30 Ekim 2021 Cumartesi

7. Ay (Ekim) Özeti

Canım Ekim.. Sen ne güzel aysın; sıcak değilsin, soğuk değilsin, tam kararındasın. Hem yazdan, hem kıştan izler, renkler, hisler taşırsın. Hem göçlerin, hem bulutların, hem kuşların, hem rüzgârların, hem de sürpriz açıveren güneşlerin ayısın. Ben galiba seni çok seviyorum, sevgili Ekim. Ama bu sene, ayrı bir sevdim; bak anlatayım neden:

HAZIRLANDIM:

Bu ay, "Mimas Yolu Yürüyüşü" için hazırlanmakla geçti. Bu biliyorsunuz, benim uzun zaman sonra hayâl kurmaya başlayıp, bir nefeste kurduğum 3 hayâlden ilki. Bu yaz yürürken "yaparım ben bunu" dediysem de, mevsim dönüşü içime bir kuşku düştü. Tek başıma, "orta yaşlı kadın” başıma, kendime neyi kanıtlayacaktım?! "Otur oturduğun yerde, git işte haftasonları ailenle yürü dağlarda bayırlarda, neyine yetmiyor" diyordu içimdeki oyunbozan. Sonra yolu gözümde canlandırırken böyle gri puslu upuzun bir yolda tin tin üşüye üşüye yürüyorum, geceleri kalacağım pansiyonlarda rüzgâr ıssız duvarları dövüyor falan. Nuri Bilge Ceylan yalnızlığı her yerde... Vallahi yalan yok, hiç çekici gelmedi birden. Vazgeçtim. Mis gibi evde oturmak varken.....

Bahçemde Ekim'in ilk günleri de hakikaten "mis" gibiydi doğrusu..

Bu "vazgeçtim oynamıyorum" moduna bir girdim mi, 3-5 gün boyunca evden zorunlu haller dışında çıkmadım. Hiç yürümedim. Canım hiçbir şey yapmak istemedi, yapmadım. Yeni aldığım merinos yünü içlikler, yeni ayakkabılarım bana baktı, ben onlara bakmadım. 

Dışarıda Ekim'in son günleri

Ama sonra.. Bir sabah. Öyle güzel güneş vardı ki sevgili blogcuğum. Çıktım ve 4 saat hiç durmadan ağaçların, ufak derelerin arasında yürüdüm ve dedim ki "Hayır C., bu senin hayâlin, sen bunu yapacaksın! Hem de ne güzel yapacaksın!" O sanırım bir dönüm noktası oldu ve sonrasında her sabah kondisyonumu güçlendirdim, hazırlıklarımı tamamladım (çantam sadece 4,5kg inanabiliyor musun!), google maps'e rotamı ekledim, spotify'a yol listelerimi kurdum veeee hazırım. Önümüzdeki günlerde bir "iç yolculuk", upuzun bir yol, bilinmezlerle dolu bir macera beni bekliyor.. Bu yoldan "daha ben" olarak dönmeyi umuyorum..

EĞLENDİM:

Bu ay, bizim çocuklarla çok eğlendim. Bak şimdi. Pek sevgili, huysuz ve sürekli olumsuz şeyler saydırıp duran iç sesimin bile kabul edeceği bir gerçek var, o da: eğlenceli bir anneyim. Yalan yok, disiplinliyim, sınırlarım çok bellidir ve asla esnemezler ama o sınırlar içinde hakikaten eğlenceli bir dünya yarattığımı düşünüyorum. Bu ay okul sonrası zaman baya keyifliydi.. 

KE-LE-BEK-LE-DİM:

Ay başında hediye edilen tırtılcıklar, koza yapıp kelebeğe dönüştüler. Bu süreçte ben de stres yumağına dönüştüm. Yeterince yiyor mu, kozadan çıkabilecek mi, çıktı uçabilecek mi, hepsi ayrı dertmiş. Huyum bu; aşırı bağlanıyorum, aşırı sorumluluk duyuyorum. Kelebeği Ekim sonunda doğaya salamam, buz gibi hava. Evde tutsam, bir odaya çiçekler meyveler, meyve suyu emdirilmiş süngerler koysam, doğal ortamı değil.. 

Sonra dedim ki, yahu ben bunu botanik parkındaki kelebek odasına gizlice koysam. Önce kararsızlık geçirdim, ya oradaki safkan ırk kelebeklere hastalık falan bulaştırırsa? 1 kelebeği kurtaracağım derken 500 kelebeği öldürmek de var.. Ama kıyamadım bebişime yahu.. Elime doğdu, benim için dünyadaki en kıymetli kelebek!

Bir sabah gizlice parka girdim, kavanozun içinde kelebeğim, çantamda saklı.. Kelebek odasına bir girdim, ne kelebek var ne koza! Pandemiden kelebek odasını kaldırmışlar.. Ama çiçekler, 20 dereceye sabitlenmiş oda sıcaklığı, tam bir cennet; buyrun gözlerinizle siz görün:

Şimdi... Odadaki tek kelebek. Cennetteki tek insan. Bu sorunsala girmeyelim, zaten yaşayacağı maksimum 3-5 ay.. Saldım kelebekciğimi. Uçamadı önce yazık, bilmiyor uçmayı, hemen yere kondu.. Biraz ısındı, kanatlarını açtı kapadı sonra birden bir uçtu..... Offff o anı bir film sahnesi kıvamında yaşadım resmen. Konduğu bitkiyi ve ona "hoşça kal" dediğim anı ekliyorum.. Yolu açık ömrü uzun ve keyifli olsun inşallah. Bir daha da kelebek bakmak mı, asla!

GÜZEL ÇALIŞTIM:

Bu ay danışanlarımla baya iyi çalıştık. Yeni iki danışanım, eski iki danışanım, toplamda 4 danışanım var. Bu aslında az bir rakam ama günde sadece 5 saatim boş (öğleden sonra çocuklarımlayım) ve kendime belirlediğim iş/ev/yaşam dengesinin eşit olmasına önem veriyorum. Mimas hazırlıkları yani günlük yürüyüş ve planlama günde en az 2-3 saatimi alıyordu ve geriye kalan 2-3 saatimde de tek danışan alabiliyorum, çünkü işimde titizim; 1 saat terapi, 1 saat hazırlık, 1 saat de raporlama sürüyor. Bu ay bu 4 özel danışan, benim için yetti de arttı bile. 

kızımla ortak çalışma odamız :)

Mimas Yolu'nda düşünmek istediğim konulardan biri de bu aslında; iş ve kariyer yolumu nasıl belirlemeliyim bu sene. Pandemi bu diyarlarda geçti gibi duruyor, dolayısıyla benim de sabah 9 öğlen 2 (sonra çocuklarlayım) çalışma hayatına dönmem mümkün. Ama istiyor muyum? Yoksa başka türlü bir şey mümkün mü.... Bakalım. Bu konuya döneceğim...

YAZDIM ...veeee SİLMEDİM!

Bu ay çok fazla yazdım. Her gün yazdım, bazen kısacık bazen upuzun, bazen çok kişisel bazen çok genel, bazen ne hissettiğimi anlamak için, bazen ağlayamadığım için. İnanılmaz iyi geldi. Ve hiçbirini de silmemeyi başardım! Bunun nedeni sanırım "kendi kendime yazıyor olmak hissi". Blog yoruma açık olmayınca, kim ne dedi, ne düşündü çok takılmıyorum. O üzülür mü, bu alınır mı, böyle yazınca ayıp olur mu diye düşünmeyince - maalesef bu blogda yapıyorum onu, "kontrollü"yüm ne de olsa - yazdım yazdım silmedim. Bu çok ilginç bir deneyimdi, gittiği yere dek götüreceğim bakalım.. İyi geldi bana. Hem öyle olunca bu bloğa da her aklıma geleni yazmaya kalkmıyorum, bir nevi "fren mekanizması" oluyor benim gibi frensiz birine :)

Komşuyla aramızdaki çirkin duvara sardırdığım
alev sarmaşığımın en "ateşli" anı <3

OKUDUM:

Bu ay doğru dürüst okuyamadım.. Sürekli bedensel hareket içindeydim, koltuğa bile oturmadım! Geceleri de tam yastık yorgan içine girmiş kitabımla aşk yaşayacağım, eşim netflix'i açıyor.. Gözüm gidiyor falan. Okuya okuya sadece Tatar Çölü'nü okudum. Boğuk yapısı hoşuma gitti. Kitap aslında umutsuzluk ilacı gibi, umut oldukça varoluyoruz çünkü. Birkaç alıntı ekliyorum..

nsanın, tek başına olduğu ve hiç kimseyle konuşamadığı zaman bir şeye inanması çok zordur. İşte tam da o dönemde, drogo, insanların her zaman birbirlerinden uzakta olduklarını fark etti, birisi acı çektiğinde, acısı sadece kendisine ait oluyor, hiç kimse o acıyı dindiremiyordu; bir insan acı çektiğinde, duydukları sevgi ne denli büyük olursa olsun, diğerlerinin bu yüzden acı çekmediklerini ve yaşamdaki yalnızlığı işte bu durumun oluşturduğunu fark etti."

"Siz kimsiniz?" diye seslendi yüzbaşı. İşte bu da tam Drago'nun korktuğu soruydu."

"Ya aslında yanılıyorsa? Ya gayet sıradan bir yazgıya sahip, sıradan bir insan olarak yaratılmışsa.."

Fundalarım <3 bakımı hakkında da çok okudum..

İZLEDİM:

Bu ay bir gece aşırı bir özlem duyunca, yeniden "Lost in Translation"ı izledim. Benim için bu filmin özel bir yeri var, tam neden bilmiyorum ama sanırım yabancı bir kültürde kendimi upuzun boyuyla asansörde duran Bill Murray'e ya da sevdiği adamın peşinden Japonya'ya gelmiş ama ölesiye sıkılan, sevdiği adamı da bu süreçte bir yerde ruhen kaybeden Scarlett'e mi benzetiyorum acaba? O ikisinin birbirini buluşu, tam aşk da denmeyecek ama aşktan da güçlü bir bağ kuruşları, yaptıkları tüm o çılgınlıklar, konuşulmayan anlar, kayboluşlar, ayrılıklar... Bana birini çok fena hatırlatıyor ve özletiyor.. Hele o taksiye binip gitme sahnesi...... Offffff of.

Dizi olarak "Midnight Mass"i izledim, rahibin poposu ve bacakları çok güzeldi, Riley'in o sakinliği, kızın adını unuttum ama en son sahnede "ölmek" üzerine "inanç" üzerine söyledikleri hakikaten benim inanç sistemimle birebir aynı olduğu için (Panteizm: Tanrı hepimiz ve herşeyde), hoşuma gitti. Ama dizi genel olarak çok saçmaydı. Ben senarist olsam şahane yazardım bunu diye geçti aklımdan :))) Hiç öyle vampir cart curt eklemezdim, al hikâyeyi ve Amerika'daki o saçma mezheplere bağla, nasıl topluca intihar edebildiklerini sosyoloji ve psikoloji ekseninden çok güzel anlatabilirdin yani... Olmamış ı-ıh. Ama popo iyiydi. Gözler de fena değil :))) Ekmek alır mıydınız tatlı bağyan?

Bir de sevinçten zıpladım. Netflix tüm Seinfeld'leri yüklemiş! İkiz kardeşim (bedenen ve ruhen hahaha) Elaine'i ne özlemişim ayol.. Bir de "The maid"i izledim ve Andie Macdowell'a bir daha hayran oldum, Alex kendi kızıymış, bön bön bakıyor insan anasına çeker biraz... Ama torun şahaneydi ya, tam mıncırmalık bebe.. İtiraf edeyim o diziden sonra sokak insanlarına bakışım zaten yumuşaktı, iyice yumuşadı, birkaç adım atacağım bu konuda. Bunu da yazarım (dönersem Mimas'tan).

DİNLEDİM:

Sevgili Momentos'un Podcast'ini aslında Ağustos ayında keşfetmiştim ve sürekli dinliyorum güzel diksiyonlu güzel insanın hap gibi minik hikâyelerini ama unutkanlık işte, bahsetmemişim, ayıp etmişim. Bu ufak mutluluk, düşünce, duygulanma "haplarını" şu linkten bulabilirsiniz. Hararetle tavsiye ediyorum! Bir de Spotify'dan beni takibe alan insanların müzik listelerine dadandım, bazıları baya iyi, direkt araklıyorum. Ben Mimas Yolu için kendime şahane listeler hazırladım, sır değil şuradan takip edebilirsiniz.. Hattâ! Haydi bana katılın, her gün için sadece 1,5 saatlik listeciklerim var (gerisinde yolun ve içimin sesini dinleyeceğim için), 6 gün boyunca gelin birlikte dinleyelim :)

doğanın sesini dinlemek..

SEVİNDİM:

Aaaah! Unutmayayım! Bu ay M.'nın okulunda şahane bir gelişme oldu. Her Salı M.lar "orman okulu" yapacaklar. Yani sabah 7.30'dan öğlen 12.15'e dek (Almanya'da okul saatleri böyle tuhaf.. sabah zifiri karanlıkta çocuğu elinde fenerle 2km orman yolunu yürümeye yolluyorum - bence 6 yaşındaki bir çocuk için çok korkunç ama Alman bunlar, ne desem "sağlıklı olan budur" diyecekler..) tamamen açık havada, ormanda yapacaklar dersleri. Hayat Bilgisi dersinde flora fauna öğreniyorlar ki zaten M.'nın özel ilgisi olan bir konu (benden daha bilgili doğa konusunda öyle diyeyim..) inanılmaz sevindi. İki ders Hayat Bilgisi, 2 ders Spor, 1 ders de Matematik doğada işleniyor. Proje denemeymiş sadece bizim sınıfa başlandı, kedi olalı başımıza bir talih faresi vallahi.... İnşallah iptal edilmez. Türk anneleri olsa sanırım cıngar çıkardı eksi 10 falan olacak çünkü ısı ;) Kendimi frenliyorum.. Çözüm: elbette yün fanila, puah!

Kızımın Orman Okulu ödevlerinden birini ekliyorum. Yaprakla meyveyi eşleştirin. Hadi bakalım, yapabilen yoruma yazsın :)) Ben sadece 2 tanesini bilerek 8 yaşında bir çocuğun alay konusu oldum! "Anne şaka mı yapıyosun, gerçekten mi bilmiyosuuuun?!" dedi ayol zilli..

YEDİM İÇTİM:

Ayın ilk yarısını sarhoş geçirdiğimi itiraf edeyim. Bu Feder Weisser (tüy beyaz) denen şey Allahtan fermente bir içecek olma özelliği sayesinde sadece 1 ay piyasada, yoksa ben garanti ediyorum alkolik olurum! Üzümden fermente edilerek yapılan ve taze taze tüketilen köpüklü beyaz şarap diyebileceğim bu içki, şişelendiği andan itibaren hemen bir ay içinde içiliyor yoksa bozuluyor. Prosecco ile Hugo arası, meyvemsi ve asla alkolü hissetmediğiniz bir tadı var, öyle ki ilk keşfettiğim sene 1 litre falan içiyor sonra da "ay ben bi neşelendim, bi hoş oldum" kıvamına gelip sızıyordum, sonra sevgili eşim "yahu onun içinde %12 alkol var, fermente olduğundan içerken hissetmiyorsun sen" dedi :)))) Çünkü şarabı bile içemem ben, içine köpüklü su karıştırırım, içki sevmem yani. Ama bunu ver 2-3 litre, o derece... Neyse ki dönemi hızla gelip geçiyor.

Şimdi 1 sene beklenir mi yahu?!

Bir de Mimas Yolu sırasında nasılsa veririm diye, bu son iki haftadır ne bulsam yiyorum. “Artık havalar soğudu, gidemem” diye bir öğlen aklıma esti, Hermann'la birlikte son bir bira bahçesi yaptık başbaşa... Tabii ki şnitzeli Hermann yedi :)) 


Aynı günün akşamına oğlum Yunanlı arkadaşına oyuna davet edilince, annesi "Karyoka" denen bu şahanecikleri yapmış, kaçırmadım.. "Sizde de vardır aynısı eminim" dedi, "bu kadar güzeli yok" diye diplomatik bir hamle yapıp, "ay bi foto çekebiliiiir miyim" diye de sırnaşınca, geri kalanını Ege Misafirperverliğiyle "yanıma sardırdım". 

Eğer son dakikada bir hastalık falan olur da Mimas Yolu hayâl olursa, yandık :)))) Ekstra kilolarım ve ben, ortada "Afrikalı Hatun Totosu" gibi kalacağız. Aman n'olur olumlu düşünelim. Dilimizi ısıralım - dur daha iyisi ben bu postu ay sonuna otomatik yollaya basayım, ben gittikten sonra yayınlansın, nazara gelmeyeyim :P

KEŞFETTİM:

Merinos yünü! Yeminle bir Bursalı olarak kendimden utanıyorum. 42 yaşımda Almanya'da "merino merino" dediğim yere göğe koyamadığım şeyin çıka çıka bizim Bursa'nın zamanın ünlü merinos fabrikasından çıkmış olması... Ya o fabrika bence muhteşem bir yerdi, merinos basmasından elbiseler, yününden içlikler... Bu merinos yünü ürünler Decathlon'da satılıyor, sporcu arkadaşlara tavsiye. Yün ama pamuklu penye inceliğinde ve hissinde. KOKMUYOR!!! Ciddiyim 1 hafta sürekli giy koş terle kokmuyor yahu! Sihirli bir ürün.. Ve sıcacık, yumuşacık. İnşallah yünlü programında yıkamayı unutmam da çekip barbi bebek bedenine düşmezler.....

HAYDİ BEN KAÇTIM :)

Veeeee Mimas Yolu Yolcusu kalmasıııın! Bu aylık da bu kadar. Kasım'da görüşmek üzere..

25 Ekim 2021 Pazartesi

Bazen.. uzun uzun yazası gelir insanın.

Bazen ona bir şeyler yazarsın, 
Yazar silersin, yazar silersin.
O hiçbirini okumamış olur,
Ama sen hepsini söylemiş olursun.*

.

Bazı insanlar var. Elif meselâ. Onlarla birlikteyken, daha ziyade kendimi tanıyorum. Sınırlarımı ya da sınırsızlıklarımı. Beni gerçekten neyin mutlu ettiğini, neyin korkuttuğunu, neyin çok üzdüğünü öğreniyorum. Bir türlü kıramadığım kısırdöngülerime, en başta neden sahip olduğumu keşfediyorum. Bazen, canımı çok yakan bir süreçten, yıkık dökük, topallaya aksaya çıktıktan sonra, biraz üstümü başımı düzeltip, tozlarımı silkeleyip, kanayan yaralarımı da sardıktan biraz sonra; aslında hayat yolunda ne büyük bir adım attığımı fark ediyorum. Kendimi anlamak yolunda.. Çünkü bir süredir hayatı anlamakla kendimi anlamanın aynı şeyler olduğunu düşünmeye başladım.

Elif'in doğum günü. 40 yaşına giriyor. Olmayan kardeşim gibi, candan kutlamak isterdim onu. Hadi inatçı keçi, demek, yetmez mi artık demek, kaldığımız yerden demek. Bir abla gibi. Ama demiyorum. Diyemiyorum. Çünkü onun "benden uzak dur!" sinyalini aldım, hem de anladım onu, hak verdim. Kabul ettim. Ama dış kapının mandalının bile doğum gününü kutlarken, kardeş gibi gördüğüm birinin doğum gününü, yokmuşçasına.. İçim sızlıyor. Keşke sıradan insanlar olmayı başarabilseydik diyorum böyle anlarda. Yüzeysel paylaşımlar, fazla yakınına sokulmadan, merak etmeden, umursamadan. Uzaktan verilen selamlar. Keşke biz de herkes gibi olabilseydik.... Ayda yılda bir görüşen. Ama en azından kopmayan.

Sonra buna gülüyorum. Senle ben söz konusuyken, bu mümkün mü..?

*

Uzaktan da olsa, sesim sana ulaşmasa da, ben yazmak istedim. Yazıp yazıp silmek. 

Doğum günün kutlu olsun kardeşim.. Nice mutlu yılların olsun.

* Dörtlük: Murathan Mungan.

16 Ekim 2021 Cumartesi

Saat tam 12.00'da bugün..

Geleneksel bir şekilde tahta tokmakla bira fıçısı delindi ve tüm şirket işçilerine, ailelerine ve onur konuğu olarak da biz S. ailesine bira, tavuk, lahana ve sirkeli patates salatası ikram edildi. Kutlamalar sabah 10'dan akşam 19'a dek sürdü.  


Eşim bile bilmiyor neden burada bulunduğumuzu. Çünkü sağ elin verdiğini, sol ele söylemem... Asla. Fakat; böyle ufak paylaşımların yüzü suyu hürmetine döndüğünü bu dünyanın, herkese haykırmak isterim. Verdikçe artar bazı şeyler..... 

Fabrikayı kuran, bugün saat tam 12.00'da fıçıya tokmağı çalan Kai; 1989'da sadece 20 yaşındayken, duvar yıkılır yıkılmaz, beş parasız Doğu Almanya'dan "Batıya kaçmayı" başarmış bir adam. O adam şu an 52 yaşında ve buradaki en sevdiğim ailenin "baba"sı. İki kız iki oğlan çocuğu, 50 civarı işçisi, şahane bir gülüşü ve mükemmel ötesi bir de karısı var. Sanırım sözlükte "ideal aile" diye bir tanım varsa, yanında bu ailenin resmi - yerini tamamen hak ederek - durmaktadır.

Kathi ile bir iki gönüllü yardım etkinliğinde karşılaşınca, kızlarımızın en yakın arkadaş olmalarından bağımsız, kaynaştık. 4 çocuğu ve ev işlerini çekip çevirmesinin yanında, kendiyle çok barışık bir kadın bu. Kısa süre içinde Kai'in Batı'daki ilk yıllarında yaşadığı zorlukları, sadece 32 yaşındayken geçirdiği kalp krizini, o gün ikisinin de aklının başına gelmesini, hızla evlenip kendilerine kocaman bir aile kurduklarını, şu an 13, 11, 8 ve 6 yaşındaki 4 çocuklarıyla yaşadıkları her anı dolu dolu yaşadıklarını, hiç bir şeye umutsuzlukla yaklaşmadıklarını öğrendim.. Kathi de bu süre içinde beni açık kalpli, ağzı sıkı, eli açık biri olarak gördü ki, dışarıya tamamen kapalı bu ufak kutlamaya (geleneksel Oktoberfest iki senedir Corona nedeniyle yapılmadığı için, kendi arazilerinde yapmaya karar vermişler) bizi de davet etti.. Öyle güzel bir gündü ki.... Ufak bir kare göstermek isterim sizlere:


Aileler fakir aileler, bir çoğunun çok çocuğu var, kırsal alandan ya da Doğu Almanya'da çocukluğu geçen insanlar. Hani "yardım edecek fakir bulamıyorum" diyen insanların aradığı insanlar.. Yılın 11 ayı, haftanın 6, acil durumlarda 7 günü, neredeyse 12 saat çalışıyorlar. Buna rağmen, hepsi patronu çok seviyor, kolkola fotoğraflar çekiliyor, biralar tokuşuyor. Oyunlar oynanıyor, sadece bugün değil, her gün patronun gökte değil aralarında yaşadığı belli.... Demek ki, böyle bir sistem de pekâlâ MÜMKÜN....

Tüm oyunların galibi çocuklar, herkesin madalya aldığı törende
(Arkadaki sarışını 3 yaşından beri takipteyim, beşikten kerttik,
inşallah kısmetse bizim damat adayı hahaha)

Muhteşem bir gün geçirdim. Kai bir ara yanıma gelip "Eee Karen (buradaki adım bu, n'apalım), eğleniyor musun bakalım?" diye sorunca, "Kai, nasıl başarıyorsun?" dedim. "Neyi tatlım?" dedi.. "Böyle örnek bir adam olmayı?" dedim.... O da bana dedi ki, sevgili dostlar: "Tatlım, ben geldiğim yeri asla unutmadım, kimsenin üstüne basarak çıkmadım, yükselmenin tek şartının çevrendeki insanları da seninle birlikte yükseltmek olduğuna inancımı asla yitirmedim.." Sonra göz kırptı ve dedi ki "Bugün burada olmanın tek nedeni, senin de aynen benim gibi düşünen biri olman.. Vermenin, paylaşmanın, karşılık beklememenin hayattaki asıl zenginlik olduğunu bilmen. Biz birbirimizi çooook uzaktan tanırız, bunu asla unutma....."

Son zamanlarda duyduğum ve bugünlerde ihtiyaç duyduğum ennnnnn güzel sözdü bu sevgili dostlar. Doğrudur, biz az kişiyiz ama birbirimizi her yerde tanırız, buluruz, bir araya geliriz.... Hani bazen topluluklar arasında yapayalnız hissediyorum, maddi manevi her tür vericiliğim yüzünden naif bulunuyorum, suçlanıyorum, inancımı dahi kaybetme noktasına geliyorum ya.. Bazen de böyle işte; doğru insanlar arasında, dopdolu, güçlü ve vakur hissediyorum. 

Bu da böyle biline.....

13 Ekim 2021 Çarşamba

Hayatım bir masa sanki..*

Sevgili Ekmekçi Kız ve onun sevgili Okul Arkadaşı Buraneros,

Burada yazmışsınız, bir de şurada. Okuyunca dedim ki; aslında hepimiz aynıyız sanki? Aynı sıkışmışlık hissi, aynı gel-git-gel-peki şimdi?ler. Sen, ben, tüm insanlık sıkışmışız, sığamıyoruz kendi bedenimize de evrenimize de. Böyle zamanlarda hayatın bir "masa" olduğunu düşünüyorum. Üzerinde okuduğumuz, çalıştığımız, bir uğraş verdiğimiz, karman çorman hale geldiğini fark ettiğimizde az çeki düzen vermeye çalıştığımız. Bazen üstüne bir sardunya koyup, elimiz çenemizde hafifçe gülümseyerek hayâl kurduğumuz. Bazen dönen sandalyemizin iyice gerisine "kaykılıp", bacaklarımızı dümdüz uzatıp, ellerimizi göbeğimiz üzerinde kavuşturup, başımızı sola çevirip, camdan gelip geçeni izlediğimiz....

Benim masam son iki senedir çok karışık. Düzenli toz alıyorum, kirli değil. Ama bir türlü bir düzen oturtamıyorum. Dün aldığım kalemliğe rengârenk dizdiğim kalemlerim, bugün yine karman çorman. Zımbamın daha yeni değiştirdiğim teli yine bitmiş. Hele yazıcının mürekkebi! Aman yarabbi; bir sarısı bitiyor, onu yenilerken daha, hop mavi gitmiş, onu değiştireyim derken kırmızı bir tuhaf renk veriyor. Hayatım ya da yazıcım, mükemmelliği çoktan bıraktım da, optimum seviyede bile çalışmıyor. 

İki senedir bir başka tuhaflık daha var yazı masamda. Eskiden ara sıra çalan ve beni boyumu geçen evrak müşkülatından anlık da olsa kurtaran telefonum, hiç çalmıyor. Daha doğrusu çaldığında ya bankanın otomatik robotu, ya sevgili cumhurbaşkanımızın biz azınlıkları da unutmadığını bildiren noel tebriği, ya da daha beteri karşı dönercinin yeni vegan döner reklamı geliyor önüme. Halbuki benim istediğim "nasılsın?" diyen bir dost ses.. Yalan yok, buna neden olan da benim aslında, yazı masama kapanıp, kendimi dünyaya kapatan, bunu "kafa dinlemek" tabir eden de benim. Fakat kafamın içinden dinlediklerim de hoşuma gitmiyor! Katı bir iç ses bu, suçlayıcı.. Oysa dış sesim nazik, içten, sevecen...

Yazı masamın bir başka sorunu da şu: Zaman mevhumu Einstein'ın teorilerindeki gibi eğilip bükülüyor bu masada. Meselâ oğlum ağlarken, kızım hastayken ya da eşim ofisten geç gelecekse asla geçmek bilmiyor, oysa tam yazma şevkim gelmişse ya da şahane geçmiş bir iş yarı-gününden sonra "haydi bir keyif kahvesi..." diyecek olduğumda, birden çocuğun anaokulundan alınma saati de göz açıp kapayana dek gelmiş oluyor.  

Daha tuhafı, hayatta yapmak istediklerimin tam tersini yapıyorum bir süredir.... Masamı toplayayım, kitapların arasına bir ayraç koyayım, çıkıp saatlerce yürüyeyim istiyorum ama dönen koltuğum bir sarmaşığa dönüyor tam o anda, "bir sürü yapılacak iş var, nereye gidiyorsun!" diye sarıp sarmalıyor beni.. "Sen kim oluyorsun da işten yorgun argın gelmiş eşine çocuk kitlemeye ve yürüyüşe çıkmaya kalkıyorsun" da dedi bir defa.. İkinciye demesine gerek kalmadı zaten. Akşam yemeğinin hazırlanması, çocukların girmemek için iki kol ve iki ayaklarını X şekline getirip kapısına yapıştıkları banyoya sokulması, öpüp koklanıp yatırılması gerekiyordu. Sonra da "kararmıştı" zaten, "ne olur ne olmaz" dı...

Kendim dışında herkese hizmet ederken ölüp gideceğim, tüm bu işler ne kadar önemli diyorum kendi kendime. Tam o anda masadan bir sarmaşık çıkıyor, o sarmaşığın kolları boynuma dolanıyor. Ağzımdan giriyor, burnumdan çıkıyor, bir şekilde ikna ediyor beni. Bırakmıyor düşüneyim böyle tehlikeli düşünceler.. Ben de edebimle duruyorum; "yazmayı bırakıp yaşamak" diye karar veriyorum. Oysa yazarak yaşamak daha güzel bir seçenekken?

İzninizle, mektup içinde bir başka mektup yazacağım şimdi:

Söyle bana sevgili masa; ne olacak bizim senle bu halimiz? Sana duyduğum aşkın yarısını şu yanındaki pencereye, hemen ötesindeki bahçeye, hatta belki onun da ötesindeki sokağa da duyduğumu bir kabul edebilsen? Tek kalpte diyorum, iki aşk olmaz mı sevgili masa? Hmmm? Tek hayatta, hem masa, hem çocuklar, hem ev, hem iş, hem aş, hem de ben kendim, bir sardunya olarak ben yani, olmaz mı? Gözünü seveyim masa, olur de... Yaparsın sen de, iki gaz ver. Zamanı diyorum, eğip bükme. Eşit ve adaletli dağıt ki hepsine yetebileyim.... Yoksa ben, ben olmaktan çıkıyorum..... Bir robota dönüşüyorum. Bir otomatik portakala. Bir yaşar ne yaşar ne yaşamaza. Bir... anladın işte.

Benden de konu üzerine serzenişler bu kadar...

Gözlerinizden öper, hâlimi şu an en iyi anlatan anlık şarkıyı da şuracığa nakşederim.

İmza. Masası hayli karışık C.

Hamiş. Fotoğraflar, eşgalini verdiğim masadan "çıkabildiğim" dış dünyadan.. 

*Başlık Ekmekçi Kız'ın son yazısına ve dolayısıyla Buraneros'a göndermedir..

2 Ekim 2021 Cumartesi

Sakharoff üzerinden androjenliğe bakış

Onu ilk kez Lenbachhaus'ta Alexej von Jawlensky sergisinde gördüm. Çarpıldığımı ifade etmeliyim. Tablonun sadece yarım saatte yapıldığı ve henüz boyası kurumamışken taşındığı için bu kadar "canlı" kaldığı iddia ediliyor, üzerinde düzeltme ya da değiştirme yapılmadan hediye edilmiş modeline. Oysa ben biliyorum; bizi asıl çarpan nar çiçeği ile turkuazın karşıtlar dengesidir. Tamamlanmışlık hissidir. Bakış, gülüş.. Evet belki, ikinci sırada.

Aradan bir pandemi geçti, müzeler kapandı açıldı derken, yeniden gidişimde beni başka bir sürpriz bekliyordu. Bu sefer Sakharoff, ünlü ressam Werefkin'e modellik etmiş ve bambaşka bir ışıkta, bambaşka renklerde, bambaşka bir kimlikte göstermişti kendini bize:

Önünden geçip gidecekken, tablodaki "kadın"ın kaşları dikkatimi çektiği için durdum ve bu kaşların bana fena halde birini hatırlattığı tablonun ismini okur okumaz da, yerime çakıldım. Tanrım. Nasıl biriydi bu Sakharoff!? Tabloyu bir süre "içtikten" sonra, müzenin insansız bir köşesinde basamaklara oturup telefonumu elime aldım ve Sakharoff hakkında bulabildiğim her şeyi okumaya başladım.

Elena Zareschi ile Hamlet'in provalarında, 1950'ler.

Yıl 1909. O zamanlar ne drag-queen, ne travesti kelimeleri revaçta. Fakat Sakharoff zaten bu kelimelerin hiçbirine de uymuyor. Onda bir sanat var ki, burkulmuş bilek üzerine sahnede baleye devam ederek bileğini onarılamaz derecede zedeleyen ve/bu sayede de kendine özgü pandomimi andıran bir tür dansa imzasını atan bir insan bu. Joker filminde karakterin oturması için, mezarından çıkıp Joaquin Phoenix'in yardımcısı olmuş bir öncü sanatçı. Kendi kostümlerini diken, makyajını yapan, bir kadınla (Elena Zareschi) evli, androjen bir insan.. 

Yıl 2021'e dönüyoruz. Tuvaletlerde ve devlet belgelerinde "öteki" seçeneğinin sıkça görülmeye başlandığı, LGTBQ kimliğe sahip bireylerin seslerini duymamazlık edemediğimiz, çevremizde ya da sanat çevresinde sıkça karşılaştığımız androjen kimlik, tam 100 + 12 sene geçtiği halde, hâlâ kendini kabul ettirme savaşı veriyor.. 1909'a geri dönüyor ve Alexander Sakharoff'un yaşamına yeniden bakıyoruz. İnanılmaz.... Okuduklarımın ışığında artık Jawlensky'nin nar çiçeği / tukuaz / baştan çıkarıcı dansçısına aynı şekilde bakabilmem imkânsız.. İçimi bir hüzün, bir nahiflik, çocukluk, pişmanlık kaplıyor... 

İster istemez düşünüyorum: Sanatçının "görevi" nedir? Ya da bir görevi olmalı mıdır sanatçının? Zaten sanatçı değil midir, kendiliğinden toplumu bir sonraki adıma taşıyan, bunu görev edinmediği halde, ışık olan, öncü olan? Çoğu zaman bu uğurda hayatını acılar, imkânsızlıklar hattâ dışlanmalarla geçiren? 

Hermann Hesse'den alıyorum yazarın (sanatçının olarak da okunabilir bence) görevi'ne dair cümleleri: "Anlaşılamamış yazar mı? Zaten  anlaşılamamış yazarlar dışında yazar yoktur... Yazarın misyonu, varlık nedeni; insanı rastlantısallığı ve değişkenliği içinde tanıtmak, realitenin yerine rastlantısal insanlığın yerine, kendi insanlık düşünü, insanın yazgısına ilişkin kendi sezgisini geçirmektir.. İnsanlık yazarlarını anlasa, onları ciddiye alıp peşinden gitse, bir gemi gibi dengesini sağlayan safradan  olur ve batıp giderdi. İnsan soyunu ayakta tutmak ve sürüp gitmesini sağlamak pek çok ciddiliği, pek çok sığ idealizmi, pek çok ahlak kuralını ve pek çok budalalığı gerektirir."

Sanatçının en azından sanatı var. Ne yaşarsa, ne kadar anlaşılamasa, ne kadar itilse de; bir şekilde sanatına yansıtıp katharsis (boşalma) yolunu buluyor. Ortaya çıkardığı eser oranında kabul ediliyor yaşadığı ortamda ve kendi de yaşadığı (kendinden sığ) ortamı kabul edebiliyor. Peki ya sanata kaçamayan insan? Onun durumu daha acıklı değil mi? Zaten anlaşılamadığı ve anlayamadığı toplumda, bir de anlayamadığı "kimliği" ile bocalayan, kendini kabul ettirmeyi bırak kendi kendini kabul edemeyen insan? Cinsel kimlik bunalımıyla harcanmış hayatlar... Ne büyük haksızlık.