Dolunayın etkisiyle uyku fakiri geçen bir gecenin sabahı, gereğinden çok daha erken başlıyor. Aslında köpek sesleriyle uyandığımda, yeni dalınmış uykunun bağrından ve yatağın sıcak koynundan çıkasım hiç gelmemişti ama dedim ki kendime "ya şimdi ya hiçbir zaman". Uykuya harcanacak sabah değildi,
beni.
Hızla
üzerime çiçekli şortumu ve askılı mavi badimi
giydim. Yürüyüş ayakkabılarımı da ayağıma geçirdim mi tamam, önümdeki şahane güne hazırım. Ev ahalisini uyandırmamaya gayret ederek, kapıyı sessizce çekince, birden yüzüme sabah havasının taze ayazı çarptı ve uykunun son kırıntısı da uçup gitti. İlk 250 metreyi biraz da ayazdan korunmak ve ısınmak için koştum, sonra tempomu düşürüp rahat yürüyüşe geçtim. Sabahın o saatinde etrafta kimsecikler yoktu, sadece zeytin ağaçları ve önümde kıvrıla kıvrıla giden köy yolları. Tamamen ve yalnızca benimdi!
İlk Bademli'yi, sonra Mürsel'i geçtim ve mimarisi nedeniyle beni cezbeden Ülküköy'e vardım. Bu köy Bulgaristan göçmeni Türklerin sıfırdan inşa ettiği ve yıllar içinde "Macır (muhacir) köyü" adını alan, bir sıra ev ve önünde hepsi eşit, aynı büyüklükte tarlalardan oluşan, uzaktan bakınca insana "Türkiye'ye sosyalizm gelse aynen bu olur" dedirten çok ilginç bir köy aslında. Köylüleri çok güleryüzlü ve çalışkan insanlar. Hani şu kraliçeye bile giden, dünyada sadece Bursa'da yetişen siyah incirler vardır ya, hah işte bu köy ve çevre köylerde yetişiyor. Bulgaristan göçmenlerinin tabii çalışkanlığı, biraz sert mizaçları, sosyalist alışkanlıkları, köyü oldukça düzenli intizamlı teksıra müteakip evler ve eşit tarlalardan oluşan bir köy haline getirmeleri, burayı nevi şahsına münhasır bir hale getirmiş.. Bakınız cami hizasında altta çim futbol sahaları bile var :) Onun sağ çaprazında kooperatif yağ fabrikaları..
Ülkü’de kısa bir mola ve kahvaltı sonrası, bu sefer aklıma Mudanya'nın güneyindeki köyler düşüyor. Ya bugün ya asla diyor, tek günde yürünemeyecek mesafede olan bu köylere gitmek için eve dönüp anneme ait çekik gözlü aracı alıyor, yeniden yola koyuluyorum. İlk hedef, yıllarca (tam 14 yıl) Bursa'da yaşayıp da ilk defa gideceğim Çepniköy!
Daha köye gidiş yolunda belli oluyor, ben bu köyü çok seveceğim.
Yol kıvrım kıvrım, sık zeytinlikler arasında direksiyon sallamak bir keyif. Kâh camdan dirseğimi çıkarıyorum, kâh durup bir kare fotoğraf çekiyorum. Ama Çepni'ye 5km kala motoru tamamen stop ettiriyor, dakikalarca bu güzelliği izliyor ve köyün önce seslerini ve kokusunu içime çekiyorum. Tamam artık köye girebiliriz! Hedef menzile girdi. Köy kahvesini nişan aldım. Gözüm başka bir şey görmüyor. Son virajları da alıyor, köyün hafif dik ve dar yolundan "saTlık" tabelalarına gülüp geçerek, köy meydanına varıyorum.
Fakat ne hayâller ne hayâller.. Birinde köy okulunda öğretmenmişim, kışın sobalı evimizde sobanın içinde patates, üstünde kestane ve demlik demlik çayla yanımda enn sevdiğim adam bana mis kokulu mandalinaları soyarken, mırıl mırıl sohbetler..
Diğerinde köyün az dışında, zeytinliklerin arasında tahta bir evde inzivaya çekilmiş, son romanına hazırlanan bir yazarmışım. Evimin ötesi deniz yahu deniz.. Maviyle yeşilin ortasında, yalnızlığımla dopdoluyum.
Bir başkasında köy meydanında soğan satıyorum, hoparlörle “soğanciii, soğan geldi hağnım” diye bağırıyorum, mikrofon arada cızırtı yapıyor, kulak tırmalıyorum. Ne sen sor ne ben söyleyeyim ama şükür işte geçinip gidiyorum, üç de oğlum var kızları saymadan. Bizde kız evlat az ve o nedenle çok kıymetli.
Öyle böyle, hayallere biraz gülüyor, biraz ah keşke diyor ve köyün meydanında biraz yürüyüp, selam alıp selam verdikten ve hasbıhal ettikten sonra, kısmet diyor, kıvrımlı yoldan yavaş yavaş Mudanya'ya inmeye başlıyorum. Fakat ben başlasam da yol bırakır mı, ille de dur, ille de bir fotoğraf çek diye tutturuyor. Yolun sonu vur aşağıya, deniz yahu, deniz..
O yol bırakılmaz ama, el mahkum ayrılıyorum, şimdiki hedef Mudanya.
Mudanya her zamanki gibi kalabalık, davetkâr ve tam bu nedenle de biraz sıradan.. Sahilde oturup martılar ve bu mevsimde ayrı güzel olan denizle hasret giderdikten sonra, biraz kitap fuarını geziniyor, elbet elim kolum hiç de boş çıkmıyorum.
klasikler..
sağ üst köşe!
Ben kitapların arasında kaybolup zamanı unutunca, karnım da bir hayli acıkmış. Sokaktan bir kese hünnap, biraz çilek alıyor, üç beş tanesini yıkamadan ağzıma atıyor, gerisini arabaya koyuyorum ama bunlar beni kesmiyor.. Aklımdan tek tek olası yemek noktaları geçiyor.
Hedefim belli: Bademli köyünün enn tatlı esnafının lokantası: adıyla mümtaz, Sevgi Mutfağı.
Geçen gelişimde hem sohbetleriyle hem yemekleriyle beni hayran eden tatlı çift, bu akşam erken kapatmış! Bayağı bozuluyorum, bu hiç olmadı şimdi! Bir süre köy meydanında ne yapacağımı bilemeden öylece dikiliyor, fakat bu erken saatte eve gitmeyi de göze alamıyorum.
O zaman, gel bildik bir yere kıralım direksiyonu: Ender bir Börekçiye..
Fakat buranın konsepti de hoşuma gidiyor doğrusu. Bir sürü el yapımı meze, salata, kek, börek, poğaça arasından seç beğen al. Ben de bulgurlu pancar, hardallı patates ve kuru üzümlü limonlu mor lahana (ki bu sonuncusu hakikaten aşırı lezziz) kombinasyonu yapıyor, birkaç dereotlu poğaça ve buz gibi bir limonatayla karnımı bir güzel doyuruyorum. Ender'in çalışanları da neşeli fıkır fıkır kızlar. Patron erken çıkınca, kendilerine de birer bol şekerli (kahve de bol şekerle mi içilirmiş ama haydi gençliklerine verelim!) Türk kahvesi yapıyor ama daha karşı karşıya oturmuş ilk yudumu alacakkeeeeen, erken gelen patron oğluna yakalanıveriyor, paparayı yiyorlar. Kızları iki kahveyi de kendime söylemiş gibi yapıp kurtarmak istiyorum bu azardan ama patronoğlu cingöz, yemez. Kızlar utanıp içeri kaçıyor, ben de çaresiz kitabıma dönüyorum.
Ne kadar okudum bilmem, neden sonra şekerli bir şey çekiyor canım ve acaba üç top dondurma mı derkeeeen, insafa gelip bir kazandibi (kusura bakma artık vişneli cheesecake yokmuş :))) yani..) ısmarlıyorum. Ama o nasıl tat, damakta dağılıyor, enfes! Böyle kazandibi yemeyeli yıllar olmuştu, ba-yı-lı-yo-rum. Alkış alkış alkış! 10 numara bir kazandibi gerçekten; yanık tadıyla, şekerinin tam karar ölçüsüyle ve çatal batınca uzayan kıvamıyla hakikaten çok başarılı. Sinirli patronoğluna bile aldırmıyor, kızları tebrik ediyorum. Biraz daha oturup usul usul inen akşamı izliyor, enn sevdiğim annem “neredesin kızım sen?” diye aramadan hemen önce, aniden bastıran sivrisineklerin gazabından korkarak, kalkıyorum.
Kazandibinde tavuk eti olmadığına
inanmak isteyen şaşkın otçul
(ve otçulun çatalında uzadıkça uzayan key’fi)
Artık eve dönme vakti. Gerçekten kendimle başbaşa, nefis bir son gün geçirdim. Bacaklarım yorgun, zihnim berrak, kalbim hafif, midem biraz fazla dolu ama içim de neşe dolu olarak dönüyorum evime.. Bir muhteşem gün daha sona eriyor.
Yarın üç top dondurmamı kesin yerim bence.. ;)
Sonsöz. Aslında fikir hakikaten spontan çıktı. Bu güzel günü yaşayıp eve dönmüş, fotoğraflara bakıyordum ve bir anda “yahu aynen X’in yazılarındaki gibi bir gün geçirmişim!” diyerek şaşırdım. O an şeytan dürttü e dedim aynen onun gibi anlatsam ya ben de.. Tabii ki onun karakterine özgün, keyifli yazıları gibi asla olamazdı ama ben de nacizane, pek key’faldığım bu günü anlatırken, onun tarzından biraz kopya çektim hatırlatıcı benzerlik ekleyiverdim :)) Kime özenerek yazdığımı eminim siz de hemen buldunuz, umarım kendisi de sevmiştir bu yazıyı. Gerçekten nevi şahsına münhasır, yazılarında sık kullandığı tanımlamaları, sıfat ve ifadeleri tanımıştır ve gülmüştür diye umuyorum. Sürçülisan ettiysem lütfen tıfıllığıma verilip affola :))