22 Aralık 2020 Salı

Blogda kullanılan görseller suç mu?

Bu konu son günlerde alevlendiği için, bazı arkadaşların ricası üzerine kısaca bildiklerimi aktarmak istedim. Danıştığım iki sanatçı arkadaşım, bir yayınevi sahibi ve yayıncılık alanında çalışan bir avukat arkadaşımın ortak fikirleri doğrultusunda, konunun uzmanı olmadığımı, sadece kendi öğrendiklerimi aktardığımı baştan belirtmek isterim.

1. Reklam alsın ya da almasın, okuyucuya açık her tür blog "yayın" sayılıyor ve telif hakları kanununa tabi. Bu demek oluyor ki, telif hakkı olan bir görseli ya da eseri izinsiz kullandığınızda, hakkınızda cezai işlem başlatılabilir. 

2. Bloglarda kitap / film / albüm tanıtımı yapmak tabii ki serbest fakat kitabın kapak tasarımını, filmin afişini kopyalayıp kullanmak yerine, kitabınızın ya da beğendiğiniz afişin bir fotoğrafını çekip kullanmanız isteniyor. Meselâ:

afişin fotoğrafını arka planla birlikte çekmek, ok

Kitabın içinden sayfa numarası ya da kaynak göstererek birkaç bağımsız paragrafın paylaşılmasında ve bu paragraf tırnak içine alınıp hakkında eleştiri ya da görüş bildirilmesinde sorun yokken, kitabın tamamının ya da şiir kitabıysa şiirin tamamının bloğa aktarılması suç. Aynı şekilde kitabın / şiirin izin alınmadan farklı dile çevrilmesi, sesli okunması da yasak. Yani: youtube'da kardeşinizin çocuğuna hediye olsun diye kitap okumak da yasak :) Fakat yayıncılar / yazarlar sesli okunmaya özellikle sosyal duyarlılığı olan geçerli bir nedeniniz varsa oldukça sıcak bakıyorlar, izin almanız bazen yeterli olabiliyor (lütfen izni yazılı alın ve saklayın).

3. Bloglarda kullanılan fotoğraflar eğer telif hakkına sahipse (google'ladığınız çoğu fotoğraf sahip) ya istock gibi programlara üyelik alacaksınız ya da telif hakkı olmayan resim ve fotoğrafların bulunduğu siteleri tercih edeceksiniz (bilgi burada). 

4. Karikatür, resim ya da fotoğraftaki sorunun nedeni şu: bu eserler kitaplar gibi "bir kısmı" alınmaya uygun değil, tamamı alınıyor, bu nedenle telif hakkı yasası çok daha sert. Beni mi bulacaklar demeyin, istock gibi büyük firmaların sadece bunun için çalışan programcıları ve avukatları var, buluyorlar. Blog ticari değil, reklam almıyorum geçerli bir neden değil çünkü yayınladığınız her yazı, okuyanla buluştuğu için "yayın" sayılıyor. Kazandığınız para dışında kazandığınız sosyal medya imajının da bir "ederi" olduğu farz ediliyor. 

5. Youtube müzik videolarını yüklerken blogger üzerinde buna izin veren sistem var zaten, bunda sorun yok. Aynı şekilde çoğu klasik eserde, anonim retro fotoğraflarda ve kimliksiz eski eserlerde de telif hakkı olmadığı zaman ya da bazı eserlerde sanatçının ölümü üzerinden 20 seneden fazla geçtiğinde (bu konu çok bulanık) telif hakkı düşebiliyor. Bu durumdaki medyayı da kullanabiliyorsunuz ama dediğim gibi riskli.

 6. Şark kurnazlıkları: eğer fotoğrafın büyük bir kısmını kırparsanız ya da tablonun dikkat çekmek istediğiniz kısmını kesip kullanırsanız, karikatürün köşesini alırsanız sorun olmaz diye düşünmek, ya da kullanmak istediğiniz görselin ekran görüntüsünü alıp ya da photoshoplayıp birkaç yerden embed etmeye de kalkmayın, o da aslında pek yasal değil. Hayatını bu işten kazanan avukatlar bir şekilde ayrıntıdan yakalıyor (kullanılan fotoğrafın göz yansımasından orjinalini yakalayan avukat tanıyoruz). Ha tek yolu şu olabilir, kullanacağınız görseli mizansen yapıp şu alttaki şekilde kullanmak :) Eh bu artık ayrı bir "eser" sayılabiliyor. Banksy çok kullanır bu esprileri ama Banksy'nin avukatları da az tilki değildir, unutmayın.

7. Bir fotoğrafın / karikatürün tamamını kullanmanın tek bir şartı var ki o da yine yazarıyla iletişim içinde olmak anlamına gelecek, bilimsel ya da eleştirel bir yazı yayınlamak istediğinizde, tamamen kaynak vererek, neden bu fotoğrafı kullandığınızı açıklayarak (görsel olmadan anlatamayacağınız durumlarda). Örneğin AHA'ya ait bir fotoğraf ödül alıyor ve siz bu ödülün haksız olduğunu belirteceksiniz, fotoğrafı diyelim ırkçı buldunuz ve bunu yazmak istediniz. O zaman öncelikle fotoğrafın bulunduğu asıl kaynağın linkini, çeken kişiyi, tarihi vs veriyorsunuz. Daha sonra neden bu fotoğrafı kullandığınızı anlatıyor ve sonra ırkçılık üzerine olan fikrinizi belirtiyorsunuz. 

8. Genel kural aslında şu: siz nasıl yazılarınızı ya da fotoğraflarınızı biri olduğu gibi kopyalasın istemiyorsanız, siz de başkasına bunu yapmıyorsunuz. Yazınızın bir paragrafı alınıp link verildiği zaman huzursuz oluyorsanız ama müsamaha gösteriyorsanız, karşınızdakinin de bunu yapabileceğini ama yapmak zorunda olmayacağını biliyorsunuz. Kısaca en güzeli: "şu konuda bu linkte şöyle bir yazı var" diyip, ona atıfta bulunduğunuz kendi fikrinizi / görselinizi kullanmak.

Yazar çizer ve müzisyenlerin bu konudaki hassasiyetini anlamak lazım. Çoğu gerçekten çok fazla müsamaha gösteriyor, izinsiz olduğu halde metinlerinin kullanılmasına bir şey demiyorlar ama bazıları da "tak etti artık" diyebiliyor, sonuçta adam 7 sene oturmuş bir şiir yazmış, bir bakıyor bir antoloji içinde hiç bilmediği bir yayınevi yayınlamış! Tabii ki bloglardaki durum çok daha masumca ve çoğunlukla sizin peşinize de düşmeyeceklerdir ama yine de en azından bir link vermek, "alıntıdır" yerine nereden alıntıdır, kimin eseridir belirtmek, en azından "niyetinizi" göstereceği için, bence yeterli olacaktır. Geçmişe yönelik yazıları silmek sıkıntılı bir süreç ve benim kişisel fikrim gereksiz olduğu yönünde fakat çok endişeleniyorsanız, bloğunuza bundan sonra dikkat edeceğinizi belirten bir yazı ekleyip bundan sonra hakikaten samimiyetle dikkat etmeniz yeterli olacaktır (bu dediğim istock avukatları dışında, onlar çok belâ, herhangi bir görsel kullandıysanız hemen şimdi silmenizi öneririm). 

Umarım yeterince açıklayıcı olmuştur ;) 

EKLEME: Gönüllü kitap / şiir seslendirme konusunda şu adreste güzel bir proje var. Mesela burada seslendirme yapıp bloğunuza bilgi linki verebilirsiniz ;) Tamamen yasal. 

20 Aralık 2020 Pazar

Pabuçlarıma bakarken..

Her yer kapalı ama neyse ki yürümek serbest. Üstelik maskesiz. Beklenti düzeyim o kadar düşük ki, "daha ne olsun?" diyecek oluyorum. Hava buz. Gece eksiye düşüyor, gün içinde 2'yi geçmiyor, henüz kar yok. Kar mikrop kırar derler, Corona'yı da kırar mı ki?

İngiltere'de aşı başladıktan bir hafta sonra Almanya İngiltere'ye sınırlarını kapatma kararı aldı çünkü Corona mutasyona uğrayarak %70 daha fazla bulaşıcı hale gelmiş. "Bu bir savaş resmen!" demek geliyor içimden, ya da kıyasıya bir satranç maçı... Virüs ve İnsanlık karşı karşıya.

Bunları düşünüyor, pabuçlarımın burunlarından gözümü ayırmadan yürüyorum. Birden yanımda yaşlı bir adam beliriyor. İşaret parmaklarıyla kulağını işaret ediyor, dudakları oynuyor ama ses çıkmıyor. O anda fark ediyorum, ben yine ses geçirmeyen kulaklıklarımı takmışım ama "play" tuşuna basmayı unutmuşum! Bunu çok sık yapar oldum, sanırım müzik dahil her tür sesten kopmak istiyor bilinçaltım..

Kulaklığı çıkartıyorum. "Hah sonunda!" diyor yaşlı adam ve gülümsüyor. "Üç gündür aynı saatte aynı yerde karşılaşıyoruz genç bayan, günaydın diyorum cevap alamıyorum, gözünüzü yerden kaldırmadan yürüyorsunuz, bu hiç doğru değil" diyor! Öyle güzel diyor ki ama, "sana ne" diyemiyorum.. Zaten ben kimseye "sana ne!" demem ama bazı uykusuz geceler bazı insanlara demiş olmayı isterim..

"Kusura bakmayın" diyorum ve gülümsüyorum. "Hah şöyle" diyor Öğreten Adam (bir tek, elinde çay bardağı eksik...) "Yürürken lütfen pabuçlarına değil etrafına bak" diyor. Ben ne cevap vereceğimi düşünüyor ve ona "Düşünceler.. ve karıncalar.. Ben hep karıncalara basmaktan çekinirim" demek istiyorum ama mevsim geliyor aklıma ve ben tüm bunları Almanca Gramatik yapıda düzgün kurabilmek için der-die-das-dem-den'erden hangisini kullanacağımı hesaplarken, o yürüyüp gidiveriyor.. 

O zaman, yeniden kulaklıkları takıyor, bu sefer müziği de başlatıyorum. Kulağımda şu çalarken (video eki görülmüyorsa, link de burada) ben tüm bunları, ilk defa fark ediyorum:



Dahası yanımdan geçen genç yaşlı istinasız tüm insanların bana gülümsediğini de fark ediyorum! Tanrım insanlarla göz teması kurmayalı, ne çok şey kaçırmışım karıncalara / pabuçlarıma bakarken...... 

Acaba yaşlı adamı yarın sabah da görebilecek miyim? Sanırım bir teşekkür etmem gerekiyor...

Hem (olmayan) karıncaları incitmeye endişe etmek yerine, akıp giden yaşama bakmayı hatırlattığı için, hem de "pause"dan "play" tuşuna geçmemi sağladığı için. Hem de... hakikaten bu sıra hayat bana hep aynı şeyi mi gösteriyor??? Gör be kadın, artık! ;)


16 Aralık 2020 Çarşamba

Uyumuş da çözülmüş.

 Bak aklıma ne geldi. Pandemi öncesi son ziyaretimde Çocuk Evi'nin müdürü Doğan Hoca bana ısrarla akşamın 5'inde kahve ikram etmeye kalkışmıştı. O saatte bırak kahveyi, diyet kola içsem uyuyamayacağımı söylediğimdeyse "bu gece de uyumayıver, ne olur ki?" demişti :) O kahveyi içtim, öyle de güzel sohbet ettik ki, gece mışıl mışıl uyudum. Bir de "hayırlı bir işe önayak olmanın" hafifliği vardı tabii. 

Dün artık 1 saatlik uykuyla durduğum 3. gecenin ardından hayâllerimi yazarken kendi kendime, dedim ki... İşte bu. Seni uyutmayan namussuz bu! Uyursan ne olur? Tabii ki hayat boşu boşuna geçmeye devam eder, e senin sorunun ne, yaşayamadan ölmek korkusu. Ne zaman başladı, malum hastalık süreciyle.. Hey Allahımmmm, bak ne kolaymış sorunun nedenine inmek. Bir hocamız derdi 5 (ya da 7 - aklımda kalmamış) defa Neden? sorusuna dürüst cevap verirsen, sorunun köküne inersin. Hiç şaşmaz. İlginç bir yaklaşım tabii, tamamen dürüst olabilenlerimiz için.

Yaşayamadan ölmek konusu da bu senenin modası oldu bende ama insanım ya, aklım karıştı korktum. Normal yani, çok hırpalamadan üstüne gitmek lazım. Bakalım ilmek ilmek çözebilecek miyim hakikaten. Sorunu saptadım ya, dün gece tam 5 saat uyudum ben! Nasıl farklı hissediyorum anlatamam, bende benden gayrı yepyeni bir ben var resmen.. Uykusuzluk ne kötü bir şeymiş!

bir gün sol, bir gün sağ.. 
bunu da sinirlenmeden çözdüm ya bu sabah, helâl yani.

Bu sabah doktora gittim. Bende bir huy var, yaşı 60'ın altı olan doktora gitmiyorum :)) Size de tavsiye ederim, farklı bir yaklaşım var onlarda, hem de dünya genelinde. Genç doktorlara laf ettiğim sanılmasın aman ama biraz pişmeleri gerekiyor ya.. Psikolog da öyle bak, ben de daha pişiyorum, olmadım.. Süpervizörüm meselâ 70 yaşında, bilgimiz belki aynı ama yaklaşımımız, deneyimimiz, oturuşumuz bile çok farklı.. Neyse. Gittim doktoruma, 72 yaşında bembeyaz saçlı, "gel bakalım bayan C." dedi, "nedir derdin?" omzuma iki patpat. Daha orda tamam dedim, bu adam çözer meseleyi.

Anlattım işte olan biteni. Üstüne kalp çarpıntılarımı, uykusuzluk sürecimi. Yaşıyor gibi hissetmediğimi. Yaşamımın anlamını bulamadığımı. Önce tüm bunları sonra steteskopunu takıp oramı buramı dinledi. Sonra dedi ki: "40'lı yaşlar zor Bayan C.", "ama geçiyor, zaman ver, bak bana ne dert ne kaygı, yaşadığımı yaşadım, şimdi keyfime bakıyorum". Bunu anlamam 50 yaşımı buldu dedi, senin de bulacak dedi. Öyle kendinden bilgelik bekleme ha, bu tamamen hayattan bıkmakla ilişkili dedi ve güldü! Sonunda bir gün geliyor dedi, "baya bir şey yaptım aslında" diyormuşuz ve "e yeter bu çırpınma koşturma, artık her nefesin keyfini çıkaracağım" diyormuşuz. Ona 50'de olmuş, ben daha akıllı gibi görünüyormuşum (güldü), bana 45'te olurmuş.... 

benim doktor..

Haydaaaa. Bu mudur yani. E bir de kan ve idrar verdim. Sonuçlar haftaya. "Meditasyon" dedi, ilacım buymuş günde 2 defa, aç karnına, melisa çayı eşliğinde. Kalp çarpıntıları için de magnezyum. Peki bakalım..

14 Aralık 2020 Pazartesi

Meryem

Gülünecek yerde de gülüyorum. Ağlanacak yerde de gülüyorum. Bir sorun var biliyorum ama elimden başka türlüsü gelmiyor. Bir Başkadır'ı izledim ve ah dedim işte ben Meryem - Meryem ben, az daha okumuşu, daha çok kendi ayakları üstünde duranıyım. Ama başka hiç bir farkım yok. 

Her işe koşuyorum, gocunmuyorum. Kızılacak şeye kızmıyorum üzülmüyorum, gülümsüyorum; yeter ki güçlü görüneyim, umut vereyim. 

Hayat üstüme geliyor. Sağlık sorunları bir yandan, amk pandemi bir yandan, ne uyku ne ağız tadı, sabah kalkıyor ve sevdiğin insanları yoruyorsun, sabahtan yorgunsun daha düşün. Ne yaparsın yorgunsan daha sabahtan?

Evin o loş sessizliğinde hızlı bir kahve yaparsın kendine. Derin bir nefes alırsın. Makyajını değil de en güzel gülümsemeni yüzüne boyarsın. Biraz dudaklara, biraz gözlerine.. Ellerine biraz, şefkât sürersin. Yoksa kırılırlar, kırarsın.

Öyle geçiyor günler işte... Oynuyorum. Oynamak zorundayım. Ve sen geliyorsun bana "iyi değilim de Ceren, iyiyim demek zorunda değilsin" diyorsun. Nasıl diyeyim? Söyle nasıl diyeyim? Hangi duyguyu gösterebiliyoruz ki, bunu göstereyim? Hepimiz oynuyoruz işte.. 

George Hoyningen-Huene, "The Divers", Paris, 1930.

11 Aralık 2020 Cuma

Mim: 2020 yıl sonu raporu

2020'den hatırladıklarımız.

Yine yılın Z-Raporu zamanları mı gelmiş, ne çabuk?! Bu sene fikir Belle'nin Kütüphanesi'nden çıkmış, zikir bakalım nasıl olacak :)

1). 2020 senin açından nasıl geçti?

Bu sene "evde kalmış kız" sendromuyla geçti: Beklemekle.. Sürekli bir şeyleri bekledim. Önce Corona geçirirken, iyileşmeyi bekledim. Sonra evde yaşam başladı ve dışarıya çıkabilmeyi bekledim. İş yerleri ve okullar kapandı, çalışmaya geri dönmeyi, çocukların yeniden eğitim hayatlarına dönebilmesini bekledim. Yaz geldi, havalar ısınsın diye bekledim. Isındı, Türkiye'ye gitmeyi aileme, sevdiklerime kavuşmayı bekledim. Türkiye'ye gittim geldim, kısmen rahat bir dönem başladı, işe döndüm çocuklar okula başladı derken bu sefer alışmışım, endişeyle karışık "yine aynı şeyler yaşanacak" diye bekledim. Şimdi ikinci dalganın en zirve yaptığı günler içindeyiz, aşı haberleri geliyor o haberleri ve rakamların yeniden düşmesini bekliyorum. Yani resmen beklemekle geçti koca sene... Bu anlamda çok "yaşanmamış" geçtiğini hissediyorum.

2). Yıl boyunca yapmayı en çok özlediğin şey nedir?

İlk aklıma gelen "sarılmak"tı ama kendime karşı dürüst olmalıyım, ben sarılmayı ve bedensel teması özellikle çok sevdiğim biri değilse hiç sevmem :) Vallahi, biraz yabaniyimdir. Açıkcası cafeler barlar dışarda sosyalleşmeler de çok aşırı özlediğim bir şey olmadı çünkü arkadaşlarımla çok sık buluşup doğada açık havada yürüyüşler yaptık, en kötü gece çocukları uyutup birer şarap alıp bilgisayardan konuştuk. Yani sosyalleşme ihtiyacım aslında çok olmadı. Amaaaaa ama seyahat ihtiyacım çok oldu, çekip gitme ihtiyacım aşırı tavan yaptı. Özellikle bir tren seyahatiyle İstanbul'dan Kars'a meselâ, tek başıma, elimde kitabım, kulağımda müziğim, ara sıra kompartımana giren çıkan insanlarla sohbet edebilmek.. Bunu özledim. Hadi gidememek bir yana, üstelik hayalini bile kuramamak beni çok üzdü.... 

Tatil hayalleri..

3). Biraz da olumlu yönden bakalım. 2020'de güzel geçtiğine inandığın veya 2020 şu yönden uğurlu geldi dediğin bir durumla karşılaştın mı?

Çocuklarımla ilişkim! Çocukların 7/24 evde olması beni aşırı korkuturdu eskiden, bir noktadan sonra kendimi banyoya kilitleyip "noooolur 5dk, sadece 5dk" diye yalvarma durumum olurdu. İnsan korkularıyla yüzleşip "en dibi" de görünce bir rahatlık bir mutluluk geliyor sanırım :) Zaten bağıran bir anne değildim ama şimdi kendimi çok daha dengeli ve eğlenceli buluyorum.. Annelik konusunda kendime güvenim arttı sanırım. Bir de terapist olarak eskiden online terapilere çok ters bakardım, o güven ve samimiyet ilişkisi bilgisayar ekranından kurulamaz diye düşünürdüm. Şimdi haftada en az bir online terapi görüşmem oluyor ve keyif alıyorum. Bu yeni bakış açısı mesleğime de olumlu katkı yaptı, bana yeni bir "yol" açmış oldu.

Bavyeralı ev hanımı hallerim :P

4). Karantina sürecinde veya bulabildiğin boş vakitlerde kendine zaman ayırabildin mi? Ayırdıysan neler yaptın?

Ha ha ha. Sinirle güldüm vallahi. Ne diyorsunuz, Şubat sonundan Ağustos başına dek kendime 5dk bile bulamadım ve tırlatmak üzereydim, neyse ki Türkiye'de biraz dinlenebildim, kendime zaman ayırabildim (Ağustos'ta yaptığım 2 günlük bir kaçamak, bir ömür kadar iyi geldi bana). Eylül'den beri de Almanya'da iş yerlerimiz ve okullarımız açık, bu nedenle hem işime, hem sosyal hayatıma hem de kendime zaman ayırabildim ama rakamlar roket hızıyla yükseldiği için, şimdi önümüzdeki birkaç ay zor geçecek ve yeniden evlere kapanacağız. Fakat bu sefer kendime Proje 365 Blog diye bir blog açtım ve her gün kendi kendime benim için gerçekten "anlamlı" olan yaşam önceliklerini tartışıyorum. Bu "düşünsel ihtiyaç"larıma çok iyi geldi. Bir de bir önceki yazımda anlattığım yine kendime yaptığım "özel zaman" takvimimi sanırım noel sonrasında da devam ettireceğim, çünkü o da, yani kendimi zorla kendime vakit ayırmaya teşvik etmek de çok iyi geliyor!

5). Son olarak 2021 yılından beklediklerin neler?

Vallahi tek beklentim kendimin, ailemin, sevdiklerimin, sizlerin, hepimizin yani; sağlıklı ve huzurlu olmamız. Bu iki madde olsun gerisini biz hallederiz bence :) 

 <3 Hepimize.....

İlk foto. Şehrimizin 112 hattından çok sevdiğimiz bir arkadaşımız. Onun 2020'de yaşadıkları düşünülürse, hadi yine iyiydik bence...... Allahtan tüm sağlıkçılara sağlık ve güç diliyorum!

7 Aralık 2020 Pazartesi

Kendi kendime ufak hediyeler

Burada "noel takvimi" diye hoş bir âdet var. Sevdiğiniz kişilere 1 Aralık'tan 24 Aralık noele dek her gün için yukarıdaki fotoğraftaki gibi ufak zarflar ya da kutular hazırlıyorsunuz. İçlerine küçük oyuncaklar, çikolata ya da çeşitli çaylar gibi ufak hediyeler ya da ufak mesajlar koyuyorsunuz. Her gün bir kutu açılıyor. Sevimli bir âdet, ben her sene yapıyorum.

Bu sene ilk defa kendi kendime de böyle bir sepet hazırladım. Her gün 5dk bile olsa kendim için bir şey yapmak istedim ve aklıma gelenleri madde madde yazıp, ufak zarflara koyup, her gün birini açıp uygulamaya karar verdim. Meselâ kendime bir kupa çay hazırlayıp, pencerenin önüne oturup, hiç bir şey yapmadan dışarıyı izlemek. Ya da meselâ kendimde güzel bulduğum huylardan 3 tanesini yazmak ve yatağımın baş ucuna asmak. Bu sayede kendi içimdeki fırtınanın dinmesini ve kendime daha şefkâtli davranmayı umuyorum. 

Bugünkü madde "bugün gün içinde seni en çok mutlu eden 3 anı yaz" idi. Hemencecik buluverdim o 3 maddeyi: Sabah nasıl olduğumu kendi gözüyle görmek istediği için, bana kahvaltılık bir şeyler alıp ziyaretime gelen arkadaşım N.'yi yazdım. Sonra akşama doğru annemle mesajlaşırken annemin birden "Ceroşcuğum ne tatlısın yahu, seninle olan yaşlanmaz!" demesini yazdım. Bir de O.'un sabah bana sorduğu soruya kıvırarak ne yalan ne doğru, tam ne dediğim de anlaşılamayan yuvarlak ve politik bir yanıt vermemden ötürü, cevaben bana Şrek'ten Pinokyo'lu sahneyi yollamasını yazdım. Sonra birden aklıma esti, dedim şu yazdıklarımın fotoğrafını çekeyim de bugün beni en mutlu eden 3 şeyden biriydin diye N.'ye, anneme ve O.'ya yollayayım.. İşte o an çok tatlıydı! 

Üçü de ne sevindi! Ne bileyim, sanki dünyaları falan kurtarmışım gibi saçma sapan bir his geldi bana da.. Böyle küçük bir şeyden! Dedim ki, "C. ya..., aslında sen sevilesi birisin be." :) İtiraf edeyim, kendimle böyle olumlu konuştuğum çok azdır. Genelde içsesim "yetişemiyorsun, beceremiyorsun, al işte yine mahvettin" falan der.. Herkesinki öyle sanıyordum, sordum soruşturdum, ayol bir benimki böyleymiş. Milletinkiler "boşver, sorun değil, bir dahakine yaparsın" ya da "şunu ne güzel başardın affffferin sana" falan diyormuş. Benim iç ses öküz aleyhisselam çıktı sevgili dostlar.. Oysa dış ses gayet kibar, anlayışlı, sevecenken.. Kendime garezim nedir?

Yarınki madde de şu (çaktırmadan ucundan kaldırıp baktım evet): "Hayatındaki 5 değerli insan hakkında 3 güzel madde yaz" :) Çocukça biliyorum ama... Bu sıra iyi geliyor. 

Bu sıra bana iyi gelen bir başka şey, yeni açtığım blog. Çok fazla gevezeyim ama ilgilenirseniz, ilk yazılar denge ve sevgi üzerineyken, bu hafta konu birden "küçük detaylar üzerinden mutluluk arayışı"na evrildi. Bu hafta orada "şeyler" üzerinden "mutluluk evrensel bir ihtiyaç mıdır, yoksa bazı insanlar hiç mutluluğu aramadan da koca bir ömrü geçirebilirler mi?" gibi sorunsalları ele alıyorum. Meraklısına.. İç hesaplaşmalarımdan daral gelenlerle tabii buradan, kontrollü güncel çılgınlıklarımla, hafif ve su üstünde kalmaya dikkat ederek, devam..