Anti-C. etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Anti-C. etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Temmuz 2025 Pazartesi

Bekarlık Sultanlık - Vol. 2025


Bekarlık sultanlık diye aratınca, blogta toplam 4 tanecik yazı çıktı karşıma. İlki Haziran 2020 (3 gün), ikincisi Haziran 2022 (4 gün), üçüncüsü Kasım 2022 (6 gün) ve dördüncüsü Temmuz 2024 (2 gün). Yani 12 yıllık ebeveynliğimizde, eşimin ben olmadan çocuklarla geçirdiği gün sayısı: 15. Hadi buna 2'şer 3'er günlük Türkiye kaçamaklarımı da ekleyelim, toplasan en cömert hesapla, maksimum 30 gün eder. 365 x 12 = 4380 gün içinde 30 gün!

Eşimle ikimizin çocuksuz olarak başbaşa geçirdiğimiz gün sayısını yazıyorum, sıkı dur (4380 gün içinde): 5 gün!

Bu şartlar altında benim aklımı yitirmemiş olmam, eşimle hâlâ evli olmamız falan, hattâ kibarlığı bırakalım, bence çocukları doğramamış olmamız, doğradıktan sonra el ele neşe içinde dağlara doğru koşmamış olmamız, bir mucize değilse nedir sevgili blogcuğum?

Çocuklarımı seviyorum, yanlış anlaşılmasın. Ama ben aslında hiç iki ayaklı anneliğine uygun biri değilmişim (ve de evliliğe şşşt) ama açıkcası hayatımda yaptığım en anlamlı şeyler de yine bu iki yavru sanırım. Arada delirtseler de, iyi ki varlar. Kesinlikle hayatıma "ses" (gürültü öhöm) ve "neşe" (histeri öhöm) getirdikleri bir gerçek. Ama bir "gereklilik, bir -meli -malı eki mi çocuk yapmak?" dersen, "hiç değiiiiil hiç değiiiiiil" diye haykırırım, 2 saniye bile düşünmem.. Asla değil. Hayatta çocuk dışında pek çok güzellikler, pek çok anlamlar var. 

Eğri oturup doğru konuşalım. Hayatın "Çocuk Büyütme Evresi" denen evre, çok sıkıntılı be blogcuğum..... Yemin ederim "40'ı çıksın rahatlayacaksın"la başlayan lakırdı, Almanların "küçük çocuk küçük dert, büyük çocuk büyük dert" atasözünü gerçek manasıyla "ön ergenlik"le tatmış olmamla son buldu; anladım ve kabullendim: bu iş öyle 18'le 25'le falan da bitmeyecek.... 

Lakin aklımızı yitirmeden annelik de mümkün olmalı, değil mi? Misal babalardan feyz alabiliriz. Bakın en yakınımızdaki şahane örnek! Birebir kopyalayın huylarını, rahat edin.. Misal benim bey acaba bu 4380 gün içinde kaç defa tek başına seyahatlere tatillere gitti, ben çocuklarla Türkiye'deyken kaç haftalar bekarlık sultanlık yaşadı? Hiç olmasa, benimkinin en az 8-10 katıdır.. Tamam her sefer bana "sen de git..." dedi Allah için. Beni kısıtlayan o değil. Ama olmuyor işte. Olamıyor.... Annelik kafası ayrı bir kafa. Kurtulamayız. Kabullenelim. Arada "reset" atıp devam edeceğiz...

İşte o resetler, benim bu "bekarlık sultanlık" günlerim... Sonuncusu bu haftasonu başıma geldi. Hepi topu iki güncük bir mola ama öyle iyi geldi ki... 

Eski yazılarıma baktım da, özellikle 2022 Haziran'dakiyle kıyaslayınca, pek "gerçek potansiyelime" erişememişim bu sefer, ama yine de güzel zamanlar geçirdim... Yalan yok, çok ama çok çok iyi geldi.... Müteşekkirim...

Bu sefer Vipassana yani sessizlik yogası yapamadım çünkü köpek ve tavşanlarla sürekli kadim bir sohbet içindeyim "kuzucuğuuuuum, canıııııığm, nazlı kızıııııığm, şişko oğluuuum" şeklinde bir başlıyorum... Çiçeklerle bile konuşan biriyim ben, hatta itiraf edeyim kendimle de çok konuşurum "evet C. hanım, iyi nane yediniz" falan, bir de böyle sizli bizliyimdir.... Eminim ben içimden konuştuğum bazı zamanlarda dışımdan da konuşuyorumdur :)))) Amaaaağn, boşver.... Delilik en güzeli. Ama bu nedenle Vipassana yapamadım bu sefer, çünkü etraf "can" doluydu.. 

Fakat yine de, en azından şunları yapabildim, hamdolsun: 

- İlk gece: Avokadolu salatamı ve şekersiz ve kafeinsiz kolamı tepsime alıp, koltukta film keyfi

- İkinci gün: tek başıma 5 saatlik bisiklet turu, tarlalara dalıp çiçek toplamak, piknik

- İkinci günün gecesi: cağnım B. ile ön bahçede "kız yemeği" ve şaraplı sohbet keyfi

- Son gün: Arka bahçedeki salıncakta 3 saat kesintisiz kitap okuma ve spontan öğle uykusu sonrası buzlu kahve keyfi!

Daha da devam ederdim ama dediğim gibi, 20 saatte ancak bunlar olabildi. Allahım daha da ver, daha da yapayım, vallahi çok iyi geldi..

O halde, Bekarlık Sultanlık Vol 2025'e Taksim 1 demek nasip olsun inşallah, darısı diğer taksimlere, amin amin :)))

Günün Quizi: Peki sen, sen kendinle başbaşa kalınca ne yapıyorsun, ne yiyorsun, ne içiyorsun, senin var mı severek uyguladığın bir "yalnızlık modu kalıbı"n?

4 Temmuz 2025 Cuma

45 Dakika Yazıları - Temmuz 2

L.'yi Jiujitsu'ya yolladım, dönmesine 45 dakika var. O zaman haydi, silmeden, düzeltmeden, bilinçakışı...

Analistim tatilde bu hafta. Yılın benim için en zor haftasıdır bu, 20 senedir iyileştiremediğim yaralarım var bu haftaya dair. Üstüne bir de çocuklarımla ilgili zorlanmalar... Yani tatile gidecek haftayı buldu analistim..

Demin eve gelirken yaşlı bir kadınla sinir harbi yaşadım. Sık olmuyor ama olunca tam savaş yeri... Kadına "sen çok fazla yaşamışsın, gereğinden çok çok fazla" diye bağırdım, ki sonuna dek hak etmişti ama yine de suçlu hissediyorum çünkü kaç zamandır mis gibi bakıp büyütüp semirttiğim "zen"imi kaybettim.... Alkolikler misali bilmem kaç gündür zen'im derken derken, al sana, sıfır noktasına geri döndük... Neyse, yarın yeniden başlarız; gün 1 diyerek..

Öfke patlaması yaşamam aslında normal, birkaç gündür çok stresliyim. Kendimi sürekli engelliyorum, sakin ol nefes al tamam geçti diye diye ama bir noktada patladım işte tutamadım. Biz akdenizliler diyeceğim ama genellemelerden de kurtulmaya çalışıyorum nicedir.... Şöyle diyeyim, kısaca: oooof of annelik çok zor ve ben galiba beceremiyorum bu işi yahu. Yani genel resme bakınca iyiyim de. Cımbızla çekip alınca bazı an'ları.... 

Misal kızım 12 yaşına girdi ve tam "arkadaş baskın" evreleri başladı malum. Bugüne dek gayet kendine güvenli bir küçük hanımken, birden aynen "Inside out" çizgifilmindeki gibi "güvensizlik" düğmesi devreye girdi. Daha doğrusu ben öyle sanıyorum bak anlatayım da sana da ders olsun bana olduğu gibi... Çocuğun 5 kızdan oluşan klasik kız grubu var. Bunlardan biri inanılmaz sinirime dokunuyor(du) çünkü aşırı dominant ve kızım tamamen onun istekleri çevresinde yaşıyor son iki aydır. A. bunu istedi, A. böyle yapalım dedi.. Kızım senin kendi aklın yok mu diye içimden söyleniyor, dışımdan da artık yavaştan belli ediyordum.. Ama yok, A. ne dediyse o! Kanun koyucu A.!

Hatta öyle bir noktaya geldi ki, M. bebeklikten bu yana pembeden nefret ederken, birden doğum günü temam pembe olacak, pembe kıyafetler almak istiyorum falan demeye başladı ve nedenini sorunca çünkü A. pembe olsun demiş, pembe seviyormuş! Delireceğim. Ay benim özgüvenli çocuğuma ne oldu? Aklımı kaçıracağım...... Hele "Anne sen pasta yapma, A. yapacak pastamı, kursa gitmiş çok güzel pasta yapacak annesi de yardım edecek" deyince.... Yahu ne oluyor, A. kim ya??? Birkaç defa patladım "eeeh bıktım sürekli A., yeter yahu" falan diye...

Sonra bu sabah.... İkimiz yalnızız evde, saçını örmemi istedi ve dedi ki "anne sana bir şey söyleyeceğim ama kimseye söyleme. A.nın annesiyle babası geçen hafta boşandı." 

Offffff. O an anladım. Çocuğum özgüven eksikliği çekmiyor, A.nın altında ezilmiyor, sadece arkadaşına destek olmaya çalışıyor aylardır... Bunu da kimseye anlatamıyor, A.yalnız ve üzgün diye sürekli ona gidiyor, onun istediği şeyleri yapmak, onu mutlu etmek istiyor... Bana da anlatamıyor çünkü söz vermiş A.'ya... Tabii ki A.'nın anne babası boşanırken çocuk büyük ihtimal geriplanda kaldı ve bir şekilde birine "üstünlük kurma"yı istedi bu nedenle, biri de onu dinlesin, onun dediğini yapsın, onu mutlu etsin istedi.... Kızımın yapmaya çalıştığı da bu..... Oooof of. Şimdi herşey birden yerine oturdu, A.nın aşırı makyaj merakı, yaşından büyük kıyafetlere merakı, sürekli kendini özellikle maddi konularda gösterme çabası.... "Babam evimize havuz yaptı" bile "babam evde, babam bize ilgi gösteriyor" demeye çalışması.... Pastayı bile belki annesiyle zaman geçirebilmek için yapıyor çocuk yahu! Of ben ne salağım, ne körüm....

Sabah bunu duyunca, birden A.ya karşı aylardır duyduğum öfke sis gibi dağıldı gitti, yerine hafif, şefkatli bir duygu geldi.. Amaaaağn dedim, bırak bir yaş günü de pembe olsun, M.nin değil, A.nın istediği şekilde olsun.......

Sevgi ve şefkat böyle bir şey demek ki.... M. bana bunu gösterdi bugün.. Kendimden utandım. M'den gurur duydum..... A.ya olan sinirim dağıldı gitti..... veeeee evet; her şey pespembe oldu :)

Hamiş. E peki yaşlı kadına ne diye patladın eve gelirken dersen..... E o da hak etmişti yahu. Arada da insanlar hak ederler yani...... Pişman değilim. Zen'im gitti ama, napalım, yarın yeniden: gün 1.

27 Şubat 2025 Perşembe

Şubat Raporu

Minnak ay Şubat, hakikaten hızlı geçti ve bitti. Bu aya damgasını vuran olay; neredeyse kışın biteyazdığı şu günlerde, benim hâlâ, her kış binlerce defa söyleyerek çevremdeki herkesi bıktırdığım klasik "kıştan nefret etmemin 463 sebebi" isimli dırdırıma başlamamış oluşum! Beni yakından tanıyanlar "sonunda tırlattı galiba" diyorlar, çünkü bu sene, evden çıktığımda yüzüme çarpan -6 derecelik havada durup "ooooh mis gibi yahu" demişliğim, "ya kış ne güzel, insan evde nasıl huzurla oturuyor" gibi bir cümle kurmuşluğum ve hatta 1 defa bile "ay bana daral geldi, ben bi Türkiye bileti mi baksam" demeden, sakin sakin Almanya'dan burnumu bile çıkarmayışım var! Eşim geçen gün "sen Alman vatandaşı da olursun bu gidişle" diyince, aslında neden olmasın bile dedim :)))) Fakat aklı selim düşününce, ben ve Almanlık... Hiç sanmıyorum :))) Belki ileride Dünya Vatandaşlığı çıkarsa, ona tamam!

Şu an avokado salatası vatandaşlığına daha yakınım :P

Evet biraz hastayım. Hayır ateşim yok. Hayır hayır, bilincim de gayet yerinde. Sadece bu kış başında bana bir "aydınlanma" geldi ve kendi kendime "yahu doğa bile uyuyor, ben ne kasıyorum, bu kış burnumu bile evden çıkartma zorunluluğum yok, oooooh salon koltuğunda totomun izi çıksın, getirin kış sevicem ben, heyooooo" dedim ve koca kışı resmen salon koltuğunda geçirdim ve a-aaa, kendimi de hiç "hayat boş boş geçiyor" hissetmedim! E nasıl oldu bu iş?

Bence üç nedeni var:

0. neden (unutmuşum en önemli maddeyi, yazı bitince fark ettim): Kullandığım Demir takviyesi! Yemin ederim bambaşka birine dönüştüm bu kış; sakiiiiin, sinirsiiiiiz, enerji dolu ve sürekli üşümeyen, zangır zangır titremeyen birine :))) Demir ilacı canmış can! İhmal ediyorsanız etmeyin, terapistten daha ucuz bir çözüm.

normalde karşıyımdır ilaç önermeye ama yıllardır farklı markaları alıyorum, 
bu seneki çok farklı etki etti.
belki birinin daha hayatı kurtulur.. :)) doktorunuza danışınız.

Geri dönelim diğer nedenlere:

1). Geçen yazdan beri ajandamın "haftalık plan" sayfasına, hergün için o güne damgasını vuran güzel şeyleri yazıyorum ve bu benim "hayatım boş geçmiyor"a en büyük kanıtım olarak, biriktikçe birikiyor ve ne zaman tipik entelektüel "ay hayatım çok boş" hezeyanım nüksetse, açıyorum ajandayı ve bu sayfaları "hah hiç de boş değilmiş, sadece balık hafızam unutmuş bu yaşananları" diyerek, inatla okuyorum :)) Çok işe yarıyor, tavsiye ederim. Belki de sorun hayat değil, hafızanızdır?

dünün "güzeli" meselâ, bahçemdeki bu minicik filizlerdi!

2). Üzerime "performans kaygısı" pompalamayı bıraktım çünkü yaşım sonunda o tatlış 46'ya geldi. 45 hakikaten bir dönüm noktasıymış yahu! Ne fiziki, ne de başarı odaklı performans kaygım var son 1 senedir. İşin komiği, Murphy kuralları gereği, ben kasmayınca hem fiziksel anlamda, hem de iş başarısı olsun, annelik olsun, yalnız hissetme sorunları olsun, hepsi birden buhar olup uçmasın?! Kainatın sihirli lafı "çok da fifi" olmasın hakikaten?! :)) 

Hayır şaka bir yana, 45'ime dek yapacağımı yaptığıma inanıyorum, bu yaştan sonra artık kendimden bir beklentim yok, edindiğim entelektüel birikimin meyvesini yiyebilirim en çok. Bu bir gerçek. İşte de, fiziksel anlamda da bu nokta zirve bence. Bundan sonra artık yavaş yavaş, inşallah keyifli keyifli bir iniş süreci başlıyor.. Komik ama, fiziksel anlamda nasıl dağa tırmanmak beni geriyorsa, bir çok insan için alt bacak kasları nedeniyle tam tersi olan "iniş süreci" benim için aslında en keyifli, adeta dans ede ede indiğim, gerçekten de zorlanmadığım, bana daha "uygun" olan kısımsa.. Belki bu sadece "dağ yolu" anlamda değil, "yaşam yolu" anlamında da böyledir? O zaman yaşasın! Sonunda "ruhumun yaşı" ile fiziksel yaşım eşitlendi belki de :)))) 

Edebiyatta ve yaşamda; bendeniz.

Performans kaygısı derken, açayım. Benimki asla başkasıyla kendimi karşılaştırmak anlamında olmadı.. İçimde çocukluğumdan beri yoktur rekabet duygusu. Herkes kendi yarışını veriyor şu hayatta. Ama daha beteri, işte benim derdim kendimle olunca, o "bence daha iyisini yapabilirim" hali yani, bunun bir üst çıtası yok. Ve insana çok zarar veriyor. Ayşeyle Fatmayla karşılaştırsan bi noktada biter derdin, ya "Ayşe ohooo hayatta erişemem" dersin biter, ya da erişirsin biter. Ama kendinle derdin olunca, ı-ıh, Ceren daha iyi bir annelik yapabilirsin. Ceren daha tam zamanlı çalışabilirsin. Ceren bu adamı sen iyileştirebilirsin, koş. Ceren bu kadının senin dostluğuna ihtiyacı var, yetiş. Bitmiyor anam. Verdikçe de alan tipler var sonuçta, enerji vampirleri :)) Neyse akıllandım görüyorsun. Kendimle yarışı "zirvede" bırakıyorum hahaha.

3. Kaygılarımı iki ana maddede toplamayı başardım: Sağlık odaklı kaygılar ve çocuklarıma dair kaygılar. Başka alanlara "hallederiiiiz" diyebiliyorum çok şükür. Kaygıları belirlemek önemli.. Sonra geliyor ele alma aşaması... Şimdi son zamanlarda öğrendim ki, bu ikisi de, kontrolüm altına alabileceğim durumlar değil. Yani çocuğun varsa derdin var ve sen ölene dek bu kaygılar şekil değiştire değiştire devam edecek, bu biiiir. İkincisi, dünyada bunu yaşayan tek insan sen değilsin. Bir bak bakalım diğerleri nasıl mücadele ediyor, aklına yatarsa uygularsın o yöntemleri. Benim en önemli silahım: yaratıcılığım ve mizahım. Senin de varsa yaz, inan çok makbule geçer....

biz üçümüz :)) yaratıcı anneyim vesselam.
ama ellerim pek kurumuş, krem sürmeli.. :P

İkincisi, sağlık konusu. Aklım çıkıyor çocuklarıma bir şey olacak diye. Meğerse kendi içimdeki çocuğun aldığı yaralarmış travmalarımın kaynakları. Küçücük yaşımda yaşadığım sağlık odaklı travmalarmış.. Sağolsun analistim ince ince işliyor her hafta bunları ve ben ilk defa şunu görüyorum: benim suçum değildi.... Dolayısıyla evet, dünyanın binbir türlü hali var, çocuklarım hastalanabilir, hatta Allah hiçbirimize vermesin o acıyı ama ölebilirler de. Bu hergün binlerce milyonlarca annenin başına geliyor. Bizim neden gelmesin? Fakat bunun suçu onların değil. Benim de olmayacak. Bu, hayat... Hayat adil değil. İyi insanlara kötü şeylerin olabildiği, kötü insanlarınsa elini kolunu sallayarak, bir özür bile dilemeden yürüyüp gidebildiği bir şey bu hayat. Dolayısıyla, ne yaşanırsa yaşansın, suçu sürekli kendimde aramak dışında bir hatam yok benim.... Hata dediğimiz şeyler hep "iyi niyetle" yaptığımız, o zaman için "doğrusu budur" sandığımız şeyler. Bu hem benim için geçerli, hem benim anne babam için, hem de sizler için. Bak bu cümleyi alın derim.. Önemli bu. Bu noktaya gelmek yıllarımı aldı.

İşte bu üç madde bu kış beni bir iç-huzura kavuşturdu sevgili dostlar. Tabii ki "oldum ben" asla demiyorum çünkü hayat bir nefes molası verdirir sonra yeniden mücadele ettirir, daha beni çooooook mücadele, çok endişe, çok çöküş belkiyor bu bir gerçek.. Ama bu noktada bir "es arası" verdiysem, yolda biraz "sağıma soluma manzaraya bakma arası" verdiysem, ne mutlu bana... İki sincap gördün, bulutları izledin, ama sonra kalk ve devam et mücadeleye... Hayat bu. 

Bu özlü sözler için teşekkür edenlere:

rica ederim :)))

Şubat böyleydi işte. İç dünyam bu kadar hareketliyken, dış dünyamda pek bir şey olmadı. Errrkek gribi geçiren eşimden kaptığım aynı virüsün "anne gribi" versiyonunu geçirdim. Sonra "mızmız çocuk" versiyonunu da çocuklarıma devrettim. Yeni ve çok ilginç danışanlarım var, onlarla biraz uğraşıyorum. Eski ve aslında bana kalırsa terapisi biten ama onların "iyi geliyorsunuz C. Hanım, ne olur biraz daha devam edelim" diye devam ettirdikleri tatlı eski danışanlarım var :)) Beni bir tanıyan bir daha bırakamıyor görüyorsun hahahahah. Şaka bir yana, aksine, bu sıra hayatımdan yine bir posta insan eledim (bunun huzuru da belki 4. madde olarak yazılabilir aslında) ama garip şekilde hiç "eksilmiş" hissetmedim. Kalanlarla devam etmek; ister özel hayat olsun, ister bu eski danışanlar olsun, aslında "güvenli zemin" gibi olduğu için, bana da iyi geliyor... Hislerimiz karşılıklı yani.

Bir iki kişi de yepyeni girdi hayatıma. Hoş geldiler. Sevgili 3 adet mektup arkadaşıma buradan el sallıyorum, iyi ki varsınız, hakikaten şahane bir adım atmışım sizlerle... Tazelik ve heyecan getirdiniz...

Prag Mezarlığı'nı okumayı 20 günde ancak başarabildim - özetle aman yarabbi, neydi o diyorum. Sonra üstüne çerezlik birşeyler ararken, Bülent Çallı'yı keşfettim. Bunları Goodreads'e yazıyorum diye geçiyorum.. Merak edersen beklerim.

Ayın ennn tatlı sürprizi, dün geldi :) Tırtılımızı hatırlıyor musun? Hani geçen ay evde tombiş yeşil bir tırtıl bulmuştum sardunyanın üzerinde. Onu bir kaba alıp marulla, rokayla beslemiştim. Sonra koza yapmıştı.. Geçen sabah aaaa bir baktım, kelebek olmuş! Hemen yeni bir kaba aldım; muzlar, elmalar, ballı su emdirilmiş pamuklar derken, aaa kendi de şaşırdı, ağzından kocaman bir dil çıktı löp löp götürdü meyve sularını :)) Bu sabah, randevulu girilen botanik bahçesine saldım hayvancığı, umarım kameralara falan yakalanmamışımdır :)) Gizlice.. Buz gibi havada bahçeye salacak değildim "kıymetlim"i heralde :))) İşte bu da bir "ayın görevi, işlem tamam" halleri...



Eğer Botanik Bahçesi'ndeki rengarenk kelebekleri görmek istersen, Günün Tortusu'na beklerim.. Buraya bir spoiler: 

herkes kendi rengine..

Şubat işte böyle geçti, bitti. Şimdi bizde bir haftalık Fasching tatili var. Bu Fasching ya da Karnaval dönemi çok neşeli. Herkes kostümlere bürünüp sokaklarda dans ediyor. Sonrasında Paskalya'ya dek hıristiyanların oruç dönemi başlıyor. Bu sene müslümanların da Ramazan'ı ile aşağı yukarı aynı tarihlerde. Oruç ya da genel anlamda yeme disiplini kurmak, gerçekten sağlık için de, ruh için de yararlı bence.. Tutacak olanlara kolaylıklar dilerim, tut(a)mayanlara da "oruç"un manevi olarak da, ruhu temizleme anlamında başka aktiviteler ile tutulabileceğini hatırlatırım ;) 

Ramazan ayınız mübarek olsun. 

;)) unutmayalım, unutturmayalım

23 Şubat 2025 Pazar

Dünya nasıl besleniyor..

Çocuklarla gittiğimiz müzenin "beslenme" bölümünde güzel bir foto-araştırma sergisi vardı. Sergi; 1995'te dünya üzerindeki bir çok ülkeden "ortalama" bir ailenin 1 haftalık yemek alışverişini gösteren fotoğraflardan oluşuyordu ve bu ailelerden o hafta içinde tükettikleri tüm besinlerle birlikte poz vermeleri istenmişti. Bu fotoğraflar 1995'teki dünya politikasını, aile sistemlerini ve elbette beslenme sistemini çok güzel gösteriyordu bence. 2025'te yeniden tekrarlasa nasıl farklar olur, yorumlarda tartışalım mı?

Sergide Norveç'ten Mali'ye, Japonya'dan Kırgızistan'a en az 20 ülke vardı fakat ben sadece birkaç fotoğraf ekliyorum. Karanlık sergi salonunda çok net çekemedim ama görünüyor sanırım. Fotoğraflar hakkında altta yazan bilgileri ekliyorum, üzerinde söylenecek bir iki de cümlem var..

Zenginlerden başlayalım; ilk fotoğrafımız İngiltere'den:


Orta snıf devlet memuru, iki çocuk ve bir köpekli İngiliz ailesinin bir haftalık alışverişi. Paketli gıdaların çokluğuna lütfen dikkat edin, sonraki fotoğraflarla karşılaştıralım. Bir diğer referans noktamızsa içme suyu olsun lütfen, çünkü gelişmiş ülkelerde içme suyu musluktan sağlanıyor. Bu ailenin iki küçük 500ml'lik paket su aldığını görüyorum.. Ayrıca tüm aile öğle yemeğini okulda ve işyerinde kantin değil a la carte servis olarak yediklerini belirtmişler, yani bu onların sadece sabah kahvaltı, akşam yemeği ve aburcubur alışverişleri.

İkinci fotoğrafımız Guatemala'dan:

Kaliteli çikolatanın gururlu ve yalnız ülkesi.. Fakir ama sağlıklı beslenen, 4 çocuklu, ortadirek, sevimli bir çiftçi aile. Besinlerin tamamı kendi üretimleri. Sadece suyu ve su dışında en çok içtikleri içecek olan kahveyi satın alıyorlar. Bir haftada yedikleri: 22kg mısır unu, 10kg patates, 5kg makarna, 6kg bakliyat (fasülye ve türevleri), 6kg et, 60 yumurta, 3 litre yağ, 20kg sebze ve salata, 8kg meyve. Ülke mutfağında işlenmiş süt ürünleri bulunmuyor. Paketli gıda ise hiç yok.

Guatemala'nın kirli sırrı; biz ucuz çikolata yiyebilelim diye, bu çocukların çoğunun okula gidemiyor, sabahtan akşama dek üç kuruş (fair-trade çikolata satılmıyorsa, gerçekten 3 kuruş) kazanacaklar diye ailelerine çikolata çekirdeği ayıklamakta yardım ediyor oluşları..

Üçüncü ülkemiz; Meksika:

Amerika'nın yıllarca sömürdüğü, her türlü ayak işinde kullandığı, şimdi de duvarlar örmeye kalktığı, Amerika'ya bir türlü yaranamayan, tortilla'ların anavatanı. Doğal anlamda çok zengin olan ülkenin, sömürülmüş, fakir ve Amerikan özentisi mutfağı ve 1 haftada yedikleri: 1kg pirinç, 1 kg patates, 3kg fasülye türevi, 7kg tortilla, 2kg ekmek ve hamurişi türevi, 30 yumurta, 7lt süt, 2lt yoğurt, 2lt krema, 1kg peynir, 2lt yağ, 15kg sebze ve salata, 15kg meyve. Arkadaki coca colaları 1 haftada tüketiyorlarmış ve tam 30litre!

Kirli sırrı; Coca Cola son yıllara dek Meksika'da aynı miktardaki temiz içme suyundan daha ucuzdu maalesef. Bu son yıllarda neyse ki obezite raporları ve devlet müdahalesiyle değişti.. 

Dördüncü ülke, ülkemiz, 1995'in Türkiye'si:

Gördüğünüz klasik, Anadoludan İstanbul'a göçmüş, 3 çocuklu bir aile. Erkeğin annesi onlarla birlikte yaşıyor, mutfak ona ait ve anne ile baba çalışırken (sanırım bu nedenle orta alt olarak değil, orta sınıf olarak görülmüşler, bu ailenin 1995'te orta sınıf sayılacağından pek emin değilim, tartışabiliriz) çocuklara okuldan sonra göz kulak oluyor. 6 kişilik ailenin bir haftada yediği: 12kg ekmek ve unlu mamül, 10kg patates, 3kg pirinç, 1kg makarna, 1kg kırmızı mercimek (sanırım çorba için), 2.5kg et, 1lt süt, 1lt yağ, 1kg peynir, 24 yumurta, 5kg sebze ve salata, 6kg meyve. Aile içme suyunu parayla satın almak zorunda.

Ülke gerçeklerimize girmiyorum. Orta alt sınıf bir aile şu günlerde belki bundan daha beter bir durumda olabilir.. Olmayabilir de.. Fakat ülkemizin tek gerçeği, bazılarımız çocuğuna nohut unu dövüp ekmek pişirir ve onu dilim dilim bölüp üzerine avokado sürüp yedirirken, bazılarımızın hâlâ temel besininin haftada 25 ekmek olduğu gerçeği.....

Fakat ülkece sürekli "beterin beteri var şükret" dediğimiz için, son ülkemiz Mali'ye gelirsek:

15 kişilik "birleşik" aile. İki kadın, iki erkek ve ortak büyüttükleri 11 çocuktan oluşan bu ailenin durumu, şahane bembeyaz dişleriyle gülümser vaziyette verdikleri fotoğrafın aksine, içler acısı. Et, süt, yumurta yok. Protein sadece tutulursa balık ve yer fıstığı ile karşılanıyor. İçme suyu için 20km'ye varan mesafeleri yürümeleri gerekiyor. Çocukların okula gitme şansı (özellikle kızların) sıfıra yakın, litrelerce içme suyunu bu ufacık kız çocukları genelde başlarının üstünde taşıyorlar vs. biliyorsunuz..

Haftalık yiyecekleri ise şunlar: 30kg mısır, 20kg darı, 20kg pirinç, 2kg balık, 4lt tahıldan elde edilmiş süt, 4lt yağ, 8kg sebze ve ağaçların meyve dönemindeyse, mango.

Tüm bunlar olurken, karikatürlerdeki gibi "tam o sırada.." 1. dünya ülkelerinde.....

100gr'ı 12 euro olan Dubai Çikolatası evde de yapılsa benzer bir fiyata maloluyor (50 kg yapmayacaksan tabii) ve tadı da mok gibi bence. Yüzyılın en anlamsız moda-besini olabilir mi?

Bu araştırmayı 2025'te yani tam 30 sene sonra bugün yeniden yapmaya ve bir sergi açmaya kalksak, neler değişirdi sence? Kapitalizm Mali'nin en küçük köyüne bile girdiği için farklı sofralar mı görürdük, yoksa benim kara Afrika'ya 2010'daki seyahatimde şahit olduğum gibi sadece darı ile suyun karışımıyla beslenen, fakat coca cola ve saçma sapan bisküvilerin her köyde bulunabildiği 3'ten seçmeli bir sistem mi görürdük? 

Ya da Türkiye'de ortadirek bir aile, anne baba çalışıyor, anane/babanne çocuklara bakıyor, belki aynı evde değil ama çoğu evde aynı apartman ya da mahallede yaşıyorsa.. bu evlerde nasıl değişiklikler görürdük? Ekmek azaldı (belki) ama onun yerine her eve sebze meyve et mi girdi yoksa dışardan söylenen kebaplar, paketli hazır gıdalar mı? Ya da misal evde yapılan kekler, poğaça ve börekler hâlâ "okuldan gelince sıcacık, tertemiz" diye çocuklara yutturuluyor mu? "Evde kek kokusu" ile "sevgi" birleştiriliyor "ay bir kek bile çırpmaz çocuğunaaaa" diye eleştiriliyor mu anneler? 

evde limonlu cheesecake bile yapamayan kadınlar varmış yahu!? :))
misal: ben.
Bu "klasik" anane ziyareti mutfağından... <3

Ya da, misafirlerimize beş çeşit on çeşit yemek sunarken, aslında akşam yemeğini kendimiz için bir çorba ya da yoğurt ve meyve olarak mı yiyoruz? Beslenmemiz de, "misafir odası" kültürümüz gibi sadece dışa göstermelik mi? Beden yapımızın yeme kültürümüzle alakası bu kadar ortada iken, hâlâ "dünyanın en sağlıklı mutfağı" iddiasında mıyız, yoksa bunu çoktaaaaan başka ülkelere kaptırdık mı? Peki ya içerik? GDO? Ne diyorsunuz?

Son olarak, bugün müzedeki etkinliğimiz, ev yapımı nutella ile bitti, size de tarifi vermek istiyorum çünkü hakikaten nutellaya hem bin basar, hem de sağlıklı bir alternatif ;) Afiyet olsun!

80gr tereyağı, 50gr çekilmiş iç badem (ya da fındık), 50gr bal, 20gr kakao tozu, 1 kaşık vanilya (mümkünse daldan)

Ufak bit karşılaştırma..

8 Ağustos 2024 Perşembe

Ağustos 1-8: Ekransız yaz tatili denemesi

Bir önceki yazıma sevgili H. şu yorumu bırakmış: “Sen kendinin çocuğu olmak ister miydin?” Ne kadar güzel bir soru! Ve ne kadar kolay bir cevap; kendiyle barışık, kendini yetkin ve yeterli görebilen anneler için..

Ben ikisi de olmadığım için, soruya ilk tepkim hayır oldu, sonra yumuşadım, evet aslında isterdim belki dedim ama sonra uzun uzun düşününce yine hayır ağır bastı. Nedeni şu:

Dünyanın geleceğine yönelik bazı korkularım var. Ve çocuklarım bundan ve dolayısıyla benden hiç memnun değiller.. Şöyle açayım: telefon / tablet / sanal gerçeklik / sosyal medya ortamlarında büyüyen neslin neden olacağı distopik gelecekten çok korkuyorum, bak geçen gün burada biraz da tiye alarak yazmıştım


adet ekransız = mutsuz çocuk :))

İnsanları izlemeyi sevdiğim için, minicik çocukların daha mama sandalyesinde önlerine konan tabletlere bön bön bakarak büyüyüşlerini, 10 yaşında eline telefon verilen neslin anında sosyal medya bağımlısı oluşlarını ve bu ortamları sınırsız kontrolsüz kullanmalarını, birlikte bir cafeye gidip birbirleriyle hiç konuşmadan ellerindeki telefonu kurcalayan gençleri, işten gelip koltuğa gömülüp saatlerce instagram kaydıran yetişkinleri ve yalnızlıktan sosyal medya ve x’in müdavimi olan yaşlıları dehşetle izliyorum.. 

İzliyorum ve üzülüyorum. İzliyorum ve adım adım robotlaşmamızı, vasıfsızlaşmamızı, inançsızlaşmamızı, agresifleşmemizi, tahammülsüzleşmemizi ve herkesin görüntüde ve ilgilerde gittikçe birbirinin aynısı oluşunu ve en kötüsü de sosyal medyada kalabalıklaştıkça gerçek hayatta yalnızlaşmamızı, aidiyetsizleşmemizi ve içimize doğru adım adım kayboluşumuzu görüyor, üzülüyor ve korkuyorum.. 

Oysa, doğanın kalbinde roman okumak gibisi var mı?

Ya da gün boyu bahçede oynamak, 
elmaların büyümesini izlemek, böğürtlenleri dalından toplamak..


kahvaltılık yumurtaları sırf gülsünler diye boyamak..

Bu korku elbet bana özel değil; yıllar önce daha bilgisayarların, telefonların esamesi okunmazken, Gülten Akın ne güzel yazmıştı: ah kimselerin vakti yok durup da ince şeyleri anlamaya.. İşte tam bu nedenle, doğaya, birbirimize, iletişime gittikçe yabancılaşıyoruz.... Vaktimiz yok artık.. Yaşamak yerine yaşadığımızı göstermek'le meşgulüz.....

Bu nedenle; bizim evde ekranlı tüm aletler yok denecek derecede kısıtlı. Ve çocuklarım da benden bu nedenle nefret ediyor :))) “Ama arkadaşım X Roblox oynayabiliyoooo, ben neden..” , “Ama arkadaşım Y snapchatte, ben niyeee” , “ama tatildeyiz..” , “çok kötüsüüüün, hiç bi'şeye izin vermiyosuuun” , “senden nefret ediyoruuuum!”..

sıkılan çocuk, yaratıcı olur :)))

günübirlik aktiviteler de can kurtarır..

Zor be arkadaşlar… Bu çağda 1990’larda kalmış bir kafayla ve 2000'lerin bi' çarparım ağzına'sızlığıyla :)) çocuk yetiştirmek çok zor.  

Kimseyi yargıladığım düşünülmesin (belki biraz bebeğine tablet vereni yargılıyorum evet yazık ama ya; ufacık bebekle bile ilgilenmeyeceksen niye yaptın yani? Baksaydın çocuksuz hayatın keyfine, herkes zorunda mı çocuk sahibi olmak?! Hele ki onca isteyip olamayan varken..) ama evet diğerlerini yargılamıyorum inan; diyorum ki “onlar başka aile, biz başkayız, herkesin kuralı başka..” Eminim ekranı açınca anca iki nefes alabilen yorgun anneler var, nasıl yargılayabilirsin, insanız…..

Ama evet, benimkiler benden nefret ediyor telefon vermediğim, tablet vermediğim, ekranı sınırladığım, sosyal medya ve video oyunlarını kullandırtmadığım için… Benden nefret ediyor ve ölesiye de sıkılıyorlar :))) Ve ben onları “eyleyeceğim” diye kırk dereden su getirirken yorgunluktan tükeniyorum. Tamamen çocuk odaklı yaşadığım için de kendimden nefret ediyorum, hayatımı boşa geçiriyormuşum, kendime ihanet ediyormuşum gibi hissediyorum..

 
Şu halime baallahaşkına, 45 yaşında kadınım ya yazık bana..

Dolayısıyla evet, elimden geleni yapıyorum ama geridönüş asla sağol annecim, bize 1990’lardaki çocukluğu yaşatıyorsun olmuyor tabii ki de :))) Haklılar çünkü sene 2024, çağ tiktok çağı ve ben hiçbirini kullanmadığım için çağın çok gerisinde bir anneyim ve bu çocuklar için iyi mi kötü mü inan bilmiyorum. İlk bakışta şahane ama düşününce belki de kötülük, birnevi çağdışılık, belki bir tür korku / kaçınma davranışı..

kelebeklere de her gün gidip bakılmıyor ki yarabbim... 

Yani sevgili blogcuğum görüyorsun benim de aklım karışık. Çocuklarımı koruyorum dolayısıyla dünyanın geleceğini korumak adına elimden geleni yapıyorum sanarken, belki de sadece gerçeklerden kaçıyorum. Terapistim haklıysa ve eninde sonunda her çocuk ailesini bir neden bulup suçlayacaksa; benimki de bu olacak: Annem bizi manuel büyütmekte ısrar ettiği için 15 yaşımıza dek sosyal medya kullanamadık, dijital gelişimden geri kaldık, annem bizi kendi korkuları nedeniyle ketledi.. Potansiyelimize ulaşamadık.. 

Velhasılı kelam; bu iş zor Yonca..

Son olarak; bir adet yorgun, kimseye yaranamayan ve kafası karışık anne fotosuyla bitireyim.. :)) 

Dünyayı sen mi kurtaracaksın cümlesini çok duyuyorum hayatımda, evet, ben sen tek tek uğraşarak kurtaracağız diye cevap veriyorum ama belki de dünya artık kurtarılabilirlikten çok uzak bir noktada. Belki de evrimin bir sonraki çağı zaten idealizm ve gerçek bilgi, felsefe ya da etik değil; tiktokta kafa boşaltmak, kendimizi Yapay Zekanın kollarına yavaş yavaş teslim etmek, anlık hazlar ve acıdan kaçış bazındaki primitif güdülerimize geri dönmek.. Olabilir….. Neden olmasın..

Çok da fifi yani, o zaman dans ;) 

Fotolar: Ekransız ilk tatil haftasından... Daha da önümde 5 hafta var, oy oy :P

19 Temmuz 2024 Cuma

17.7: Bir anlık aydınlanma

Hafta başında üzücü bir olay yaşadım; minik bir kuş saksağanların saldırısına uğradı ve ellerimde can verdi. Akâbinde tabii ben hemen kendimi suçladım; acaba hiç karışmasa mıydım doğanın işine, ellerimde ölmek belki onun için kuşların saldırısından bile korkutucu oldu diye.. Fakat vicdanım da saksağanların gagalayarak öldürmesini izlemeye izin veremezdi… Hemen elime alıp yaralarına bakmaya, kanamayı durdurmaya çalışmak içgüdüydü.. Uzun süre doğru mu yanlış mı diye düşündüm durdum… ve tabii neden sürekli beni bulduğunu bu tip durumların.. 

Bir ders vardı, fakat anlamıyordum, anlayana dek tekrarlanacaktı, istemiyordum..

Sonra dün akşam birden bir aydınlanma yaşadım. Öğrenmem gereken şey, birden apaçık göründü gözüme.

Kuşcuk ellerimde son nefesleri için çırpınırken ve ben de onun ölmek üzere olduğunu düşünmeksizin ve kabul etmeksizin, hâlâ onu nasıl iyileştirebilirim, onarabilirim diye çırpınırken, bir an için şöyle bir şey yaşandı: Kuş minicik ayağının parmaklarıyla, sol elimin küçük parmağına sıkı sıkı sarıldı….

O an bunun üzerinde durmadım hattâ kanamaya daha iyi müdahale edebilmek için şefkatle çözdüm parmaklarını ve onu yan yatırdım.. Fakat şimdi anlıyorum ki, o bana “lütfen sakin ol ve ölüyor olduğumu kabul et, son anlarımda sadece yanımda ol” demeye çalışıyordu. Benim bu deneyimden ve doğrusu bu ya, birçok benzer deneyimden almam gereken ders sanırım bu: herşeyi onarmaya, iyileştirmeye, herkesi kurtarmaya, düzeltmeye çalışmaktan vazgeç. Kaderin önüne geçemezsin ve onu değiştiremezsin. Bu tip durumlarda kendini asla övmediğin gibi (bak bu doğru), kendini suçlamamalısın da..

Daha sakin ve şefkatle yaklaşabilmeliyim ölüme. Onu bir felaket ve son olarak görmek yerine, bir değişim, başka bir forma geçiş olarak görebilmeliyim. Bedenin de ruhun da değişimi; bedenin yeni varlıkları beslemesi ve dönüşmesi, ruhunsa bilmediğimiz bir boyuta geçmesi olarak..

Cennet cehenneme inanmıyorum, ki zaten İslam dininde bile, imanın şartları arasında değildir dikkat edersen. Fakat öldükten sonra bizi yaratan Tanrıya döneceğimize, onun enerji boyutu içine geri katılacağımıza inanıyorum. Ve bu düşüncemi destekleyen bir çok ayet de var tüm kitaplarda. Dünya yaşamını bir eğitim, ruhu olgunlaştırma ve Tanrıya yakınlaştırma olarak düşünüyorum fakat bu eğitimin sonunda ödül / ceza olan bir sınav olduğuna da inanmıyorum. İnandığım, her insanın kendi kapasitesinde hayattan bir şeyler “fark etmesi”, “alması” ve dünya hayatı deneyiminin ruhun sonsuz yolculuğunda sadece bir dönem olması.. 

Bomboş gelip bomboş gidenler de var, dolu gelip zamanla boşalıp gidenler de, boş gelip dolu gidenler de.. Çok ilginç bu işler bence. Tabii herkes için ilginç değil, bazıları benim gibi sorgulayan, uzun uzun düşünmeyi ve kendini geliştirmeyi sevenler, bazıları fazla takılmayıp tamamen eğlence ve neşe için yaşayan hedonistler, kimi de sürekli mızmızlanıp hiçbir şeyi değiştirecek cesareti olmayan korkaklar. Her tür insan lazım bence, tek tip olsak çok sıkıcı olurdu hayat, birilerine sinirleneceğiz, birileriyle neşelenip vur patlasın çal oynasın yapacağız, birilerine üzülecek birilerine de imreneceğiz ki hayat dümdüz ve bomboş geçmesin, az entrika, az komedi, az trajedi, az da ciddiyet….. Hepsi lazım.

Bana dönecek olursak. Birkaç kişiden duyduğum bir şey var: “sen dünyanın ruhuyla çok iyi iletişim kurabiliyorsun.” Buna katılıyorum, dünyanın ve içindeki canlı ve cansız varlıkların dilini anlayabiliyorum bence de. Bu benim gücüm. Fakat karışıklığım, aceleciliğim ve sabırsızlığım, bu anlamı bazen kaçırmama neden oluyor. Bunlar da benim güçsüzlüklerim. Sakin, huzurlu, dingin kalabildiğim zamanlarda, yorgun olmadığımda, içimi dinlediğimde, çok güçlü ve doğru yolda hissediyorum. Fakat aynı anda dört beş işi yapmaya kalktığımda, ipin ucunu kaçırıyorum. O nedenle bu minimalizm olsun, zen deneyimleri olsun, tevekkül ve yaradana yakınlaşmak için biraz spirütüel yanımı beslemek olsun, bana iyi gelebilir..

Bir kuşun düşündürdüklerine bak……. Tanrı bazen varlıkları aracılığıyla konuşur der Coelho, Hesse, Popper ve diğer birçok öğretmenim…. :) Evet.. Sanırım uzun zaman sonra, yeniden dinlemeye başladım onları ve tanrının tüm ulak / elçi varlıklarını..

Bir sonraki yazı, içimdeki zen ve ruhsal minimalizm ile devam edecek. Umarım sıkılmaz ve yorumlarla değer katarsınız. Bu sıra hayat beni bu yolda yürütüyor..

Karikatürler: Bu yaz mahallemizin direklerine asılmış bir karikatür sergisi var.. :) Çok sevdim bu sergiyi.

1 Temmuz 2024 Pazartesi

Temmuz ayı başlıyor endişesi

Temmuz ayını sevmem. 7 rakamını sevmediğim gibi. Temmuz aylarında sevdiğim birçok canı kaybettim. Keyifsiz dönemler yaşadım.. Hele 7 Temmuz - 7.7. yani; her sene en korktuğum gündür.

Sonra kalbimle değil mantığımla hareket edip, bu güne, hatta tüm aya bu kötü, uğursuz anlamı yüklememeye çalıştığım zamanlar da oldu. İnatla “rastlantı” demeye çalıştığım, kötü şans, denk geldi, böyle şeylere inanıp güçlendirme vs. dediğim..

Bugün ne hissediyorsun dersen; günü ve ayı sağ salim, ayıpsız kayıpsız kapatabilmeyi istiyorum sadece. Mümkünse evde saklanarak :)) Hatta izin verseler direkt Ağustos’a da atlayabilirim. 


Ben böyle deyince, eşim diyor ki: “C., 1 Kasım’da kış uykusuna yatıp, 15 Nisan’da uyanmak istiyorsun (5,5 ay), üstüne Temmuz’u da atlarsan eder 6,5 ay. Bu yılın yarısından fazlası..” O böyle deyince beni alıyor bir düşünce; aslında seçenek verseler haftasonlarını da atlayabilirim, en azından Pazar günlerini. Bu da 52 gün daha ediyor, etti mi sana 8 ay! Bak daha hastalık nedeniyle yaşamadan geçmek istediklerimi yazmadık bile, bir ay da ona kat: 9 ay. Ayyyy ben yılda sadece 3 ay için mi yaşıyorum yani!!!!

O üç ayın içinde de mızmızlanacak günler eminim bulabilirim. Sonuç Goethe’ye geliyor hakikaten: 'hayatta tek bir haftam mutlu geçmedi' :)))) Ama Goethe gibi ekleyebilecek miyim acaba: 'ama çok mutlu bir hayat geçirdim….'

Pek emin değilim, çünkü baksana yılın 3/4’ünden şikayetçiymişim işte. Vallahi bu kafayla benim “hayatım bomboş geçiyor” diye düşünmem çok normal değil mi? Bomboş çünkü yaşadığım her ana eşit bakamadan, sadece güzellikleri, rahat, sakin ve sorunsuz günleri seçmeye çalışarak. İmkânsıza oynayarak…. 


Bu bakış açısı nasıl değiştirilebilir? Temmuz’a bir şans vermekle başlasam? Temmuz sana bir şans veriyorum. Haydi göster güzel yüzünü….. desem. Kesin bi puştluk yapar ve gelmiş geçmiş en beter Temmuz’u yaşayabilirim diye korkuyorum (çünkü bu tip meydan okumalarda hep böyle sonuçlar aldım hayatta). O zaman şöyle desem; bu Temmuz’u olumsuz ve olumlu bir bütün olarak kabullenmeye çalışacağım. Sadece yang'i değil, yin’i de dibine dek kabullenmeye çalışacağım. Beceremesem de, deneyeceğim….. 

Haydi bakalım. 

Sizin zor zamanlarda kuyruğu dik tutma stratejileriniz nedir, varsa alalım…. En karanlık gecede, en umutsuz anda, sizi hayatta ne tutuyor? Umudu yeniden nasıl bulabiliyorsunuz? Nasıl başarıyorsunuz “bu da geçecek, bu hep böyle gitmeyecek” demeyi? Çünkü bazen geçmiyor.. Bazen çok uzun sürüyor kış (hem kendisi, hem metaforu) ve sabırsızlanıyor insan. Tevekkül diyorum, sabır diyorum, nasıl ediniliyor? Çok içten soruyorum çünkü analizde bu sorulara cevap bulamıyorum……. 

Okuma önerileri de (ekleme: kişisel gelişim veya psikoloji değil de maneviyat, din ve felsefe alanından bahsediyorum) çok makbule geçer bu tevekkül, kabullenme ve sabır konusunda. Şimdiden teşekkürler.. 


Hamiş: anonim yoruma da açık bu yazı :)
Hmiş 2: hayat çok tatlısın şekerim. Bu yazıyı yazdım, cevabı hemen geldi beni pek düşünen yapay zeka algoritmasından. Merak edenler bir de Günün Tortusu'na tıklayabilir ;)

2 Mayıs 2024 Perşembe

Ceren: Uyanmaya hazır mısın? :))

Aslında bu yazıyı 1 Mayıs’a hazırlamıştım ama sabah Paul Auster’ın vefatını duyunca çok kötü oldum.. Sanki dünya birden ıssızlaştı.. Yollayamadım.

Fakat hayat hâlâ bize emanet.. Meşâle bizde.

bu güzeli tanıştırayım:
brunnera, ya da göğcegözü çiçeği <3

Bahar diye bir dizi var ya; bazı noktalarda sanki benim hayatımı dizi yapmışlar gibi hissediyorum. Önce aman ne saçmalık, ne abartılı oyunculuk falan dediysem de, evet izlemeye başlayınca, ben de duramadım. Malum toplumumuzda kadınların yarısı Bahar. Hepimiz kendimizden bir şeyler buluyoruz.

Bahar'da benim ve sanırım bir çoğumuzun kendini bulduğu konu ise şu: kendini hep sevdiğin diğer insanların geri planına atmak. Onlar için kendini parçalarken, kendini unutmak... 

Aman ayıp olur, x kişi üzülür, y kişi kırılır’larla büyütüldüğümüz için de böyle oluyor biraz değil mi? Blogta bile öyle, aman annemin arkadaşı okur, ayıp olur, aman bizim ünlü “anonim huysuz” alınır, aman türk örf ve adetlerine ters gelir. Ayıp ayıp ayıp.. Ay yeteriniz.

Sonunda gittikçe renksizleştim, sıradanlaştım, politik doğrucu, sıkıcı bi tip oldum. Yahu insan değil miyiz? Hangimiz mükemmel? Ayrıca düşünsene karşında mükemmel biri olsa, onu sever miydin, uyuz mu olurdun? Eğri oturalım doğru konuşalım; ben sinir olurdum sinir! İnsan dediğin azıcık hata yapacak, başını belaya sokacak, ara sıra rezil olacak, önemli olan “sıçtık mavisini mi gördün, gülümse, dersini al, devam et”.. Değil mi?

maviş panjurlu evimi <3
Allah sahibine de, inşallah günün birinde bize de bağışlasın :))

Nasılım? Bahar gibi ben de aydınlanmamış mıyım Allasen? Bu aydınlanma bana son 2 aydır aldığım terapi sayesinde geldi. Vallahi, aynen Bahar gibi bir sürecin içinden geçiyorum.. Aynen Bahar gibi ben de yeniden kendim olmayı, kendim gibi davranmayı, kendimi hatırlamayı öğreniyorum. Bunu da bencilleşmeden, 'diğerlerinden çok ben' demeden, 'diğerleri kadar ben' diyerek yapmayı öğreniyorum..
 
mor salkım olur da, sarı salkım olma mı :)
bu haftanın galibi: laburnum ağacı.

Ah bilsen 45'inde bunu öğrenmek ne zor.. Ama imkansız değil :) 

Yılın ilk karpuzu <3 

Mayıs; ayların en güzeli, böyle de güzel başlasın bakalım.. Merkür retrosu geçmiş diyolla, duydunuz mu? Ay doğru mu ayol? İnanmam ama (sol cebime koy) doğruysa çok şükür.. Bitirdi anam hepimizi… Uğurlar ola..

Fotolar. 1 Mayıs 2024 <3 

Ekleme: Bu akşam sarı ve mor salkımı içiçe görünce dayanamadım, ekleme yapıyorum :)