Çok ilginç. Bugün müzik hakkında yazacaktım ama yazıya başlamadan haydi önce bir bloglara bakayım dediysem, önce Elisabeth'in yazısıyla, sonra Buraneros'un yazısıyla karşılaştım ve elimde olmadan gülümsedim. Ne güzel bir metinler-arası, bloglar-arası köşe-kapmaca fırsatı!
Elisabeth demiş ki, "keşke müthiş bir kulağım, müthiş bir bilgi birikimim olsaydı da, dinlediğim şeyleri gerçekten dinleyebilseydim". Buraneros ise, "okudukça çoğaldım, çoğaldıkça dinledim".. Ne güzel satırlar, insanı daha derinlere çeken.
Dün beş çayına eşlik etsin diye, sevdiğim bir müzik severe şu çılgın adamları yollarken (aşağıya eklediğim videoyu göremiyorsanız lütfen buraya tıklayınız) "ah şimdi onunla Verona'da canlı izlemek vardı tüm konseri.." dedim. Verona burnumun dibinde ama aynı zamanda da "ulaşılamaz.." Ne acı. Ama biz buna takılmayalım, Verona konserinin kaydına ulaşabiliriz sonuçta. Benim yazmak istediğim konu başka.
Vivaldi'nin Dört Mevsim konçertosunu ezbere biliyorum. Beni hiç sektirmeden 5 yaşıma, kırmızı bir Tofaş Şahin arabanın içine götürür. 16 KC 668. Ruhu olduğuna, nerede olursak olalım evin yolunu ezbere bildiğine, içinde yalnız olduğumda beni dinlediğine inandığım araba.. Günlerden Pazar, mevsimlerse değişmektedir. Hem arabanın içinde, hem dışında. Vivaldi'yi (ve diğer bestekârları da) öyle çok dinledim ki, konçertoyu ezberlemiştim. Çalarken mırıl mırıl mırıldandığım bir gün, bir yetişkin "bu çocuk yetenekli" diyip elimden tutup piyanon derslerine başlatmıştı. Kısa zamanda ortaya çıktı ki, çocuk sadece dinlemekten keyif alıyor. İş nota öğrenmeye ve çalışmaya gelince, yan çiziyor. İlerleyen yıllarda oturmalı düzenli bir konserde en ön masada oturup bilinçsizce ritm tutarken, verilen arada baterist yanıma gelip "tek vuruş kaçırmadan çalabiliyorsun" diye gülümsemiş, bense hayranı olduğum bu grubun bateristine "yok, sadece ritm, hiç çalmadım.." diye cevap vermiştim utanarak. Yine aynı "ama yeteneğin boşa akmaması.." nasihatlarını dinlemiştim uzun uzun.
Yıllar içinde (nota öğrenmeden, kulaktan) piyano ve klasik gitar çalmayı öğrendim. İlkokulda girdiğim bandodan devamsızlık nedeniyle atıldım (yine aynı yeteneği boşa akıtma nutkunu dinledim). Herkes gibi flüt çalıp, herkesin dışında yanflüt çalmaya özendim. Bir süre bir samba ekibinde drums çaldım, ellerim acıdığı için bıraktım. Bu arada tabii yıllar içinde müzik zevkim değişti. Yıllar içinde senfonik rock ve elektronikaya, indierock'a yakınlaştım. Yıllar içinde üniversitede herkes uluslararası ilişkiler, işletme, en kötü sosyoloji yan dalı yaparken, ben müzik yandalı yaptım :) Ama müzisyen olmayı hiç düşünmedim. Hiç.
Çocukluktan çok yakın bir arkadaşım (şu milli kayak takımından atılma hikâyemizin de kahramanı olan) Türkiye'nin en ünlü rock gruplarından birinin gitaristi. Onun yaşadıklarını izlemek beni yoruyor.. Ona baktıkça ve ayda yılda bir konuştukça, müzik sevmek ile müzisyen olmanın çok farklı iki uç olduğunu tekrar tekrar anlıyorum. Ve ben iyi bir dinleyici olmayı tercih ediyorum.
Fakat bu noktada, acaba kulak mı, bilgi mi? sorusu geliyor aklıma. Nedir iyi bir müzik dinleyicisinin özellikleri? Ben de Buraneros'a ve Elisabeth'e katılıyorum. Önce bilgi.. Okumak, öğrenmek, derinlemesine bilmek.. Ve sonra kulak, müziği dinlerken arka planı çalışmak, ezginin gidişini, kesilmelerini, kısırdöngülerini görebilmek. Bir kitabı okur gibi dinlemek müziği.. Gerekiyorsa konçertoyu ezberlemek..
Fakat bir de şu var. Bir konuda öğrendikçe, okudukça, bilgi kulağın önüne geçmeye başlıyor. Müzik, herşeyden önce bir sanat, bilim değil. Bir güzellik anlayışı üzerine kurulu. Duyusal. Düşünsel değil.. O nedenle, müzik bilgisi arttıkça insanın aldığı keyfin azaldığını düşünüyorum ben.. Biraz düz bir tabir olacak belki ama "bakir bir kulakla dinlemek" ile alınan hazzın çok daha "öz", çok daha "gerçek" olduğunu düşünüyorum. 5 yaşımda dinlediğim "Sonbahar"dan aldığım haz, resmen bedenseldi. Orgazmik diyebileceğim bir keyifti benim için beynimde dönen tını. Oysa şimdi 40 yaşında ve farklı müziklerin girip çıktığı han kapısına dönen beynimle dinlediğim, hikayesini (Vivaldi'nin sara hastalığı nedeniyle yazdan nefret edişi, kışın bitmesini istemeyişi.. Ya da aslında 4 mevsim değil de "köylülerin dansı", "pınarların fışkırması", "saka kuşu", "buzda kayan adam" ve "avcıların kovaladığı ceylan" olması isminin..) bildiğim, farklı yorumlar arasında tercihlerim olan konçertodan aldığım keyif çok daha farklı... Belki daha ince ayar fakat doğrusu ben o asla geri kavuşamayacağım "bedensel, temel hazzı" arıyorum..
Kısaca müzik; bence kulak işi, tamamen keyif işi.. Sizce?
Bu arada bu çılgın çocukların Verona konseri linki için buraya tıklayabilirsiniz. Onların hikâyesi de bir tuhaf, hep birbirlerine karşı çalarlarmış yarışmalarda, günün birinde "neden birbirimize karşı çalacağımıza beraber çalmıyoruz?" demişler :) iyi demişler.