Dün, 30 Ağustos, beni büyüten ve çok bağlı olduğum ananemin ölüm yıldönümüydü. Her ne kadar son birkaç senedir ölüm günlerini anmak yerine doğum günlerini kutlamayı tercih etsem de, yaşasaydı bu sene tam 100 yaşında olacak ananemin belirli bir doğum günü yok. Annesi ona “yapraklar dökülürken doğdun” demiş.. Dolayısıyla her Ekim sonu, ne zaman sarı bir yaprak süzüle süzüle, yavaş yavaş toprakla kavuşsa, ben ananemi anarım.
Fakat 30 Ağustos’un da - zafer bayramı olması dışında - 11 senedir hüzünlü bir anlamı daha var işte.. Hüzün zamanla azalıyor diyorlar ya, o da yalan. Zaman geçtikçe özlem katlanarak artıyor, belki kapıp koyvermiyorsun ilk zamanlardaki gibi ama içine içine akıtıyorsun gözyaşlarını ve bazen bir susmak ki, ağzını açacak güç bulamıyor, bir iç çekişe sığdırıyorsun tüm yaşanmışlıkları.
Sevmek böyle bir şey.
İki anlamıyla da. Sevmek ve yitirmek böyle birşey. Hayatta en azından bu duyguyu iyi öğrendim, defaatle üstünden geçe geçe.
Yok yok.. Hüzne boğmayacağım kendimi de sizi de. Sadece, öyle bir yaşa geldim ki, karşı takım artık bizim takımdan daha kalabalık ve bu da ölümle ilgili korkuların yönünü değiştiriyor. Bir noktada ananemin de dediği gibi: “neredeyse sevdiğim herkes karşı takımda artık..” hissi sanırım insanın kayıplara, ölüme ve belki de yaşama bakışını bile değiştiriyor.
İşte böyle.. Sevgili Mahir Ünsal Eriş’i de analım: hayat bu kadar’dı bu ayın son günlerinde. Ölümler (Erkek tavşanımız Monster’ımızı ve çocukluktan tanıdığım iki kişiyi de kaybettim son 10 günde), özlem, yavaş yavaş yazın bitiyor olduğu gerçeği, memleketten ayrılığa hazırlık…
Böyle olunca, 20 Ağustos’tan bu güne, hayat durgun ve yavaş geçti. Sabahları ezanla kalkıyorum, biraz spor yapmaya çalışıyorum (somatik ağrılarım devam..), sonunda mutlaka şükür meditasyonu ve dua etmeye dikkat ediyorum, sonra tek başıma kayalıklardan denize giriyor ve uzun uzun yüzüyorum. Denizle bütünleşmek bana iyi geliyor. Duş ve kahvaltı sonrası hiçbir şey yapmıyorum akşam denizine dek.
Kitap bile okumuyorum düşünebiliyor musun?! Bazen çocuklarla bile ilgilenmiyorum. İçimden gelmiyor.. Onlar da zaten kitapları oyuncakları ve denizle dolular. Sonra akşam denizi sonrası bahçeleri suluyorum (günün en keyifli anlarından biri) ve akşam yemeği hazırlıkları, yemek sonrası balkondan denize bakmak, nadiren (keşke daha çok olsa) babamla sohbet, akşam 10’da yatağa yığılıyorum ve tavuk gibi bir uyku..
10 gündür her gün bu. Hayat bu kadar.
Bir iki değişiklik de oldu. Oz geldi (ama ona rağmen üstteki rutin aynı kaldı, hatta yazık, akşam yürüyüşe sahile tek başına inen misafir oldu - aileden sayılmasa bu yaptığım çok ayıptı valla), birkaç defa annemin tansiyonunu yükselttim (çünkü son 2-3 senedir sağladığımız ateşkes, benim terapiye başlamamla ve terapistin suyu yine bulandırmasıyla, en baştan tuzbuz oldu maalesef - belki bu konuda da en dibi görmeden iyileşme başlamayacak).
Geçen gün de dolmuşla günübirlik İzmir’e gittim ve şahane kadınlarla buluştum. Görür görmez sevdiğim, taaa Antalya’lardan gelen, güzel gözlü güzel kalpli Narda, daima enfes bir kadın olan Momentos ve benim için bir “kuzen” ayarında olan, yıllaaar önceki Almanca öğretmenim ve sonrasında zor zaman ve konulardaki sırdaşım ve dostum Natalia.. Bu buluşmalar da çok iyi geldi..
İşte böyle. Birkaç güne Bursa, günübirlik İstanbul (7 Eylül buluşmamızı iple çekiyorum sevgili blog dostlarım!) ve sonra gerisin geriye kürkçü dükkanı….
Haydi bakalım.. Ağustos buydu işte, bu kadar’dı. Yaz bu kadardı..
Yine gelir mi ki?
Günün, ayın, yılın güzeli 🤍💜