23 Mart 2020 Pazartesi

Ateşli ve.. sıkıldım yahu.

I-ıh. Düşmedi. Düşmüyor. Sorana düştü iyiyim diyorum, solunum cihazına bağlı değilsem, bence "iyiyim". Gerçekte ise burnumun içinde BİLE aft çıktı - ki bunun mümkün olduğunu dahi bilmezdim. Burun aftı diye bir şey varmış a dostlar! Çok da pis yanıyor, ahu dudu şerbeti mi sürsem, direkt bir yerden bulup kokaine mi başlasam, ne halt etsem bilmiyorum artık. Sıkıldım.

Sıkılan bir ben değilim. Bey, sıkıntıdan bugün yerlere vileda yaptı. Şıpır şıpır terledi dağ gibi adam, nefessiz kaldı. 4,5 kilo vermiş geçen hafta. Ben de 1,5. Öksürmekten six pack karın kası da yaptık, bu yaz inleticez beach'leri.. Temizlik diyordum. Ben kalkabilsem, tek hayalim damarlarımdaki asil kana riayet ederek sağı solu kloraklarla olmadı üstüne sirkeli sularla iyice temizlemek ama, kader utansın, kalkamıyorum. Alman standartlarında temizliğe mahkumum, duramıyorum yine de "koltuğun altını da al" diye yetiyorum ölüm döşeğimden. Göz deviriyor.


Hazır kilo vermişken ve evde sıkılıyorken, bir arkadaşın maymunmuşuzcasına getirip pencere önümüze bırakıp kaçtığı 3 kilo muzun bir kısmıyla muzlu kek yapayım dedim. Yaptım da. Nasıl şekersiz, nasıl tatsız, lokmalar ağzımızda büyüyor. Ama ne iş, çocuklar öle bayıla yiyor! "Şekerini mi unuttun?" dedi bey, ordan kızım atladı "ya hayır çok bile şekerli olmuş, susadım, suuuu suuuu!" O zaman ayıldık, koku duygumuz zaten kaç gün önce gitmişti, anlaşılan bugün de tat duygumuz gitmiş. Her gün enteresan yeni bir semptomla karşı karşıyayız.. Öyle bir noktaya geldim ki, tüm vücudumda mavi benekler çıksa şaşırmayacağım artık.

Siz daha gezin parklarda bahçelerde, denize karşı pikniklerden fotolar atın ;) Biz bir de sporuna beslenmesine dikkat eden, koca kışı tek bir burun çekme yaşamadan geçiren bir çifttik ha. Biz böyle cortladıysak... Yaşlısı, iki çocuğuna tek başına bakmaya çalışanı, yaşlı babasıyla yaşayanı, sağlık sorunu olanı ne yapsın, düşünmeyin hiç. Güneş ısıtıyor mu? Oh. Karıştırma gerisini....


Hayır kızmıyorum, benim de tek hayalim şu yukarıdaki göl kenarında kalabalıklar arasında bira içmek.. Balthus (Kafka'ya Mektuplar) son blog yazısında öyle güzel yazmış ki neden "dışarı çıkmak zorundayım, yoksa aklımı kaçırırım"ın nedenlerini. Biz 80-90'ların çocukları yani şu an 40+ yaşlarında olanlar, gerçekten karantinanın en pis vurduğu kesimiz. Çünkü bizden sonrakiler, Balthus'un değimiyle, "zaten doğduklarından beri karantinadalar". Oysa biz, sokakta oynayarak, telefonun olmadığı dönemlerde bile tam saatinde ve doğru yerde arkadaşlarımızla buluşmayı başararak, güneş çıktı mı hemen sahile koşarak büyüdük.. Ne AVM vardı, ne gün boyu gömüldüğümüz bilgisayar oyunları ve sanal alemler. O yokluk içinde şanslıydık; çiçeklerin kokusunu, arkadaşımızın cam bilyalarının güzelliğini, salçalı ekmeğin tadını hafızalarımıza kazıya kazıya büyüdük. Ama şimdi şanssızız; çünkü hele bir de güneş çıktı mı, ağaçlar o kokuyu yaymaya başladı mı... Evde kalmak, en çok da bize zor. Şöyle uzaktan bile denize bakamamak? İmkansız! Deliririm yoksa! Vallahi laf aramızda 13 senelik terapistlik hayatımda "deliririm.." denen hiç bir şeye delirilmediğini gördüm ama.. Neyse. Delirme korkusu, delirmenin gerçekliğinden daha korkutucu.

Her şeyden sıkıldım dostlar. Yazmaktan, okumaktan, başka konularda okuyamamak ve yazamamaktan, yediğimin tadını alamamaktan, zırta pırta çıkan ateşimden, ağrıyan eklemlerimden, hala arayıp da test sonucunu bildirmemelerinden, Merkel'in bile doktorunun hasta oluşundan sıkıldım. Uyumak ve 2 ay sonra uyandırılmak istiyorum. İstiyorum istemesine de, uyanıp kendini Alien filminin setinde, beyaz don ve sütyenle bulan Sigourney olarak bulmak da var. Ondan çekiniyorum.....

20 Mart 2020 Cuma

Şi'ra

Gece saat 23.30'u geçmiş. Sahaf kokusundan ve her tür kokudan yalıtılmış, soğuk koyu gri bir metalden fırlayan beyaz harflerden mütevellit kitabımı okuyorum. Işıklar kapalı. Okuyarak - düşünmeyerek - uykuya düşmeyi umuyorum. Ara sıra kulağıma çalınan ambulans sesleri dışında tek bir çıt yok. Onu da duymam ya, algıda seçiçilik yapmasam..

Gözümün sol köşesinde bir parlaklık olunca, dikkatim istemsizce sol karşımdaki çatıya kayıyor. Biri mutfağa girdi, ışığı açtı. Normalde çevremde yaşayan diğer insanların ev rutinleri ilgimi çekmez ama bu gece, sıradan bir insan sıcaklığını aradığımdan, merakla izliyorum. Uzun beyaz bir gecelik giymiş, ben yaşlarda bir kadın. Başında bu uzaklıktan rengini göremediğim ama pembe olduğuna nedense emin olduğum yuvarlak, eski tarz bigudiler var. Belli ki onlarla yatacak, zar zor uyuyacak ama sabah kalktığında kendiliğinden buklelenmiş saçlara kavuşacak. Sadece aynada kendine bakarken "halâ güzelim.." demek için yapacak bunları. Yere doğru eğildi, kısa süre sonra yeniden doğruldu. Her ne düşürdüyse, ağır ve köşeli olmalı; fazla uzağa yuvarlanmadan yakaladı çünkü. Kırılmayan bir eşya. Ben bunları düşünür ve onu izlerken, o benim varlığımdan bile habersiz, kim bilir neler düşünerek gece rutinini yerine getiriyor. Bu yavaş hareketlerde, bir alışkanlığın bıkkın izleri var.


Arkasını döndü, uzaklaştı, ışık kapandı. Oysa ben kapatamadım beynimde oynayan filmin ışığını. Gözlerimi yeniden soğuk metal kitaba eğemedim. Karanlık bahçeyi izledim bir süre. Çok değil daha iki ay önce, soğuklar başlamadan önce kirpinin öldüğü noktada şu an bir hareketlilik var. Bir yaz gecesi serinliğinde açık bıraktığım pencerelerimden, gözlerimi kapar ve kulaklarıma iyice odaklanmayı başarabilirsem, hışır hışır sesler duyacağıma eminim. Ama bu gece sadece hayal edebiliyorum; soğandan diktiğim sarı çiçekler inanılmaz bir hızla büyüyor. Bu öğleden sonra 1-2 tanesi toprağı yarmıştı bile, sabaha sapsarı olur o köşe. Sırada glayörler.. Rengârenk.

Başımı biraz yukarıya, gökyüzüne kaldırıyorum. Nicedir cesaret edememiştim buna. Gökyüzüne bakmaya. Düşünmeden, sadece izlemeye.

Bulutsuz, simsiyah bir gece işte. Çok nadir bu coğrafyada, bu mevsimde böylesi. Tam o sırada dikkatimi çekiyor. Çok parlak! Gözümü alamıyorum bir iki saniye. Karanlıkta uzun süredir okuduğum için, tam sabitleyemiyorum retinamın gerisinde ters duran bu cismi. Sanki iki küçük nokta, yanyana. Olabilir mi? Yıldız mı, gezegen mi emin olamıyorum ilk bakışta. Bir süre izliyorum. Kuzey yıldızı değil. Sirius geliyor aklıma. Sirius, Şi'ra yıldızı. Orion'un köpeği. Hikayesi çoktur. Bu geceye uygun düşebilir. Aksi gibi, gökyüzünü de tamamen göremiyorum ki tanıdığım yıldız kümelerini kerteriz alıp bulayım doğru adı... Babam olsa!


Babam yok ki yanımda, nereye baktığımı anında fark edip gülümseyerek söylesin isimlerini birer birer.. Babamın yanımda olmayışına, yıldızın (yoksa gezegen mi?) ismini bilmeyişimden fazla üzülüyorum. Elim cep telefonuma gidiyor. Saat babamın gökyüzünde daha da geç ama en azından halâ aynı gezegenin aynı gökyüzüne bakıyoruz, ancak bakmayı bilen gözlerce sezilecek kadar ufak bir farkla üstelik..

Boşver saati diyorum, halâ aynı gökyüzü altındayken, bu fırsatı kullanıyor ve yazıyorum: "Baba, uyanık mısın.....?"

..


Babamdan, baktığım "yıldız"ın Sirius değil, yıldız da değil, Venüs gezegeni olduğunu öğrendim dün gece. Ayrıca onu yıldız sanmamın çok da büyük bir yanlışlık olmadığını, benim gibi bir çok insanın ona bu nedenle "Çoban Yıldızı" dediğini de öğrendim. Bir de "artık geç olduğunu, yatmam dinlenmem gerektiğini" elbet.. Yazının konusu olmasını planladığım Şi'ra ve hikayeleri ise bir başka yazıya kaldı....

İdrak ve devam..

Zor bir geceydi. Akşam N.ciğim zatürre başlangıcı teşhisi aldığını yazınca, hemen başlattığım görüntülü konuşmada onu o kırmızı bukleleri ve tüm güzelliğiyle bir çiçekli koltuğa yatmış, adeta prensi tarafından öpülmeyi bekleyen bir uyuyan güzel şeklinde görünce.. Çöktüm. Yani psikolojik olarak değil, fiziksel olarak da, oturdum tam bulunduğum yere.

Gün boyu çok iyiydim ama gece ciğerlerim ağırlaştı, hastalık sürecinde ilk defa derin nefesler alamamaya başladığımı hissettim ve birden olan biteni idrak ettim. Farkında mısın sevgili Pollyanna'cığım, bu işin sonunda N.’ciğin değil (çünkü hislerin güçlü ve asla yanıltmaz şekilde çalışır bilirsin) ama başka sevdiklerini, tanıdığın insanları yitireceksin. Bu gerçek hiç böyle yüzüme çarpmamıştı. Ben halâ ve inatla olayın olumlu yakasından tutuyorum. Ama yavaş yavaş ayaklarım yere değmeye başladı: yine iyi insanlara kötü şeylerin olabildiğini göreceğimiz bir döneme girmek üzereyiz.. Buna hazır mıyım? Yeniden, sevdiğim birinin zamansız kaybına?

Değilim elbet. Üstelik ateşim halâ bir inip bir çıkarken, göğsüm yanar nefesim daralırken ve gün içinde dinlenecek tek bir saat bulamazken, hiç hazır değilim bu yükü de sırtlanmaya. Ama henüz değil.. Henüz yapmam gereken şeyler, doya doya içime çekmem gereken keyifler de var. Bunu idrak edince, sevdiğim bir kaç kişiyi arayıp hal hatır sormak, kendimi yeniden insan sıcaklığına kavuşturmak istedim. Aradığım, e-mail yazdığım herkes öyle güzel geldi ki! Devam edecek gücü buldum yeniden. Zaten daha o elma ağacı bahçeye dikilecek. Boğazın dalgalarına karşı bir (belki iki) bardak çay içilecek ve o çay dünyanın en lezzetli çayı olacak. Derken uyumuşum..

Ve bu sabah güneş var. Dahası bir de sürpriz var!

Son beş gündür her sabah mutfak penceremden karşıdaki evin teras katında tek başına yaşayan şu yaşlı komşumla el sallaşıyoruz. Böyle bir sessiz "iyi misin / iyiyim" ritüelimiz var. Son günlerde gördüğüm tek insan o olduğu için, dünyalara bedel onu görmek. Bu sabah dayanamayıp fotoğrafını çektim:


Yine tam ona el sallayayım diye yollanırken, bir baktım pencerenin önünde kağıttan ufak bir paket! İçinden 1 adet avokado, 6 dilime kesilmiş tam tahıllı ekmek ve bir de İngilizce "çabuk iyileş sevgili C." yazılı bir not çıktı. İmza yok! :) Birinin aklına gelmişim sabah sabah...


Şimdiiiii. Evdeki çırpılmış yumurta, beyaz peynir, domates ve kekikle dünyanın en lezzetli kahvaltısı oldu mu, oldu! Güzel insanlar varlar ve çoğunluktalar, bu bir. Zor zamanlarda güzel insan sayısı artıyor, bu iki. Bana "kızım bu kadar verici olma, kendine bak kendineeee..." diye ayar çekmeye çalışanlara sesleniyorum: "iyilik yap, denize at, zor zamanında geri dönmezse ne olayım!" İnanın kaç defa başıma geldi, ne zaman sıkışsam hemen geldi yardım. Yerden gökten, imzasız imzalı :) İnanıyorum ben bu "karma" mı, "kul hakkı" mı, neyse artık, illa ki eşitleniyor... Bu da üç!

O nedenle şimdi Cuma günü hatırına, kendisi aslen hıristiyan olan N.'cığıma bir yasin okuyor, bir an önce iyileşmesini dualarıma ekliyor ve durumun komedisine gülüp, güldükçe de öksürerek huzurlarınızdan ayrılıyorum. Ve hayır, test sonucu hala gelmedi...

Ekleme: Saat 13.20, Almanya geneline sokağa çıkma yasağı geldi!

Yazan: Bayan C.

6 Mart 2020 Cuma

Kandinsky ile Münter'in aşkı

Bu sabah aklıma esti, iki saatlik boşluğumda Lenbachhaus'a gittim. Aslında Jawlensky'nin şu alttaki eserini görmek ve önüne oturup uzun uzun turkuazla nar çiçeğinin aşkına, gözlerden çıkan "ayartmacı" bakışa doya doya bakmak, 1910'larda (tam 110 yıl önce!) yaşanan "kendin gibi olmak" akımı üzerinde düşünmek ve Enis Bey'in bloğunda okuduğum ve zihnime çakılan "sanat tarafından yaratılan insani bakış ve kavrayış"ın neden olduğu değişim gücünü tam içimde hissetmek istiyordum.


Fakat dayanamadım, yine üst kata çıkıp Kandinsky'lere gittim. Kandinsky'yi sevme nedenim tabii ressamın çok yönlü ve "değişime açık" kişiliği yanında aslında biraz da magazinel anlamda Münter ile olan kaçak ilişkisinin sanata yansıması. Ben sanatçılar arası karşılıklı beslenmenin çok büyük bir hayranıyım a dostlar.. Bir yazar öbürüne laf atsın, beriki diğerini sandala atıp öpüversin, şiirlerini en yakın ve yine şair olan dostunun karısına atfen yazsın, bunlar beni pek keyiflendiriyor. İnsanlar arası duygular sanatı besliyor, sanat da tüm insanlığı besliyor...

Kandinsky ile yine ressam olan (ve bence Kandinsky'ye eşdeğer sayılabilecek güçteki) Münter'in birbirlerine yaptıkları tablolar var Lenbachhaus'ta. Bir bakıyorsunuz mesela, Kandinsky sevdiği kadının gözlerinden çıkan ışığı nasıl yakalamış!


Köşeyi dönüyorsunuz bu sefer Münter, Kandinsky'nin o gururlu, kendinden emin erkeksi havasını, masanın altında yanlamasına yatırılmış bir ayak duruşu detayıyla nasıl yerle bir etmiş baksanıza. İnsan gülmeden edemiyor; Lederhose altında "baldırlık" giyinmiş ve karşısında kendine hayran hayran bakan (ve belki de sırf bu nedenle Münter'i gıcık eden) kadına (ki o da Bossi'den başkası değildir) belli ki "sanatsal bir nutuk" çekmekte olan Kandinsky'nin aslında "bu ahmak kadın neden karşımda, sen neden yanımdaki boş sandalyede değilsin?" diye düşündüğü ve için için Münter'i aradığı beden dilinden çok belli değil mi... Ah minel aşşşşşk.


1910-20'ler bence fettanlık anlamında 2010'lar-20'lere aşık atar! Önce resimde, sonra şiir ve düzyazıda bu "kontrollü çılgınlıklar" çok fazla hissediliyor. Sanattaki "ayartıcılık" ile toplum genelindeki muhafazakârlık ve kadın erkek ilişkilerinde yüz yıldır aşılamayan "kaçınımlar"... Lenbachhaus bu sabah da bana bunları düşündürdü işte. 

3 Mart 2020 Salı

Nergis

Köye adını veren tarlalar dolusu nergisin tam toplanma zamanıydı. Söz vermiştim sana, bu sefer kaçırmayacaktım zamanını. Bir tutam olsun toplayacaktım, göz hakkı diye, ilk daldığım tarladan. Üstümde efil efil bir elbise olacaktı, serinliğe kalırsam diye bir de kırmızı, yün hırkam.

Bir tutam olsun toplayayım derken, dayanamayacak, Hasan Ağa'ya yardıma soyunacaktım. Hasan'A, Fatma Yenge, kızları, gelinleri hatta o ele avuca sığmayan sarı torun bir kaç saat içinde hep beraber sökecektik koca tarlayı. O güleç Egeli şivesiyle el edecek, "gıııı, gelive gari de yevmiyeni verem, gelive.." diyecekti. Tutuşturuverecekti elime koca buketi.


"Hasan'A! Ben ne yaparım bunca nergisi? Yazıktır, satarsın, sen bana bir demet ver yeter.." diyecek olursam "Ellerin gızı, hala konuşupduru, bakem de ayağmın altına alıverem.." diye kızmış gibi yapacak, sırtıma babacan vuracak. "Eve götürüve, mis gibi koksun evin, hadi alıve gari!" diyecek.

Alıverecektim elbette. Almaz mıyım..

Denizin yanındaki kıvrımlı patikadan neşeyle tırmanarak, ellerim kollarım nergis dolu gelecektim sana. Beni gördüğünde yüzünde oluşacak şaşkın ifadeyi düşünüp keyiflenecektim yol boyu. "Yine yazıyordur..." diyecektim. Denize karşı oturmuştur kamelyada, önünde bir kupa çay, soğumuştur, buz gibi olmuştur. Farkına varmamıştır, yazıyordur..


Oysa seni bahçede, zeytin ağaçları arasında sigara içerken bulacaktım. Yakalanacaktın bana, acemice saklamaya çalışacaktın izmariti. "Yapma, söz verdin.." diyecektim, kırgın. Ama dayanamayacaktım, içim almayacaktı sana yüzümü düşürmeye. Çünkü onu düşündüğünü anlayacaktım.. Denize bakarak, babanı düşündüğünü. "Bak ne var bende!" diyecektim en şakacı sesimle. Yüzün aydınlanacaktı hemen, "Nereden topladın bu kadar çoğunu, nasıl taşıdın?" diyecektin. Yemyeşil gözlerini kocaman açacaktın, pırıl pırıl parlayacaktı yüzün, şakaklarındaki gümüş teller, hafif beyazlaşmış üç günlük sakalın, tüm bu beyazlığa tezat simsiyah kalın çerçeveli okuma (ya da benim yakıştırmamla: yazma) gözlüklerin. Senden bana gümüş gibi parlayan bir ışık akacaktı. Denizin üzerine düşen yakamoz gibi bir ışık nehri... İçimdeki denizde gümüşten balıklar oynaşacaktı.


Nergisleri elimden alacak, küçük küçük buketlere ayıracak ve eline ne geçerse ona; vazolara, bardaklara, kavanozlara koyacaktın. Yetmeyecekti.. Bütün ev nergis kokacaktı, başımızı döndürecek kadar taze, yoğun bir koku kaplayacaktı tüm odaları, avluları.. Hiç bitmesin isteyecektim yazdığın o kitap. Bu evde sonsuza dek yaz, akşam olunca hikayeler anlat bana. Bir kedi gibi kıvrılayım, kucağına başımı koyayım, dinlerken uykulara dalayım. Tek isteğim bu olacaktı..

Bu hikâye 3 Mart 2020 için, kendime..