar oluyor genellikle. "Bin dinle, bir söyle" gibi düşünen insanlar oluyor. Dışı sade insanın içi derin oluyor yani; dışı karışık insanın içi de huzursuz oluyor.

Valhasıl; sadelik, yalınlık, az ve yeterlilik. "Az; çoktur" diye bir söz vardı bir de.. Özetle; bana göre yaşamımızı sadeleştirdikçe daha huzurlu ve mutlu oluyoruz.

24 Kasım 2013 Pazar

Değişen aile kavramı

Sosyal medyanın bana kazandırdığı heyecan verici insanlardan biriyle, birkaç gündür aile halleri üzerinde konuşuyoruz. "İdeal Aile" tanımı üzerinde düşünmeye itti bu beni, varsa öyle birşey. Hiçbir şeyin "ideal"inin olduğuna inanmıyorum ben, "ideal" kavramının kendisi bile içinde yaşanılan zamana, günün trendlerine, alışkanlık ve anlayışlara göre değişirken..

Mesela "aile" denince akla ilk Cosby Show ya da Huxtable Ailesi geliyor, 80-90'larda çocuk olduysanız bu dizinin "aile böyle olur işte" savıyla büyümüşsünüzdür. Siyah ve başarılı, Brooklyn NY'ta yaşayan üst orta sınıf bir ailedir Huxtable'lar - ki aslında bu dizi siyah insanların 70'lerden sonra medyada yaptığı "imaj tasarımı"nın en belirgin örneğidir de bu dizi.. Doktor baba, son derece ilgili ve avukat anne (çocuk da yaparım, kariyer de), 4 kız, bir erkek çocuk. O yılların politik doğruculuk akımıyla, dizi sadece "ideal aile nasıl olmalı" değil; toplum nasıl davranmalı, çeşitli yaşam sorunlarının da (Theo'nun dyslexia'sı, kızlardan birinin ergen hamileliği vs.) üstesinden nasıl gelinmeli gibi "öğretici" konulara da parmak bastı ve birçok ailenin "değer ve yargıları"nın değiştirilmesi ya da "iyileştirilmesi"nde önemli rol oynadı. Huxtable ailesinden akan yapışkan, vıcık vıcık sevgi ve saygı taaa dünyanın bir diğer ucunda yaşayan biz üst orta sınıf çocuklarının da üstüne sıçradı. Bazı ailelerde "Annecim, babacım" deme zorunluğu falan gibi aşırı abartılı saygı ve nizam anlayışı, anne babanın her zaman çocuğun birkaç basamak üstünde durup çocuğun sadece fiziksel ve bilişsel değil tüm sosyal ve kişisel adımlarını da izleme ve yönetme özgürlüğü, koruma kollama kalkanının, aile bireyleri arası açıklık ve güvenin önemi, kısaca "BİZ" anlayışı sanırım Huxtable tipi ideal ailelerinin mottosu oldu. Soğuk savaş yıllarının, "biz ve ötekiler" anlayışının, "politik doğruculuk" ve "azınlıkların da bizim gibi "uygar" davrandıkları sürece "biz"den olduklarının" benimsendiği 80'ler ve 90'ların başı için ideal bir diziydi.

Sonra Roseanne geldi. Aslında neredeyse Cosby Show ile aynı dönemde yayınlanan ve siyah ve başarılı Huxtable'lara tamamen zıt özellikle, beyaz ve karmaşanın kol gezdiği bir aileydi Roseanne'in ailesi Conner'lar. Orta Amerika'da, orta sınıf, beyaz bir aileydi ve mavi yaka işlerde çalışan anne baba ve üç çocuk, yaşadıkları tüm enteresan olayların yanı sıra ara sıra maddi sıkıntılar bile yaşıyorlardı. Roseanne, şişman ve sağlıksız bir kadındı ve ev içinde açılan konuların bir kısmı, Huxtable'larda asla fısıltıyla bile konuşulmayacak olan fakirlik, alkolizm, madde bağımlılığı, hamilelik, kürtaj, ırkçılık, aile içi şiddet, sosyal adaletsizlikler, feminizm ve homoseksüel hakları gibi devrin "reformist" konularıydı. Özellikle erkek egemen topluma zıt anne Roseanne, son derece güçlü hatta baskın bir karakterdi ve dizi ailenin değil birey olarak Roseanne'in ve onun aile algısı ve deneyimi üzerine dönüyor, bu da Huxtable'ların "Biz" ruhuna tamamen zıt bir "Ben" demek oluyordu.

2000'ler aile dizilerine ara verilen (vampirlere, fantastik öykülere ve ıssız adaya düşseniz ne menem işler gelir başınıza gibi dizilerin revajta olduğu) bir dönem oldu ama yine de "Two and a Half Men" ya da "Married with Children" gibi öğretici olmaktan çok uzak, bir erkek ve bir kadının önderliğinde yaşanmayan, hatta "evlilik kurumu ve aile ilişkileri" ile düpedüz dalga geçen diziler de yapıldı ve beğeniyle izlendi. 2000'lerin sonunda özellikle "Modern Family"nin birçok farklı anlayışı (ırklar arası ilişkiler, evlilikte yaş farkları), yaşam tarzını (gay evlilikler, evlat edinme) ele alan "evlilik ve ilişkilerin evrimi" diye özetlenebilecek ve ne kadar klasik evli olunursa olunsun, aslında herkesin kendi hayatından da birşeyler bulabildiği diziler dönemine girildi. 2000'lerin başında yaşanan "evlilik sıkıcı birşeydir, bekarlık sultanlıktır" akımı yavaş yavaş yerini "evlilik bir çok farklı şekilde yaşanabilir, ailelerin her biri kendine özgü ve biriciktir, kimsenin doğrusu kimseninkiyle örtüşmez ama karşılıklı saygı ve birlikte yaşam esastır" mottosuna bırakırken, tabii ki bu tip dizilerin beğeni alması da kaçınılmazdı.

Sonra; 2011'de hayatımıza "shameless" girdi ve değerler yine altüst oldu. Alkolik ve vurdumduymaz bir babanın, her biri farklı kadınlardan çeşitli boy ve yaşta çocuklarına gösterMEdiği, göstermesinin de beklenmediği "aile yaşamı" anlatılıyordu bu dizide. Utanmaz adam, her tür naneyi yiyor, en "başkasını eleştirmem" diyen adamı bile delirtecek durumlara giriyor ve "aile"nin başına getirmedik dert bırakmıyordu. Bu kadar kaos ve bir çocukla aynı ortamda bulunmaması gereken ne varsa bulunan bir evde, tüm çocukların aslında bir şekilde büyüyüp gittiği, üstelik bir şekilde beladan uzak, normal insanlar olabildikleri ve bu utanmaz adamı da "yine de babamızdır" diye bağırlarına basmaları akıl almaz birşeydi ama sadece tv'de olan bir durum değildi. Böyle aileler heryerde vardı, karısını döven, evden atan, çocuklarının bayram harçlığını çalıp içki alan babalar sadece gazetelerde değil, her mahallede üçer beşer vardı ve bu kesimin de bir şekilde tv'de yer bulması gerekiyordu. İşin tuhafı, bu aileden çıkan çocukların "bataklık gülü" misali, bir çok lüks ve aşırı koruma kollama ile yetişen arkadaşlarından daha "doğru dürüst" insanlar olabildikleri ve genelde de oldukları tuhaf bir şekilde geçerliydi, sadece tv'de olmuyordu bu işler..

Kısaca, aile kavramının medyadaki yansıması 80'lerin Cosby Show'undan 10'ların  Shameless'ine kadar ne büyük değişiklikler geçirdiyse, aslında yaşanılan hayatta da aynı değişimi gerçekleştiriyor. Artık etrafta beyaz yaka bir baba ve hem çocuk yapan hem de kariyer yapan bir annenin kurduğu, en az iki çocuklu aileler yok sadece. Aile kavramı en az 3 kişiden oluşmuyor artık. Mesela boşandığı eşinden hiçbir yardım almadan çocuğunu yetiştiren anneler ya da babalar da var. Ya da bizim ülkemizde olmasa da artık heteroseksüelden daha farklı cinsel tercihlere sahip insanlar dünya genelinde evleniyor, aileler kuruyor, çocuklar yetiştiriyorlar. Artık insanlar "armut dibine düşer" demiyor, çocuklar anne babadan farklı bireyler olarak kabul ediliyor ve bireyselliklerine saygı duyuluyor. Artık "ailesi berbattı garibanın, napıcaksın.." diyen, acıma üzerine kurulu bir arabesk kültür yok, "her çocuk kendi yolunu çizer, anne baba sadece yoluna ışık tutabilir, hatta bazen tutmaz bile" deniyor. Ya da artık "aile" denen şey anne baba ve çocuk(lar)dan oluşmayabiliyor, bazen sadece bir kadın ve bir erkek de "koca bir aile" anlamına gelebiliyor.. Ne güzel; rengarenk ve farklı olmak!

21 Kasım 2013 Perşembe

Geçmiş zaman

Dün gece rüyamda 1970'lerde genç bir kadındım ve devrimci ruhum beni ve hemcinsim olan sevgilimi (normalde böyle bir eğilimim yok sanıyorum ama.. fazla da üzerinde durmadım çünkü eski rüyalarımda köpek bile olmuşluğum var, patilerim kuyruğum falan.. evet, rüyalarım tuhaf benim, en iyisi olduğu gibi kabullenmek, fazla düşünmemek) Bodrum'un daha keşfedilmemiş bakir ve masmavi koylarından birinde felsefi sohbetler yapmaya ve bol bol da demlenmeye itmişti (uyuşturucu da kullanmıyorum normalde, rüya işte.. kanatlanıp evrende uçtuğum da çok olur, durmayalım yine üzerinde). Güzel bir rüyaydı ama sonu tuhaf bitti (daktilo kadar ağır bir bilgisayarda disket bile değil kasetlerden program yükleyip e-maillerimi kontrol etmeye kalkınca, işin tuhaflığına uyandım).

Uyandıktan sonra, uzun süre uyku tutmadı ve tabii ki düşünceler akmaya başladı. 1970'leri bilmem, 1980'leri bile zor hatırlıyorum, 90'lar benim yıllarım. Bizim kuşak için "arada kalmış" diyorlar yani hem işlerin ve ilişkilerin manuel yaşandığı dönemi, hem de teknolojik evrimi yakaladık. İkisinden ortaya karışık olunca, pek olmadı. "Çocuk da yaparım kariyer de" mottosuyla ya perişan olduk, ya da savrulduk gittik işte.. Ama, bu sabah  bu çılgın rüyanın üzerine bir de Orta Karar'ın son yazılarından birini okuyunca artık bu geçmiş zaman özlemine bir akide şekeri uzatmamak olmadı, olamadı.

Bu sıra ananemin özlemini çok duyuyorum, bazen hiç beklemediğim anda sanki yüzümde patlayan bir tokat gibi yokluğu.. O'nu düşündükçe, son 10 yılı, 20 yılı değil, çocukluğumu düşündüğümü şaşırarak fark ediyorum bazen. 25 senedir düşünmediğim nesneler, kokular, tatlar ve insanlar geliyor aklıma. O'nun öğrettikleri, gösterdiği dünya.. Adile Naşit'in gece yatmadan tüm kuzucuklarına ve bana (evet, bir gün benim adımı da söyleyerek) anlattığı masallar, Münir Özkul ile "Neşeli Günler", dedemin bol sütlü kahvesinin tüm eve yayılan kokusu, minik ekmek parçalarına sürülmüş AOÇ krem peyniri, cam şişede ananemin kapısına bırakılan sütlerin yoğun tadı, o yılların "başkent"inde bile yaşanan elektrik kesintilerinde evin tavanından tabanına kadar upuzun ve gepgeniş o güzelim pencerelerden parlayan ayın duvarlarda danseden ışık oyunları.. Çocukluğumun o oyun dolu, dertsiz tasasız günleri, sonra ergenliğimin o bitmek tükenmek bilmeyen, canımın sonsuz sıkıldığı ve hayatın ne kadar anlamsız olduğunu düşünüp Pink Floyd'a sardırdığım, falezlere kurulu o evin gece boyu dalga sesleriyle yankılanması, dedemin ölümünden sonra yıllar boyu ananemle yanyana oturup denize bakarak yaptığımız akşam sohbetlerimiz, Semo'nun yanımızda uyuklaması, gelen geçene havlaması, su kabından su içerken çıkardığı lıkır lıkır ses.. Hepsi içiçe ve hepsi geçmişte (ve fotoğraflarda) kaldı artık. Bir daha asla geri gelmeyecek, özlemi gittikçe büyüyen geçmişte..

Dilimde tüm gün şu şarkı dolaştı; Yeni Türkü'nün en sevdiğim şarkılarından biri..

Geri verin
Dalgaların kıyılara çarparak
Herhangi bir makamda
Bir şarkı söylediği
Akasya kokulu sabahlarımı

Geri verin
Arnavut kaldırımı yollarda
Bir kızın saçlarında
Gönlümün vals yaptığı
Akasya kokulu sabahlarımı

Geri verin
Zamanın geçmek bilmediği
Gençliğimin sırtıma
Bir yük gibi bindiği
Akasya kokulu sabahlarımdan
Hiç olmazsa birini

20 Kasım 2013 Çarşamba

Evsizlerin gazetesi

Yaşadığım kentte evsiz insanlar aylık bir gazete çıkartıyor ve sokakta 5 euro karşılığı satıyorlar. Bu gazeteyi alıyorum ben. Hep aynı adamdan alıyorum. Tren istasyonunda yaşayan, kıyafetleri eski ama ekşi ekşi kokmayan, yüzü traşsız ama dostane bir adam bu. Hali tavrı, bir zamanlar bizden biri olduğunu ve sonra işlerin tepetaklak gittiğini düşündürtüyor insana. Belki bir hastalık, bir felaket.. Maddi ve manevi kayıplar.. Onu evsizliğe iten ne bilmiyorum ve bunu bilmem de birşeyi değiştirmeyecek.

O durakta otobüs beklerken, geçen akşam, ilk defa konuştu benimle. Normalde konuşmuyor. Hava soğuktu, karanlıktı ve kızım bana yapışmış kanguruda uyuyordu. Üzerinde montu, başında şapkası vardı ve göğsüme temas ettiği için üşümesi imkansızdı. Yine de bu evsiz adamı rahatsız etti ve bana beklediğim kapı aralığından içeriye geçmemi, özellikle belirli bir açıda durmamı tembih etti. Gerçekten de o noktada rüzgar ve hava akımı yoktu. Onun uyku tulumu, alışveriş merkezinden alınmış çekçekli arabası içindeki naylon torbalar içindeki eşyaları (belki şarabı) ve uyuyan bir ufak köpeği ile yanyana durarak, soğuktan uzakta otobüsün gelmesini bekledim. Konuşmadan.. Konuşmaya gerek duymadan.. Sadece beklemek, zamanın geçmesi, üşümemek..

Gideceğim bir evim var, üstelik sıcak bir ev. Buzdolabımda sadece yiyecek birşeyler değil, sağlıklı birşeyler var. Canım sağlıksız birşey yemek istediğinde abur cubura harcayacak ya da gereksiz ve anlamsız alışverişlere saçılabilecek param var. İhtiyaçlarımızı sağlayabiliyoruz, arada lükse zaman ve para harcıyoruz. Hayallerimin çoğunu yıllar içinde gerçeklere dönüştürdüm ve hayal kuracak zaman ve yaşam neşesine sahibim. Yalnız değilim, bir sürü arkadaşım, dostum, çevremde pır dönen akrabam var. Kimseye kırgın ya da dargın değilim, düşmanım yok, geceleri düşünmekten uyuyamadığım bir derdim yok. En önemlisi; sağlıklıyım. Bunların bilincindeyim ve şükrediyorum.

Dilencilere para vermem ama birşey satanlardan daima o şeyleri alırım. Yıllardır mendili, tükenmez kalemi dükkandan almadım. Bu tip hayır amaçlı gazeteleri alırım. Yolda broşür dağıtanlara, anket yapanlara, çok çok acelem yoksa zamanımı veririm. Çünkü bu sahip olduklarımın ne kadar kırılgan olduğunu, elimden ne kadar kolay kayıp gidebileceğini biliyor ve sağlık ve afiyetin devamı için dua ediyorum. Çok ince bir buzun üzerinde paten yapmak gibi yaşam..

17 Kasım 2013 Pazar

Kudüs sendromu

Yazamamaktan muzdaribim sana blog! Affet beni! Kendimi valla ikinci çocuğunu daha çok seven, ilk çocuğunu ihmal eden bir anne bozuntusu gibi hissediyorum. Diğer blog tıkır tıkır giderken sana bir türlü el atamaz, atınca da böyle saçma sapan şeyler yazar oldum. Nerdeee o ilk yıllardaki entellektüellik, gittikçe ev kadını modunda yazılar yazıyorum. Neyse halim çıksın falim ayarında!

Bu gidişata bir dur deyip şu Kudüs Sendromu'ndan bahsedeyim en iyisi, sanki yeni duymuşum gibi yapayım hatta, beynimin "süt yap, süt ver, bez değiştir" diye bağıran o acaip yeni bir grup hücreleri ile hala entellektüel son kaleyi kaptırmamak için kahramanca savaşan gri hücreleri arasında biryerde kaybolmuş bir konu bu Kudüs Sendromu. Stockholm Sendromu'nu zaten biliyoruz hepimiz, hani bir felaket yaşayan kişinin, kendisine bu felaketi yaşatana anlamsız bir hayranlık duyma hali. Dayağı yiyip yine de kocamdır diyen kadınlar, teröristler tarafından rehin alınıp sonra teröristine aşık olan insanlar, sado-mado ilişkiler yumağı, bildiniz mi!? Ha işte bu "şehir isimlerini sendromlara verelim, pek şık duruyor" akımının bir başka üyesi de; Kudüs Sendromu.

Ben benim kocayı Kudüs'te tanıdım malum 10 sene kadar önce, sonra biz bu Kudüs'e pek sık gider gelir olduk, bizim için çok özel bir şehir. "Aşkımızın meyvesi" (ki bahtımıza kendisi son derece ekşi bir mandalina çıktı sağolsun; manası: ağlak ağlak ağlak, gülek, yeniden ağlak, ağlak, ağlak - ama seviyoruz keratayı gittikçe artan şiddette, Stockholm Sendromu mağduruyuz yani) izin verseydi 10. senemizi tam Kudüs'te kutlayacaktık, kısmet olmadı. Olsun, bu beni bir "Kudüs'e Aşk" temalı yazı yazmaktan asla alıkoymaz. Kudüs çok güzel bir şehir, ayrıntılı okumak isterseniz şu yazıma tıklayın, her santimetrekaresi tarih kokuyor, tüm tek tanrılı dinlerin kesiştiği bu kentin mistik bir havası var ve eski şehre bir kez gittiyseniz, kendinizi tuhaf bir şekilde evinizde hissediyor, ayrılmak istemiyorsunuz. İster musevi, ister müslüman, ister hıristiyan, ister ateist olun; bu böyle. Tuhaf bir his. Sokaklarda bin çeşit insan dolaşıyor ama hepsi birer hikayenin ardında dolaşıyor, çoğunun kendisi bir hikaye..

İşte bu hikaye insanların bir kısmı Kudüs Sendromu'ndan muzdarip. Yani kentin aşırı mistik havası, yoğun tarihi, inanç ve felsefenin bağrı olması; bazı insanlarda "burası evrenin merkezi ve ben de yüz yıllardır beklenen İsa Mesih'im" sanrısına neden oluyor. Aslında şizofreniye meyilli ya da tanısını almış insanlar çoğu ama bazı gizli şizofrenler de bu aşırı yoğun havadan etkilenip ilk fazlarını ya da bizim "grandiose delusion" (aşırı büyüklük sanrısı) dediğimiz olayı Kudüs'te yaşıyorlar. Birden karşınıza sırtında koca bir tahta haçı zorum zorum taşıyan, saç baş karışmış, elbisesi yırtık pırtık ve kanlı, elinde incili ya da bağıra bağıra ettiği dualarla çıkabiliyorlar, köşe başından ansızın. Ben Kudüs'te yaşarken, ekmek almaya falan çıktığımda bunlardan 1-2 sini görebiliyordum, normal bir sahne yani. Kudüs dışında da hiçbir yerde metrekareye bu kadar çok Hz.İsa düşmez sanırım.

Ara sıra bu Hz.İsa'lar birbirleriyle de karşılaşıyorlar sokakta. Çok enteresan bir deneyim oluyor izleyenler için, çünkü her biri için diğeri tam bir şarlatan ve bunu diğerinin yüzüne vurmak da çok doğal. Son derece teatral durumlar, her ikisi de genellikle incili ve dini iyi biliyor ve kitaptan cümlelerle, Hz.İsa'ya yakışacak gibi birbirlerine "anlayış dolu, merhametli" bir şekilde "şarlatansın sen" demeye çalışıyorlar. Oldukça enteresan durumlar, sokakta 2013 sene öncesinin diyalogları..

Böyle bir sendrom işte; dün kapıma dayanan Jehovah Şahitleri bana hatırlattı, yazayım da okuyun istedim. Ya da Kudüs'e gidin, görün. Enteresan gerçekten..

31 Ekim 2013 Perşembe

Kabak süsleme ve yeme sanatı

Eveeet, yine bir Halloween yani Cadılar Bayramı geldi çattı. Duyan da ezelden beridir kutluyoruz bu bayramı sanır ama işin doğrusu Amerikan filmleri ve geçen yıllarda ödümü patlatan mahalleli çocuklarla deneyimlerim dışında, ben yaşamım boyunca bu cadılar bayramıyla pek haşır neşir olmadım. Ama dönüp dolanıp bu konuda yazıyorum, demek ki içimde bir yerlerde, gizli kalmış ve itilmiş bir özenti söz konusu. Ayol evet özeniyorum; rengarenk kostümlere bürüneyim, mahalle sokaklarında treat or trick edeyim isterdim ama "tevellüt kaç teyze?" diye sorarlar diye çekiniyorum. Ba"ğğğğ"zı şeyler çocukken güzel. Ya da çoluğa çocuğa karışıp "çocuk istedi, kıramadım" diye yalan atabilecekseniz, yine güzel. İkisinin arasında olmuyor. Olursa da şu şekil oluyor, elaleme madara oluyorsunuz.

Bu sene, 2011'in Cadılar Bayramı'nda başıma gelen hadise tekrarlanmasın diye hazırlıklı davranıp iki üç paket karışık şekerleme aldım. Aslında dediğim gibi; bizimki gibi zengin ve çocuk-odaklı, dolayısıyla "aman çocuğu oyalayalım ve aynı zamanda komşulara hava atalım da nasıl yaparsak yapalım" mottosuyla hareket eden mahalleler dışında, Almanya'da Cadılar Bayramı kutlanmıyor. Ama sanki son yıllarda balkabağı üretimi ve tüketimi arttı ve heryerde üstüste yığılmış duran balkabaklarını değerlendirme amacıyla insanlar ne yapacaklarını bilemez hale geldiler. Mesela hemen yanda komşularımın balkabaklı sanatsal çalışmalarından bir kuple görüyorsunuz, bu vahşi bakışlı arkadaşlar dünden beri geri dönüşüm konteynırımızın üstünü şenlendiriyor. Sevimliler evet, geceleri de içindeki ufak mumları yakıyor, mahallelinin yüreğini hop hop hoplatıyoruz.

Kabakların dışını oyduk, baş ucumuza koyduk. Evet. Peki içini ne yaptık? Tabii ki değerlendirdik, afiyetle mideye indirdik. Sevgili Ayşe'nin annesinin pek kıymetli "kirece yatırılmış balkabağı reçeli"ni yapamadık, balkabağı tatlısını da yapmaya üşendik amma ve lakin hoşunuza gideceğini düşündüğüm (çünkü benim okurum tontondur, ağzının tadına düşkündür, yeni tarifler denemeye bayılır, di mi kuzucuklarım?) iki balkabağı yemek tarifi ile sofralarımızı şenlendirdik. Tabii ki sevgi paylaşmaktır diyor ve bu ulvi bayramımızı kutlayarak hemen tariflere geçiyorum.

İlk tarifimiz; koca bir tencere yapıp, ilk üç tabağını parmaklarınızı yalayarak, son iki tabağını yine mi çorba yaaa diyerek hafif bıkkınlıkla, son iki tabağı da dökülmesin yazık diyerek zorla yiyeceğiniz "Balkabağı Çorbası". Küçük boy (1kg) bir balkabağını dış kabuğunu soyarak küp küp doğruyoruz. Azıcık balkabağı çekirdeği yağında (bulamazsanız saf zeytinyağı da olur) 1-2 adet soğanı pembeleştiriyor ve balkabağı küplerini ekliyor ve 10dk. kadar yumuşayıp kırmızılaşıncaya dek pişiriyoruz. 700ml. (mesela maggi) hazır sebze suyuna tuz ve karabiber ekleyip kaynatıyor, içine 150gr. şekersiz krema (ya da light sahne) ve birazcık taze zencefil katıyor ve bu karışımı kabaklara ekliyoruz. Ateşten alıp blendırda çorba kıvamına gelene dek eziyoruz. Tabaklara koyduktan sonra üzerine hafif zeytinyağında çevirdiğiniz kabak çekirdeklerini ekleyebilirsiniz. Çorba çok fazla olduysa (ki mutlaka oluyor) derindondurucuya atıp 2 ay içinde azar azar da tüketebilirsiniz.

İkinci tarifimiz; özellikle süt veren anneler ve yavruları için ideal bir tarif olan "Füme somonlu balkabaklı spagetti". Somon fümeyi mini mini kesiyor, içine az zeytinyağında pembeleştirdiğimiz (ya da daha hafif bir opsiyon olarak fırınladığımız) minik balkabağı küplerini ekliyor, azıcık kaşar ya da parmesan peynirle zenginleştiriyor, istersek biraz sebze suyu (ya da üstteki çorbadan bir iki kaşık), azıcık zencefil ekliyor ve spagettimizin üstünü şenlendiriyoruz. En tepeye de yeşillik babında maydonoz atabilirsiniz. Bu karışım ayrıca kişte ve lazanyada da çok güzel oluyor.

Balkabağının tam mevsimi; etinden sütünden, içinden dışından, bol bol yararlanalım. Afiyette kalın!

24 Ekim 2013 Perşembe

Şükretmek

Bu sıra evde baykuş beslediğimiz için, geceleri uyuyamıyoruz. Gündüz de hoşaf gibiyim, bloga yazamaz kadar sulanmış beynim. Yine de doğa içinde yaptığım yürüyüşlere devam ediyorum. İnsan yürürken ne çok düşünüyor. Ayaklarımla düşünüyorum ben de, Maalouf..! Devamlı şükür kavramı üzerinde düşünüyorum. Tanrıya inananlar için, tanrıya bize sundukları için teşekkür etmek. İnanmayanlar için, hayatın bu kadar anlamsızlığı arasında tutunacak güzel birşeylere sahip veya vakıf olduğumuz için sevinmek. Şükür, şükran, teşekkür..

Pollyannacılıktan pek hazzetmem ama pozitif psikoloji denen ve son 10 yılda iyice hortlayan bilim dalına inanırım. Kanseri bile yendirtiyor adama diyorlar. Umut ve şükür.. Ama ilk aşama farkına varmak ve kabullenmek yine de.

Kış kapıda ama kestane de çıkmak üzere. Etrafta koşturan sincaplar (bu memlekette orman değil ağaç dahi kolay kolay kesilemediği için sincap denen bir canlı türü var evet, heryer sincap kaynıyor) ve ben, bu sıra en çok buna şükrediyoruz..

13 Ekim 2013 Pazar

Kabullenmek

Hıristiyanların çok güzel ve anlamlı bulduğum bir duaları vardır. Derler ki; "Tanrım; bana değiştirebileceğim şeyleri değiştirmek için cesaret, değiştiremeyeceğim şeyleri kabullenmek için sabır ve bu ikisi arasındaki farkı bilebilmek için de akıl ver". Sanırım bu sıra benim sık sık bu duayı etmem gerekiyor, ta ki beni zorlayan bir takım yaşam koşulları değişene ya da ben bu koşullarla yaşamayı öğrenene dek.

Ben akılcı ve aşırı mantıklı bir insanım. Tüm olaylarda neden sonuç ilişkisini kurmam, olayı bilimsel bir mantık düzeyine oturtmam gerekir. O nedenle, çoğu zaman akılcılıktan uzak, sadece inançlı olan insanları anlayamam. Birşeye inanmam için, elle tutulur ve gözle görülür olması gerekir. Mış, muş ile yola çıkmam, illa ki denenmiş ve kanıtlarla ispat edilmiş olmalı bu şeyler. Din inancım bile bu şekildedir, inanmam için önce mantıklı bir temele dayandırmam gerekir. Bu nedenle de dini bir çok dogmayı kolayca gözardı eder, aslında hiçbir dini uygulamaya uymayan bir tanrıya inanır ve o tanrıya dua ederim. O benim için tek ve tüm dinleri kuşatan, eklektik ve bütünsel tanrıdır.

Fakat şu son 15 gündür yaşadıklarım, bana bazı sonuçların "nedensiz" olabileceğini ve bilimsel bir mantık düzeyinin bu şeyler için işlemeyebileceğini gösterip duruyor. Kabullenemiyorum çünkü aklım almıyor nedensellik yaklaşımına aykırı sonuçları. Bir sonuç ortaya çıkıyorsa, bir nedeni de olmalıdır diyorum ve her geçen gün, her geçen hafta, her geçen ay elimdeki tüm nedenleri tek tek yere çalsa da, hani siz sosyal bilimcilerin "açıklanamayan hata" dedikleri olay gibi elimde açıklanamaz bir E değeri kalsa da, yine de aklım almıyor.. Nasıl bir sonuç sadece kendiliğinden, nedensiz yere yaşanabilir?!

Neden-sonuç ilişkisi kuramamak, dolayısıyla olayların doğasını değiştirememek beni kahrediyor. Kabullenebilmek işte bu noktada devreye girmeli ama yapamıyorum. Oysa herkesin dediği bir; bunun bilinen bir nedeni yok, bu sonuç senden ya da yaptıklarından kaynaklanmıyor, "bu böyledir" diyip geçmelisin, kabullenmelisin. Başka türlü başa çıkamazsın, neden neden diye aklını kaçırırsın..

Mükemmelliyetçi değilim. İstediğim sadece optimum bir rahatlık, sağlık, mutluluk ve huzur hali..

9 Ekim 2013 Çarşamba

Mutlu olmayı başarmak

Bugün biricik ananemin 40'ı, hava buz gibi ve karanlık, nefret ettiğim ve bu memlekette bir geldi mi bir daha gitmeyen mevsim (kış) yaklaşıyor, gözüm gibi baktığım orkidelerimden birisi kurumaya yüz tuttu, çocuk sahibi olmak tahminimizden zor çıktığı için eşim de ben de tükenme noktasındayız, bel ve elde tendon ağrısından hareket edemez haldeyim, kızımda laktoz intoleransı olabilme olasılığına karşı doktorun önerisiyle en sevdiğim sütten ve 5 çayı için atıştırdığım aburcuburdan oldum ve daha binlerce mutsuzluk nedeni sayabilirim. Ama; herşeye rağmen mutlu olmayı başarmak lazım, hayata sadece bir kez geliyoruz. O da bir göz açıp kapayana dek geçiveriyor..

Bu sabah doğada uzuuuun bir yürüyüş yaptım çünkü yaşadığım kente SOMbahar gelmiş! Hani bizim Bolu ve Mezitler yöresinde de yaşanan, pastırma yazı dönemine denk gelen, batıda "indian summer" denen o rengarenk mevsim. Bu sene gelişini tam yakaladığım için çok sevinçliyim, çünkü geçen senelerde bu mevsimde genellikle Türkiye'de oluyor ve bu çok sevdiğim mevsimi ancak ortalarında, yapraklar sarıdan kahverengiye dönmeye başladığında yakalayabiliyordum. Hemen makinamı kaptım ve evin köşebaşındaki "yanan ağaç"tan başlayarak gördüğüm güzellikleri tek tek fotoğrafladım.


Kış tepeden aşağıya doğru geliyormuş, bu fotoğrafta bunu anladım! Hani derler ya kavak yaprağını yukardan dökerse kış uzun olur, aşağıdan dökerse kısa olur diye. Bu kavak ağacı değil ama yukardan sararan yapraklara bakarsak sanki bu kış da geçen kış gibi upuzun ve bıktırıcı olacak. Kıştan nefret ediyorum. Sadece ilk kar yağışını, heryerin bembeyaz oluşunu seviyorum. Ona da 3 gün tahammül edebiliyorum. Devamlı üşümek, kalın kalın giyinmek, düşmemek için yollarda hantal hantal yürümek, erkenden kararan hava, kısacık günler.. Üff içim karardı, hiç hazır değilim bu kışa, nasıl geçecek bilmiyorum. Yapraklar hala varken sorun değil de, yapraklar bir kez dökülüp doğa gri renge bürününce bende de şalter atıyor resmen. Üstelik bu ülkede doğa griye öyle çabuk bürünüyor ve o kadar ağır geçiyor ki kış! Hiç gelmese keşke..

Ya da şöyle bir evimiz olsa.. Sevgili J. sarmaşık sinek yapar dedi, sivrisineklerin bir numaralı tercihiyim zaten. Olmadı bu! Burada Amerika'daki cadılar bayramı kutlanmıyor ama bu mevsimde yapılan benzer bir adet var; evin girişine bal kabağı koymak. Süs kabakları da oluyor bazen irili ufaklı, o capcanlı kavuniçi çok hoşuma gidiyor. Sincaplar etrafta koşturuyor, ağızlarında koca koca at kestaneleri. Tüm yaz ve sonbaharda etraftan topladıklarıyla kışı geçirecekler. İnsan bazen uykuya yatan doğa ve hayvanlara bakınca, "keşke biz de koca bir kileri baştan aşağı yemek doldursak, battaniyeleri üstümüze çekip tüm kış boyu uyusak" diyor.

Bu evin önündeki sapsarı ve bembeyaz kasımpatları da çok hoşuma gitti. Tam bir renk cümbüşü olmuş. Ev sahibesi belli ki çiçek seven bir insan; evin her köşesinde rengarenk çiçekler vardı, ben de bol bol fotoğraflarını çektim.

 

Ama asıl günüme güneş gibi açan, en üstte gördüğünüz o kavuniçi şaheser. Burda bir tarlaya ekmişler, rengarenk. Artık kurumaya, bozulmaya yüz tutmuş, arasından en tazesini seçip koparttım. Tabii 30 Euro cent'imi de tarlanın girişindeki kutuya attım, bizde olsa o kutuya para atılmadığı gibi, kutuyu da söker götürürler, di mi? Atmayabilirdim de çünkü ne kontrol eden var, ne de açıkcası çürümeye yüz tutmuş çiçeklere para isteyen.. Ama bu karanlık günde bana mutluluk verdi ya bu tarla, 30 cent'ten çok daha değerli bence..

7 Ekim 2013 Pazartesi

Ederin kaç, Münevver?

Gazetelerde bugün çıkan Münevver'in değeri 37.486 TL yazısı sinirlerimi hoplattı. Münevver'i unutmuş olabilirsiniz, çünkü ne ilk ne de son genç kız cinayetiydi. Ama eli baltalı katilini, parçalara ayrılan vücudunu hatırlatsam olaylar hemen hatırınıza gelir. Kızcağız 18 yaşındaymış öldürüldüğünde.. Bu haberler değil de, bugün "bilirkişi" raporunda yer alan, Münevver yaşasaydı şu şu olurdu şeklindeki öngörüler şaşırttı beni. 18 yaşında bir kızın tüm hayatı öngörülmüş, okulunu bitirince ailesine getireceği maddi faydadan tutun, yapacağı çocuk sayısı, öleceği yaş; hepsi Türk ortalamasına göre tesbit edilmiş ve ailenin açtığı tazminata karşılık, bilirkişi "Etse etse 37.486 TL eder bu kız" demiş..

Münevver yaşasaydı belki bu bilirkişinin dediği gibi bir üniversitede okuyacak, belki mezun olacak, belki iki çocuk yapacak, belki bir işe girip 28 sene çalışıp emekli olacak ve 65 yaşıda ölecekti. Çünkü ülkemizde ortalama bir kadının yaşamı bu şekilde geçiyormuş. Ama belki de Münevver bir üniversiteden mezun olduktan sonra, okuduğu kitaplar, izlediği filmler, yediği içtiği takip ettikleri sayesinde çok başka bir insan olacaktı, olamaz mıydı? Belki dünyayı gezecekti Münevver, belki bir yardım kuruluşunda tek kuruş almadan çalışacaktı, belki "bu dünyaya çocuk yapılmaz" diye düşünecek, iki kedi sahibi olacaktı? Belki sağlıklı beslenecek, kendine dikkat edecek, spor yapacak ve 90 yaşına dek yaşayacaktı? Bilirkişi bunları öngörmemiş Münevver için. Öngörse ne kadar ederdi acaba?

23 Eylül 2013 Pazartesi

Ay ışığı, yakamoz, yıldız tozu

Yıllar yıllar önce, ben tasasız küçücük bir çocukken, elektrik kesintilerinin olağan olduğu o sıcak yaz gecelerinde, biz ailecek ananemle dedemin yazlık evinde toplanır, falezlere kurulu, göz alabildiğine deniz gören o güzel evin kocaman teras-balkona yayılırdık. Ananem biz çocuklara yumuşacık, sıcacık bir yer yatağı kurar, büyüklerse binlerce milyonlarca yıldızın altında, bir mum ışığının eksikliğini dahi hissetmeden oturur, denize bakarak hem çay içer hem de sohbet eder, ara sıra güzel sesleriyle sanat müziği söylerlerdi. O sıcacık yatakta, yaz gecelerinin Ege sahiline özgü o hafif esintisi yüzümü okşarken, hiç uyuya kalmayayım, o gece hiç bitmesin, o sohbet hiç dinmesin isterdim. Geceler öyle karanlık, yıldızlar öyle parlaktı ki.. Ara sıra bir yıldız kayar, aileden biri illa ki "dilek tutun" derdi. Yıldızlar ne çok kayardı o zamanlar..

Kocaman bir ay çıkardı dağın arkasından. Bazen kıpkırmızı dolunay. Ne de hızlı ilerlerdi, bir bakmışsın dağın kenarında belirmiş, bir bakmışsın evin çatısına atlamış, bir bakmışsın hop çatıdan aşağı kayıvermiş.

Bir de denize vuran yakamozu görseydiniz.. O yıllarda o küçücük sahil kasabası kalabalık olmazdı hiç. "Gazino"nun kırmızılı yeşilli ışıkları sönük sönük vururdu denize. Ama o ay.. O ay nasıl vururdu öyle, gümüş bir yol açardı denizin üstünden. Ara sıra gece balığına çıkan teknelerin o gümüş yolda bir an belirli belirsiz silüeti görünür, sonra kayboluverir. Dedem emekli olmuş o yıllarda; bir tekne almış, gece balığına merak sarmış, ananem endişelenir, gözüne uyku girmez "adam hukuk okudu, balıkçı oldu" der durur..

Dedem birkaç kez beni de götürdü gece balığına. O simsiyah sulara, o yakamozun gümüş ışığına, o sessizliğe, patpat motorlu teknenin suda süzülüşüne, o yıldızlara, hiç konuşmadan oltayı denize salmaya, ben de sevdalandım sevdalanmasına da.. Uykunun sıcak kucağı olmasa..

Temmuz ve Ağustos o kasabada ağır geçerdi o yıllarda. Hele geceleri.. Televizyondaki kanalların çoğu Yunan kanalı, anlasan bir de elektrik kesilir tam orta yerinde. Yaz tatillerinde televizyon izlemeyen bir çocuktum ben, doğayı izlerdim onun yerine. Böceklerin yakından bakıldığında ne kadar güzel olduklarını, toprağın o buruk kokusunu, yıldız tozunu da öyle öğrendim. Yıldız tozu vardı bizim bahçede. O binlerce yıldız arasından gece boyu kayanların arkasından dökülen tozlar işte.. Sabahları bizim balkona dökülmüş olurdu.. Sarı bir toz, süpür süpür gitmez. Ananem söylenir durur, evin içine girdi diye. Ananemin yıldız tozunu sevmediğini sanardım. Oysa o zamanlar daha evin önündeki yola asfalt dökülmemişti..

Ne çabuk geçti o yıllar. Önce 1996'da dedem, sonra ondan tam 17 sene sonra, bundan tam 24 gün önce ananem.. Yıldızlara gittiler. 

Dün gece yine baktım yıldızlara. Gecenin en karanlık zamanında, saat 03.53'te. Yıldızlar o yıllardaki gibi değil artık. Oysa çoğunun ışığı bize ulaşana dek binlerce, onbinlerce, yüzbinlerce yıl geçmiş oluyor. Belki o yıldız çoktan sönmüş oluyor. Baktığımız hep geçmiş zaman.. Özlediğimin hep.. geçmiş. 

17 Eylül 2013 Salı

Tadımız tuzumuz gitti..

Türkiye'ye ziyarete gelmemize sadece 1 hafta kala, 30 Ağustos 2013'te birtanecik ananemi trafik kazası sonucunda kaybettik.. Hayat bazen hiç adil değil.. Aylardır benim için yeri çok başka olan, çok özel olan ananemi yeniden, hem de bu sefer kucağımda kızımla görmeyi öylesine iple çekiyordum, öyle hayaller kurmuştum ki.. Olmadı.. Ananoşum kızımı göremedi.. Bense onu o bembeyaz örtünün içinde, huzur içinde uyurken görebildim, kızım kucağımda.. Hayat hiç adil değil!

Beni 2 aylıkken koynuna alan ve 5 yaşıma dek bana annelik yapan ananem, muhteşem bir insandı ve onu 2010'da yazdığım şu yazımda anlatmıştım size.. Onsuz hayatımın tadı tuzu eksik olacak hep, boğazımda hep o bildik düğüm.. Canım ananoşum; nurlar içinde yat, mekanın cennet olsun, canım birtanecik ananeciğim........

26 Ağustos 2013 Pazartesi

Yaşlılık

Bu sabah erkenden kalkıp yürüyüşe çıktığımda, yanımdan bisikletleriyle vızır vızır geçen, köpekleriyle hızlı hızlı yürüyen ya da şortları çekip koşuya çıkmış olan bir sürü "yaşlı" görünce "insan ne zaman yaşlanır?" diye sordum kendime.. 80 mi, 70 mi, 50 mi, 35 mi? Saçına ilk ak düştüğünde desek, artık 16-17 yaşındaki gençlerin bile saçlarında beyaz teller olabiliyor.. Demek ki saçlara ak düştüğünde başlamıyor yaşlılık. Yoksa ilk bel ağrısını, ilk boyun tutulmasını hissettiğimizde mi? Ama bilgisayarlı yaşam, klimalı ortamlar, hareketsizlik her yaşta vurabilir insanın belini, boynunu.. Demek ki oramızın buramızın ağrıması da değil. Belki en çok satanlar listesindeki müzikten hoşlanmadığımızda? Ama en hipster gençler bile 70'lerin cover'larını dinlerken.. Yok o da değil o zaman..

Yoksa saçlarını altın kızlar modeli kısacık kestirip, o tüm yaşlıların pek meraklı olduğu krem rengi pantolonu giydiğinde mi başlar yaşlılık? Belki de.. Oysa o bembeyaz, upuzun, pamuk gibi saçların güzelliği.. O türlü kozmetiklerle ve ameliyatlarla gerdirilmemiş, makyajsız, hafif çilli yüzlerdeki yumuşaklık.. O "banyodan sonra bir krem sürerim" cümlesindeki doğallık, temizlik.. Cildin, fazla güneşe çıkmamış, kozmetik yememiş, kendi zamanına uygun yaşlılığı çok güzeldir aslında. Ama cildin yıpranması ya da tazeliği de yaşlılık belirtisi değil artık; ne gençler var kayış gibi suratları ve ne yaşlılar var yumuşacık.. Yaşlılık ciltle de alakalı değil o zaman..

Yaşlılık sanırım ilk defa kendi kendimizi frenlediğimizde, "artık benden geçti" diye düşündüğümüz o ilk anda başlıyor.. Roller coaster'a binmekten ilk defa çekindiğimiz anda, dostlarla felekten bir gece çalmak için dışarıya çıkmak yerine pijamalarla evde oturmayı tercih ettiğimiz anda, dalgalı saçlarımızın dolaşıklığını bahane edip kısacık kestirmeye yeltendiğimiz anda, çocukla çocuk, deliyle deli olamadığımız, etraf ne der diyip doya doya gülemediğimiz ve de ağlayamadığımız, şakaları ciddiye alıp bozulduğumuz, yeni birşeyi denemekten, yeni bir hobi edinmekten, yeni bir yere seyahat etmekten kaçındığımız anda.. Bir de en çok "herşeyi en iyi ben bilirim, o yüzden bunu böyle yap, şunu şöyle yap" diye sağa sola emir/fikir vermeye kalktığımız anda..

Yani bence yaşlılık; saçla, ciltle, fiziksel halle değil de meraksızlıkla, ilgisizlikle, üşengeçlikle, yani kendimize biçtiğimiz rollerle ilişkili..

14 Ağustos 2013 Çarşamba

Hayatın anlamı

Geçenlerde takip ettiğim blogların en nöro-psikoloji ve felsefeyi harmanlamış olanında, üniversiteden sevgili hocamın güzel bir yazısına denk geldim. Yazının konusu "hayatın anlamı" üzerineydi; tabii bu hepimizin devamlı düşündüğü, çözmeye çalıştığı, bu sorunla uğraşırken bazen hayatı kaçırdığı, bazen kafayı sıyırdığı, bazen de ucundan kıyısından yakalaya-yazdığı bir "çok değişkenli denklem".. Ben de gidip gelip, dolanıp durup, bu konuda yazıyorum ara sıra. Yazdığımdan daha sık da düşünüyorum..

Hayatın anlamı; yukarıda bahsi geçen Paul Thagard'a göre "çalışmak, sevmek ve oyun oynamak"mış. Popüler kültürün "Eat, Pray, Love"ı yerine "Work, Play, Love" yani.. Sevmek kısmına katılıyorum ama "çalışmak" yerine "üretken olmak", "oyun oynamak" yerine de "mizah" konsa bence daha anlamlı olur. Bence tabii. Hayatın anlamını şıp diye bulamamamızın nedeni de zaten anlamın herkese göre değişiyor olması. Bana göre; üretken olmak, sevgi alıp vermek (hatta almaktan çok vermek belki de) ve sahip olunanlara şükretmek ile kanaatkarlık hayatın anlamı..

Bu arada; bugün burada muhteşem bir hava var, 23 derece ve bulutlu. İnsan üzerine ince birşey alıp, dışarıda saatlerce yürümek istiyor. Bu sıra bunu yapabilecek zamana sahibim. İnsanın gerçek zenginliği zamanmış, bunu da son zamanlarda fark ettim.. Saatlerce ve gidecek yeri planlamadan yürümek ne güzel; doğaya bakmak, insanları incelemek, düşünmek. Benim içime resmen bir "emekli" kaçmış yahu, haberim yokmuş.. Bak "ev hanımı" diyemedim yine, görüyorsunuz. Ev hanımlığından korkuyorum. Aslında ev hanımlığı da bir meslek ama ne bileyim, sanki hizmet sektöründe çalışıyormuşsunuz gibi. Hizmet etmek de üretmekten, yani yaratıcı-üreticilikten biraz uzak geliyor bana. Bol kurallı, prosedürlü işler bana göre değil. Tabii hizmet sektörünü aşağıladığım sakın anlaşılmasın, hizmet sektörü olmasa medeniyetler çöker, o ayrı..

Doğaya ve düşünmeye dönecek olursak; Nazım'ın dediği gibi "bir sincap ciddiyetiyle yaşamak" lazım hayatı gerçekten de, "işin gücün yaşamak olmalı, ötesinde birşey beklemeden".. Ya da Bilge Karasu gibi "narla incire gazel" okumalı, tam mevsimiyken.. Kaçırmamalı..

5 Ağustos 2013 Pazartesi

Gülmek ve ağlamak üzerine

Ağlamayı gülmekten çok daha önce öğreniyoruz, ne tuhaf.. Ağlamak için karnımızın acıkması ya da bir yerimizin acıması yeterliyken, gülebilmek için sadece fiziksel bir gelişim değil, bilişsel bir gelişim de gerekiyor. Basit bir şakayı anlayıp bilinçli bir şekilde gülebilmek için; beynimizin gelişmesi ve yüz kaslarımızı kontrol edebilmemiz gerekirken, sofistike esprileri ya da kara mizahı anlamaya, bazılarımızın ömürleri dahi yeterli olmayabiliyor.. "Bir insanın nasıl güldüğünden terbiyesini, neye güldüğündense zekasını ve seviyesini anlarsınız" - Mevlana.

Normalden sık gülümseyen ya da kolayca gülüveren insanlar daha mı mutlu peki? Bu tam bilinmiyor işte.. Çünkü bir insan bazen "ayıp olmasın" diye de gülümseyebiliyor, mesela pek sevmediğiniz bir tanışı yolda gördüğünüzde gülümsemek gibi.. Böyle zoraki gülümseme durumlarında insanın yanak kasları acıyor, fark ettiniz mi? Sanki "ya bizi gereksiz yere kullanıyorsun şu an, al sana ceza!" der gibi.. Ya da bazı insanların hiç komik olmayan soğuk esprilerine gülmemiz gerekebiliyor ara sıra, sırf karşımızdaki insanı rencide etmemek adına. Ağzımız gülüyor da, gözlerimiz gülüyor mu bilemem.. "Gülmek için yaratılmış gözler.." - Semiha Yankı.

Güler yüzlü insanı herkes sever de, dertli insanın dostu olmak zor sanırım. Bundandır belki bana gelen çoğu depresyon hastasının pek arkadaşının olmayışı. Ya da arkadaşsızlıktan mı girilir depresyona? "Gülersen, tüm dünya seninle birlikte güler; ağlarsan, tek başına ağlarsın" - Oldboy (2003).

Oysa her daim gülmek de bir tuhaf. Entellektüel insanın mutlu olabilmesi zordur mesela.. Baktığın her yerde acı ve yanlışlıklar görürken yine de gülüp oynayabilmek de pek normal sayılmaz. Oysa hayatı hafife alan, gülüp geçiveren insanlar hem daha sağlıklı hem de daha uzun yaşıyorlarmış. Ama hafif ve uzun yaşamaktansa; kavgalarla, hak aramalarla, dolu dolu yaşamak mı daha iyi acaba? Güldüğün kadar da ağlayarak.. "İnsan; gülümseyişle gözyaşı arasında gidip gelen bir sarkaçtır" - Lord Byron

Ya da gerçekten aydınlanmış insan, tüm acılara rağmen güzellikleri bulabilen ve yine de gülümseyebilen, en kara anda dahi mizah kılıcını kuşanabilen midir? "Mutlu olmak bir günah değildir" - Pablo Neruda.

29 Temmuz 2013 Pazartesi

Münih'e yaz geldi ve hızla geçti

"Unutulmaya hazır ne varsa, Temmuz gibi tutuşuyor aklımda.." diyen Haydar Ergülen'e katılmamak elde değil. Münih'e yaz geldi ve "ce-e!" yapıp aynı hızla da geri kaçtı. Artık acemisi olmadığım için bu kentin, bu bana sürpriz olmadı; bu yaz artık buradaki 3. yazım ve nihayet bu yaz hazırlıksız yakalanmadım. Yine de şaşırtıcı oluyor bu kentte kazaksız, çorapsız, hatta ve hatta şemsiyesiz dolaşabilmek. İki hafta da olsa..

Hava 30 derecenin üstüne çıkınca, biz tüm kent deliriyoruz. Herkes yakaları yukarı kaldırılmış Polo tshit'leri giyip (ne beter bir moda bu yahu, ne anlamsızlıktır bu?!), üstü açık arabalara doluşup, eşarpları rüzgarla savura savura, nehir ve göl kenarlarına doluşuyor. Daha sportmen olanlarımız Alplerin tepelerinde dağ bayır dolaşıyor, bakınız burdan okuyunuz.

Türkiye'de sizlerin Mayıs ortasından Ekim başına dek yapabildiğiniz nice yaz aktivitesini, biz burada 2 hafta içinde gerçekleştirmek durumundayız yoksa yaz kaçıveriyor ve biz doyamadan kalıveriyoruz. İki haftalık yaz boyunca her sabah erkenden kalkıp "amanın bugün de mi güneş var?" diye şaşırmayı takiben, hızla çantaya üç beş parça eşyayı (yedek dondur tshirttür havludur kitaptır) atıp, iki litre suyumuzu, elmalı sodamızı ve hızla hazırlanmış peynirli sandviçlerimizi de kumanya niyetine hazırlayıp, bisikletlere atlayıp soluğu evimizin yakınlarındaki Würm nehrinin kenarında oluşan doğal kumsallarda ya da ufak göletlerde alıyoruz. Küçük Joe'nun sakin ve serin İstanbul sabahının aksine, Münih ahalisi sabahın 6'sında kalkıp maraton falan koşma huyunda oldukları için, yollar kalabalık ve cıvıl cıvıl. Hatta biraz geç kalsak (misal saati 9.30 falan etsek) göl kenarlarında oturacak birkaç metrekarelik çimenlik bulmak zorlaşmaya başlayabiliyor..

Benim gibi soğuk sudan hiç hazzetmeyen biri bile kendini Alplerin doruklarından gelen buz gibi suların içine atıp neşeli çığlıklar atarak yüzebiliyorsa, Münih'e yaz gelmiş demektir. Yüzmek dışında Isar nehrinde sörf yapmak, buz gibi ve berraklıkta son nokta Alp göletlerinde dalış yapmak, yelken üfürmek, kano kulaçlamak, koca koca adamlar ve kadınlar olarak bir elimizde soğuk bira ile şamrel tipi simitlerin içinde ya da deniz yatakları üzerinde nehrin en üst noktasından en alt noktasına doğru tembel tembel "akmak" ya da bir portakalı hırsından ağlatacak denli turuncu olana dek güneş altında geviş getirmek de diğer aktiviteler arasında tabii.

Kahvaltılık sandviçlerimizi ya da Bavyera adeti olarak saat öğlen 12'yi vurmadan tüketilmesi şart koşulan beyaz sosis ve beyaz birayı mideye indirdikten sonra, işe gidebilir (6'da kalkarsanız, tüm bunları yapıp yine de 9'da işte olursunuz tabii ki) ya da şehrin aylak takımındansanız (bu yaz Maya sayesinde benim de olduğum gibi), tüm günü göl/nehir kenarında hak yüzerek, kah okuyarak, kah yiyerek içerek geçirebilirsiniz. Akşam programı ise bambaşkadır. İş çıkışı Isar kıyısında buluşulur, mangala herkes getirdiği birşeyleri atar, hardallı patates salataları ya da peynir tabakları ortaya konur, yine biralar, Spezi'ler, elma sodaları açılır. Yine yüzülür, yenir, içilir. Ya da bira bahçesinde buluşulur ve kestane ağaçlarının koca yaprakları altında sohbetler uzar da uzar. Ya da bir açık hava sinemasına ya da açık hava operasına gidilir, parkta çimenlere uzanılır, yıldızlar ışıl ışılken sevdiceğin göbeğine yatılır ve güzel bir film izlenir.


Bu yaz bir de ekstra güzellik var, evimize bisikletle sadece 5dk uzaklıkta bulunan Blutenburg (şatosu)nun önüne günebakanlar dikmişler! Bu park alanı devlete, dolayısıyla halka ait ve isteyen girip kopartsın diye bir de kutu ve tabela koymuş, üstüne de "30cent karşılığı kopartabilirsiniz" yazmışlar. Bir akşam yürüyüşüm sırasında tabelanın önünde uzunca bir süre oturdum ve insanların hakikaten o kutuya para attıklarına da şahit oldum.. Acı acı düşünmeden edemiyor insan, bizim memlekette olsa para vermek bir yana, günebakanları köküyle söküp götürürler balkonlarındaki saksılara dikmeye.. Jardzy hanım belki hatırlar, yıllar önce kuğulu parktaki kuğuları bile "söküp" götürmüşlerdi bir kısım halkımız..

Yaz geceleri de bir başka güzeldir tabii.. Dışarıda bir sürü aktivite vardır. Evdeyseniz ise, mutlaka balkonda uzun uzun oturur hoş bir sohbete ya da sürükleyici bir kitaba dalarsınız. İlla ki limonata yapmışsınızdır, önünüzde buz gibi, nane nane kokar durur. Her yaz olduğu gibi karpuza dadanır, "hakikaten yutulan çekirdekler apandisit hastalığına neden oluyo mu ki?" diye düşünmeden edemezsiniz. Bir de zıııızt zıııızt diye öten gece böceklerinin sesleriyle, hafif ürperten bir esintili gecede, incecik pikeye sarınarak uykuya dalmak vardır ya, işte o hepsinden güzeldir..

Yaz mevsimi.. Mevsimlerin en güzeli..!

18 Temmuz 2013 Perşembe

Kayıp lezzetler

 
Bektaşi üzümü diye bir şey duymuş muydunuz bilmiyorum ama, biz kendisini pişirip yedik. Burada stachelbeere (ingilizce konuşulan ülkelerde gooseberry) diye geçiyor ve sadece bu mevsimde kısa bir süre rafları süslüyor. Ben geçen seneden beri "bu nedir bu?" diye merak edip duruyordum, bu merakımı babalık izni nedeniyle bulunduğu evde işsizlikten delirip kendini aşçılığa adayan sevgili sevdicek sayesinde yendim.. Kendisi internetten tarif bulup beş çayına "bektaşi üzümlü tart" yaptı ve "akşam oturmasına" gelen birkaç arkadaşla iki gün içinde tüm tartı tükettik yahu. Şekli şemali pek güzel bu meyvenin ve oldukça da güzel ekşimsi / tatlımsı bir tadı var! Sevgili Jardzy burada olsa, bir koca dilim de o yerdi, ooo ekşi ekşi diyerek / severek.

Bir de burada rhabarber (ingilizce konuşulan ülkelerde rhubarb) diye geçen ve yine Jardzy'den aldığım bilgilere göre Türkçesi de "Işgın" olan bir başka enteresan sebze var. Kereviz sapını andıran bu sebze de son derece ekşi ve izine sadece Haziran başında 1-2 hafta izine rastlanabiliyor. Onun da aynı şekilde tartını yaptık ve aynı sosyal coşkular içinde mideye indirdik. Her iki tartı da daha az ekşi yapmak isterseniz içine ek olarak şeftali katabilirsiniz. Her iki sebzeye de uyuyor, güzel de kokusu var.

Türkiye'de bu sebze / meyveler hiç karşıma çıkmamıştı, belki annemin devamlı anlatıp durduğu çocukluğunun efsanevi "kırmızı havuç"u ya da "tatlı patates"i gibi nesli tükenen sebze ve meyvelerimizden biridir, çünkü böyle olmasa Türkçe ismi olmazdı diye düşünüyorum. Ya da gerçekten adı sanı duyulmamış ucra bir köyde birkaç metre kare alanda yetişiyor ve sadece yerli köylüler biliyor da olabilir. Ya da bizde de bektaşi üzümü ve rhubarb gani gani yetişiyor ve tüm evlere giriyor ama ben yıllardır o ulvi bektaşi üzümü ve rhubarb haftasını kaçırıyor falan da olabilirim tabii. Hangisi doğru bilmiyorum ama doğru olan bir şey var ki, o da sonuçta her ikisinin de "kayıp lezzetler" olduğu..

2 Temmuz 2013 Salı

Ateşle oyun olmaz

3 yaşındaydım, üst komşunun haşarı oğlu ananemin evini yakma girişiminde bulunduğunda. Misafirliğe gelmişler bize (hala neredeyse her gün gelir giderler ananemle babannesi birbirlerine), bizimkiler içerde sohbete ve çaya dalmış. "Haşarat" içerlerde kendi keyfine bakıyor. Bir yerlerden bulduğu kibritle oynarken perdeyi tutuşturmuş, yanlış bir şey yaptığını anladığı anda da kimseye haber vermeden kapıyı çekip üst kata geri kaçmış. TRT binası vardı ananemin evinin karşı tarafında, tv'ciler fark etmiş yanan perdeleri. Koşmuşlar hemen. müdahale edilene kadar perdeler ve duvarın bir kısmı yanmış. Felaketten dönülmüş. Kimsenin burnu kanamadan. Yıllarca bu olay benim zihnimde yer etti, rüyalarımda kırmızı alevler görerek kan ter içinde uyandım. Hala kırmızı gece lambasından korkarım.

15 yaşındaydım Sivas'ta aydın(lık), güzel insanlar yakıldığında. Dün gibi zihnimde o gün. Çok sıcak bir gündü ve ananemin yazlığındaydık geniş ailemle. Denizden çıkmıştım, saçlarımdan sular süzülüyordu ve yine de terliyordum. "Kamelya" dediğimiz üstü üzüm sarmaşıklarıyla kaplı, bambudan tavanlı, dört yandan açık, o saatte tek hava alınabilecek asma balkonda oturuyorduk. Yine çay içiyorduk. Midilli adasına karşı.

Fizik profösörü olan eniştemin olayı duyduğu anki yüz ifadesi ve acı dolu "insanları yakıyorlar, kimse de müdahale etmiyor" deyişi hala gözümün önünde ve sesi kulağımdadır. 15 yaşında, havai bir ergenken, şiirlerinden tanıdığım Metin Altıok'un ve diğer 32 insanın öldüğünü, severek okuduğum Aziz Nesin'in ve daha birçok insanın ölümden döndüğünü öğrendiğimde, "neden?" diye düşündüğümü ve kafamın karıştığını hatırlıyorum. Aradan 20 sene geçti, ben hala anlamadım, hala kafam karışık ve hala içimde aynı o günkü sıkıntı ve burukluk var.

Aklımda ananemin evinin yanan perdeleri, kırmızı gece lambası ve elinde süpürge fırçasına benzer anlamsız bir "savunma aleti" ile merdivenlerde oturan ve kameraya şaşkın şaşkın, dışarda olan bitene inanmayarak bakan Metin Altıok ve diğerleri.. Tüm bu resimler içiçe.

Madımak'ta yaşananları anlamak yeterince zor ama sonrasında yaşananları aklı selim kimsenin anlaması ve kabullenmesi olası değil. Aradan geçen 20 senede bir türlü "yargılama" işi bitmedi, bitirilmedi ve sonunda beklenen oldu; 13 Mart 2012'de dava "zaman aşımından" düştü. Üstelik 2010 tarihinde kamulaştırılan otelin lobi kısmına bir nevi "hatıra duvarı" yapıldı ve bu duvara yakılarak ölenlerin isimlerinin yanı sıra dalga geçer gibi onları yakarken ölen iki kişinin adı da yazıldı ve Sivas Valisi Ali Kolat "olaya insan merkezli baktık, hiçbir ayrımda bulunmadık" diye bir de demeç verdi.. Yazıklar olsun.. İnsan merkezli bakmakmış.. Aklım almıyor. Yahudi soykırımında ölenlerin isimlerinin altına Hitler'in ismini yazmak gibi birşey bu. Aklım almıyor..

Ateşle oynadılar ve canlar yandı.
20 senedir yanmaya devam ediyor o canlar.
Kimse söndüremedi o yangını.
Ve hala bazıları ellerinde barutla gidiyor o yangına.

26 Haziran 2013 Çarşamba

Söz gümüşse..

Sükut ediyorum. "Konuşsam tesiri yok, sussam gönül razı değil" demiş ya Fuzuli.. Herkesin konuşmadığı zamanda konuştum; bu hükümet ilk kez yasaklara başladığında, iç ve dış medyanın farklı yayınlarını görüp sansüre şaşırdığımda, insanlar ilk kutuplaşmaya başlayıp "biz ve ötekiler" ilk dile getirildiğinde.. O zamanlar kimsenin umrunda değildi hak ve özgürlük ihlalleri, o zamanlar yılan bize dokunmuyor'du, o halde bin yaşasın'dı.. Şimdi? Şimdi onbinler meydanlarda, bir aydır sosyal medyada başka şey konuşulmuyor, yazılmıyor, çizilmiyor. Hepimiz birer kaplan gücünde haksızlığa uğrayanları korumaya çalışıyoruz, göğsümüzü siper edip gerekirse kanımızın son damlasına kadar bazı değerlerimizi yaşatacağımıza dair andlar içiyoruz, daha bir ay öncesine dek öğle yemeklerimizi yediğimiz, dostlarla kaynaşıp bir kahve molası verdiğimiz, ulaşım için iletişim için kullandığımız şirketleri, yaşananlara gözü kapalı olmakla suçlayıp boykot ediyoruz, iç ve dış medyada aktif bir şekilde farkındalık oluşturuyoruz, meydanlarda sanatla, ilimle, irfanla sesimizi yükseltip duruşumuzu sergiliyoruz.. Peki; daha önce aklımız nerdeydi ey ahali?

Tam Türk aklı, kusura bakmasın kimse. Bu kısıtlamalar, haksızlıklar, adaletsizlikler adım adım önümüze sürülürken sesimizi çıkarttık mı? Orda bir köy var uzakta ya; yakılıp yıkılırken sesimiz neden çıkmadı? Çoğumuz ikinci dil biliyoruz, dış medyayı takip ediyoruz; orda çıkan haberlerle bizde çık(may)an haberler arasındaki farkı görürken sesimiz neden çıkmadı? Komşunun "solcu" oğlu teeee nerdeki haksızlığı, zulmü protesto etti diye yaka paça gözaltına alınırken nerdeydik? Bu ülkede yazarlar, sanatçılar, ilim insanları öldürülürken nerdeydik?

Sosyal medyada sessizim. Sırf günlerim 26 günlük minik kızımla dolu olduğu için ve sadece onun büyümesini keyifle izleyebileyim diye değil; içimden konuşmak gelmiyor artık. Kurudum. Öyle çok kereler yazdım ki bu bölünmüşlüğü, bu kişisel hakların ihlallerini, bu vurdumduymazlığı; daha ben ne diyeyim bilemedim artık.

Toplumsal bir galeyan içindeyiz. Hakkımızı arıyoruz. Haklıyız da. Bardağı taşıran son damla ve üstüne hala inatla doldurulan bir bardaktı son bir ayda yaşananlar. Geç olsun da, yine de olsun. Bu gelişmeler güzel. En azından sesimizi çıkarmayı öğrendik. "Vur ensesine, al ekmeğini" değil artık.. Keşke biraz daha erken farkına varabilseydik, daha erken sesimizi çıkartabilseydik. Ama buna da şükür. Tek temennim var; olaylar durulunca (durulacak elbet, bu ülkede neler unutulmadı..) o "ilk heyecan" geçince, unutmayalım bu günleri. Unutmayalım neden sokaklara döküldüğümüzü, ne istediğimizi, ne için uğraş verdiğimizi.

O nedenle susuyorum şimdi, sözü başkalarına bırakarak. Onlar susunca yine bana sıra gelecek diye korkarak..

8 Haziran 2013 Cumartesi

Sevincimi paylaşmak istedim :)

Kızımız "Maya", 31 Mayıs saat 17.10'da dünyaya gözlerini açtı. Şu an tek kolumla onu tutuyor, diğer kolumla iki parmak - kaplumbağa hızıyla bu güzel haberi sizlerle paylaşıyorum. Bir insanın doğumu mucizeymiş gerçekten, sanki hayatımın miladı oldu Maya.

Bu sabah 7 günlük kızım kollarımda emerken, koca koca bebek gözlerini açtı ve bana baktı. Ona dedim ki "Çok güzel bir dünyaya geldin Maya, kim ne derse desin, yaşanan tüm olumsuzluklara, haksızlıklara, vicdansızlıklara rağmen; sevginin asıl olduğu ve görmeyi bilirsen her yerde bolca ve karşılıksız bulunduğu bir yaşama geldin. Bunu asla unutma ve mutlu ol, mutluluğunu kendin yarat ve kimsenin bunu değiştirmesine izin verme. Yaşamı nasıl görmek istersen, yaşam sana kendini öyle gösterecek.."

Umarım çok sağlıklı, neşeli, mutlu, şanslı, uzun ve güzel bir yaşamı olur Maya'mızın. Sever ve sevilir, kötülüklerden ve kötü insanlardan, hastalıklardan, kaza ve beladan, nazardan ve kötü yolları seçmekten uzak bir yaşamı olur. Umarım hayırlı bir insan olur, adil ve vicdanlı olur. Umarım hayat da ona karşı adil olur, onu mutlu eder, güzellikleriyle sarmalar.

Sevincimizi sizlerle de paylaşmak istedim, sizler de AMİN diyin bu dualarıma istedim. Paylaşılarak çoğalsın istedim :)

26 Mayıs 2013 Pazar

Gezen beyin ışıldar

"Gezen ayağa taş değer" diye bir atasözü vardır, çok ve gereksiz gezen kişinin başına dert alacağı anlamına gelir. Bir de "Çok yaşayan değil, çok gezen bilir" diye bu söze alternatif bir takım atanın ortaya attığı ve benim de can-ı gönülden benimsediğim bir başka söz vardır. İşte bu söze atfen, bugün çeşitli nedenlerle seyahat edemeyenlere, ufuklarını genişletecek üç tv programı önerisi vermek istiyorum. Bu programların beni en çok şaşırtıp eğlendirdiği noktaları ortak; her üçü de fazla ete süte dokunmayan, fazla cahil sayılmasa da kesinlikle entellektüel de sayılamayacak, dünya politikasından ve kendi ülkeleri dışındaki ülkelerde uygulanan farklı yönetim sistemlerinin varlığından ve hatta işe yararından bi'haber sıradan lay lay lom WASP Batılılar olan "seyyah"ların, seyahat ettikleri ülke sayısı arttıkça bu boş kafa hallerinden adım adım sıyrılmaya başlamalarını çok bariz bir şekilde izleyicinin fark etmesine neden olan programlar. Sadece bu nedenle bile, yani bir avuç "beyaz anglo sakson protestan" dünya vatandaşının gezerek eğitilmesini, sosyo-psikolojik bir deney ya da belgesel mahiyetinde izlemek için bile bir göz atabilirsiniz.

Çok kültürlülük herkese nasip olabilen bir lüks değil ama kültürel çeşitliliğe yönelik farkındalığın arttırılmasıyla, dünyada bence en berbat, en zararlı insanlık halleri olan ırkçılık, milliyetçilik, "biz ve ötekiler" ayrımlarının bir nebze önüne geçilebileceğine inanıyorum. Bunun da en kolay yollarından biri, farklı gruplara ait insanları kaynaştırmak. Gençleri seyahate özendirmek, merak duygusunu kamçılamak.. Tüm programları internette kolayca bulabilir ve izleyebilirsiniz. DVD'leri de mevcut.

İlk program; aslen yemek kültürü odaklı, Anthony Bourdain "No Reservations". İlk bölümlerde tam bir "aw tanrım, bu ülkelerde de insanlar pirzolanın hasını bulabiliyor mu acaba?" endişesiyle gezen Bourdain, zaman geçtikçe ve özellikle daha el-ayak değmemiş rotalara açıldıkça ve hatta birkaç mide problemi ve bağırsak sorunu yaşadıktan sonra, gayet kallavi bir seyyah oldu diyebilirim. Kendine özgü, bol içki ve sigarayla harmanladığı programın en güzel yanı, gerçekten de genellikle "rezervasyon gerektirmeyen" o şehirde yaşayan insanlar tarafından tercih edilen mekanlara gidiyor oluşu. Programda sadece ülkenin mutfağını değil, Bourdain'in gözünden yaşam tarzını ve önemli seyahat merkezlerini de görme şansı yakalıyorsunuz. Ben de seyahatlerim sırasında birkaç kez bu programda görüp hoşuma giden restoranlara gittiğimi ve Antony Bourdain kadar ilgi ve alaka gördüğümü söylemeliyim.
 
İkinci önerim, Scott Wilson ve Justin Lukach isimli lise arkadaşı iki Kanadalı gencin hayattan 1 sene çalıp dünyayı gezmeye karar vermesini konu alan bir belgesel; Departures. Tabii hayattan çalınan bu 1 sene çoğu insan için olduğu gibi, onlar için de 2-3 seneye dönüyor ve ortaya güzel bir belgesel fikri çıkıyor. İlk başlarda "aman Grönland'da alkol bulamadık, haftasonumuz mahvoldu" mantığıyla yollara düşen gezgin gençler, yolları turistik rotaların dışına çıktıkça (Kuzey Kore bölümü oldukça ilginç mesela) gezmenin onları eğitmesi sonucunda, ilerleyen dönemlerde oldukça "normal" gençler halini alıyor ve dünya politikasına bir ilgi alaka geliştirmenin dışında, farklılıklara da eleştirmeden, olduğu gibi kabul ederek ve anı yakalayarak yaşamaya ve gezmeye başlıyorlar. Bu gelişimi bölüm bölüm izlemek de, gittikleri enteresan bölgeleri izlemek kadar ilginç. Genellikle havai ve şaşkın halleriyle izleyici üzerinde samimi bir izlenim bırakan seyyahlar, özellikle seyahat sırasında hissettikleri ya da yaşam dönemlerine özgü olaylar, geride bıraktıkları dost ve akrabalar ya da onca yolun ardından kendi içlerinde nelerin değiştiğini yer yer izleyiciyle paylaşıyorlar ve bu da sanırım programın en kendine özgü yanı.
 
Son önerim ise, dünyadaki en su katılmamış salaklardan biriymiş gibi davranarak, yapımcısı Ricky Gervais tarafından kendisine zorla dünya gezdirilen komedyen Karl Pilkington'ın önümüze serdiği farklı diyarların dizisi An Idiot Abroad. Tipik İngiliz kara mizahı ile dünyadan bi' haber burnu da bir karış havada bir İngiliz'in gözünden dünya serüveni, oldukça eğlenceli ve kendini bölüm ardına bölüm izletiyor. Özellikle Pilkington'un hayatını bir saniye olsun kolaylaştırma niyetinde olmayan Gervais'in yer yer gerçekten acımasız hale gelen "seyahat ödevleri" Pilkington'u olmasa da izleyiciyi oldukça eğlendiriyor ve bir nevi ufkunu açıyor da denebilir.