30 Nisan 2021 Cuma

Arınma 3. Hafta

3. haftanın "özeti"ni öncekilerden farklı bir şekilde yazmak istiyorum çünkü şu sizdeki tam teşekküllü kapanma, bizdeki bir açılıp bir kapanmaktan olunan yalama bence hepimizin sinirlerini yeterince bozdu ve bir de benim varoluşsal hezeyanlarla dolu yazılarım hiiiç çekilmez.. Haftadan kalan neşeli anlara odaklanalım! "Nasılız?".. "İyiyiz"..

Bu hafta biraz yoğun geçti. Kızımın sınıf arkadaşının annesi (aynı zamanda yakın çevremizde corona döneminde ayrılan 4. çift) acil bir ameliyat geçirdi ve kızını birkaç gün kadar bizde konuk ettik. Beni bilen bilir, çooook sayıda çocuk seviyorum, elimi attığım yerde bir çocuk bulmak çok hoşuma gidiyor. Fakat çocukları fiziksel seven biri değilim, daha ziyade gözümle sever, yaptığım aktivitelerle de sevilirim. Fakat ufacık çocuk annesini özlüyor tabii, endişeleniyor. Bu devirde başkasının çocuğuna sarılmak öpmek özellikle Batı kültürlerinde çok ters anlaşılsa da, saldım valla, çocuğu bolca öptüm sarıldım.. Eşim "corona olacaz" paranoyasıyla ve zaten çocuk da sevmediği için, kendini odaya kitleyince, çocuklar bana kaldı. Güzeldi ama yoruldum biraz. 

Öğlene dek onlar ödev yaptılar ben bahçede çalıştım. Bizim cingöz recai benim bahçede çalışmamı fırsat bilip evin önüne "bit pazarı" kurmuş ve kardeşinin oyuncaklarını satışa çıkarmış bu arada, vay küçük girişimci seniiii.

Bir şey diyemedim, zaten oyuncakların tanesini 20 eurodan satmaya kalktıkları için havalarını aldılar :)) Her gün öğle yemeği sonrası 2-3 saat parka gittik. Geceleri de işte sessiz sinemayla, yatakta zıplama ya da projektörle duvara yansıtıp film izlemeyle falan geçirdik. Ana kız buluştular neyse, sağlıkla. Allah kuzuların hiç birini anasından ayırmasın, zor..

Bir de sorumluluk fena. Tutuyor ağaçlara tırmanıyorlar. Kendiminki düşse ayrı, emanet çocuk diye iyice aklım çıkıyor. Ağaç altlarında "evladım fazla yükselmeyin çocuğum biraz aşağı inin" diyen tavuk anne bendim bu hafta.. Ama yuh artık yani değil mi:

Yavruyu anasına teslim ettikten sonra bir rahatlama geldi üzerime. Haftanın geri kalanı daha huzurlu geçti.. Bu haftadan bana kalan güzelliklerse şunlar.

OKUDUM - DÜŞÜNDÜM:

Knulp'tan bir paragraf, bu hafta iyi geldi: "Her insanın kendine özgü bir ruhu var" dedi. "Onu başka bir ruhla karıştıramaz. İki insan birbirine yaklaşabilir, birbiriyle konuşabilir, birbirinin hemen burnunun ucunda olabilir, ama ruhları bulunduğu yere kök salmış çiçeklere benzer, hiçbiri kalkıp ötekinin yanına gelemez, bunun için kökünü terk etmesi gerekir, böyle bir şeyi de başaramaz. Çiçekler kokularını ve tohumlarını yollar birbirine, çünkü birbirleriyle konuşmaya can atar; ama bir tohumun istenilen yere ulaşması konusunda çiçeğin elinden bir şey gelmez, rüzgârın işidir bu, rüzgâr da canı istedi mi bu, istemedi mi öbür yönden eser."

ELALEMİ DELİRTTİM:

İnsanın çocukluk arkadaşının ünlü bir müzisyen olmasından daha beter bir şey varsa, o da bu arkadaşı gecenin üçünde varoluşsal hezeyanlarla delirtme hakkını kendinde görebilmek sanırım :)) Sanatçılar iyi ki varlar.... Onlar da olmasa şu pandemiden nasıl çıkacağız aklım almıyor.

Fakat hakikaten sevgili blog düşünürleri, ne demek ayol bu "varlığın da yokluğun da yetmiyor?" Lütfen örnek vererek ve Bilale açıklar gibi açıklar mısınız? Yoksa Sezen'e kadar çıkıcam valla!

HİSSETTİM VE DUA ETTİM: 

Yılın ilk insanın içini kıpır kıpır eden bahar kokusunu hissettim ve bisikleti durdurup, kokunun nereden geldiğini bulmaya çalışınca, adını bilmediğim fakat kokusunun yaşama dair tutku dediğimiz o muhteşem hisle bir olduğu şu çiçeği buldum. Ve dedim ki, yahu insan 7sinde neyse 70inde de o galiba.. Çocukluğum, gençliğim, şimdi ortayaşım ve kısmetse yaşlılığım da bu kokuya hayran kalmakla geçsin hep ne olur... Hayatta başıma ne gelirse gelsin, ne olur hiç unutmayayım bu konunun bana hissettirdiği o enerjiyi, o aşkı!

DİNLEDİM:

Yoğun haftanın gürültüsünü, yeni yeni erimeye başlayan karlarla yavaş yavaş kabarmakta olan şu ırmak boyunca sıfırlamak, bana çok iyi geldi... Size de iyi geleceğini düşündüğüm için videoyu paylaşıyorum (sesi açın lütfen)

Haydi bakalım ramazan 4. hafta, güzel güzel geç..

Belki de, bir mektup yazmalı insan..

... oysa bazen yetmiyor.

Gökyüzü masmavi ve kuşlar cıvıldarken kolay oluyor etrafa bakıp "bunlar bana bir ömür boyu yeter" demek, kendimi hayatla oyalamak. Ama gri bulutlar gelmeyegörsün, üzerime an be an çöreklenen bir ağırlık, sıkışmışlık duygusu ve hayatı sorgulamalar, cevap aramalar, yetmemeler yetirememeler...

Saat 03.12 ve ben
Elif'i çok özlüyorum. 

Gel gör ki, yapacak hiç bir şey yok. Elif kendince haklı nedenlerle benden uzakta, kendi halinde yaşamayı seçti. Giden-kalan ilişkisinde bana biçilen saygılı kabullenme rolünü oynamak zorundayım. Fakat her gün öyle çok şey olup bitiyor ki, hepsini ona yazmak istiyorum. Dün meselâ bisiklete bineyim dedim, her köşe başında "bunu Elif'e anlatmalıyım!" dediğim en az üç şey çıktı karşıma. Ve sonra, ama Elif artık yok. Çok dayanılmaz bir hüzün bu. Ağır. 

Elif'e yazmayı çok özledim. Her gün aramızda gidip gelen sayısız mektupları çok özledim. Son zamanlarda suyu gittikçe azalan bir derecik gibi kuruyan kelimeleri. Çok özledim ona yazmayı, ondan gelen cevapları okumayı, bazen gülmeyi, bazen hüzünlenmeyi.. Saçma sapan şeylerden konuşmayı ya da en mühim meseleleri tartışmayı. Yokluğunda kelimelerim de yitiyor, kayboluyor sanki...

Ona yazacaklarımı size yazsam bir süre? Tek bir Elif'ten açılan boşluğu bir sürü insanla doldurmaya, kapatmaya çalışsam? İyi gelir mi? Çünkü içimde tutmak zor geliyor bazen....

Sevgili Elif, Desem. Yeniden.
Bugün bisiklete binerken nedensiz bir mutluluk kapladı içimi. Yahu dedim, yaşamak ne güzel şey. Rüzgarın saçını hafif hafif okşaması, artık enikonu ısıtmaya başlayan güneşe bakarken burnunun gıdıklanması. 
Hatırlıyor musun, sen bana ağacını anlattığında - ve bir de fotoğraf eklemiştin hattâ - ben de sana "biliyor musun Elif, senle ben gibi değil herkes, bazı insanların tek bir ağacı bile yok şu hayatta. Yani köşe başında görüp de gönül vermemişler bir ağaca hiç, gölgesinde oturup da serinlerken şükran duymamışlar, nasıl olabilir ki böyle bir şey?" demiştim ya.. O gün bugündür, benim tek bir ağacım değil, bir çok ağacım oldu ama, en güzeli de bugün oldu be Elif.. Tam da yaşamanın ne güzel olduğunu düşünürken, birden karşıma çıkıverdi işte. Ve ben bir refleks gibi seni hatırladım, ah dedim Elif'e göstermeliyim şimdi bunu! Bir ağacın bir insana diğer bir insanı hatırlatması; ne güzel şey be Elif...
Bir fotoğrafını ekliyorum bak. 

 
 

Manolya, evet. Fakat hiç bu kadar büyüdüğüne şahit olmamıştım ben. Peki ya sen?
Üstelik biliyor musun - beni bilirsin ya - durup da uzun uzun bakışırken ağaçla, sahibi çıkmasın mı dışarıya! 80 yaşlarında ince uzun, saçsız, sakin devinimlerle ağır ağır yürüyen bir adamcağız.. Bir an göz göze geldik. Aynı anda gülümsedik. Bazı insanları ilk gördüğün anda, aniden sevivermek, ne ilginç değil mi Elif? Sanki daha önceden bir hukukun olmuş da, ezelden beri tanıyormuşsun gibi.. Eski bir tanışa denk gelmişsin gibi.
Bugünlük bu kadar. Kafka gibi ben de pulsuz bir mektup yazabildim sonunda galiba be Elif.... 
Haydi kal sağlıcakla.
c.

*

Ekleme. Aslında akıllanabilsem, sadece kendime yazmayı ve yayınlamamayı bir başarabilsem, en güzeli o olacak. Hem böylece iki gün sonra ölesiye utanıp içimdeki bu özlemden, silmek zorunda da kalmazdım belki.... Ama sözler içimde kalınca ya da bir başkası tarafından duyulmayınca, söylenmiş sayılır mı bilmiyorum ve o nedenle de, yazıyorum. Yazma ve Elif'le değilse de adsız sansız bir okuyucuyla paylaşma ihtiyacı duyuyorum..  Çünkü bazen, yetmiyor işte (kimseyle paylaşamadan tek başına duyumsadığın) yaşamın renkleri de, bahar da, hayatın hayhuyu da ve hattâ zaman da.... 

25 Nisan 2021 Pazar

iç döküş: yol ayrımı

Düşündüm, taşındım, defalarca tarttım ve belki de son zamanlarda karşıma çıkan en iyi iş teklifini reddettim. Eşim oldukça sinirlendi, sanırım ailemi de biraz hayal kırıklığına uğrattım, belki şimdi bunu okuyan birçok insan için "iş buldun da beğenmiyorsun" bencilliği olarak da görünebilir yazacaklarım. Ama inanın, kendi içim rahat.. 


huzurluyum.

Geçen hafta süpervizörümle buluşmamız vardı ve son iki seferdir yarım ağızla ve ağzımı yoklayarak ortaya attığı konuyu bu sefer resmen ve açıkça "Bak C., seninle terapist olarak değil, yaşlı bir akraban gibi konuşuyorum, beni iyi dinle!" diyerek dile getirdi.... Özetle kendisi 73 yaşında ve seneye bugünler emekli olacak. Beni yerine getirmek istiyor. Fakat bu devlete bağlı bir kurumda tam zamanlı bir çalışma demek. Çocuklarım 7 ve 4 yaşında, benim tercihim yarı zamanlı çalışmak ve öğleden sonra onlar eve geldiğinde evde olabilmek. Bu zamanlarımız bir daha geri gelmeyecek.... 

Fakat itiraf edeyim, çocuklardan çok da kendim için yaptım bu seçimi. Bundan 7 sene önce kızım yeni doğmuş ve ben onu kanguruya sokup doktora derslerine girip çıkarken, doktora hocam da beni bir köşeye çekip "kızım bak.." diye başlayan uzun bir nutuk çekmiş ve kendi terapi merkezinde çalışmaya davet etmişti. O da emekli olacaktı, o nedenle "hemen birkaç ay içinde" karar vermemi istemişti. Ben o zaman da "çocuğuma kendim bakmak istiyorum" diye reddetmiştim. Kızımı küçücükten kreşe bırakma düşüncesi bana zor gelmişti ama asıl kendime kıyamamıştım, kızımla geçireceğim zamanı karşılığında para ve mevkii vererek benden almalarına, bu şansımı elimden almalarına izin vermemiştim.. 

Ben çok yoğun ve işini çok severek çalışan bir annenin kızıyım. Annem corona başlamasa bu sene 71 yaşında kendini emekli etmezdi. Keza teyzem 74 yaşında hâlâ üniversitede hoca, süpervizörüm 73 yaşında.. Bu kadınlara büyük saygı duyuyorum. Onlarla gurur duyuyorum. Çocukluğumdan beri "bir kadın kendi ayakları üzerinde durmalı, kimseye bağımlı olmamalı" mottosuyla yetiştim, buna ben de inanıyorum. Fakat bir kadın olarak çok fazla yükün altında olduğumuzu düşünüyorum. Hem ateş gibi bir iş kadını ol, hem çocuklarının anası evinin kadını ol, yetmedi şöför nebahat ol, mutfakta michelin stara koş, yatakta offff yeter.. Peki ben? Benim isteklerim, hayâllerim, hayat planlarım?

şimdiki yaşamımda lüks olan bu işte...

Eşime süpervizörümün teklifini anlatınca çok heyecanlandı. Bana "sen hayatımda tanıdığım en zeki insansın, bence potansiyelini küçümsüyorsün" dedi. Fakat ona reddetmeyi düşündüğümü söyleyince, tuhaf şekilde sinirlenmeye başladı. Bana üstü süslü kelimelerle tembellik ve bencillik ediyorsun dedi. Artık 42 yaşındayım ve daha rahat, beni zorlamayan bir çalışma şeklini 10 sene daha sürdürüp, en küçük çocuğum da 15 olunca (Alman çocukları erken olgunlaşıyor) kendi hayalimi yaşamaya başlamak istiyorum dedim. Hayalimi biliyorsunuz, havası ve insanı daha sıcak bir iklimde deniz ya da akan suyun kenarında ufacık taş bir ev, birkaç ağaç, çiçek ve sebze bahçesi, sanat ve edebiyatla içiçe olmak ve her gün görüştüğüm birkaç komşu.... Hayalim bu.... Bu kadar.

Kimseye anlatamıyorum.

Sıkılırsın diyorlar. 30 sene böyle yaşanmazmış.. Ne malum önümde 30 sene olduğu? 

Kızıma örnek olmalıymışım. İyi de "yaşamayı severek" örnek olmak daha önemli değil mi? 

İnsana sürekli bir mücadele, bir kavga, bir uğraş, bir kendi potansiyelini gerçekleştirme ve aşma motivasyonu şartmış. Neden?


Süpervizörüme dahi anlatamadım. Neden kaçınıyorsun diyor, çocuklarına bir bakıcı bul ve tam zamanlı çalış diyor, "daha 42 yaşındasın, önünde 30 senen var, biz terapistlerin altın çağı 40-75 arası".... Kaçınmıyorum ki, sadece "iş ve özel hayat dengesi" benim için çok önemli. Eğer sabah çıkıp gece perişan döneceksem, deve yüküyle altın verseler ne yazar? Zaten lükse düşkünlüğüm yok, ayağım hep yorganımdan 5cm uzakta, azla çok yapabilen biriyim... Çok param olmasın ama zamanım olsun, sakin sakin göğe bakarak sevineyim, çiçeklerle hayvanlarla uğraşayım.. Evet hırsım yok benim hayata dair..... Onun yerine sakinlik istiyorum, huzur istiyorum. 

Bu nedenle reddettim teklifi. "Acele etme, 1 senen var" dendi ama ben kararımı verdim, istemiyorum tam zamanlı işe dönmeyi. Benim dışımdaki herkes hata yaptığımı düşünüyor ve sürekli "sıkılacaksın, pişman olacaksın" diye tehditler savuruyorlar. Soruyorum size, çalışmak kadar yaşama da zaman ayırmak istemenin nesi yanlış? Nesi hata? Buysa bencillik, evet bencilim... Hayata bir defa geldim ve kıyamıyorum işte kendime, ne yapayım, kıyamıyorum.....

23 Nisan 2021 Cuma

Arınma 2. Hafta

 
kötü tasarım insanı rezil eder :))

Geçen haftaki "yaşadıııım, yaşıyoruuum" halet-i ruhiyesi bu haftaki aniden kapanan okullarla birlikte tabii "yaşayamıyorum, boğuluyorum, deliriyorum" olarak geri geldi. O kadar yorgunum ve dalgınım ki, haşlanmakta olan yumurtayı fokur fokur kaynayan suya direkt üç parmağımı sokmak suretiyle almaya kalkışıp parmaklarımı yaktım. Neden böyle davrandığımı bilmiyorum hakim bey.... Su topladılar ayol!

Yumurta hadisesini takip eden günlerde de sayısız saçmalık ve küçük ev kazasından sonra "eeeeh" dedim "bu iş böyle gitmeyecek". Bir kalk silkelen, ev okulu diye, buz gibi yağışlı hava diye nedir bu mızmızlığın yani? Hep yaşadığımız ve anlaşılan daha uzuuuun bir süre de yaşayacağımız şey.... Argoda bir laf vardır, "tecavüz kaçınılmazsa bari keyfini çıkartmaya bak" diye. 2020'de beceremedin, bari 2021'i hiçleme.... Üçte biri geçti bile!

Arte'de "Viral Humor" diye bir belgesele denk geldim, linkini şuraya bırakayım. Biliyorsunuz bazen insan kabul edemediği travmaları dayanılır kılmak için mizaha başvuruyor ve bu belgeselde de corona sürecinde global anlamda nelere güldüğümüzü, neden güldüğümüzü incelemişler. Sonuçta diyor ki, bu günler yakın bir tarihte birden sona ermeyecek, geçmeyecek, bari "keyfini çıkaralım" :) Aynen bence de..

Bu hafta, Fiziksel arınma bazında, yanık parmaklarıma pomatı sürüp, gazlı bezi bağlayıp, üstüne bahçe eldivenini giydiğim gibi, kendimi bahçe çalışmasına attım. Yağmur yağmayan her dakika ya kazdım ya söktüm ya diktim... Elma ağacımı daha güneşli bir köşeye taşıdım. Henüz ne filiz verdi, ne de çiçek açtı. Ama o kadar soğuk ve gölgelik bir yere dikmişim ki, taşımasaydım da zaten ölecekti. Şansımı denedim. İnşallah yeni yerini sever ve tutar.. 

belki bir gün.. 

Bilişsel arınma bazında çok zorlandığım bir haftaydı. Süpervizörümden ciddi bir iş teklifi aldım ama bazı kişisel nedenlerle kabul etmek içimden gelmiyor. Bu konuda çok düşünceliydim (ve bu nedenle çok dalgındım), kararımı verince anlatırım nedenlerini.. Bilişsel anlamda verimsiz bir haftaydı ve bu psikolojik arınma bazında da kötü etkiledi beni. 5dk'lık mini-meditasyon alanları yaratabilmek ve bir de uzuuun bir şükür duası etmek haftanın tek güzel tarafıydı.

Sosyal arınma çabalarım bu hafta güzel sonuçlar verdi. L.'ın yarı Faslı yarı Alman arkadaşına davetliydik ve bize şu alttaki Ramazan Takvimi'ni hediye ettiler. Noel takvimi adetini yazmıştım, aynı mantık. Her sabah bir yıldız yapıştırıyoruz ve Ramazan Bayramı geldiğinde çocuklara bayramlık birşeyler alacağım :) Büyük bir heyecanla bekliyorlar.


Ve gelelim haftadan bana kalan güzelliklere:

OKUDUM - İZLEDİM - DÜŞÜNDÜM:

Kierkegaard'ın "Tanrıya ihtiyaç duymak" kitabından bana kalan çok şey var ama aktarmak istediğim şu satırlar özellikle manidar:

"Tam dozu bağırsak söktürücü bir etkiye sahip olup da, yarım dozu kabızlık yapan bir ilaç düşün. Farz et ki biri kabızlık çekiyor. Ama bir sebepten (belki elde tam doza yetecek kadar ilaç olmadığından) sadece bir şey yapmış olmak için bu kişiye yarım doz ilaç veriliyor.", "Yüreğimizin ancak yarısını koyduğumuz bir iş, beklentimizin tersi bir etki yapar". "Yarım dozun, tam dozun tersi bir etki yapacağını anlayabilmek için doktor olmak gerekir."


Bu hafta Netflix'ten "My Love" belgeselini izledim. 6 bölümlük her biri birer saat süren bu mini belgesel serisinde, dünyanın 6 farklı ülkesinde yaşayan ve 50 yıldır birlikte olan 6 çifte dair gözlemler, yorumsuz olarak aktarılıyor. Çok hoşuma gitti ve biraz da kendi evliliğimi ve kendi "şefkat" davranışımı düşündürdü tabii.. Tavsiye ederim.

ÖĞRENDİM - ŞAŞIRDIM:

Aramızdaki yazar adaylarına; J.K. Rowling'in Harry Potter'ı Bloomsbury Yayınevi tarafından kabul edilmeden önce tam 12 yayınevi tarafından reddedilmiş! Biliyor muydunuz? Üstelik son yayınevi tarafından kabul edilmesinin tek nedeni de, yayınevi sahibinin 8 yaşındaki kızının kitabı şans eseri bulup okuması olmuş! 

ÇOK SEVDİM:

Sıcacık bir şeyler içmek için, her şeyiyle mükemmel değil mi?

yeniden.. Pulheriya Shop

DİNLEDİM: 

Bu günlerde dönüp dolaşıp dinlediğim konser kaydı da şu (linki de bu, videoyu göremeyenler için). bahar bize gelmezse, biz bahara gideriz, hem de Paris'e! 


Bu haftalık da bu kadar.. Yokluk içinde çokluk, karmançormanlık içinde arınma, umutsuzluk içinde mizaha ve sanata tutunma çabası ancak bu kadar oldu... Herkese güzel haftasonları!

16 Nisan 2021 Cuma

Arınma 1. Hafta

Bazen hayatın hayhuyu arasında kendimi bir sümüklü böcek kadar yavaş ve dışarıda hissediyorum. Sanki her şey etrafımdan ışık hızıyla geçiyor ve hiç biri bana dokunmuyor gibi tuhaf bir his bu.. Aynen bir sümüklü böcek gibi kendi kendime ördüğüm ve yüklenip sırtımda taşıdığım kabuk gibi üstüme yapışmış bir yük hissediyorum. Beni ağırlaştıran, yoran, yavaşlatan bir yük. Oysa ben doğam gereği sümüklü böcek olamayacak kadar uçucu bir varlıktım bir zamanlar.. 

Türkiye'den dönerken, bu ağırlık hissini görsel olarak aktarabilmek için, havaalanında şu videoyu çektim:

Bu hafta başlayan "arınma ayı" boyunca niyetim, ağırlıklarımdan kurtulmak ve "olması gerektiği ölçüde yaşamıyorum" sabit fikrinden arınıp, kendi kendime "aslında yaşadığımı" kanıtlamak.. Bu hafta hızla başladım. İlk olarak şu ünlü "dört kollu denge terazim" için kolları sıvadım ve:

Fiziksel arınma adına kıştan üstüme yük olanları atmak ve yeniden bedenimi sevmek için koşmaya başladım! Tam bir deniz insanı olan, spor yaparken terlemekten hiç hoşlanmayan ben, meğerse ne çok seviyormuşum at kuyruğumun bir o yana bir bu yana gidişinde rüzgârı hissetmeyi, sabahın ilk saatlerine özgü o neşeli kuş cıvıltılarını duymayı, ayaklarımın altındaki topraktan çıkan o ritmik kırt kırt kırt seslerini... Gün aşırı koşuyor, koşmadığım günlerde de kalbimi çarptıracak başka bir şey buluyorum :)

Starnberger Gölü, sık sık gittiğim, koşmayı çok sevdiğim bir bölge. 

Terapilerimi de artık tamamen ofis dışına, doğaya aktardım. Hem danışanlar sevdi, hem de ayda bir yaptığımız süpervizyon grup toplantımızı da aynı şekilde yapmaya başlayınca, kendi aramızda bir "yürüyüş terapistleri grubu" kurduk diye gülüp eğleniyoruz.. Bu sayede her sabah en az 1, bazen 2 saat açık havada bulunma şansım da oluyor; hay aklımı seveyim!

Eve dönüp duşumu aldıktan sonra sıra bilişsel arınmaya geliyor, ay başından beri mesleğime özel bir aşkla eğildim iyice. Geçen hafta şahane bir seminere katıldım ve özellikle son yıllarda beni zorlayan "varoluşsal anlam arayışı" adına daha profesyonel bir adım atmaya karar verdim. Tüm hafta boyunca hocamla yazışıp bana uygun bir program dahilinde beni yönlendirmesini istedim ve ta taaaa, yeniden öğrenci olmak ne güzel!

Sosyal arınmaya gelince.. Bu hafta Oz'la neredeyse her gün telefonlaştık. Hani bazı zamanlar olur, kendinizi fırtınanın ortasında kalmış gibi hissedersiniz ve birden bir deniz feneri size güven verir, yol gösterir ya. Sanırım Oz da benim deniz fenerim :) Beni hem kendime güldürüyor, hem de gerçekten kendimle barıştırıyor, tekrar tekrar..... 

Tabii ya, sonuçta cingöz ama taş kalpli biri olmaktansa, yumuşak kalpli bir salak olayım, ne olacak ki.... 

Psikolojik arınma anlamında da, Oz'la yaptığım bu konuşmalar bana çok iyi geliyor, meğerse iki ergen gibi telefon ucunda kikirdeşip durmaya, bir yandan da ayak parmaklarıma oje sürmeye ne çok ihtiyacım varmış! Yaşım 40 oldu diye üstüme anlamsız bir "olgunluk" yapıştı bir süredir ve bu uçuş uçuş bir kadın olan bana hiç yakışmıyor! Bunu Natalia da söyledi geçenlerde (hoş o direkt "kendini niye renksizleştirmeye çalışıyorsun" diyerek dan diye daldığı için biraz bozuldum) ama haklı sonuçta; güzelim kızıl saçı artık bu yaşta fazla dikkat çekiyor diye inatla küllü kahveye boyayan, cildim nefes alamaz diye gayet de lekeli ve çilli yüzüne hayatta 1 defa dahi fondoten sürmemiş, hijyenik gelmiyor ve acır diye hayatında maniküre pediküre gitmemiş, "iyi de eskimedi, bozulmadı niye gereksiz tüketim yapayım" diye senede 1-2 kıyafet alan, kocasının ayakkabı sayısı da tam bu nedenle kendininkinin 3 katı olan Allahlık bir şaşkın var karşınızda! 

Ama cevabım hep aynı: "tüketme üret", "doğalı seç" ve bilimum hippi zırvalıkları kalbimin en derininde, vallahi inanmışım.. Değişmez. Ama "ilkelerini kaybetmeden de iyileşebilirsin"! Yani evet, kendime biraz öz-bakım vereceğim. Bu hafta ilk adımı Rwandalı Kadınlar Dayanışma Derneği'nden sabun ısmarlayarak attım :) Gelirin tamamı Rwandalı kız çocuklarının eğitimine gidiyor ve anlatamam size nasıl yumuşacık oldu bedenim..... Hele renkleri ve kokusu ve %100 el yapımı, yerel sermaye ve doğal oluşu! İşte böyle şeylerle gel bana kokoş hippi C.'ciğim :) 

Bunların dışında, "yaşadığımı kendime kanıtlamak" adına arşivlemeye karar verdiğim (fikir: Yüreğimin İklimi Mart Ayı Dökümü yazısından araklanmıştır) şöyle güzel şeyler daha oldu:

İZLEDİM - OKUDUM - DÜŞÜNDÜM:

Bu hafta uzun süredir elimde sürünmekte olan Buddenbrooklar sonunda bitti. Aslında kitap yorumu okumayı da yazmayı da sevmem ve yapmam çünkü herkesin okuduğundan kendine alacağı çok kişisel bence ama benim karşıma şu cümle çıkınca, düşünmeden edemedim: "Uomo non educato dal dalore rimane sempre bambino!" (İta. Acı çekerek eğitim görmeyen insan, her zaman çocuk olarak kalır!)

"The Serpent" isimli mini diziyi izledim ve itiraf edeyim çok uzun süredir bu kadar iyi bir yapım izlememiştim. 70'lerin ruhunu çok iyi bir set kurarak yakalamışlar, kamera çekimlerinin tarzı bile 70'lerdekiyle aynı, şaşırdım ve bayıldım. Gerçek hayat hikayesi olduğu için ayrıca etkileyiciydi. Bolca gerilmeyi ve "tıkınırcasına izleme"yi göze alacaksanız, çok tavsiye ederim.

ÖĞRENDİM - ŞAŞIRDIM:

Kuğu yumurtası maceramız malum.. Okumayanlar için, çocuklarım haftabaşı orman içinde terk edilmiş bir kuğu yumurtası buldular. Yaşar mı yaşamaz mı derken telefonlaştığım veteriner "doğanın işine karışmayın, terk edildiyse bir nedeni vardır" deyince biz de bir şey yapmadık. Fakat yine dayanamadım koşarken sabahları gidip baktım, diğer yumurtaların üzerinden kalkmıyor ama yuvadan oldukça uzakta bir köşede duran o yumurtaya yanaşmıyor anne kuğu... 4-5 gündür yumurtanın yeri milim oynamadı yani biz bulduğumuzda da çoktan terk edilmiş demek bu.. Yapacağımız bir şey yokmuş gerçekten..

Biraz araştırınca, kuğuların yavru sayısına kendileri karar verdiğini okudum! Yani gereğinden fazla sayıda yumurta olduğunda annenin belirli bir nedenle içgüdüsel olarak bazı "az avantajlı, belki küçük?" yumurtaları bilerek dışarı attığını öğrendim. Gerçekten de bu kuğu çifti (kuğular tek eşli bireyler, alanları belli ve 100 seneye yakın yaşıyorlar) dikkat ediyorum her sene sadece 2 yavru büyütüyor, belki "istenmeyen" 3. yumurtaydı bizimkisi :( Oldukça üzücü ama bu sayede kuğular hakkında bir çok şey öğrenmiş oldum.. İlginizi çekerse şu linkte güzel bilgiler mevcut.

ÇOK SEVDİM:

Kızımın topladığı çiçeklerle tamamen kendi kafasından uydurup yaptığı bu tasarımları çok sevdim. Bu fikrin nereden geldiğini sorduğumda verdiği yanıtsa çok tatlıydı: "anne çimenlerde yaşayan pericikler böyle giyiniyor işte!" <3 



DİNLEDİM:

Ve son olarak bu upuzuuuun yazıya, bu hafta içinde en çok dinlediğim şu eski ama eskimeyen ;)) albümü ve göremeyenler için de linkini şuraya bırakarak son veriyorum:

Herkese güzel bir haftasonu dilerim!

Şaka gibi! Yayınla düğmesine dokunmamla eş zamanlı radyodan duyduğum şok gelişme: Sadece 1 hafta sürdü yaaa! Okullar yine kapandı :( Vah bana vahlar bana....

9 Nisan 2021 Cuma

Dalgalar

Döndük bakalım. 5 günlük karantinadayız, ikinci testin sonucu da negatif çıktıktan sonra ancak Pazartesi günü çıkabileceğiz evden. Oysa biraz koşmaya, olmadı yürüyebilmeye ne çok ihtiyacım var, bugün.. Ya da yazarak belki.. o sıkıntıyı.. bilmiyorum.

Türkiye'den her sefer biraz buruk, çok önemli bir şeyleri geride bırakmışım hissi ile dönerim evime ama bu sefer gerçek bir eksikle döndüm. Sadece iki senelik bir dostluk olmasına rağmen, kısa sürede çok şey paylaştığım, kendimce çok önemli bir yere koyduğum arkadaşım Elif'in dostluğunu kaybederek. Onun tercihi ve kendisi nedenlerini öyle güzel açıklamış ki attığı mesajda, hak verdim gidişine.. Canı sağ olsun, mutlu olsun. 

Bu kayıp, tabii ki kayıplar ve ayrılıklarla ezelden beri çözülememiş bir iç-savaşı olan beni çok etkiledi. Bazen Elif'i yaşamım boyunca bir daha asla göremeyeceğimi düşününce nefesim kesiliyor gibi oluyor. Hakikaten nefes alamıyorum yani, edebi bir yakıştırma değil.. Fiziksel, tuhaf bir acı bu.. tam midemin üstünde. Aslında ben bu acıyı 3 yaşımdan beri çok iyi biliyorum, defalarca aynı noktada buldum kendimi. Birinde yanımda katledilen can dostumun ardından o acıyla verdiğim savaşta 42 kiloya düştüm, diğerinde sevgilim kucağımda öldüğünde, aynı acıyı bir daha kendime de çevreme de yaşatmamak için dünyanın öbür ucuna kaçtım, tüm yaşamımı yıkıp sıfırdan tekrar kurdum ve bir daha bu yıkıma izin vermeyeceğime söz verdim.

Doğrusu bu ya; 2009'dan bu yana yaşadığım onca kayba rağmen, hep bir bahane buldum o acıyı hissetmemek için. Ananemin vefatında meselâ, "dolu dolu yaşanmış bir yaşamı ölüm anına indirgemeyeceğim" dedim, yaşamını, yaşadıklarımızı hatırladım hep; sevgisini, paylaştıklarımızı hep hissettim ve hissediyorum... En son 2015'te yaşadığım travmatik kayıptan sonra çözdüm sanmıştım bu ayrılık ve ölüm temasını, bana hissettirdiği acıyı da artık hissetmem sanıyordum. Üstünden bir kaç ölüm geçmişti ve hakikaten ben hep "yaşama odaklanmayı" başarmıştım.. Ama bugün, nedensizce ve birdenbire bardaktan boşanırcasına yağan yağmur gibi bir özlem sağanağı var içimde.. Batan güneşin ardından hissedilen bir iç çekiş gibi.. Ve bu canımı çok acıtıyor. 

Elif'in kararına saygılıyım ve gidişinin nedenlerini anlıyor, kabul ediyorum. Fakat aynı zamanda da artık hayatımda olan kimse gitmesin, ölmesin, benden vaz geçmesin istiyorum...... mümkün mü? Tabii ki değil, hele artık içinde bulunduğum yaşlar bana hep kayıplar, ölümler getirecek.. O zaman "kalan olmak"la başa çıkmanın, gidenin ardında bıraktığı boşluğu doldurabilmenin bir yolunu bulmalıyım.....

Ya da. Belki de sadece, o boşluğu olduğu gibi bırakmalıyım içimde. Savaşmadan, yerini doldurmaya çalışmadan, bir yere koymadan, kaçmadan yüzleşmeliyim ve kabullenmeliyim..... Çünkü hayat sonsuz bir deniz gibi sürekli bir değişim içinde. Ve ben bazen dalgaların altında kalarak, nefes alamadığımı ve bu sefer boğulacağımı sanarak, bazense o dalgaların üstünde keyif yaparak, arada durgunlaşan denizden sıkılarak, sonra yeniden kabaran dalgalarla mücadeleye devam ederek geçireceğim bu hayatı, bu da bir gerçek..... sadece mutlulukları değil, acıları da tadarak.