(Prolog. Tüm bu yaşananlar, aslında geçen Perşembe’den.. Hayat bana yazmam için bir hastalık dönemi armağan etmeseydi, unutup gider miydim?)
Ulaşım sistemi greve gittiği için, diğer birçok kişiyle birlikte, duvarın önündeki çiçekli alana oturmuş, bir saat sonra gelecek olan treni bekliyorum.
Okuduğum kitabıma devam edecekken, gözlerim yanımdaki 70 üstü kadına ilişiyor ve kitaptan çok daha ilginç bulduğum kadını - çaktırmadan - izlemeye başlıyorum. Kısa beyaz saçlı, uzun boylu, ince, yine uzunca ve ince yüzünde boncuk gözleri olan bir kadın bu. Elindeki mandalinayı yavaş yavaş soyarak, çocukluğumda Bursa’da püskül dediğimiz liflerini sakince tek tek temizliyor, dilim dilim ayırıp müthiş bir yavaşlık ve sakinlikle yiyor. Anda kalmak dedikleri şeyin vücut bulmuş hâli, bu kadın.
Yeterince “çaktırmadan” olmamış olacak ki, birden bana dönüp “ister misiniz?” diyor. Bir Alman, hele pandemiden sonra, asla böyle kişisel bir teklifte bulunmayacağı (ve doğrusu teklifte bulunulan olarak böyle durumlarda annelerimizin çocukluktan beri “sakınnn ha, yabancı birinden asla yiyecek içecek alma!” diye bize öğütlediği gibi, genelde çekingen bir alçakgönüllülükle reddedeceğimiz) için, bu mizansende ikimizin de Türk ya da en azından Akdenizli olduğunu anlıyorum.
Fakat mandalina zaten bir bahane. Bir tanışma girizgâhı. Ve bir insan hikâyeleri toplayıcısı olarak benim, asla geri çeviremeyeceğim bir girizgâh. Elini görüyor ve arttırıyorum: “teşekkürler, tokum. Akdeniz’in hangi ülkesindensiniz acaba?”
Bu direkt soru onu şaşırtıyor ama gülümsetiyor da. “Türkiye” dediğinde, bu sefer şaşırma sırası bende. “Hiç Türk’e benzemiyorsunuz” türünden bir pozitif ırkçılık yapacak değilim elbette, çünkü başıma çok sık gelen ve beni çileden çıkartan bir soru/yorumdur bu. İnsanda “Türk neye benzer?” polemiğine girme ya da yurtdışı deneyimi bir şarap gibi yıllandıkça, girmeyip boşverme, ama her iki durumda da içten içe, aslında o âna dek varlığından haberdar bile olmadığı milliyetçi duygularının ateşlenişini hayretle izleme duygusu yaratan, klasik “nitelikli göçmen” ağrılarından biridir.. Geçelim.
Yanımda mandalina yiyen boncuk gözlü kadınla, o dakikadan sonra Türkçe devam ediyor sohbetimiz ve o, benim yolum bu çiçekli duvar kenarına düşene dek yaşadığım ülkeleri, çok kültürlülük aşkımı, ben de onun yine bu çiçekli duvar kenarında buluştuğumuz âna dek yaptığı işleri, minyatür kursundaki hocalığını, emekli doktorluğunu, görevli gezdiği Batı Afrika ülkelerini, nasıl Hacca gidip de dinden soğumuş halde geri döndüğünü öğreniyorum.
Dakikalar hızla ve keyifle geçerken, bizi orada birbirimize sıkıca bağlayan, bazı insanlarla aramda nedensizce ama çok güçlü şekilde hissettiğim o tuhaf bağı hissediyorum. Hiç tanımadığım ama sanki hep tanıyormuşum gibi, o insan zaten yakınımmış da bir süredir ayrı kalmışız gibi bir bağ bu; bilmem herkese oluyor mu? Bana ara sıra olur ve o insandan ve o andan çıkıp gitmek içimden gelmez. O beklenen tren geciksin, hattâ hiç gelmesin isteğiyle dolar içim ve biz ikimiz orada hiç kıpırdamadan, yarattığımız iki kişilik evrende sakin ve bilge, mırıl mırıl konuşalım isterim..
Öyle bir insan sevgisi ve âidiyet hissi. Bilmem ki sana da olur mu ara sıra?
Böyle zamanlarda, bu insanlar da bir şeyler hisseder ki bana karşı, kendilerini belki de en yakınlarına bile açmayacakları şekilde açıverirler; aynen bir kitap gibi. Ve ben iyi bir okur olurum öyle zamanlarda; telaşsız, dikkatli, tekin bir okur. Doğru soruları sorar, cevapları su gibi içerim.
“Peki yalnız hissediyor musunuz?” sorusu da bu şekilde çıktı ağzımdan, yoksa normal şartlarda, en yakınına bile soracağın bir soru değildir elbette. Fakat sohbet adımları bizi tam o noktaya getirdi, artık sorulmaması mümkün değil, bilakis elzemdi.. Çünkü o, bana çocuklarımı sormuş, kendisinin yetişkin bir oğlu olduğunu ama ilişkilerinin kopuk olduğunu, uzun zamandır yalnız yaşadığını söylemişti.
Biraz düşündü önce. Gerçekten o ân içinde mutlu olup olmadığını tekrar değerlendirdiğini hissettim. Sonra “bazen” dedi, kısaca. “Bazı geceler yalnız hissediyorum. Belki yeni bir ilişkiye açık olmalıyım diye düşünüyorum. Hatta senin gibi genç bir komşum var ve bana bu işlerin artık çok daha kolay olduğunu, internette bir sürü program olduğunu, istersem bana yardım edeceğini söylüyor.”
Bu noktada benim fazla işleyen hayâl gücüm UP filmine kaydı bile.. Ama onu durdurup, yanımdaki kadına kulak vermeye çalışıyorum ve o şöyle devam ediyor: “ama inanır mısın, uğraşmak istemiyorum. Yeni bir ilişkiye başlamak öyle zor geliyor ki bana.. Bir sürü emek vereceksin bir insanı tanımak için, sonra bir hayâlkırıklığı.. Belli yaştan ve bir evlilikten sonra insan deneyimleri aynen vücudu gibi katılaşıyor, kemikleşiyor, kireçleniyor.. Ne istediğini bilmesen bile (burada gülüşüyoruz) en azından aradığın bazı temel kriterleri biliyorsun artık ve bu da işi zorlaştırıyor.. Hani “kafanda net bir görüntüyle ayakkabı almaya çıkmak” gibi, eve eli boş döneceğin kesin.. Çünkü kafandaki görüntü asla gerçek hayatta bire bir bulunamıyor..”
Biliyorum tabii.. Kaç defa eli boş dönmüşümdür.. Dönmüşüzdür hepimiz.. Tâ ki açık bir kalple “bir bakayım, hoşuma giden bir şey olursa alırım belki” diye hafif bir yürekle çıktığımız o alışverişe dek..
Tren tam o noktada geliyor işte. İlk benim trenim, 15 dakika sonraysa onunki. Bir an ikilemde kalıyor, bu kadından, sanki yıllardır kayıp bir akrabamı bulmuşçasına, güçlü bir duyguyla, ayrılmak istemiyorum. Fakat işte tren durdu bile, önümde.. Hızlı bir veda, ayaküstü ve yarısı havada kalan bir “belki yine..” ve trenin kapıları kapandıktan sonraki o amaçsızca durduğumuz iki saniye süresince birbirimize gülümseyerek el sallayışımız. Ve hayatıma dokunduğu o minicik ânın hızla geride kalışını - evet, hüzünle - izleyişim..
Birbirimize adlarımızı bile sormadığımız, o ân geliyor işte aklıma…..
(devam edecek)