27 Nisan 2013 Cumartesi

Süt ve kurabiye

Bu yazı, bu sabah beni çok şaşırtan ve çok çok çok sevindiren sevgili Elif için.. Süt denizi ve kurabiye yağmuru altında, elma şekerlerinin arasında bisiklete binmeyi ne çok sevdiğimi anlatan bu resmi yapmış ve bana yollamış. Bayıldım, bayıldım, bayıldım! Bazen gerçekte hiç bir arada zaman geçirememiş olsalar bile, iki insan arasında güçlü bir dostluk bağı oluşuyor ve o insanın ta içini görebiliyorsunuz, o insan "sizin insanlarınızdan biri" oluyor.. Elif rengarenk bir insan; onun bazen tüm evrene akan, bazense sadece kendi içinde sakladığı renklerini çok seviyorum. Umarım yakın zamanda biryerlerde yollarımız kesişir ve beraber bir süt ve kurabiye keyfi yaparız!
 
Elif'in çok güzel yakaladığı gibi, süt ve kurabiye benim için gerçekten önemli. Bir bardak süt ve yanında birkaç kurabiye; çocukluğumdan beri beni rahatlatan, sıkıntılı zamanlarımda sakinleştiren, mutlu zamanlarıma eşlik eden, kısacası yaşamımda ciddi derecede yer tutan bir ritüel. Benim terapim diyebilirim.. Ya da bağımlılığım.. Artık hangi bakış açısı size daha uygun geliyorsa.. Bu fotoğrafı da daha bu sabahki ritüelim sırasında çektim.
Çocuklukta çöp gibi, ergenlikte tombul bir kız çocuğuydum ben. Hatta deli gibi hoşlandığım (ve tabii ki 90'larda adet olduğu üzere akabinde platonikten öteye gitmeyen bir dostluk geliştirdiğim) çocuk bana "iyice hipopotama döndün" bile demişti vakti zamanında.. Bir ergen için intihara sürükleyici kıvamda yorumlar bunlar.. Hey gidi hey.. Yirmilerimde zayıf bir kız oldum tekrar, o çocukcağız da kel oldu bu arada, ilahi adalet..
 
Bedeniyle barışık insanlara hayranım. Vakti zamanında hipopotama benzetildiğim için mi, toplumumuzda zayıflık bu derece yüceltildiği için mi bilmem ama gayet normal ölçülerde bir insan olduğum halde, ben yine de bedenimle çok barışık bir insan değilim. Bu konuya çok kafa taktığım, sapık gibi kalori hesabı yaptığım ya da tuhaf rejimlere bel bağladığım da yok aslında ama, mesela dengeli beslenmek ve spor yapmak benim için çok önemli. Hatta biraz da takıntılıyım sanırım, akşam 6'dan sonra yemek yememek, haftanın beş günü birer saat spor yapmak, şekerleme ve tatlı ziyafetlerinin ertesindeki öğünü mutlaka hafif bir salata ile geçiştirmek falan gibi tuhaf kurallarım var. Dünya yıkılsa yine de esnetemiyorum bu kurallarımı..
 
O yüzden belki de süt ve kurabiye benim kaçış noktam, normalliğe en yakın durabildiğim noktam.

26 Nisan 2013 Cuma

Ben her bahar..

Geldi, vallahi geldi! :) İki gün aldı tüm doğayı baştan aşağı renklere bürümesi. Gri/kahve çıplaklık gitti, yerine cart pembeler, mis kokulu sarılar, gelin başı beyazlar ve yeşilin tüm tonları geldi. Ve ben her bahar olduğu gibi; deli bir heyecana, deli bir devinime, deli bir iste-planla-uygula'ya kapıldım. Kaptırdım. Koyverdim gitti.

Haziran'da bize önemli bir misafir geleceği için, öncesinde kendimi bazı işleri yoluna koymak, bazılarını da nihayi sona kavuşturmak için kamçılıyorum. Baharda alınan kararlar da bahar gibi kokuyor! Sunumlar var (biri dün geçti bitti bile OH), rutine oturan / oturamayan danışanların akıbeti var, misafir için yapılması gereken lojistik (ve sosyo-psikolojik) hazırlıklar var, mis gibi havada yapılan uzun upuzun yürüyüşler var, iş çıkışı yeni yeni açılmaya başlayan bira bahçelerine gitmeler var, balkonda ev yapımı çilekli süt eşliğinde oturup kitap okumalar var, sabahın köründe mütiş bir enerjiyle ve çılgın çalı bülbüllerinin sesleriyle uyanıp gecenin çok geç saatlerinde eve girmek var, histerik bir mutlulukla psikotik bir neşe arasında gidip gelmeler var, var da var!

Ben her bahar mutlu olurum.. deli olurum.. baharın kendisi olurum..


Fiziksel nedenlerle bisiklete binemiyorum bu bahar, yürürken mesafeler birden uzadı ama beş duyuma akan detayları yakalama ve anlamlandırma şansım arttı. Mesela ne çok yitirilmiş bebek patiği var sokaklarda, bunu fark ettim. Sevimli kayıplar. Kaybeden için o kadar da sevimli olmasa gerek.. Papatyalar bir de.. Sarı topaklar fışkırıyor kaldırımın betonundan, bunu yakalamak çok güzel. Pembe beyaz, vişne kiraz çiçeklerinden bile daha güzel belki de..

Dün yoga sınıfında yaptığımız bir saatlik egzersizin sonundaki 10dk'lık meditasyon sırasında uyuyakalmışım. Kimse de uyandırmamış beni. Kalk yerine yat, kalk evine git dememiş, ne güzel. Uyandığımda üstümde bir pike, loş ve boş bir odanın ortasında kalan tek yoga matında bir başımaydım. Yeni bir güne uyanmış kadar sakin ve enerji doluydum. Kalktım, evime gittim. Eve giremeden de sevdicek ve dostlarla bira bahçesine gittim.. Bahar; tüm haşmetiyle yaşanıyor. Devinim, hareket, kahkahalar, koşturmalar ama bu yoğun günün akşamında piyangodan çıkan kısacık uykuya; paha biçilemez! Sonra kalk koşturmaya devam et, yaşam böyle işte.. Koş, 10dk soluklan, yine koş.. Ya da yürü, sakin sakin yürü.. Ve şunları yakala:

23 Nisan 2013 Salı

Özgürlükler Ülkesi Türkiye

Yok canım! İnsan hakları ihlaliymiş, demokratik sorunlarmış, hikaye bunlar. Türkiye resmen özgürlükler ülkesi.. Valla bak. Örneklerle açıklayacağım bu hipotezimi şimdi size, yalanım varsa Avrupa tipi protesto edin beni, yumurta atın yüzüme!

Türkiye; herkesin herkese karışma özgürlüğünün sonsuz düzeyde yaşanabildiği bir özgürlükler ülkesidir. Yalan mı? Bir dişi insan evladına "o eteği giyip de sokağa çıkarsan, seni dilim dilim keser, etlerini lime lime yolar, köpeklere yediririm" diyebilen kocaların özgürce yaşadığı bir ülke değil midir Türkiye? Hadi bu özgürlüğü sadece aramızda az sayıda bulunan ve hasta oldukları düşünülen şanslı azınlık kullanabiliyor, halkın çoğunluğu bu özgürlüğünden gönüllü feragat ediyor diyelim. O zaman mesela halkımızın genel çoğunluğu tarafından kullanılan, 35 derece sıcakta birkaç aylık bebeğinin ayağına geleneksel yün patikleri giydirmedi, üzerine de aynı örgü deseniyle pembe ya da mavi renk seçeneğiyle hazırlanmış yün yeleği geçirmedi diye sokak ortasında "üşür o kızım, sen ne biçim annesin" diyerek icra edilen bir "vicdan muhasebesi yaşatma özgürlüğü" var? Yok mu? Çocuğu olan, olmayan, son bez değiştirme işini 35 sene önce yapmış olsa bile bizim memlekette herkes bir çocuk yetiştirme uzmanı, bir gelişim psikoloğu, bir çocuk doktoru olma özgürlüğünü sonuna dek kullanır mı kullanmaz mı, söyleyin! İnsanlar arası diyaloglarımızın %90'ı "şunu şöyle yap, bunu böyle et" üzerine kurulu değil midir? Emir kipini önerme cümlelerinden daha sık kullanmaz mıyız? Herkesin sonsuz bir öğreten adam ya da öğreten kadın olma özgürlüğü yok mudur? Yalan diyin hadi..

Sonra mesela, kendimizi dünyanın merkezi olarak görme ve buna bağlı olarak da tüm kişisel haklarımızı diğerlerini hiç umursamadan sonsuza dek kullanabilme özgürlüğümüz var her birimizin. Bu özgürlüğümüz dahilinde gece yarılarına dek evlerimizde bağrışma, aklımıza gelen her mekan ve saatte sevinç ya da öfke nağraları atabilme, çocuklarımız ciyak ciyak bağırarak ağlıyor diye daha yüksek sesle bağırmak suretiyle onları azalayabilme özgürlüğümüz var ki bu Evropa denen tek dişi kalmış medeniyet kümesinde yaşayan garibanların asla ve kat'a kullanamadıkları bir özgürlük! Hele müzik çalma özgürlüğümüz, genci yaşlısı sokaklara dökülüp kutlama adı altında havaya kurşun sıkma özgürlüğümüz, tadından yenmez özgürlükler değil midir? Hastane yakınında sünnet konvoyu oluşturma ve melodik kornalarımızla hasta ve yakınlarını neş'e içinde boğma özgürlüğümüz var, o yoksa arabalarımızı modifiye edip, yeşil yanar yanmaz motoru hönkürterek kalkma ve şanımıza şan katma özgürlüğümüz var, yok mu?

Ama hiç kuşkusuz bence en favori özgürlüğümüz "saman altından su yürütme" özgürlüğümüz. Yani sırf işimize geldiği için, diğer insanları hiç düşünmemize gerek olmadan, sivil toplumun geneline ayrılmış olan kaynakları, hakları, özgürlükleri tamamen kendimize ya da bize benzeyen insanlara ayırmak; bizimle aynı fikirlere sahip olmayan, başka inançlara (ya da inançsızlıklara) uygun yaşamak isteyen, başka tür adetleri, hayalleri, ilgileri ve davranış örüntüleri olan insanları tamamen görmezden gelmek, yok saymak ve hatta aşağılamak ve itelemek özgürlüğümüz.. Bu özgürlüğümüzü ne güzel kullanıyoruz, her geçen gün de sınırlarını genişlete genişlete.. Yalan mı?

21 Nisan 2013 Pazar

Olmalı mı, Olsa iyi olur mu?

Bilişsel terapilerin fikir babalarından Albert Ellis'ten ufak bir öneri; kendinize bir hedef koyarken, illa ki olacak, mutlaka olmalı diye değil, olsa ne iyi olur diye düşünün! Çünkü bir hedefe kilitlenmek, o hedefin "mutlaka gerçekleşmesi gerektiğini" düşünmek size ancak gereksiz gerginlik ve olumsuz ruh hali kazandırır. Evrendeki yapı gereği; aşırı derecede istenen olay ve şeylerin gerçekleşme olasılığı, sadece hayali kurulan olay ve şeylere sahip olma olasılığından çok daha düşüktür. Yani bir şeyi ne kadar çok, ne kadar takıntılı bir şekilde isterseniz, o şeye sahip olmanız ya da ulaşmanız o kadar güçleşir. Kural bu.

Üstelik uzun vadede, belirlenen hedefe ulaşılsa bile, hissedilen duygu çok farklı oluyor. "Mutlaka olmalı", "mutlaka gerçekleşmeli", "ben bu işin altından mutlaka kalkmalıyım" dediğiniz hedeflere ulaştığınız zaman hissettiğiniz duygu mutluluk değil, rahatlama. Bir yükün altından kalkmak, bir zorluğu atlatmak, bir "Oh Be! Neyse ki geçti, bitti" hissi. Oysa sadece "Olsa iyi olur, ama çok da önemli değil" diye düşünülerek konulan hedeflere erişildiğinde hissedilen saf mutluluk duygusu oluyor çünkü hedefe ulaşılırken herhangi bir stres ya da zorlama yaşanmamış oluyor. İşin tuhafı; yapılan araştırmalar da göstermiş ki "olsa ne iyi olur ama olmasa da önemli değil" diye düşündüğümüz olay ve şeylere, "illa ki olmalı" diye düşündüklerimizden çok daha kolay ulaşabiliyoruz..

Motivasyon teorilerinin çoğuna, özellikle de işletme psikolojisi alanındakilere ters bu durum. Çünkü onlara göre, başarıya ulaşmanın yolu kendini devamlı motive etmek, akılcı ve gerçekçi hedefler koymak, bu hedeflere ulaşmak için planlar yapmak üzerine kurulu. Yani devamlı yarış atı gibi koşturmak, devamlı bir "olmalı, yapmalıyım, başarmalıyım" düşüncesine sahip olmak. Tanrım.. Ne kadar stresli bir yaşam! Oysa "olsa ne iyi olur ama olmazsa da önemli değil" diye düşünmek, bizi özgür kıldığı için, beynimizi gereksiz yere "ya olmazsa, ne yaparım!?" gibi gergin düşüncelerden uzak tuttuğu için, belki de daha kolay motive olmamızı ve o işi gerçekleştirmek için pek de farkında olmadan, rahat ve mutlu çalıştığımızı, daha yaratıcı fikirlere sahip olmamızı sağlıyor ve sonuçta da tüm bunlar başarıyı beraberinde getiriyor.. Ve başarı gelince hissedilen "Oh Be, Bitti geçti çok şükür" değil, "Vay Be, başardım" hissi. Buna da Ellis "mutluluk" diyor..

17 Nisan 2013 Çarşamba

Göz migreni

Göz migreni diye bir hastalık varmış şu evrende yahu ve ben bu göz migreninden muzdaripmişim meğerse..! Bugün teşhisi yedim, rahatladım valla, OH BE! Ay delirecektim, birkaç haftadır gözümün önünde birden bir parlaklık oluşuyor, gittikçe yayılırken benim görüş alanımı tamamen yok ediyor, yerini tuhaf tuhaf parlayan zig zaglara bırakıyor ve 10dk sonra nerden geldiyse aynen o şekilde gidiyordu. Ne bir ağrı, ne bir baş dönmesi, ne tansiyon, ne şeker.. İlk yaşadığımda korktum baya, insanın tek gözünün birden kör olması çok korkutucu!

Körlük simsiyah olur sanardım, benimki bembeyaz ve parlak oldu. 10 dk dinlenip geçince, dünyalar benim oldu. Resmen eşeğimi kaybetmiş ve yeniden bulmuş gibi sevindim. Son birkaç haftadır birkaç kere daha tekrarlandı bu tuhaf durum ve her seferinde aynı zig zaglar, aynı tuhaf beyaz körlük, aynı birden gelip birden gitme hali.. Ben artık alışmaya başladım hatta Woody Allen'dan hallice nörotik yapıma vurup (hatta kendisinin de böyle birden kör olan bir yönetmen karakteri vardır hatırlarsanız) boşvermeye başladım ama sevdicek her sefer panik olup duruyor. Üstelik kendisi - duymasın ama - berbat bir hastabakıcı, insanı rahatlatacağına daha da strese sokan, üstüne bir de azarlayan didaktik Alman mürebbiyesi ruh haline bürünüyor adam yahu.. Ay onun çenesini çekeceğime, çok korktuğum göz doktoruna giderim daha iyi diye düşündüm ve gittim bu sabah. İyi ki de gitmişim, doktor hanımcağızım iki dakikada benim nörotik bir psikopat ya da hastalık hastası falan değil, sadece göz migreninden muzdarip olduğumu buluverdi. Bu durum ağrısız, zararsız, sadece sinir bozucu bir durummuş, yapılacak birşey yokmuş.. Kendiliğinden geçebilir ya da kalıcı olup ara sıra beni sinir etmeye devam edebilirmiş. Neyse aman, zararsızsa ve ağrısızsa önemli değil.. Çekicez artık..

7 Nisan 2013 Pazar

Şehir, eve dönüşürken..

Bir şehri eviniz yapan nedir, hiç düşündünüz mü? Ben çok sık şehir ve ülke değiştirdiğim için bu konu sık sık zihnimi kurcalar. O şehirde bulunma amacınız ne olursa olsun; yani ister öğrencisi olun, ister çalışanı, ister emeklisi; bu tek başına bir şehri eviniz yapmaya yeterli değildir. İster o şehirde doğun ve ölene dek ayrılmayın, ister kaçın gidin o şehirden ve yıllar sonra özlemiyle geri dönün, ister kısacık bir süre bulunun; yaşadığınız süre de tek başına bir şehri eviniz yapmaya yeterli değildir. Yol sorulduğunda tarif edebilmek, şehrin merkezindeki beleş ve boş park yerlerini bilmek, ihtiyaç anında nöbetçi eczaneyi kolayca ve telaşlanmadan bulabilmek, şehrin yüksek binalarından ya da coğrafi şekillerden kerteriz alarak yön saptayabilmek, çarşamba geceleri hangi barda hangi kokteyle su katılmadığını bilmek, kütüphane kartına ve spor salonu kartına sahip olmak da değildir o şehri eviniz yapan. Birlikte olduğunuz insanlardır bence bir şehri eve dönüştüren. Aileniz, dostlarınız, hatta bazen tanımadığınız ama her sabah aynı otobüs durağında beraber beklediğiniz o kadındır, marketten alışveriş yaparken size poşet veren o adamdır, bazen eve gelişinizi kapıda bekleyen o Karabaş'tır.. 

Yalnızlık en güzel şehri nasıl cehenneme çevirirse, kurulan dostluklar ve tanışlar da en kötü şehri cennete çevirir bence. O nedenledir, yeni taşındığınız bir kentte geçirdiğiniz ilk en güzel gün, birinin size ilk kez "haydi gel, şurda bir çay içelim" dediği o ilk gündür. Birden şehrin kapalı kapıları önünüzde açılıverir, ıssız sokakları kahkahalarla yankılanır, gecenin bir saati pek tekin gözükmeyen kuytuları insanlarla dolup taşar. Şehir yumuşar, esnekleşir, erir. Sizi içine alır, sonsuz devinimine sizinle devam eder. O günden sonra; şehre başka bir gözle bakmaya, başka yönlerini de tanımaya, gizemlerini merak etmeye başlarsınız.

Bir şehirden ayrılmak değil, o şehirdeki dostlardan ayrılmaktır zor olan. Ya da bir dostun ayrılması o şehirden. Birden şehir ıssızlaşır sanki, mahsunlaşır. O gün batımı aynı değildir, rüzgarın mırıldandığı başka bir tınıdır, yağan yağmur daha çok üşütür sanki..

2011 Mart'ından beri Münih'teyim ve bir zamanlar tamamen yabancısı olduğum bu şehir, her geçen gün adım adım beni içine alarak, bu iki yılın sonunda benim "evim" oldu. Daha önce de evim olan şehirler olmuştu ve önümüzdeki yıllarda belki daha başka şehirler de evim olacak. Ama şu an evim, Münih. Burada bir ailem, dostlarım, tanışlarım var. Diğer birçok şehirde olduğu gibi.. Ebeveynlerimin ve çocukluk arkadaşlarımın yaşadığı Bursa gibi, üniversite öğrenciliğimin geçtiği ve bana ilk ekmeğimi kazandıran İstanbul gibi, geçmek bilmeyen sıcak yaz aylarında beni serinleten imbatlarıyla ilk aşkımı yaşadığım İzmir gibi, doğduğum ve yıllar sonra geri döndüğüm ve fakat mavisiz grisine ancak bir sene dayanabildiğim Ankara gibi, içimdeki sıkıntıyı milyonlarca adım atarak gidermeye çalıştığım ve kendimle kavgalar verdiğim Maastricht gibi, tahminimden daha soğuk kışında öğrenci barlarında koşer yemekler ve kletzmer müziğiyle ısınılan Kudüs gibi, balkonuna sincaplar gelen, kaloriferi cayır cayır yandığı için odamdaki pencereyi bir kış boyu kapatmadığım ve küresel ısınmaya ciddi bir katkıda bulunduğum Boston gibi, o heryere uzak ülkede okyanusun tuzunu püfür püfür hissettiren Perth gibi..

Sevdiceğim ben bu yazıyı yazarken hemen yanımda oturmuş bilgisayarında Civilization V'i oynuyor, ajandamda bu hafta yapılacak altı kırmızıyla çizilmiş işler, yanına yıldız atılmış bir öğlen iki akşam yemeği randevusu var, bu hafta mutlaka başlayacağım dediğim (ve büyük ihtimalle yine üşengeçliğime kurban gidecek olan) yeni bir seminerin planı masamda. Kısacası "Tipik bir Pazar gecesi işte" diyebilecek kadar rutin bir gecenin lüksünü yaşıyorum. Evimdeyim; çünkü dostlarla ve ailemle kuşatılmışım, yaşamda bir amacım var, sorumluluklarım ve bazen beni yoran ama çoğu zaman varlığına şükrettiren gayelerim var. Bu şehir bana bunları verdi ve benim evim oldu. Teşekkürler Münih..