Bir süredir haftanın bir sabahı iki saatliğine toplanan bir grubu yönetiyorum, adı "mutluluk okulu". Dünyanın bir çok farklı ülkesinden gelen, farklı yaş ve cinsiyette, farklı sosyo ekonomik düzeylerde ve mesleklerdeki on kişiden oluşan bu grubun tek ortak noktası, çağın illeti "depresyon" hastalığından muzdarip olmaları. İlaç kullanmaktansa, sorunun temelinde yatan nedenlere odaklanmayı seçen bu insanlarla beraber "mutlu olmanın yolları"nı arıyoruz.
Depresyon, biz klinik psikologların danışanlarımızda en sık karşılaştığımız psikolojik sorunlardan biri. Bize başvuran kişilerin bir kısmı hastalıklarını tanıyor, bir kısmı ise "uykusuzluk", "iştahsızlık", "hayatın anlamını yitirmesi", "durup durup ağlamak" gibi yan nedenleri çözümlemek amacıyla başvuruyor. Her mutsuz, keyifsiz insan "depresyon" hastalığı teşhisi almıyor elbette, bunun kriterleri, ölçüm sistemleri ve depresyonun dereceleri ile alt türleri mevcut. Ama genel birşey var; o da mutsuzluk, sıkıntı, bazen nedensiz hüzün hissi ve bu duygular karşısında duyulan çaresizlik, kendi başına yetememe, yaşamın yükleri altında ezilmenin önüne geçememe hissi.
Dün sabah; yılın belki de en karanlık, soğuk ve yağışlı gününde, havanın tüm gudubetliğine, tüm "evden, yataktan çıkma!" ısrarına rağmen, yine eksiksiz bir araya geldi "mutluluk okulu"nun öğrencileri. Dün, "mutlu olmak için ne yapmalı?" idi konumuz ve tartışarak vardığımız sonuçları blogumda da paylaşmak için grup katılımcılarımın iznini aldım. Çünkü şu kara kış günlerinde, mutluluğu bulmak ve korumak için hepimizin bir kaç ipucuna ihtiyacı olabilir..
İlk olarak şuna karar verdik; "mutluluk" insana doğuştan verilmiş, kişinin yaşamı boyunca sahip olacağı, içten gelen bir duygu değil. Mutlu olabilmek, öğrenilmesi gereken ve sürdürülebilmesi için bilinçli olarak uğraş sarf edilmesi gereken bir duygu ve davranım bütünlüğü. Neşeli ve olumlu bir insan olmak, doğuştan gelen karakter özellikleri olabilir ve anlık olaylar için geçerli davranışları içerir ama "mutlu olmak" uzun soluklu, belirli algı süreçlerini bilinçli olarak kullanılarak gerçekleştirdiğimiz bir eylemdir. Dolayısıyla, bazı insanlar mutlu olabilme konusunda yeteneklidirler, bazı insanlar ise zorlanır ve bu duygu ve davranışı başkalarının yardımı ile "öğrenmek" durumunda kalırlar. Üstelik sadece teoride mutluluğu anlamak, pratikte mutlu olmanın garantisi de değildir. Bir insan, kendini mutlu hissedebilmek için yapacağı şeyleri öğrenebilir ama bunu uygulama konusunda çekingen ya da isteksiz davranabilir. Dolayısıyla size ara sıra bu blogda önerdiğim ve birazdan yine önereceğim küçük ipuçları; sadece aktif olarak uygulama ile öğrenilir, tekrar ile pekiştirilir ve ancak uzun zaman kullanıldığında davranış kalıbına dönüşür.
İlk ipucu: Kendinizi başkalarıyla kıyaslamaktan vazgeçin.
Bir çok insan, mutluluğun belirli sosyo-ekonomik ve fiziksel ihtiyaçlar karşılandığında sağlanabileceğini düşünür. Oysa yapılan araştırmalar; Afrika'da modern dünyaya kıyasla yokluk içinde yaşayan bazı kabilelerdeki insanların kendilerini, modern dünyada türlü imkanlarla kuşatılan insanlardan çok daha "mutlu" gördüklerini belirtmektedir. Aynı şekilde, toplumda zengin aile çocukları ve fakir aile çocukları arasında mutluluk açısından karşılaştırma yapıldığında, anlamlı bir fark bulunamamıştır. Ne var ki, insanlar kendi sosyo-ekonomik düzeyleri ve alım güçlerini çevrelerindeki diğer insanlarla karşılaştırdıklarında, kendilerini kaçınılmaz olarak birilerinden daha altta görmüş, topkumun geneline oranla daha mutsuz olduklarını ifade etmeye başlamışlardır. Bu durum, insan tabiatında bulunan kendini bir üst referans grubuyla karşılaştırma ve yetersizlik, kıskançlık hissetme duygusu ile yakından ilintilidir. Referans grubu kendi ile aynı sosyolojik değerlere sahip olduğunda, ya da kişi alt referans grubunu düşünerek kendisini daha iyi bir konumda bulduğunda, "mutluluk" hissi de artmaktadır.
Kendisini sürekli başkalarıyla yarış içinde hisseden kişi, elbet yetersizlik ve acizlik duyguları duyar, bu kaçınılmazdır. Bunun önüne geçebilmek için, kendimizi sadece kendimizle kıyaslamalıyız.
İkinci İpucu: Kendinizle başbaşa kalın, kendinizi tanıyın.
Bir çok insanın sosyal ajandası o kadar doludur ki, kendiyle zaman geçirmeyi unutur. Oysa psikolojik ve sosyal açıdan sağlıklı bir insan olabilmek için, kişi kendisini tanımalı, yaşam hedeflerini, zevk aldığı şeyleri, onu üzen, sıkıntıya sokan ve mutsuz eden kişi ve olayları bilmelidir. "İçimde kaynağını bilemediğim bir sıkıntı var" diyorsak, "sanki görünmez eller boğazımı sıkıyor, ne yapacağımı bilemiyorum" diyorsak; kendimizi tanımıyoruz, yaşam olaylarına ne gibi bilinçaltı tepkiler verdiğimizi bilmiyoruz demektir. Sözgelimi, her gece mide ağrısıyla uyanıyorsak, sürekli bir açlıkla sabaha dek buzdolabına seferler düzenliyorsak, göz kırpmadan yatakta dönüp duruyorsak; bu durumun önüne geçmeden önce, bu durumun neden kaynaklandığını çözmemiz gerekir. Aklımızdan ne düşünceler geçmektedir, o son dilim pastayı yedikten sonra ne hissetmekteyiz; bunları düşünmeli, çeşitli eylem ve olayların bizim yaşamımızdaki yeri ve önemini dile getirebilmeliyiz.
Sürekli arkadaşlarla, sosyal olaylarla dolu bir ajanda; bir süre sonra sosyal zorunluluklara dönüşeceği için, insanı gerer. Arada "kendimize özel", sadece kendi kendimizle başbaşa kalacağımız zaman dilimleri yaratmalıyız. Kendimizle oturmalı, sohbet etmeli, bir fincan kahve içmeyi bilmeliyiz.
Üçüncü ipucu: Kendinize kişisel ve ulaşılabilir hedefler koyun.
Her insan dünyaya yanan evlerden çocukları kurtarmak, dünyanın en karlı şirketine sahip olmak ya da kansere çare bulmak için gelmez. Hepimizin hayat yolu farklıdır. Kendinize ulaşabileceğiniz hedefler koyarsanız, bunları gerçekleştirdiğiniz anda güveniniz ve mutluluğunuz artacak, bir sonraki hedefi koyma motivasyonunuz yükselecektir. Koşmak, dolayısıyla sık sık takılıp düşmek ve yorulmak yerine, yaşam patikasında küçük adımlarla yürümeyi öğrenmeliyiz.
Dördüncü ipucu: Başarılarınıza, elinizde olanlara odaklanın.
Hayal kurmak, kendimizi geliştirmek adına güzeldir; fakat çoğu insan halihazırda elinde bulunanları, kazandığı başarıları gözardı eder. Hayal ve hedeflerimize ulaşma yolunda önümüze çıkan sorunlar, şanssızlıklar ve güçlükler; motivasyonumuzu kırar ve hatta bazen yıldırır. Vazgeçmek, her zaman başarısızlık değildir! Bazen hedeflerimizingerçekleşemeyecek oluşunu kabul etmemiz, güç ve enerjimizi akıntıya karşı kürek çekmek adına daha fazla harcamamamız, en büyük kazancımız olabilir.
Önemli olan varılan yer değil, yolculuğun kendisidir. Çevremizi kuşatan yaşam, insanlar ve olaylar bize her an yeni bir şeyler öğretir. Yaşamı yıkıp, yeni baştan kurabilmek; sözgelimi zorlu bir boşanmanın ardından, yeni taşındığımız, daha bir kanepe dışında eşyası olmayan evimizde, kalbimiz kuş gibi özgür bir fincan çay içebilmek; bir yenilgi değil, yeni bir başlangıç yapma cesareti ve başarısıdır.
Son ve en önemli ipucu: Yaşamı beş duyunuzla hissedin.
Yaşam; beş duyuyla doya doya hissedilmesi, anlaşılmaya çalışılması
gereken bir "sanat"tır. Yaşam sadece gördüklerimiz, okuduklarımız, konuştuklarımız değil;
kokladığımız kokular, duyduğumuz tınılar, bize gözlerimizi kapattırıp "mmmmm" dedirten
tatlar, tenimizde hissettiklerimizle de yakından ilintilidir. Yaşamın sadece pasif
gözlemcisi olmayı reddedin, içinde olmayı ve beş duyunuzla dolu dolu
deneyimlemeyi deneyin. Yeşil bir çimenlik mi gördünüz; fırlatıp atın
pabuçları. Hoşunuza giden bir tını mı duydunuz; kim ne der demeyin, dans edin! Yağmurun altında kaldıysanız, yüzünüzü açın altına, damlalar ıslatsın teninizi. Yaşam bunların tümüdür işte!
Duyularımızın sinir uçlarımızdan beynimize gönderdiği, beynimizin de anlam
verdiği tüm bu minik hislerin toplamıdır, yaşam.
İnsan beyni çok karmaşık bir yapı;
bir insan için mutluluk olan, diğeri için acı kaynağı olabiliyor. Hep
algılarımıza, önceki yaşam deneyimlerimizin bize öğrettiklerine, toplumsal
yargılarımıza ve gelecek beklentilerimize uygun algılıyoruz duyularımızdan gelen
bilgileri. O nedenledir ki; depresyondayken herşey kapkaranlık geliyor
üstümüze, dünyaya olumlu bakarken ise tüm dertler bir sis perdesi gibi inceliyor
ve yok oluveriyor. Aslında herşey elimizde, duyularımızın bize ilettiklerini
nasıl yorumlayacağımız sadece bize bağlı. Örümcekten korkmak da, örümceğin anatomik yapısına
hayranlık duyabilmek de elimizde ve inanın ki, istersek, öğrenerek değiştirebileceğimiz
davranışlar!
Bu yazıyı Uzman Klinik Psikolog kimliğimle yazdığım için:
(c) İzin almadan kullanılması ve yayımlanması yasaktır ve kanuni cezalara tabidir.
Ona göre ;)