22 Nisan 2020 Çarşamba

Hastane ve yokluk psikolojisi

Bir süredir yazamadım. Eşim hastanedeydi. Çünkü yeniden, hastalığın ilk belirtisini gösterdiği 13 Mart'tan bu yana yani tam 40 gün sonra yeniden, hafta başı nefes alamamaya ve 15 adımlık merdiveni çıkarken bile nefessiz kalmaya başladı. 15'er gün arayla yapılan testlerden iki negatif gelmedikçe hiç bir doktor ve klinik kabul etmiyor. Ya evde idare edeceksin, ya da 112'yi arayacaksın. Biz 3. şıkkı kullandık: onu ve ne olur ne olmaz diye hazırladığımız ufak hastane çantasını hastane kapısına bıraktım (benim girmeme izin vermediler) ve çocuklarla eve döndüm.

Tahmin edersiniz ki, oldukça sinir bozucu bir süreç. Çocuklarla gün içinde fazla düşünmedim ama gece onları yatırıp dişlerimi fırçalamaya gidince, bardakta tek başına kalmış fırçamı da görünce.. Of..

Bu süreçte bir çok insan en sevdiklerini kaybetti. Benim yakın bir arkadaşım, iki tanıdığım, çok sevdiğim insanların yakınları, tanıdıkları.. O an dank ediyor işte, tek başına kalmış fırçayı görünce. Daha geçen gün saçma sapan nedenlerle "elimde kalıcak valla" dediğim adamı çok özledim. Bir yandan da kızdım tabii, benim sözümü dinlememeye inat etmesine. İyileştim sanıp sabahları koşuya çıkmasına, hareketli yapısı nedeniyle bir türlü oturup dinlenmemesine. İşi, şirketi çok fazla kafasına takıp deli gibi sabah 8 akşam 5 çalışmasına. Sinirlendim yalan yok.... Yüzyılın hastalığını geçirdin, bir dur soluklan değil mi... Batarsa da batsın şirket ya, herkes batıyor zaten, nasıl batarsak öyle de çıkmayı biliriz evelallah.. Canından önemli mi? Ama anlat anlatabilirsen.


Eşim yoğun bakıma alınmadı ama 24 saat hastanede müşaade altında kaldı çünkü ciğerlerinde emboli ihtimali vardı ve bu ölüm riski olan bir durum. Aynen arkadaşımızın başına geldiği gibi hiçbirşeyim yok diye normal hayatına devam ediyorsun, birden karnında bir ağrı, nefes darlığı, haydi hastaneye gideyim, bir de bakıyorlar ciğerler berbat, biri tamamen sönmüş, yoğun bakım, solunum cihazı derken küt. Gitti.. Nasıl bir hastalık bu, hiç mi belirti vermez, bu kadar mı hızlı ağırlaşır? Hayır olumlu yaklaşayım diyorum ama....

Malesef az rastlanan bir durum da değil. Özellikle astım hastası olması riski arttırıyor. Neyse ki emin ellerde. Ama o tek başına duran diş fırçası var ya.... Of.

*

Şimdi eve geldi. İyi. Burundan oksijen desteği ve serumla kurtardı yani. Çok şükür. Ama hala nefesı tıkanıyor ve hastane de tam ne olduğunu çözemediği için tam teşekküllü bir ciğer kontrolünden geçecek, randevusu yarın. Şimdi evde yatıyor. Dinleniyor. Ben de kendimi oyalamak ve olasılıkları düşünmemek için kendime iş icad ediyorum. Çünkü evet çocuklar, gece devam ettirdiğim terapi seanslarım ve ev işleri yetmiyor! Az geliyor. Çünkü manyağın biriyim. Ama neden bir sor: Yokluk psikolojisi.


Size de oluyor mu? Sanki her gün birbirinin aynı gibi gelmeye başladı bana. Aynı saatte kalk, aynı aktiviteleri yap, aynı şeyleri düşün ve en kötüsü de; sadece aynı insanları gör. Tekrar eden rutinde insanın bilişsel ve entelektüel anlamda gelişmesi çok zor. Çok ciddi bir yıkımla karşı karşıyayız: bilişsel anlamda hamlamaya başladık... Bunu bu bloğa yazdıklarımdan da anlayabiliyorum. Hep havadan sudan anlık olaylardan muhabbet edip, bir türlü derine giremiyorum.

1,5 aya yaklaşan kısıtlı yaşam deneyimi ve rutin yapılan işler; düşünsel esnekliğimizi, problem çözme becerimizi ve yeniliklere açık bakış açımızı ciddi derecede köreltiyor. Sanki içten içe yaşlanmaya başladık.. Üstelik umutsuz ve mutsuz bir yaşlanma süreci bu. Siz de böyle hissediyor musunuz?

Beynimi aktif tutabilmek için bilmediğim konularda okumaya, ilgimi çekmeyen konularda bir şeyler öğrenmeye ve bunları birileriyle - özellikle de tanımadığım ve bana farklı bir soluk, yorum katabilecek farklı birileriyle paylaşmaya çalışıyorum. Podcast, felsefe, alakasız konulardaki Ted Talks; bana en iyi gelenler. Terapistler olarak vaka toplantılarımızı Zoom üzerinden devam ettiriyoruz, süpervizörüm de 80 yaşına yaklaşmasına rağmen halâ aktif. Eh danışanlarım da çok renkli insanlar gerçekten yaşam boyu eğitim oluyor bana mesleğim.. Ama son zamanlarda konular hep aynı, endişeler depresyon nedenleri ve umutsuzluklar hep aynı. Sanki hayat rutine bağlanınca insanın psikolojik sorunları da, terapistin yaklaşımı da kısırdöngüye itiliyor.


Resmen aynı insanları görmekten bunaldım!  İlham alacağım yerler belli benim, tamam bazı hayat öğretmenleri, kitaplar ve düşünmeyi öğrenme sistemleri insana hayat yolunda tek başına bile olsa çok fazla bilgi katıyor ama hayatı asıl öğreten sokaktaki insanlar, gündelik konular, deneyim yani. E onlar da bu kadar kısıtlıyken....

Resmen insan özlüyorum! Tam bu işte. Tanımadığım, yabancı insanların, hayatıma hiç girmese de kenarından köşesinden geçen figüranların hatta gölgelerin eksikliğini hissediyorum! Yokluk psikolojisi: insan ve deneyim açlığı!

Size de oluyor mu? Nasıl başa çıkıyorsunuz?

Foto: Boşalan şehirler..

19 Nisan 2020 Pazar

Podcast lazım mıydı? - Podcast önerilerim

Podcast'ler hayatıma 3,5 sene önce girdi, giriş o giriş. Bağımlısıyım. Yemek yaparken, çocuk uyuturken, ev işi yaparken, çok ciddi olmayan eğitim ve raporları yazarken şu alttaki gibi güneş altında kestirirken ve özellikle de kocaya sinirlendiğinde takıyorsun kulağına, gidiyorsun ayrı bir evrene. İlk başlarda "aman 2 seneyi bulacak annelik izniyle mesleğimden kopmayayım" diye psikoloji, terapist abanmıştım ama sonra, baktım apayrı bir dünya var orada, hatta üniversite yıllarımın vazgeçilmez radyo programcıları, köşe yazılarını takip ettiğim yazarlar, herkesler podcast'te! Bu benim gibi instagram ve youtube kullanmayan dinazorların sosyal medyası olmuş.

O zaman ben bir de yeni teknoloji diye de atlamıştım. Fakat bakıyorum aradan 3,5 sene geçmesine rağmen yeterli ilgiyi görmüyor hatta bazı programlara ara veriliyor. Tabii "kozmetik ürünleri" diye yaparsan satar, ona lafım yok ama mesela Cuma Adlı Adamlar'a ne oldu.... Anladınız.

Ben podcast'lerimi eğer telefondan dinleyeceksem spotify hesabımda ya da itunes'ta dinliyorum ama evde bilgisayarda da dinlemek mümkün. Bunun için ben http://podcastapp.ehubsoft.net/ adresinde kayıt altında tutuyor, istediğim zaman bölüm bölüm dinliyorum.

Belki siz de benim gibi bağımlısısınız. Belki aramızda değiş tokuş yaparız.

Ben şimdi aşağıya sadece Türkçe olanları yazıyorum ama aşağıya eklediğim fotoğrafta düzenli dinlediğim tüm podcast'leri görebilirsiniz. Sizden de varsa bağımlısı olduklarınız, bekliyorum tabii.

Devam edenler:
- Nasıl olunur
- Londra'dan İstanbul'a
- Kalt'ın Podcast'i
- Efe Tunçer Stand up
- Arka fon hikayeleri
- Fularsız entellik
- Bu mu yani
- Dünya nereye gidiyor?
- Gayrisafi fikirler
- Kaçık Prens Podcast
- 521
- Lafın gelişi
- Yalansavar

Sonlananlar ama eski bölümlerini dinleyebildikleriniz:
- Cuma adlı adamlar (kalp ben, neden bitti bilmiyorum, boşluktayım)
- Modern sabahlar
- Tahminatörler (Cenk Erdem)

Ve yerli / yabancı tüm listem:


15 Nisan 2020 Çarşamba

Çay nasıl demlenir? ve diğer şeyler

Haydi bize bir çay demle de hem içelim, hem usul usul söyleşelim. Çünkü hayat geçip gidiyor; endişeler, korkular, ya öyle olursa böyle olursa, ya yetemezsem, koşamazsam, destek olamazsam, kaybedersem, yitirirsem'lerin hengamesi arasında, güzellikleri kaçırıyorum. Hayır hayır, hayat tüm bunlarla bir bütün olarak devam etmeli. Ağlıyorsak da, kolumuzu yenimize silip, gülümsemenin de bir yolunu bulabilmeliyiz. Öyle kolay değil bu işler.. Vazgeçmek. Oynamıycam işte! demek. Küsmek.

Yaşamak; bir ağaç gibi tek ve hür, 
ve bir orman gibi kardeşçesine..*

Başlığım "çay nasıl demlenir?" olsa da, bu yazıda 3 farklı konu, 3 farklı yaşam var.

Dünyaya gelmeme neden olan "itici güç" sanırım çay. Annemle babam aynı hastanenin iki farklı servisinde asistanken, babam "çayı daha güzel" diye annemlerin servise kaçarmış. Çayı ve annemi öyle alışkanlık haline getirmiş ki, sonunda "doktor bey siz hangi bölümde asistansınız, bizim de kafamız karıştı" diye azar yemiş hocasından. Yine de hem annemi kapmış, hem de yıllar boyu bir tören haline gelen "çay demleme" sanatını.

Babam gerçekten çok güzel çay demler. Annem de çok güzel servis eder. Ah ben ikisini de öyle çok özlüyorum ve o kadar çok aklımdalar ki....

Yıllar sonra ben de aklım biraz erer yaşa gelince, çay içmeyi ve demlemeyi çok seven bir adama baya bir aşık oldum. Genetik bizde sanırım bu çay uğruna aklından fikrinden olmak. O öğretti aslında bana çay demlemeyi çünkü annemle babamın çay demleme töreninde çok özel, kişisel ve mahrem bir şeyler sezer, bu işlerden özellikle uzak dururdum (demek istediğim: baba ocağındayken çay sevmezdim, iyi mi?!)

O zamanlar "gözlerimde karanfiller açmasına**" neden olan bu çay delisi adamın demlediği çay, hakikaten enfesti. Hayır hayır aşktan değil. Bak şimdi anlatacağım; tam bu yöntemle demleyin, göreceksiniz farkını.


Önce. Su önemli. Temiz, berrâk, taze su; çok önemli. Gereğinden çok kaynayan su, oksijen kaybına neden olacağı için, fokurdamanın tam 27. saniyesinde (lütfen neden 27 diye sormayın, sır veriyorum, masalı bozmayın, harfiyen uyun işte!) ocağın altı kapanmalı ve su demliğe aktarılmadan önce 1-2dk dinlenmeli. Yoksa, kaynamakta olan suya maruz kalan çay haşlanır ve aromasını kaybeder. Yine aynı nedenle, suyu çayın üzerine oldukça yüksek mesafeden (Uzak Doğu filmlerindeki çay töreni sahnelerindeki gibi) ve gezdirmeden tek bir noktadan dökmek gerekiyor. Çay bu şekilde demlendikten sonra, demliği çaydanlığın üzerine oturtup, kısık ateşte 12-14dk daha beklememiz gerekiyor. Bu sırada çaydanlıkla demlik arasına kapak ya da bir bez konursa, ısı iletimi azalacağından, çayın yanması önlenir. Çay demlendikten en fazla 20-25dk içinde içilmelidir, daha uzun bekleyen çay bayatlar.

Ya işte böyle sevgili dostlar.

Biliyor musunuz, benim şu an evimde bir çaydanlığım bile yok. Sanırım evrende hatta kâinatta, evinde çaydanlığı olmayan tek Türk insanı benim. Çünkü.... Evet, doğru tahmin, bambaşka bir adamla evliyim :) Bu adam da beni kahveye alıştırdı ya, ne diyeyim..

Ama siz aynen bu anlattığım şekliyle bir çay demleyin, en az çayı sevdiğiniz kadar sevdiğiniz biriyle ya da anne babanızla karşılıklı için. Benim için de, için yani..

* Nâzım Hikmet Ran.
** Yeni Türkü - Karanfil
Photo by Keenan Constance on Unsplash

13 Nisan 2020 Pazartesi

Paskalya nedir, nasıl kutlanır?

Cuma'dan beri Paskalya Bayramı'nı kutluyoruz. Eşim hıristiyan, ben müslümanım ve çocuklar akılları erince kendileri seçsin diye her iki dini de güzelce anlatıyor, tüm bayramları ve adetleri öğretmeye çalışıyoruz. Bu haftasonu da Hz. İsa'nın çarmıha gerildikten üç gün sonra dirilişini simgeleyen ve çoğu kültürde Noel'den bile önemli sayılan bayramdı. İlk öğrendiğimde ben "iyi de doğumu olan noel bu kadar ağır ve ciddi kutlanırken, ölümü olan paskalya neden şenliklerle kutlanıyor?" diye düşünmüş, sonradan "hayır ölmedi, cennete yükseldi, ondan.." cevabını alıp oturmuştum. O nedenle etrafta bir mutluluk, bir neşe, tavşanlar yumurtalar ve bol bol çikolatalar...


Tüm hafta buna hazırlandık. Yumurtaların iki ucuna iğne ile açtığımız deliklerden içini üfleyerek boşalttık - yemin ederim hayatımda daha zor bişi bilmiyorum, hem nefesin kesiliyor hem o incecik delikten üflenen yumurta akının görüntüsü içini gıcıklıyor, hem de kesin çatlıyor o yumurta ya, çatlıyor! Sil baştan yeni yumurta; ben her paskalya "sadece 6 yumurta yapılacak" diye kural koydum artık çünkü çatlayanlar vs toplam 12 yumurta kesin gidiyor. Tabii mideniz kaldırırsa üflenen yumurta içlerinden dev omletler de yapabilirsiniz. Benimki kaldırmıyor; ben bitkilerin altına "gübre olsun" diye döküyorum (sokak hayvanı olsa ona verirdim ama burada yok). Kabukları nazikçe boyamak, elişleri yapmak ve ev içinde ya da dışındaki ağaçları bu boyalı yumurtalarla süslemek adetten.


Paskalya Cuma'sı yani Hz. İsa'nın çarmıha gerildiği günden tam 5 hafta önce "oruç dönemi" başlar. Bu dönemde hıristiyanlar hayvansal gıdaları yemezlermiş, tamamen Vegan beslenme yaparlar ve bitkisel ya da hayvansal yağar ve şarap da içmezlermiş. Bu 5 haftalık süreç dua etmek, kendini dnlemek ve eğitmek, gelişim için kullanılırmış. Farklı zamanlarda bu oruç farklı şekillere girmiş. Mesela sadece Çarşamba ve Cuma günleri fakat 24 saat tutulması ya da et ürünlerinin yenmemesi ama balığa izin verilmesi gibi. Hatta Almanya'daki rahipler sırf şarap içemedikleri için oruç döneminde birayı bulmuş ve kutsal ekmeğin yanına katık ederek kendi geleneklerini oluşturmuşlar da denir. İnsanevladı her zaman kuralları yıkmaya ya da gevşetmeye çalışıyor :) Oruç konusunda ayrıntılı bilgiyi burada okuyabilirsiniz.


Cuma günü, Musevilerdeki Pesah ile aynı gün başlayan yortunun en önemli günü aslında Pazar günü. Bu güne "diriliş günü" deniyor ve Hz. İsa'nın çarmıha gerilişinin ve ölümünün 3. gününde birden mezarında bulunmaması ve göğe yükselmesi anlamına geliyor. Pazar günü, kilise işleri dışında paskalya çöreği ve haşlanmış boyanmış yumurtaların tokuşturulması gibi adetler de yerine getirilir ama çocuklar için tabii en büyük bayram; paskalya tavşanı tarafından evin çeşitli yerlerine ve bahçeye saklanmış tavşan ve yumurta şeklindeki çikolataların bulunup, bir güzel mideye indirilmesidir tabii.


Paskalya aslında Pazar günü biter ama Pazartesi de tatil, nedenini tam bilmiyorum. Çoğu kilise bugünü resmi olarak kutlamasa da, bazı insanlar Hz. İsa'nın Pazartesi yeniden dünyaya dönüp 40 gün daha kaldığına inanıyor ve bu nedenle Pazartesi gününü "geri dönüş günü" olarak kutluyorlar ama kiliseye göre bunun aslı yok. Yine de tatil. Salı ise işbaşı.

Bizim evde de dün paskalya bayramı kutlandı. Yumurtalar boyandı, çikolatalar bulundu, mideye indirildi. Bugünse tam anlamıyla "kara pazartesi".. Çünkü Corona sırasında verdiğim 2 kilonun yerine sadece 2 haftada tam 5 kilo almışım!!! :D Fotoğrafta tabak gibi çıkan yüzüm gerçekmiş! Kara kara düşünüyorum şimdi.. Spor, rejim, çelik gibi sinirler.... Offff!

9 Nisan 2020 Perşembe

Psikolojik sağlığımızı korumak - 3


Daha önce bu dönemde psikolojik sağlığımızı korumak adına neler yapabileceğimizi bir Uzman Klinik Psikolog olarak kısaca yazmıştım.

İlk yazımda yaşadığımız sürecin bir "özgürlüklerimizin kısıtlanmasına karşı" duyduğumuz yas ve kabullenme süreci olduğunu anlatmış, bu süreçte psikolojik sağlığımız için sosyal ilişkilerin online da olsa devamının ve sanat, müzik, hobiler gibi uğraşlarımızın büyük katkısından bahsetmiştim. Sosyal izolasyonun, kişinin kendi tercihi olan "inziva"dan farkını ve bunun psikolojik etkilerini anlatmıştım. Yazı şurada.

İkinci yazımda ise, eğer dışarıda çalışmıyor ve hala işe gitmiyorsak, evde kendimize bir uğraş bulmanın ve günlük program yapmanın öneminden bahsetmiştim. Tabii bu "kalkın, hemen üretmeye ve zamanı faydalı geçirmeye çalışın" demek değil, aksine, "kendinizi zamanın akışına bırakmayın, zamanı kendiniz biçimlendirin" çağrısı idi. yoksa elbet bazı günler insan pijamalarını bile çıkarmak istemeyebilir, tüm gün çalışmadan, "yarına" öteleyebilir. Bu sağlıksız değil. Sağlıksız olan bunu genele yaymak, sadece sosyal medyadan corona haberleri izleyip morali yerle bir etmek ve bunu 1-2 gün değil, devamlı yapar hale gelmek.. Bunun sonu depresyondur.. Bu yazımda günlük program örneği vermiş ve sizleri (ve kendimi) motive etmeye çalışmıştım. Yazı şurada.

Şimdi bu 3. yazımda, farklı bir konuya değinmek istiyorum. Bir inip bir çıkan ruh halimizi nasıl dengeleyeceğiz.. Mesela hastalığı geçiren bizler, tamamen bu hastalığa özgü olan 2-3 gün iyi hissedip sonra yeniden kötüleşme anlarına alıştık. Psikolojimiz de buna göre bir iniyor, bir çıkıyor. Ya da çevremizden duyduğumuz iyi ya da kötü haberlerden etkileniyoruz. Mesela ben bu sabah çok keyifli bir yazı planlamıştım ama aldığım iki haber "ne kadar manasız olur bu yazılar şimdi" dedirtti. Onları ertelemek ve psikolojiye odaklanmak istedim. Ya da hasta değiliz ama "henüz değilim, çember gittikçe daralıyor, sonunda ben de yakalanacağım. Ya ağır geçirirsem.." kaygısı var. Bazı günler "yok canım.." diyor geçiştiriyoruz, bazı günler ise üstümüze üstümüze geliyor, herşeyi olumsuz görüyoruz.


Bundan nasıl kurtulacağım? Nasıl psikolojimi dengeli tutacağım? Bir ağlıyorum bir gülüyorum, nasıl normale döneceğim? Tüm bu soruların tek bir cevabı var: bu süreci "kabul ederek".

Hiç bir şey, olumsuz durumlar, acılar, hastalıklar sürekli değil. Fakat olumlu durumlar da sonsuz ve sürekli değil. Hayat zorluklarla, acılarla ve umutsuzluklarla dolu. Ama aynı zamanda neşeler, güzellikler ve sevgiyle de.

Bu hastalığın seyri dalgalı, psikolojimizi de aynı şekilde dalgalı etkiliyor. Gecenin bir vakti uyanıp endişeler denizinde kulaç atıp, ertesi sabah hiç olmamış gibi neşeli uyanabiliyoruz. Bu dönemde kendimizden dengeli huzurlu bir ruh hali beklemek yanlış olur, normal olmaz. Fakat endişeli dönemlerimizi daha hafif geçirmek, neşeli dönemlerimizi daha uzatabilmek için şunu yapmalıyız: kendimizi oyalayacak, aklımızı dağıtacak bir ilgi bulmalıyız. Bu belki balkonda patates yetiştirmeye çalışmak olabilir, belki elişi ya da sanata zaman ayırmak olabilir, hatta online platformlardan dil öğrenmeye çabalamak olabilir. Ya da "ya ben böyle aktif, böyle bişeyi başarma odaklı olmak istemiyorum daha sakin geçirmek istiyorum derseniz, belki corona dışında birşeyler okumak, yazı yazmak, sudoku ya da bulmaca çözmek hatta oturup Breaking Bad'i en baştan izlemek de olabilir. Sıkılmaktan kaçınmak demiyorum bakın, amacım "oyalanmak, aklımızı başka yöne kaydırmak".

İşi gücü olanlarımız aslında daha şanslı, en azından akıllarını işle doldurabilirler. Çocuklar da insanı tabii oyalıyor, sıkılmaya ya da düşünceler içinde boğulmaya zaman olmuyor. Ama kendi başına yaşayan ya da evden iş yapanlarımız, emekli olup evden ayrılamayanlarımız için, "oyalanacak bir şey bulmak" gerçekten önemli. Ha yararlı hobiler olur, boş işlerle iştigal etmek olur, üreticilik olur ya da olmaz; sonuç değil, süreç önemli..

İkinci önemli nokta: lütfen zoom, whatsapp, skype gibi iletişim araçlarını hafife almayın. İnanın sevdiğiniz birini ekrandan dahi olsa görmek, tamam belki 5dk'nın 3'ünü corona konuşarak harcasanız bile, çok büyük moral oluyor. Bazen uzun zamandır konuşmadığınız insanlarla en güzel sohbetleri yapabiliyorsunuz :)


Üçüncü nokta: kriz anları. Yani endişelerin üstümüze üşüştüğü, kendimizi "dışarı atmak" istediğimiz ama yapamadığımız, o kısıtlanmışlık duygusu, korku ve umutsuzluk anları. Bunları yaşarken, işe yarayan bir kaç yöntem vardır. İkisini yazacağım:

5-4-3-2-1 Tekniği: tekniğin amacı, kısırdöngü düşünceleri kırmak ve dikkati başka yöne yöneltmek. panik atakta çok kullanırız. Şöyledir: Şimdi çevrende gördüğün 5 nesnenin ismini yüksek sesle söyle (örn. yastık, kedi, bardak..), şimdi dokunabildiğin 4 nesne bul (saçım, koltuğun kenarı...), şimdi duyabildiğin 3 şeyi söyle (buzdolabının sesi, su sesi..), şimdi ayağa kalk ve koklayabildiğin 2 şeyi söyle (sabunun kokusu, kahve kavanozunun kokusu..) ve son olarak tadını alabildiğin 1 şeyi söyle (suyun tadı, sakız tadı..). Bu çok basit ama çok etkili bir tekniktir.

Düşüncelerinizi yazın: Bir kağıt alın ve aklınıza takılan endişeyi yazın. Örneğin:
"Ya sevdiklerim ya da ben hastalanırsak?"
Şimdi bu düşüncenin yanına iki sütun çekin, birine bu düşünceyi kesinleştiren, doğrulayan kanıtları yazın. Diğerine ise bu düşüncenin saçma olduğunu kanıtlayan kanıtları yazın ve bunları karşılaştırın. Örneğin:
Doğrulayan kanıtlar: Çok fazla dışarı çıkıyoruz. Maskemiz yok. Yan komşuya Corona teşhisi kondu.
Yalanlayan kanıt: Dışarıdan geldiğimizde hemen temizleniyoruz. Maske olmasa da ağzımızı burnumuzu örtecek kalın bir mendil / bez bulunabilir. Yan komşu ile aynı evde yaşamıyoruz, bu hastalığın dokunarak bulaşma riski çok düşük, nefesten ve hasta kişiye direkt temasla geçiyor, bunları yapmadığımıza göre, ortak apartman alanlarına dokunduktan sonra elimizi ağzımıza burnumuza ve gözümüze götürmeden hemen yıkadığımıza göre, bize bulaşma riski çok düşük. Gibi.

Olumsuz düşünceleri olumlu düşüncelerle değiştirme tekniği: Bu teknik çok direkt rahatlama sağlar ama öğrenilmesi ve devam edilmesi en güç tekniktir.
"Anneme corona teşhisi kondu, iyileşemeyecek, onu kaybedeceğiz.."
Bu düşünce aklınıza geldiğinde, inatlaşarak, tam tersi düşünceyi söyleyeceksiniz. "Anneme Corona teşhisi kondu, zor bir süreçten geçecek, geçeceğiz ama annem iyileşecek." Ve şimdi bu düşünceyi güçlendirecek kanıtlar bulacağız:
"Çünkü.... annem x hastalığı geçirdiğinde nasıl perişandı, ama bak toparladı, o güçlü bir kadın..." ya da "Annem şu an emin ellerde, onu sağlığına kavuşturmak için uğraşan bir sürü uzman var, bizim yapabileceğimiz tek şey olumlu düşünmek, umud ve dua etmek..." gibi.
Bu egzersizin amacı: felaketleştirme alışkanlığımızı mantıklı düşünme ve olumluya yönelme ile değiştirmeyi öğrenmek. Çünkü en büyük hatamız: henüz ölmeyen birini kendi endişe ve hayal dünyamızda çoktan öldürmek... Doğmamış çocuğa don biçmek.. Bunun hiç bir olumlu getirisi yok.

Bazıları bunu Pollyannacılıkla karıştırır ama değildir. herşeye olumlu bakın demiyorum. sadece mantığınızı kaybetmeden bakın. Herşeye "benden beteri var" diye bakın demiyorum, ama "durumumda hala umut var" diyerek bakın. Herkesin derdi kendine büyük, kimse bir diğerinin derdini yaşamadan anlayamaz, kimine evde otururken sıkılmak dert, kimine ekmek parası dert, kimine hastalıktan hala iyileşememek dert, kimine de solunum cihazına bağlı yakını dert. Bunların hiç biri diğerinden büyük ya da küçük diyemeyiz çünkü her biri yaşayan birey için büyüktür.. O nedenle, büyük ya da küçük dertleri karşılaştırmak yerine, büyük ya da küçük bir yerden başlamak ve kendimizi güçlendirmek, daha olumlu bakmayı öğrenmek ve psikolojik sağlığımızı dıştan değil içten güçlendirmeye çalışmak önemlidir..

Umarım bu ufak egzersizler işinize yarar. Yine her an ihtiyacı olan herkese elimden geldiğince destek verebileceğimi belirterek bitiriyorum. Güçlü, sağlıklı ve olumlu kalacağımız bir hafta dileği ile....

EKLEME: Bu sabah benim de dahil olduğum antikor çalışmasından çok güzel bir haber geldi; paylaşmak istiyorum. Sağlıklı olduğunu belirten insanlar üzerinde Rastgele yapılan ölçümlere göre halkın %15’inin vücudunda antikor bulunmuş! Bu şu demek: bu insanlar hiç farkına varmadan geçirmişler :) Antikor çalışması devam ediyor, tedaviye çok az, aşıya da az kaldı, ne olur umudumuzu koruyalım!

Yazan: Terapist C.

3 Nisan 2020 Cuma

Corona test sonucu: Pozitif.

Sonunda geldi test sonucumuz. Evet geçirmişiz, valla yeniden doğmuş gibiyim bu haberle, yalan yok. Biz ağır ve tuhaf bir şey geçiriyoruz ama bir de corona değilse ve bunun üstüne bir de corona geçirirsek bittik biz diye düşünüyordum...

Tuhaf olan, sabah sağlık bakanlığından geldi haber, uzun uzun konuştuk ve hastalığın seyrini sordular, herhangi bir belirti göstermeyişimizin 5. günü olduğu için artık bulaşıcı olmadığımızı ve evden çıkabileceğimizi söylediler. Yine tabii mümkün olduğunca evdeyiz, sadece ben dışarıya çıkıyorum, maske ve eldivenliyim elbette sosyal mesafemi de koruyorum.

Sağlık Bakanlığı Corona geçiren ve evde iyileşen bizim gibi insanlardan kan alıyor ve kandaki antikorlar şu an hasta olan insanlara nakledilerek, bağışıklık sistemlerinin bu yeni yardımcı antikorlarla harekete geçmesi umuluyor. Bu deneysel bir tedavi ve katılmak bize bağlı. Ben mutlaka katılmak istediğimi ve istedikleri an kan verebileceğimi belirttim, haber bekliyorum. Bu bence tünelin ucunda görülen bir ışık olduğu için, umutluyum..

Sağlık Bakanlığı'nın telefonundan 1 saat sonra bir başka telefon geldi. Eşimin 10 Mart'ta katıldığı 3 kişilik bir iş toplantısında o zaman pozitif olduğunu bilmeyen bir kişi aradı ve kendisinin de hemen ertesi gün hastalandığı ve test sonucunu yeni aldığını öğrendik. Malesef toplantıya katılan 3. kişinin de dün gece öldüğünü öğrendik :( Bu büyük şok oldu, yani resmen ucuz kurtarmışız, ilk defa dank etti.. Hastalığı kapmamızdan sadece 4 gün önce - çok büyük şans - okullar kapanmış ve biz ev hapsine başlamıştık, o nedenle bizden yayılması mümkün olmadı. En sevindiğim şükrettiğim de bu oldu...

Eşim virüsü 10 Mart'ta kapmış, 13 Mart'ta hastalandı, 15 Mart'ta ben hastalandım. Çocuklar çok az semptom gösterdi ve sadece 2 gün hastalandılar, çocuklarda yorgunluk, ateş, boğaz ve karın ağrısı ve ishal belirtileri oldu. Eşimin astımı olduğu için benden ağır geçirdi. Benim ilk belirti ile son belirti arası 15 gün sürdü, eşimin 20 gün. İkimizde de baş ağrısı, ishal, aşırı halsizlik ve eklem ağrısı ile başladı. Ateşle ve ciğerlerde sıkışma, öksürükle devam etti. Fakat garip olan 2-3 gün iyileşiyorum azaldı sanıyorsun yeniden başlıyor.. Boğaz ağrısı, burun akması (kanaması) ve ağız ve burunda aftlar ikinci hafta çıktı. Koku duygusu da o zaman gitti. Hastalığın genel seyri, ağır bir grip ve bronşit gibiydi ama dediğim gibi biz şanslıydık, "hafif" geçirdik. 3. kişi mesela ölmüş :( hala inanamıyorum..


Kendimize evde nasıl baktık.. Ateş ve eklem ağrıları döneminde paracetamol aldık. Bol su ve çorba içtik (zaten halim yoktu başka şey pişirmeye). 2 haftada 2 baş sarımsak tüketmişiz (allahtan burnumuz koku almıyor) ve devamlı taze zencefilli ballı sirkeli sıcak su ve bitkisel çay içtik. Bir de C vitamini çinko ve kas ağrıları ve kramplar olduğunda magnezyum aldık. Birkaç defa eşimin astım ilacını kullanmak durumunda kaldım. Öksürük ve kulak ağrısı için zaten yıllardır yaparız, soğanı dilimleyip sirkeye yatırdım yatağımızın yanına koydum. Başka ilaç vs kullanmadık. Bir de burun aftları için tuzlu suyla burnumu yıkadım. Boğaz gargarası olarak da yaptım.

Kişisel hijyen zaten çok önemli, biz her sabah hepimiz duşlarımızı alırız, temiz günlük kıyafetler giyer ve çıkardıklarımızı yıkarız. Yatak yorganı ve havluları da ben haftada bir yıkıyorum ama hastalık sürecinde 3 günde bire indirdim. Ve en önemlisi ellerimizi yıkamak, dışarda maske ve eldiven takmak bence.. Gerisi, malesef kader.

Biz şimdi çok şükür iyiyiz, yeniden doğmuş gibiyiz. Umarım sizlere uğramaz (ya da çok hafif geçirirsiniz) ama lütfen evde kalmaya ve sosyal mesafeye dikkat! Sorularınız olursa ve cevaplayabileceğimi düşünüyorsanız ya da endişeleriniz varsa, lütfen çekinmeyin, yorumları istemezseniz yayınlamıyorum, email bırakabilirsiniz, geri dönerim.

Umarım yeterince bilgilendirici ama aynı zamanda da moral bozmayıcı olmuştur :) Sağlıkla...

Fotolar: Sevgili Küçük Joe ve Bitli Turist'ten emailime düşen kartlar... İnanılmaz sevindirdi, tekrar teşekkürler, ben de ilk fırsatta özel kartlarımı hazırlıyorum..