31 Temmuz 2022 Pazar

27-30. Haftalar: Temmuz

Temmuz'la bu sefer de barışamadım sevgili blog, illa ki bir turşuluk yapıyor. Bahsetmeyeceğim, biraz roller coaster, biraz korku tüneli, değişik bir lunapark haleti ruhiyesiyle geçti bitti çok şükür.. Ben, Temmuz'dan bana kalan, burada da kalmasını istediğim güzelliklerine odaklanacağım.


GÖRDÜM: şaşı güzel; 
bir çekirge yavrusu!


GİTTİM: Tollwood; Münih'in en büyük yaz festivallerinden biri, 
pandeminin endemik sürece girmesiyle 2 yazın sonunda yeniden açıldı


DİNLEDİM: Özlediğimiz açıkhava konserleri <3


KATILDIM: 3. Sınıfların sanat sergisi <3
 


SÜRPRİZ YAPTIM: M.'in beslenme kutusuna bazen böyle ufak notlar koyuyorum <3 Üstünde aç beni, içinde de bazı sevgi dolu güzel dilekler oluyor..


İCAT ETTİM: maskenin bir kullanım alanı da, ufak kaktüsleri taşımaktır :))


TAKTIM TAKIŞTIRDIM:
sizin de bazen aşırı yüzük takma döneminiz oluyor mu?
ben ya bir sürü ya hiç :)))


YÜZDÜM: Neredeyse her gün ya havuz ya göl, tropik iklim mübarek!


SEVDİM: bahçede pembe devri


BAYILDIM: Turuncuyla yeşilin güzelliğine... <3


ŞAŞIRDIM: bu çiçekler annemin Bursa'daki bahçesinden tohum olarak geldi
fakat yanından bir de sürpriz üzüm çıkıyor sanki?!


PİKNİK YAPTIM: en sevdiğim piknik alanı, iki üç günde bir gittim


DIŞARIDA YEDİM: vegan sushi ile cin tonik ya da ızgara balık ve beyaz şarap mmmh
(balık kalitesi asla Türkiye gibi değil.. ama olsun)


EVDE YEDİM: Bahçede böğürtlen zamanı <3


SÜREKLİ YEDİM :)) ama yazın en güzel menüsü bunlar bence :)


İÇTİM:
1/3'ü çilek püresi, 1/3 limon, 1/3 portakal suyu, 
bol buz ve sade soda! taze naneyle mutlaka..


YEDİRDİM: e hep kendim yemedim, hem sağlıklı hem tatlı meyve salatası, 
yaz misafirlerinin gözdesi


MİSAFİR AĞIRLADIM: Neredeyse her gün (bazen sabah ayrı akşam ayrı) misafir geldi bu ay.. Misafir deyince, 1-2 kişi de gelmiyor; beni tanıyan bilir genelde +1 çocuk kadrosu olur bizim evde ama bu sefer +15 olunca, bahçe kapımızın önü de Münih Ulucamii'ne döndü :))
15 çocuk 1 yetişkin ayakkabısı!


MAYMUN SAHİBİ OLDUM: :)) yorumsuz..


ÇOK SEVDİM: Burada 8 çocuk var (2si gizli bakalım bulabilecek misiniz) 
ve dahası, bunların hepsi bana ve 2 adet arkadaşıma ait :)))
Bir de Evropalı az çocuk yapıyo diyolla.. Yok vallahi öyle bir şey!


NOSTALJİ YAŞADIM: Almanya'daki arkadaşlar güzel ama eski arkadaşlara özlem bitmiyor..



ÇOK GÜLDÜM: 3. sınıf biterken, son sınav haftası ailecek bizi çok gerdi.. 
Alman matematiği bir tuhaf, zaten en başta mesela 132 sayısını "yüz, iki ve otuz" diye okuyan, saate 2.30 yerine 3'e yarım kala diyen ters bir milletten bahsetiyoruz, her şey karman çorman. Bir de buna yeni sistem çarpma bölme eklenince, ben hata verip cozuttum, F.'le bir mesajlaşmamızı göstereyim de gülün. Kocam değil "bot" mübarek :)) Bir de çocuğu olmayan kuzenime bunu yollayınca, "Bu ebeveynlerin özel dili midir? Anlamasınlar diye kodlu mu konuşuyorsunuz?" diye sorması tam oldu :)))) Aslında fena fikir değil çünkü çocuklar evdeki 3 dili de anladığı için, bazen eşimle aramızda sadece bizim bildiğimiz 4. bir dil olsa demiyor değilim.. Meselâ 10R5? desem, dolapta çikolatalı dondurma var mı anlamına gelse.... 

*

İşte böyleeeee... Temmuz dediğim gibi huyudur, yine biraz allak bullak ettiyse de, benim hatırlamak istediğim bunlar.. Önümüz Ağustos! Hepimize çok sağlıklı ve iyi şanslı, neşeyle ve güzel zamanlarla dolu bir Ağustos diliyorum! 

28 Temmuz 2022 Perşembe

Hikâyeli fincanlar

Buraneros'un bu yazısını okuyunca..... E artık yazmayanın arkasından terlik fırlatsınlar ve tam üst bacağının çıplak etine denk gelsin, e mi!

Bu porselen çay / sütlü nescafe /sıcak süt fincanları ananeciğimden bana yadigâr. Şu an annemin Bursa'daki evinde, benim canavarların biraz büyümesini bekliyorlar. 

Doğrudur, ben ananemin bana, ufacık bir çocuğa hiç düşünmeden kullanmam için veriverdiği bu incecik porselen fincanları kendi çocuklarıma vermedim, veremedim. Çünkü kırılacağından korktum. Ananem korkmamış mıydı yoksa "çocuğun keyifle, hayâllerle dolu bir şekilde sütünü içmesinin" çok daha önemli olduğunu düşünmüş ve "ne olacak canım, kırılırsa da cana geleceğine mala gelsin" deyip geçivermiş miydi.. Oysa ona da kendi anneciğinden yadigârdı ve çok değerliydi elbette.. Büyük ihtimal benim beslenme değerimi fincanın değerinden daha fazla gördü ama ben fincanın değerini çocukların süt keyfinden çok daha önemli görüyorum.. Tuhaf.... 

Fakat bu fincanlarda benim çocukluğum var. Önceleri 6 tanelermiş, sanırım ya kırıldılar ya ananemin üç kızına ikişer ikişer dağıtıldılar bilmiyorum, teyzelerime sormam lazım.. 6 tanesine birden sahip olma hırsım asla yok, 2'sinin bile bir gün elime geçecek ve "benim" olacak olma ihtimali bana büyüleyici geliyor.. İnanılmaz geliyor.. Hakettiğimden çok daha büyük bir hediye gibi geliyor.. Çünkü o fincanlarda benim çocukluğum var.

Paris Caddesi'ndeki evin upuzuuuun balkonunda ufacık sandalyeme otururdum, ananem önüme bu fincanla yoğurt verirdi, bir tek o fincanla yerdim yoğurdumu, o kurbağaya dair binlerce hikâye dinleyerek.. Bu hikâyeleri ben kızımla oğluma aktardım - fincansız ve yoğurtsuz - anlık uydurmasyon masallar, aynen bana yapıldığı gibi.. Ve günün birinde belki - inşallah - ben de kendi kızıma aktaracağım (çünkü aynen Buraneros gibi bizim ailede de bu değerler kız evlada verilir..)

Öyle işte... Yitip giden tüm ananelerimizin, dedelerimizin, ninelerimizin ardından, bir çay demlesek, sütlü kahve hazırlasak.. Ben kızımı karşıma alıp (oğlana güvenemem henüz) birer bardak köpüklü sıcak süt içsem.. Buraneros Ekmekçi Kız'ın ya da sevgili Parıldayan Çiçek'in o güzel tarifleriyle bir likör işine girişse.. Olunca - bayram olsun olmasın ne fark eder - bir kadehi sevdiği birine ikram edip içse, üstüne de bir yazı yazsa :) Olmaz mı? Hem ne güzel olur......

20 Temmuz 2022 Çarşamba

Gen-Z Çiçeği, Baba yarası, Feminizm, Hümanizm

Son Türkiye'ye gidişimde sevdiklerime birer paket "cüce ayçiçeği" tohumu vermiştim, "balkona bile dikilebilir, 50cm falan oluyor, ufak da bir çiçeği var" demiştim. Dikenler "çıkıyorlar" diye ilk hallerini yollamışlardı ama sonra hepsi tuhaf bir şekilde sessizleştiler. Olayın esrarı bu sabah çözüldü..

Sabah babam bahçelerine diktikleri "cücelerin" son halini yolladı ve dedi ki "Beden iri, kafa küçük, üstelik içi de boş; aynen Z kuşağı gibi.." :)))) Vallahi yazarken şu an bile gülüyorum, ilahi babam yaaaa! Böyle tesbitleri çoktur babammın, mizah yönü ve zekâsı çok kıvraktır.. Kimin babası? :))) Sen çok, sağlıkla ve güzel yaşa inşallah babam, e mi?

Babamdan (ve tabii annemden de) yana çok şanslı bir kız çocuğuydum. Bazı kadınlardaki "baba yaraları" bende yoktur. Hakikaten, babam beni küçük yaşımdan itibaren insan yerine koydu ve sorularımı da çocuğa değil yetişmekte olan bir insana göre cevapladı. Sohbetlerimiz ve ilişkimiz sadece onun bana sevgisi, benim ona saygım gibi üst-ast ilişkisiyle değil, gayet demokratik ve eşitlikçi oldu. Bu sayede hakka hukuka, adalete çok önem veren, insaları dinleyip anlamaya çalışan biri oldum; çünkü bana böyle davranıldı.

Fakat yine bazı kadınlardaki "babayı idealize etme" de yoktur bende, her erkekte babamı aramaya, "dünyadaki tek düzgün erkek babamdır, gerisini koysunlar bir rokete fırlatsınlar uzaya" düşüncesine de takılmadım. Bunun da nedeni yine babamın kendini "mükemmel" gösterme titizliğinin olmaması. O bana herkesin başarıları kadar hataları ve yanlışlarının da olabileceğini, mükemmelliğin doğamıza aykırı olduğunu da göstermiştir. Bu sayede, hayatıma giren insanları hep oldukları halleriyle kabul etmeyi başardım. Bu da bazılarının "beklentini düşür" dedikleri ve asla katılmadığım o konuya cevaptır aslında. Hayır beklentilerim hep yüksek olmuştur insanlardan ama yerine getirilmediğinde de sonuçta sadece "insan" oluşlarına verip fazla hayal kırıklığı duymamış, uzatmamışımdır. Tabii ki hayatımda sabit kalanlara bakınca, onları "pırlanta" gibi görmem de normal :)

Ağır konular evet. Ama bunları düşünmeme neden olan; dün dinlediğim Evrim Kuran 3+3 podcast'indeki Kalben röportajı oldu. Birçoğunuz Kalben'i çok seviyor; sesi dışında insan olarak duruşunu da. İtiraf edeyim, bir iki şarkısını dinledim, bana pek hitap etmedi. Sözden çok melodicilerdenim çünkü.. Ama son zamanlarda kitabıdır, şarkı sözlerinin içeriğidir, feminist duruşudur, sürekli bir Kalben Kalben.. Nilay Örnek'in Bülent Ortaçgil röportajında da "ben Kalben'i dinliyorum.." deyince, e bir bakayım dedim kimmiş neymiş bu Kalben... 

Fakat; şimdi Evrim Kuran'ın 3+3'ünü şu nedenle seviyorum: röportaj sorularını konuklarıyla önceden paylaşmıyor, konuklar da onunla paylaşmıyor (muş, artık bilemem çağımız post-truth sonuçta) ve bence bu çok spontan doğal bir podcast dinletisine neden oluyor, bu çok güzel.. Fakat tahmin etmediğim; bu iki "yaralı" kadının bir araya geldiğinde ne olacağıymış... Biri "babasından yaralı" olduğunu, diğeri "babasını idealleştirdiği için bir türlü erkeklerde o ideali bulamadığından yaralı" olduğunu söyleyen bu iki kadın bir araya gelince..... Offff. Zaten havada uçuşan iltifatları, akışta kalalım ya da kendimizi sevelim fasülyelerinden hiç bahsetmeyeceğim, onları kişisel kişisel gelişimsel eslerle hızla geçelim.. Ama o "erkeksiz feminizm" bir başladı, oyyy. Mesaj üstüne mesaj bombardımanı. 

Feminizmin en can sıkıcı noktası bence bu işte; bir noktadan sonra olay "aslında biz erkeklere beş basarız"a evriliyor. Bu podcastte de evrildi nitekim ve beni buhranlar bastı bastı.. O an dedim ki; hakikaten ne kadar şanslıymışım ki, babam ne baba yarası bıraktı ama ne de baba idealizmi bıraktı üzerimde.. Hümanizm bıraktı ancak, onu da eminim öngörmeden, bir artefakt gibi.. Bu işte büyük şansmış bir kadın için, onu anladım. Feminizm yerine hümanizm; her zaman, her koşulda..

7 Temmuz 2022 Perşembe

Sır (7.7. anısına..)

Sana bir sır vereyim mi.. 7 rakamıyla hâlâ barışamadım.

Hâlâ sayıyorum günleri demek ki. Bugün tam 17 sene olacak. 17 sene önce, 7 Temmuz akşam saat 7.. Takıntılı bir şekilde bunu düşündüm bu sabah. Ne yürüdüğüme, ne dinlediğime odaklanabiliyorum, dolayısıyla danışanla girdiğimiz ormanda kaybolduk. Önümüze ceylanlar çıkmasaydı belki korkutucu bile olabilirdi.. Ceylanlar rüya gibi geçtiler önümüzden. Sık ağaçlığa geri daldılar. 

Sonra bir oğlan çocuğu çıktı beyzbol şapkalı. 5 yaşlarında. Kendimizi bırakıp ona koştuk, o da kaybolmuştu çünkü ve çocuktu o, 40larında iki kadın değildi. Ufacıktı. Yalnızdı. 

Bu hafta "kaybolmalar" teması üzerinden gidiyorum nedense. Kayıplar ve kaybolmalar.

Çocuğun elini tuttum. Üşümüş. Buz gibi bir el, güvensiz. Kızımla oğlumun fotoğrafını gösterdim cüzdanımdan çıkartıp. "Korkma" dedim, "bak benim de senin yaşında bir oğlum var ve o da kaybolmuştu bir defasında ama onu nasıl bulduysam, şimdi senin anneni de öyle bulacağız". Adı "Finn" imiş. Geyikleri görmüş (halbuki ceylandı onlar?), arkalarından koşmuş, durduğunda annesini görememiş. Orman dediğime bakma, sınırları duvarla kapalı, aslında kaybolman mümkün değil, önünde sonunda buluyorsun yolu. Ama işte o önü ve sonu arasında insan aklını yitirecek gibi oluyor. Sık ve uzun boylu ağaçların altındaki birbiriyle sürekli kesişen düzensiz patikalarda, insana tuhaf bir kaybolmuşluk duygusu geliyor. 

Durduk üçümüz. Ben, Finn ve danışan. Sonra "Finn'in annesiiiiii" diye avazımız çıktığı kadar bağırmaya başladık. Hissediyorum, uzakta olamaz. Olmadı da. Belki beşinci seslenmeden sonra cılız, gittikçe güçlenen bir karşı-ses geldi bir yerlerden. Kulaklarımda bir sorun var nicedir, sesin yönünü tam anlayamıyorum, büyük ihtimal bir kulak diğerinden az duymaya başladı. Tanrım, yaşlanıyorum.. Bunları düşünürken Finn'i (ve 7 rakamını bile) unutmuştum.. Finn birden elimden kurtulup koşmaya başladı. O zaman ayırdına vardım elimin bir başka eli tutuyor olduğunun. 

Ancak yitirdiğimizde farkına vardıklarımız.....

Ömrü hayatımda birçok eşyayı, hayvanı ve çocuğu sahibine kavuşturma deneyimim oldu. Nedense, kayıp eşya, çocuk ve hayvanlar beni bulur. Belki kaybolmanın tam ortasında ben varımdır, bilmiyorum..... Her birini kavuşturdum sahibine. Üstümde kalan olmadı. Bu da belki benim özel yeteneğim ya da dünyada bulunma amacımdır. Bilemem. 

Sadece C.; kavuşturucu.

Kavuşma sahnelerini severim. Duygulandırır beni. Dünyanın birkaç saniye için bile olsa iyi bir yer olduğuna, insan doğasının sevgi olduğuna, mor kelebeklere falan inandırır. Yine öyle oldu. İzledik anneyle çocuğun sarılmasını. Bu tip durumlarda abartılı sevgi gösterilerine maruz kaldığımdan hemen el sallayıp uzaklaşmayı öğrendim ortamlardan, yine tersime döndüm ki; danışanla göz göze geldik. Danışanı da unutmuştum aslına bakarsan... Birden orada görünce, şaşırdım boş bulunup. Hüngür hüngür ağlayan bir danışan; her terapistin hayâli.. İşte oradaydı. Geride bir tabaka orman yeşili, onun da gerisinde ceylanlar ve yine tabakalarca orman yeşili..

İçimi bir sıkıntı kapladı. 

Haydi, dedim. Yavaş yavaş çıkalım şu ormandan..

*

Hamiş. Fotolar tabii ki eskilerden.