2 Ekim 2024 Çarşamba

Dönüşüm - Yazan C. Kafka :))

Bu yaz bir kitap okudum (ve hayatım değişti hahahaha değil tabii ki ama etkilendim): "Radikal Kabullenme" diye bir kitap. Yazarı Tara Brach. Özünde bir kişisel gelişim kitabı ama milyon tane benzerinden farkı; dillere pelesenk ettiğimiz ve o nedenle anlamını yitirdiğini düşündüğüm "kabullenme" konusuna, budizm öğretisinin bakış açısından yaklaşması. 

Kitap, psikanalistimin önerisiydi. Bir defa hızlı, bir defa da yavaş, iki defa üstüste okudum ve beni o kadar etkiledi ki, bir ay boyunca başka kitaba elim gitmedi; okuduklarım içimde tortulansın istedim. Bende ufak bir dönüşüme neden olduğunu düşündüğüm için, sadece goodreads'te yazıp geçmek yerine, bloğa da aktarmak istedim. 

Kitabı kendinde birşeyleri yanlış gördüğü için, kısırdöngülerini kıramadığı için, bir türlü olan biteni kabul edip, normalleştiremeyenler için ve en önemlisi de bunlar nedeniyle kendini suçlamayı ya da yetersiz görmeyi huy edinenler için (hatta genelleyip tüm dünyada olan bitenler için sürekli bir suçluluk ya da huzursuzluk duyan "hassas ruhlar" için) öneriyorum. 

Kitabın benzerlerinden farkı; Budizm yolunda, Buddha'nın hayat ve öğretilerinden kaynaklanan ve kendinden sonraki birçok tek tanrılı dine de aktarılan, bir tür "hayat bilgeliğinin" uygulamalı örneklerle anlatılması. Mevlana'dan çok fazla alıntı olması da cabası.. Son derece çözüm odaklı ve bu çözümü de kendi içsel süreçlerimizle ve algı / davranış değişimlerimizle bizim ellerimize bırakan, aktif rol üstlenmemizi sağlayan bir bakışının karşısında; aksine, bize daha pasif, kabullenici, daha az kontrol ve onarma dürtüsü içeren, daha sakin bir yaşam önermesi, çözülemeyen ve dolayısıyla çözemediğimiz için kendimizi yetersiz ve suçlu hissettiğimiz alanlarda, sadece özşefkatle değil, affedici ve kabuledici bir bakış açısıyla kendimize ilaç olabilmek.. Danışan örnekleri ve meditasyon önerileri de gerçekten çok güzel..

Kitapta beni düşündüren bir konunun cevabı şuydu meselâ; hayatın bana öğretilmiş olan amacı kendini daha iyi, daha başarılı, daha mutlu birine dönüştürmekti bugüne dek.. Ve ben asla ulaşamadım bu duruma çünkü çıta hep yükseldi ve bir noktada "realist" bir hal olmaktan da çıktı. Annemle olan sorunlarımda hep kendimi suçladım çünkü "o daha iyi bilir"di her zaman, huysuz ve mutsuz olan hep bendim. Bundan hiç kuşkum yoktu ve hep kendime yüklendim, iyi bir evlat olmadığım için, sinirliliğim ve huysuzluğum için, hep "suç" vardı ortada. Ya da kendi anneliğimde "benzer hatalar yapmamak için" aşırı bir özen göstermek, gerekiyorsa kendimden ödün vermek ama "o çocuk mutlu olacak" demek! Nasıl büyük bir yük koymuşum omuzlarıma; birini mutlu etmeye çalışmak, ne kadar sonsuz ve ulaşılamaz bir amaç; hele ki annelik aslında özünde sadece "orada onunla olmak" kadar basit bir kavramken.... Ya da ilk sevgilimi "kırdığım" için, diğerlerinde de hep o ilk aşkı onarmak için uğraşıp durmam.. Geçen Günün Tortusu'nda yazdığım gibi; "Meğer en lâzım olan kendimi, hep başkaları kazansın diye harcamışım.."

Neyse özetle; bu kitap bana iyi geldi ve eğer sen de kendini başkalarının mutluluğu ve iyiliği için uğraşırken ihmal ediyorsan ve o ulaşmaya çalıştığın yer hep daha yükseğe hep daha yükseğe çıkıyorsa ve ulaşamadığın herşey için kendini suçluyorsan yani kısacası kendinden razı değilsen, kendinin en iyi dostu değilsen, oku derim... Oku çünkü bizim gibiler için nokta atışı bir kitap. Tek sorun şu; biraz öfkeni arttırıyor çevrendeki "sevimli" vampirlere karşı :))) 

Son bir söz ile bitirelim Carl Rogers'tan: "En tuhaf paradox da şudur; kendimi olduğum gibi kabul etmeye başladıkça, değişmeye de başlamam." ;)

29 Eylül 2024 Pazar

Eylül: Adaptasyon ve ayarlamalar ayı

Eve dönüş süreci 10-15 günü buluyor malum; temizlik, düzen, eksiklerin giderilmesi ve okul / iş rutininin kurulmasıyla. Son bir haftadır artık Almanya'ya geri adapte oldum, rutin hayatıma döndüm diyebilirim. Buyrun rutin hayatım; hakikaten feci rutin :)))

Yenilenmiş rutin hatta bugün itibarıyla daha da kalabalık bir halde :/

Offf çok sıkıcı böyle "tahmin edilebilir" bir yaşam sürmek biliyorum ama Almanya'da, evli ve çocukluysan başka türlü (örn. Akdeniz kafası) olmuyor ne yapayım? İnan herkeste 3er ajanda; iş ajandası, çocukların ajandası, sosyal hayat ajandası... Bir de gerçekten bilmiyorum bunca şeye nasıl yetişebilirim başka türlü, ki yetişemiyorum, bu programlı hayata rağmen yetişemiyorum.. Mutlaka bu şekilde görsel bir liste hazırlayıp masamın üstüne asmam gerekiyor.

İşte yine listemi yaptım, renk kodlarına göre spordur, iştir, sosyal hayattır kodladım. Renk dengesi beni mutlu etti. Bir de çoğu gün 45 dakika bomboş zamanım olacak, her sabah güne yogayla başlayıp her gece meditasyonla bitireceğim ve bence bu rutin içinde bana "yaşadığımı hissettirecek" güzelliklere yer kalacak; ne bileyim haftada bir gece spontan yüzmeye gitmek olsun, çarşamba öğlen arkadaşlarımla videolu konuşmak ya da telefonlaşmak olsun, cumaları biraz maneviyata zaman ayırmak olsun.. Güzel ayrıntılar bunlar. İhtiyacım olan ayrıntılar. Daha başka ekstra bir şey de beklemiyorum hayattan; sağlıklı olalım, bu rutinimizi uygulayabilelim yeter..

Ayın tek sosyal hali: Garajımızın önüne bit pazarı kurduk, gelen geçenle lafladık,
kayınvalideyle limonçello spritz keyfi yaptık, baya bir şey sattık, hafifledik :)

İşte böyle... Eylül'ü de devirdik. Bu işlerle boğuşurken Eylül hakikaten nasıl geçti anlayamadım! Tek dikkatimi çeken, günler ciddi ciddi kısaldı, yağmurlar çoğaldı, doğa hafif hafif kızarmaya başladı. Bu sene normalden daha geç geliyor sonbahar, buna çok seviniyorum. Bana çiçeklerimi ve çiçek soğanlarımı söküp sonbahar çiçekleriyle yenilemek, kışlık giysileri çıkartmak, en güzeli de bir sürü değişik değişik çay alıp depolamak için zaman tanıdı sağolsun, yani hazırım sonbahara :) Umarım sonbahar - kış geçişi uzuuuuuun sürer bu sene; kademe kademe azalır ısı, tatlı bir geçişle sonbahar bizi yavaaaaş yavaaaaş, yumuşak bir kışa teslim eder. İnşallah öyle olur.... 

Olmazsa da.. :)) Burda yazar, birlikte mızırdanırız..

20 Eylül 2024 Cuma

Evveeet, nerede kalmıştık?

Bu sabah gayet "evimde" olduğumun bilinciyle uyandım, alışmam 10 gün sürmüş demek ki.... 

Dönüşüm her sene ağrılı oluyor. 30 dereceden 10 dereceye dönmek insanı fiziksel anlamda da psikolojik anlamda da yoruyor. Bu sene okullar açılmadan önceki akşam dönmüş olmamız da tuz biber oldu. Böyle dahiyane fikirlerim var bazen.. :) Aslında çocuklar için daha bile iyi oldu, hiç boşluğa düşmeden 6. ve 2. sınıfın kollarına düştüler.. Öğretmenleri de tam "Alman mürebbiye" denen cinsten, o nedenle ilk günden onlar erdi rutinlerine, ben çıkayım depresyonun kerevetine. 

Neden depresyon? Çünkü:

1). Geldiğimde evi mok götürüyordu afedersiniz. Bir de eşimin "ben dün temizlik yaptım, nasıl olmuş?" diye mavi mavi açıp gözlerini, aferin bekleme halleri yok mu? Sus kız, şükret otur, kabasını almış işte, ayrıntıya sonra sen girersin! diyen bir Anadolu Kadını halim de var, büyük memeli ve anaç bir Kybele. Fakat hayır, dominant halim maalesef bildiğin cazgır. Sonuç: 2 hafta sürdü ama evi şartladım. Türk genlerim ilk adımı temizlikten başlatıyor... Temiz ev mühim. Temiz ev elzem.

2). 10 derecede palto giyiliyor çünkü sabah evden çıkarken hava 5 derece. Utanmasa kar yağacak. Atom karınca gibi yazlıkları kaldırıp kışlıkları indirdim ki, bir de ne göreyim? Ayol kıyafetler küçülmüş! Sus kız, şükret otur, çocuklar büyümüş işte! Şşşt Kybele çık aradan. Çocukları okula yazık ilk gün "Şarlo" gibi gönderdim, pantolonlar bilek üstü, ceketin önü kapanmıyor, bir de utanmadan diyorum "löp löp yutarsanız ananenizin dolmalarını böreklerini göbek yaparsınız işte böyle..." Resmen psikolojik şiddet var Hakim bey! Neyse sonra gittik bir tam maaşı bırakıp pantolonlar, kışlık ayakkabı ve ceket aldık. Her şey ne kadar pahalı yahu :( Türkiye'den birkaç sweatshirt almıştım Koton'dan neyse ki, onlar kurtardı.. Koton'un ve Waikiki'nin kıyafetlerini hesaplı ve kaliteli buluyorum ama pantolonların bacak boyu kısa, beli ise bol nedense... Elim mahkum onları buradan almak durumundayım. Palto da aynı şekilde, çok ince oluyor, burada -10'a uyumlu olması gerekiyor.. Pof. Kıyafet de elzem ve mühim.

bunlarda da kendim için gözüm kaldı;
 turkuaz ve cart pembe tam benlik ama şimdi zamanı değil artık.. seneye.. 
(geleceğe yönelik alışverişe karşıyım da.. sadece ihtiyacım olanı alma politikam var yıllardır, 
evet iyice sıkıcı bi insana dönüştüm bence de :P)

3). Tavşan meselesi. Monster'ımız öldüğünden beri 2,5 haftadır Tessi yalnız :( Gündüzleri bahçede bir şekilde oyalansa da geceleri çok hissediliyor mutsuzluğu. Tavşanlar sosyal canlılar, tek bakılmaları hayvan haklarına aykırı. Harıl harıl eş arıyorum iki haftadır fakat yaşı yaşına boyu boyuna uygun bir eş bulamadım bir türlü. Sonunda neyse barınaktan bir aday çıktı, koşa koşa gittim ki ayol Alman tipi hayvan bakım kurallarına göre bizim tavşan odamızı beğenmedi yetkili kadın! (Bundan 4 sene önce de en yakın arkadaşım 1,5 senelik bir sürecin ardından başvurdukları evlatlık çocuk için "siz anne baba olmaya uygun değilsiniz" denerek (kendilerinin 1 çocukları var aslında!) reddedilmişti, bu Almanya'da her şey mümkün..). Kadın da 30 metrekare bahçede serbest dolaşmak okey ama ev içindeki 5mt'2 alan olmaz da olmaz, yetmez de yetmez diye tutturdu. 2 tavşan için en az 6mt'2 alan gerekiyor, resmen 1mt'2'nin hesabını yapıyoruz! Sonunda yalvar yakar bin tane sözle (ve imzalı senetle!) ikna ettim, odaya dedim ikinci bir kat çıkayım (tam Türk müteahhit kafası bendeki!) yani işte şöyle bir şey:

Buna ikna ettim kadını, kadın dedi ki "15 gününüz var bunu yapın, gelip göreceğim" :))) Hani diyordum ya "ben hep tahta ile çalışmak istemişimdir, hep içimde keşfedilememiş bir marangoz yatıyor" diye... Hah o rüyam gerçek oldu sağolsun bu kadın sayesinde. Hatta "sen 6 mı dedin, 8 ulan!" diyip 25mt2'lik salonun orta yerine 8mt2'lik tavşan alanı kurmaya karar verdim! Yeminle "Ah bu çılgın Türkler...." 

Evde "delidir ne yapsa yeridir" politikasıyla karışanım görüşenim yok, "koku olmaz mı?" sorularını "olmaz. bakarız oldu, birbirlerine alışınca 5mt'2'lik odaya geri alırız" diye bertaraf ediyorum. Bu arada kedi gibi tuvaletleri var tavşanların, gidip oraya yapıyorlar, günde bir temizlenince gerçekten koku olmuyor.. Ay neyse yani anlayacağın bir de bu "tahtalıköy projesi" var hayatımda.. Hırt hırt günboyu tahta kesiyorum.

dolduracağım alan bu.. haydi bakalım..

4). Bilgisayar yapıldı Türkiye'de (400 euroya bilgisayar almaktansa 1500TL'ye mis gibi yaptırdım diye seviniyordum) ama adamcağız "iyilik olsun diye" Windows'umu yenilemiş. Ne oldu bilmiyorum, hiçbir şey çalışmıyor bilgisayarda. Çalışanlar da Türkçe çalışıyor, hiçbir şey anlamıyorum bilgisayar Türkçesinden.... Terapilerim aksadı, cep telefonundan saçma sapan çalışmaya çalışıyorum falan, asabiyet yaptı bu "ucuz etin yahnisi" durumu bende.... "Yazmıycam ulan" dedim, "blog mlog yok yeter". Ama sağolunuz öyle çok aradınız sordunuz ki, sahnelere sayenizde yeniden geri dönmek "zorunda" kaldım hahaha külliyeten yalan, aslında çok yazasım vardı ama hakikaten yoğundum. Neyse kavuştuk artık, Allah ayırmasın diyelim....

5). Tüm bu hengamede bir de oğlanın ilk parça doğum günü kutlaması vardı. İlk parça nedir? Yani nedense bir aile, bir de arkadaş kutlaması adeti var bunlarda - babaları da böyledir bunların - işte aile kutlamasını yaptık geçen haftasonu. Arkadaş kutlamasını çıkmaz ayın son perşembesi diye düşünüyorum bakalım..... Fakat şimdiden planlar planlar... Bence yeterince güzel bir doğumgünüydü ama "yeterli" bir türlü "yetmiyor" bu model çocuklara. İlle arkadaşlarıyla da kutlayacakmış. Son sözü elbet ben söylüyorum: "peki evladım."


6). Bahçe işleri. Kayınvalide sağolsun "12. Geleneksel Sardunyalarımı Öldürme Girişimi"ni yine çok güzel, layıkıyla başarmış. Coşmuş halde bıraktığım sardunyalardan ölmemekte inat edenleri şimdi ben 1 ayda yine canlandırmaya çalışacağım her yaz sonu olduğu gibi. Nedir bu kadının sardunya beceriksizliği bilmiyorum. Bu sene dışarıya koyup "sen hiç elleme onlar birşey istemiyor" dediğim halde, inatla sulamış - sardunya su istemeeeeeez! dilimde tüy bitti. Bence sırf onlar da benim gibi Akdenizli diye.... Almanya'ya entegre olamıyorlar işte yahu, bırak aaa. Sardunyalar dışında ama elmalar (tamamen %100 Almanya bitkisi malum) coşmuş, 100 elmadan fazla topladım, ayırdım, 52 tanesi yemelik kaldı. Diğerleri çürümüş ya da kurtlanmış, malum %100 organik :))

İşte eve dönüş böyle vuku buldu. Haydi bakalım. Yeniden görüşmek iyi oldu, devamı da gelsin tez elden :) Herkese güzel bir güz mevsimi dileklerimle....

10 Eylül 2024 Salı

7 Eylül - Blogger İstanbul Buluşması

İzmir buluşmasından aldığımız gazla “Haydi İstanbul, bir de seni görelim!” demiştik. İstanbullu bloggerların buluşması aslında ilk değil, son da olmayacak eminim. O nedenle şöyle diyeyim: İstanbullu bloggerlar yine buluştu! Ve bu sefer acar muhabiriniz olarak ben de oradaydım :) Aman efenim kimler yoktu kimleeer, ne dedikodular ne dedikodulaaaar, alın çayınızı kahvenizi yayılın ekranın karşısına..

Gidiş

Kimden başlasaaaam, nasıl anlatsaaam, karar veremediğim için alfabetik gideceğim.

İlk blogger’ımız; mekana ilk gelip, mekandan da ilk ayrılan, ilklerin kadını ;) Aslı. Bloğu burada. Kendisi bir ufaklık annesi bir genç kadın olup, Japon ve Uzakdoğu kültürüne hakimiyetiyle, konuşkanlığıyla ve FRP oyunlarına olan ilgisiyle masamızı şenlendirdi. Keşke daha uzun oturabilseydi çünkü daha karpuz kesecektik….

İkinci blogger’ımız, sessiz, sakin, çok zarif bir bayan olup, burada yazdığı seyahat yazılarıyla müstesna, sevgili Derya. Kendisi sadece zarif değil akıllı da. Kendine ait bir, komşuya ait üç erkek çocuğu, büyük bir beceri ve tatlılıkla Cumartesi tam gün eşine yıkıp yanımıza kaçan Derya’ya hemen bir aferin veriyoruz, darısı başıma diyoruz. Umarım seyahat yazılarına bu sene yenilerini de ekler..

Bir diğer blogger’ımız, dlkgzr, çok hızlı gelip çok hızlı giden, hız tutkunu bir arkadaşımız. Vallahi ne oldu ne konuşuldu hiç anlamadım ama dlk hanım ile ancak iki satır konuşup, mesafesi uzak olsa da kalben yakın gülümseyişler değiş tokuş edebildik. Umuyorum daha fazlasını birdahaki seferlerde yapabiliriz. Bloğuna buradan ulaşabilirsiniz.

Esen hanımın sadece bloğunu değil, çok yetenekli olduğu elişlerinin şatışını yaptığı zevkli instagram hesabını da vermek istiyorum. Kendisine tek omuz blüzü ve efil efil saçları da çok çok yakışmıştı. Ayrıca beni tuvalette kenara sıkıştırıp :)) bir daha sarılışı da çoook sevindirdi beni. Ne iyi etti de geldi.. Yine maalesef aramızdan erken ayrılanlardan..

Veee sırada evlilik yıldönümünü bir de bizimle kutlamayı seçen sevgili Handan var. Handan hakkında ne diyeyim bilmiyorum, bu kadının on parmağında on marifet maşallah. Kendisi bu sene bir de K-Pop’ta fenomen olmasın mı?! Aramızda bir de internet fenomeni yoktu demeyiz artık! Handan’ın bir de masaya koyuverdiği “Ceviz Ağacı Pastanesi Çikolataları” vardı ki, of ki of, sanırım yarısını ben yedim..

Hülya Hanım….. Asrın yorumcusu :) Blogger buluşmasına blog sahibi olmadan gelen, hakikaten çok pozitif, çok motive edici yorumların sahibesi. Ne iyi ettiniz de geldiniz. Bunca yazana bir okuyan olmadan olur muydu, olmazdı… Sabahları ilk çayınızı alıp blogları okuyuşunuzu anlatışınızı gözümde öyle güzel canlandırdım ki, çok sevdim o sahneyi çok! Artık Münih’in gri ötesi insanı canından bezdiren gri kış havasında kendimi “en azından Hülya hanım var” diyerek yazıya motive edeceğim..

Judy Abbott ya da instagram’daki adıyla Hakiki Muhabbet, instagram sahibi olmadığım için bilmediğim, İngiliz kraliyet ailesi özel haber ajansı olarak da hizmet veren, artık bloğuna pek yüz vermeyen eskiden blog yazarı olan bir arkadaşımız. Kendisi aramıza Leylak Hanım’ın +1’lerinden olarak teşrif ettiler. Onu tanımak çok güzeldi, iyi ki geldiler. Instagram’ı olanlar takip etsin derim, büyük hazine.

Gizemli kadın, son yıllarda dış mihraklara kapalı blog yazarımız Küçük Joe’muza geldi sıra. Joe’nun yeni tamamladığı romanı, bir örgü gibi ince ince işlediği, onun rutin dediği benimse gerçek ve çok güzel bulduğum hayat koşturmacaları, bir sürü birbirinden farklı ilgi ve uğraşı, dalgalı saçları, ışıltılı güzel gözleri.. Ne özlemişim.. Hep aynı, bu nedenle çok güzel Joe, bakalım bu sene seni ne sürprizler bekliyor, yolun çok açık olsun!

Eh Leylak Dalı’nı tanımayan yoktur artık :) Ama yüzyüze tanışmak bana yeni nasip oldu. Başım göğe erdi. Mutlu ve esenim. Hakikaten yazıları gibiymiş mizahı; güçlü, cesur, atılgan. Sağolsunlar, taaa Ankara’lardan sevgili kardeşi Funda hocamızla masamızı şenlendirdiler. Ankara dönüşü tüm bu İstanbul kazan biz kepçe maceralarını bir de kendisinden dinleriz. Ayrıca yaşasın Isabel Allende diyoruz, hatta ben genelleştirerek yaşasın Güney Amerika romancıları da diyebilirim vallahi ;)

Sevgili Neslihan, çok yönlü, çok hoş, girdiği yeri aydınlatan bir kadın. Onunla vakit darlığından az az dokunabildiğimiz şu astropsikoloji konuşmamızı geniş zamanlarda bir ilerletmek isterim doğrusu.. Onu ışıl ışıl görmek beni çok çok mutlu etti.. İşte bloğu burada, iyi ki var.

Qunegond iki farklı kişiden “offf efsane blogtu o!” diye duyduğum ama uzun zamandır yazmadığı için denk gelemediğim, çok hoş bir bayanmış gerçekten. Tanıdığıma çok sevindim. Kendisini acil olarak buradaki bloğuna geri çağırıyoruz, lütfen diyoruz, rica ediyoruz. Birlikte rica edersek geri döner bence ;)

Sevgili Sezer, blog dünyasının iki sevgili Sezer’inden İstanbullu olanı ve insana yahu bu Sezer’lerin hepsi mi tatlı çıkıyor dedirten bir bayan ve ekibimizin sanat tarihi uzmanı. Sezerle bir sonraki buluşmamızda mutlaka yürüyerek dolaşmak - şehir önemli değil - istiyorum, çok istiyorum, amin bin. 

Sıradaki güzelimiz, güzellikler defteri’nin sahibesi, içi de dışı da güzel bir kadın; Şule. Ayrıca onun bir telefonu var, efsane! Bastı mı deklanşöre, uzun bacak, dar basen fotoları çekiyor yahu! Bu nasıl bir telefondur, her Türk kadınına lazım :)) Canım Şule blog aleminin son yıllardaki en güzel hediyesi bana, Ekmekçi Kızcığım ve Joe’m gibi! Sağolsun varolsun!

Son olarak çooook sevgili Radyo Z’miz, Zelda Capulet’imiz de oradaydı. Ama one girişti öyle! “Ben …” deyip adını söyledi, kibarca bir köşeye oturdu, ben de “herhalde takip etmediğim bir bayan” dedim, kibarca kendi köşeme çekildim. Aradan 3-4dk geçti, Küçük Joe ile söyleşiyorlarken birden “Zelda” kelimesi kulağıma gelir gelmez ben bir fırlamışım: “Aaaa Zeldaaaa?!” diye :))) İşte anonim bloglarla ilk defa canlı karşılaşma klasiği: aaa sen osun o sensin aaaa :))) Çok tatlı bir andı bence. O kadar mutluyum ki yüzyüze tanıyabildiğime!

İşte tam kadro bu şekilde bir İstanbul buluşması gerçekleştirmiş olduk, çok iyi yaptık, şeytanın bacağını kırdık, darısı nicelerine diyor, deniz otobüsü ile eve dönerken bitmek üzere olan pilimle huzurlarınızdan koşarak ayrılıyorum :)) Nice buluşmalara…. Sağlık ve neşeyle!

Dönüş..

31 Ağustos 2024 Cumartesi

Ağustos 20-31: Sisli ve hisli zamanlar

Dün, 30 Ağustos, beni büyüten ve çok bağlı olduğum ananemin ölüm yıldönümüydü. Her ne kadar son birkaç senedir ölüm günlerini anmak yerine doğum günlerini kutlamayı tercih etsem de, yaşasaydı bu sene tam 100 yaşında olacak ananemin belirli bir doğum günü yok. Annesi ona “yapraklar dökülürken doğdun” demiş.. Dolayısıyla her Ekim sonu, ne zaman sarı bir yaprak süzüle süzüle, yavaş yavaş toprakla kavuşsa, ben ananemi anarım. 

Fakat 30 Ağustos’un da - zafer bayramı olması dışında - 11 senedir hüzünlü bir anlamı daha var işte.. Hüzün zamanla azalıyor diyorlar ya, o da yalan. Zaman geçtikçe özlem katlanarak artıyor, belki kapıp koyvermiyorsun ilk zamanlardaki gibi ama içine içine akıtıyorsun gözyaşlarını ve bazen bir susmak ki, ağzını açacak güç bulamıyor, bir iç çekişe sığdırıyorsun tüm yaşanmışlıkları. 

Sevmek böyle bir şey.

ya da böyle :)

İki anlamıyla da. Sevmek ve yitirmek böyle birşey. Hayatta en azından bu duyguyu iyi öğrendim, defaatle üstünden geçe geçe.

Yok yok.. Hüzne boğmayacağım kendimi de sizi de. Sadece, öyle bir yaşa geldim ki, karşı takım artık bizim takımdan daha kalabalık ve bu da ölümle ilgili korkuların yönünü değiştiriyor. Bir noktada ananemin de dediği gibi: “neredeyse sevdiğim herkes karşı takımda artık..” hissi sanırım insanın kayıplara, ölüme ve belki de yaşama bakışını bile değiştiriyor.

Güle güle boncuk gözlüm..

İşte böyle.. Sevgili Mahir Ünsal Eriş’i de analım: hayat bu kadar’dı bu ayın son günlerinde. Ölümler (Erkek tavşanımız Monster’ımızı ve çocukluktan tanıdığım iki kişiyi de kaybettim son 10 günde), özlem, yavaş yavaş yazın bitiyor olduğu gerçeği, memleketten ayrılığa hazırlık…

Böyle olunca, 20 Ağustos’tan bu güne, hayat durgun ve yavaş geçti. Sabahları ezanla kalkıyorum, biraz spor yapmaya çalışıyorum (somatik ağrılarım devam..), sonunda mutlaka şükür meditasyonu ve dua etmeye dikkat ediyorum, sonra tek başıma kayalıklardan denize giriyor ve uzun uzun yüzüyorum. Denizle bütünleşmek bana iyi geliyor. Duş ve kahvaltı sonrası hiçbir şey yapmıyorum akşam denizine dek. 

Kitap bile okumuyorum düşünebiliyor musun?! Bazen çocuklarla bile ilgilenmiyorum. İçimden gelmiyor.. Onlar da zaten kitapları oyuncakları ve denizle dolular. Sonra akşam denizi sonrası bahçeleri suluyorum (günün en keyifli anlarından biri) ve akşam yemeği hazırlıkları, yemek sonrası balkondan denize bakmak, nadiren (keşke daha çok olsa) babamla sohbet, akşam 10’da yatağa yığılıyorum ve tavuk gibi bir uyku.. 

10 gündür her gün bu. Hayat bu kadar.

Gizli mabedim: küçük kamelya

Bir iki değişiklik de oldu. Oz geldi (ama ona rağmen üstteki rutin aynı kaldı, hatta yazık, akşam yürüyüşe sahile tek başına inen misafir oldu - aileden sayılmasa bu yaptığım çok ayıptı valla), birkaç defa annemin tansiyonunu yükselttim (çünkü son 2-3 senedir sağladığımız ateşkes, benim terapiye başlamamla ve terapistin suyu yine bulandırmasıyla, en baştan tuzbuz oldu maalesef - belki bu konuda da en dibi görmeden iyileşme başlamayacak). 

Geçen gün de dolmuşla günübirlik İzmir’e gittim ve şahane kadınlarla buluştum. Görür görmez sevdiğim, taaa Antalya’lardan gelen, güzel gözlü güzel kalpli Narda, daima enfes bir kadın olan Momentos ve benim için bir “kuzen” ayarında olan, yıllaaar önceki Almanca öğretmenim ve sonrasında zor zaman ve konulardaki sırdaşım ve dostum Natalia.. Bu buluşmalar da çok iyi geldi..

İşte böyle. Birkaç güne Bursa, günübirlik İstanbul (7 Eylül buluşmamızı iple çekiyorum sevgili blog dostlarım!) ve sonra gerisin geriye kürkçü dükkanı….

Haydi bakalım.. Ağustos buydu işte, bu kadar’dı. Yaz bu kadardı.. 

Yine gelir mi ki?

Günün, ayın, yılın güzeli 🤍💜

19 Ağustos 2024 Pazartesi

Ağustos 9-19: Almanlar tatilde bölüm 2

Hiç akıllanmıyorum. Bölüm 1 bak burada.


Yine canım Ege’me saygıyla, yine geçen seneki ekiple, yine 9 kişi (5 çocuk), ama bu sefer bir farkla: gün sayısı 7’den 10’a çıktı.

Bu ekibi seviyorum; birlikte tatil yaptığım en uyumlu ekip. Çünkü D. Ailesi bize çok benziyor; dakik ve kurallara fazla bağlı, bir yere gidilecekse 3 saat önceden pirelenmeye başlayan bir baba, kuralsız kaotik neşeli ama aynı zamanda da aşırı planlı, iş-bitirici bir anne, sorunsuz, uyumlu, cool ama babayla geçinemeyen bir adet erkek evlat, bir adet de mızmız ama şeytan çekici (özellikle babaya her istediğini yaptıran) PreMses ve biz 3. çocuğu yapsak kesin bize de kısmet olacağına emin olduğum bir adet “çaktırmadan yolunu bulan”, saman altı sular uzmanı, cingöz küçük evlat. 


Böyle bir grupla tatilin şu avantajı oluyor: malum şimdilerde çocuğunu ve anneliğini sürekli öven, kendine toz kondurmayan tipler çoğunlukta (ki bu kendini sürekli övme ve başkalarından da sürekli beğeni, takdir, onay bekleme de aslında gizli mutsuzluğun, yetersizlik hissinin göstergesi ama işte..  🤫), bu tipleri ciddiye alırsan kendinden ve çocuklarından şüphelenmeye başlıyorsun. Haydaa, bir biz mi böyleyiz diyorsun.. Fakat işte böyle “göte göt diyebilen” insanlar sayesinde görüyorsun ki instagram vs’nin aksine, hepimiz aynı bokun içinde debeleniyoruz, komşununki bir ölçü daha mavi olabilir ama herkesteki aynı bok.

Oh be gerçek insanlar……. Ve sürekli şikayet eden de değil, olumsuzluklarla ve kendiyle dalga geçebilen insanlar… Oh be!

Neler yaptık:

- 2 ergen, 2 ön-ergen ve 1 çocukla Wi-fi’sız 9 gün geçirdik ve tek bir şikayet duymadık! 

Ne biçim oyun bu 🤣🤷🏻‍♀️

- Topluca bir sürü oyun oynadık ONO 99 ve Cards against humanity favorilerimizdi ama onların dışında 9 kişi saklambaç da oynadık, Bayan 14’ün herkesi kırıp geçirdiği bir satranç turnuvası düzenledik, bahçede su tabancaları ve hortumlarıyla savaştık :))

Sanat atölyesi 🤣

- 47-45-14-11-11’lik beş kadın bir arabaya doluşup yol boyu 14’lük DJ’imizin hazırladığı özel “kız şarkıları”na bangır bangır eşlik ederek Kemeraltına günübirlik “kızlar gezisi” yaptık. Öğlen yemek yerine çikolatalı pasta yedik, 4 saat incik boncuk alışverişi yaptık ve akşama oğlanlarla buluşma yerine tam 3 saat geç kalıp onları delirttik (şahaneydi).



Beklemekten deliren 17 ve 7’lik cool tipitipler 💕

- Almanlar her sabah 9’da çayı demlemeyi, menemeni (elbette soğansız) yapmayı ve simide gevrek demeyi, mantıyı çatalla değil de kaşıkla yemeyi öğrendiler. 

Uzuun masalar, en sevdiğim 🧿

- Bir gece Urla’da trileçe avına çıktık, bulduk ama beğenmedik, aynı yerde fıstıklı helva yedik, damak cennetine erdik.

M. ve trileçeleri

- Üç gece saat 21’de, insanlar süslü püslü oturmuş 2000’lik balığı (kazığı) yerken, 9’umuz birden denize girdik. Çocuklar böyle bir şeyi ilk defa yaptıkları için bayıldılar tabii. Hele son gece, dolunayın altında yüzdük. Muhteşemdi.



- Herkes herkesin tabağındakini sürekli merak edip bir lokma aldı, en küçüğümüz asla paylaşmayı istemediğinden bu duruma sinir oldu ve çözümü pide gelir gelmez eline alıp boydan boya yalamakta buldu :)))) Çok iğrenç ve dahiyane bir çözümdü doğrusu. İlerleyen günlerde paylaşılmak istenmeyen her yemeğe aynı uygulama yapıldı (55’lik birinin Ayvalık tostunu önüne konar konmaz hızla eline alıp her yerinden yaladığını hayal et lütfen!) 🙈

Yayılmışım kumsala

Ya da mavinin göbeğine..

- Eşimin “ergenliği”, M.’in “huysuz ihtiyar”lığı, C.’nin “tembelliği” ve benim “mükemmelliyetçiliğim” herkesçe tescillendi. 11 yaşındaki kız çocuklarının “çekilmez bir şey” oluşu genel kabul gördü (özellikle sabah uyandırma görevini resmen aramızda kibrit çöpü çekerek belirlemek gerçeği… Ohh bu sabah bana patlamadı rahatlaması!). Bayan 14 yaş ve Bay 17 yaşı ise, içime sokasım geldi, nasıl şahane çocuklar yahu, demek ki tünelin ucunda ışık var!!!! Hadi az daha gayret.. Az kaldı 😅 

Çok az kaldı.. 🙈

- Sırayla mide virüsü geçirdik, en kötü de beni vurdu. Nazar boncuğudur dedik 🤷🏻‍♀️

Kemeraltı 🧿

- Almanları yine hüzünle ve göbek bölgesinde ekstra 3’er kiloyla evlerine yolladık ama bu sefer son, sahiden, vallahi, söz, bu son! :))) 1 sene İtalya, 2 sene Türkiye’den sonra bence artık daha maceralı egzotik bir tatil beklesin bu ekibi, değil mi? ;)

Haydi gazam mübarek olsun. Bu sene de “D&S Tatili” böyle geçti ve bitti. Yeni maceralarımızı bayiinize ısrarla sorunuz :)))

12 Ağustos 2024 Pazartesi

1. Geleneksel Blogger İzmir Buluşması

1. Geleneksel lafı beni hep güldürmüştür ama bir yerde de naif, samimi, umut dolu bir girişim hissi vermiştir. Öyle bir gündü bugün; tarihe geçsin: 11 Ağustos 2024; 1. Geleneksel Blogger İzmir Buluşması :))


Dikkat bu bir özendirme yazısıdır! Acaip eğlendik (tam 7 saat oturmuşuz işletmede) ve aramızda olmayanların da dedikodusunu yaptık peşinen söyleyeyim :))

İzmir ekibinde öz-hakiki “Efe” bir adet İzmirlinin dahi olmaması, onun yerine memleketin dört bir yanından ve hatta yurtdışı temsilciliklerden gelmiş bulunmamız, bence seni de bir dahaki buluşma için şimdiden gaza getirsin! Hiiiç çekinme çünkü aramızda blogger olmayıp “eş kadrosundan” ve gelirken içten içe “benim ne işim var burada” diye düşünüp çekinmiş ama günün sonunda “fahri blogger”lığa yükselmeyi bırak, “mutfak bloğu” ve “bloggerların kirli sırlarını ifşa bloğu” açma sözü aldığımız iki de eş vardı - ki sadece birbirmizi değil, onları da çok sevdik çok!


Çok tatlı bir masaydı vallahi, herkes aynen kendini bloğunda lanse ettiği gibiydi bir kere! Samimi, gerçek, uyumlu, kibar ve neşeli.. Bloggerlar beni hiç şaşırtmıyor; bence biz sadece ortak bir hobi sahibi insanlar değil, dünyanın dört bir yanına dağılmış bir aileyiz. Bak neden öyle dedim açıklayayım:

Makbule öğretmenimizle Urla’dan benim üstün düz yolda kaybolma yeteneğim sayesinde biraz gecikmeli vardığımız mekanda çok içten karşılandık. Sanki kırk yıllık dostlar buluşmuş! İsim ve blog ismi söyleme fasılları, ha sen osuuuun aynen tahmin ettiğim gibisin’ler anında sıcacık sarılmalara dönüştü hemen.. Aa ben de okuyorumlar, ne oldu senin o mesele’ler, o yazı tam içime işledi yahu nasıl yazmış helal’ler, sanki kırk yıllık kankalar daha dün ayrılmışız yahu! Ben Momentos dışında herkesi ilk gördüm ama sanki kırk yıllık dostlar masasında gibi bir hisle ait hissettim. Bu muhteşem değil mi sence de?


Gelelim dedikodulara :))))

Momentos’un zaten bloğundan ne kadar ince zevkleri olan ve bunlara dokunup mükemmelleştiren bir kadın olduğunu biliyorsunuz; yine şahane bir mekan seçimi yapmıştı, isteyene şarap, isteyene çay, acıkana salata, makarnalar, kahve yanına kurabiyeler.. Bu güzel kadın neyi kendine proje edinse vallahi altından çok başarıyla kalkıyor yahu! Made by Momentos’sa tamam!

Kırmızı Ruh ve sevgili eşi ne ara becerdiler anlayamadık, bizi çok mahçup ederek günün sponsorluğunu üstlendiler. Kırmızı Ruh’un edebiyat alıntılarının hayranı olsam da, hiç bilmediğim nice özelliğini öğrenmek, hakikaten dobralığına ve açıklığına saygı duymak ve beni değer bulup açtığı bir konuda onunla birlikte heyacanlanmak günün sürprizlerinden biri oldu benim için. Ayrıca eşinin durup “yaw bu nasıl bir ortam, ne acaip tipler, dizi gibi entrikalar, şaşırtmalı sonlar, error verdim ben ya” demesine çok güldüm. 

Makbule öğretmenimin ince ruhu, kibarlığı, hele o elyazısıyla herbirimize özel imzalayarak armağan ettiği kitabı hepimizi çok duygulandırdı. Çıkışta hiç inanmadığım “geçmiş hayatımızda..” konularında kendimi aşıp “vallahi biz sizle kesin önceki hayatımızda da yakınmışız!” deyişim beni bile şaşırttı ama vallahi öyşe bir ruh etkileşimimiz var kendisiyle! Bu konuyu araştıracağım.. 

Bir Garip Şeyma’nın mesleği - daha doğrusu ünvanı - hepimizi çok şaşırttı, hatta bir titreyip kendimize gelelim karşımızda bir ünvan duruyor yahu dedik ama başaramadık :)) Şeyma’nın ayrıca gözlerinin içinin gülüşü ve sık rastlanmayan ama çok değerli bir vasıf olduğuna inandığım sakin neşesi ve aramızda olmayanların gıybetini yaparkenki (ama valla iyi şeyler söyledik hep) yerinde saptamaları çok hoşuma gitti. 

Kaplan Diary ve zarif eşinin “Dede hikayeleri” aşırı güldürdü, girişimcilik öyküleri bazı konularda hepimize motivasyon oldu, inşallah bizim de torun sahibi olacağımız yıllara dair içimizde şimdiden özlem yarattı (“biz kalkalım artık, torunumuzu özledik” şimdiye dek duyduğum en güzel kalkış cümlesiydi vallahi) ve Kaplan Diary’ in bloğuna geri döneceğine dair ve iki ayrı kitabı yayına hazırlayacağına dair sözünü de aldık!

Çok sevgili Balthus’u yani Kafka’ya Mektuplar’ı sona bıraktım çünkü en erken o kalktı aramızdan, hevesimizi kursağımızda bıraktı! Kendisine çeşitli konularda maşallah diyorum, şu “aşırı güldüren ölü” hikayesini de aşırı merak ediyorum! Ayran içip bloğundan uzak düşmüş bloggerımızı bir an önce mevkiine geri bekliyorum!

Ben.. Valla ben bildiğin gibiyim :)) Çok eğlendim. Çok konuştum. Çok heyecanlandım baĞzı gizli projelere :)) Neymiş neymiş? Pışııık söylemeeem, bir dahakine paşa paşa gelirsin kendin öğrenirsin valla!


Diyorum ki Eylül başında bir de İstanbul ve yakın çevresi buluşması çaksak mı??? Bu işler çok keyifliymiş vallahi.. Tazeyken bu gazla bence başarırız sevgili İstanbul ve çevresililer, ne dersiniz?

Şimdi gecenin 12’si İzmir’den dönüş yolunda itfaiyeler ambulanslar, güzelim Boyabağ alevler içinde.. Ah öyle üzüldüm ki; Boyabağ artık sayıları gittikçe azalan yapılaşma izni verilmeyen, cennet gibi bir koyumuzdu, Aklıma türlü komplo teorisi geliyor sinirlerim bozuluyor. Onları düşünmemek için, sıcağı sıcağına heyecanım dinmemişken bu güzel günü bir yazayım dedim. Yarın birkaç da foto ekleyeceğim yazıya söz. 

Ekleme: Fotolar anonim bloggerlara saygıyla unsplash.com’dan ;)

8 Ağustos 2024 Perşembe

Ağustos 1-8: Ekransız yaz tatili denemesi

Bir önceki yazıma sevgili H. şu yorumu bırakmış: “Sen kendinin çocuğu olmak ister miydin?” Ne kadar güzel bir soru! Ve ne kadar kolay bir cevap; kendiyle barışık, kendini yetkin ve yeterli görebilen anneler için..

Ben ikisi de olmadığım için, soruya ilk tepkim hayır oldu, sonra yumuşadım, evet aslında isterdim belki dedim ama sonra uzun uzun düşününce yine hayır ağır bastı. Nedeni şu:

Dünyanın geleceğine yönelik bazı korkularım var. Ve çocuklarım bundan ve dolayısıyla benden hiç memnun değiller.. Şöyle açayım: telefon / tablet / sanal gerçeklik / sosyal medya ortamlarında büyüyen neslin neden olacağı distopik gelecekten çok korkuyorum, bak geçen gün burada biraz da tiye alarak yazmıştım


adet ekransız = mutsuz çocuk :))

İnsanları izlemeyi sevdiğim için, minicik çocukların daha mama sandalyesinde önlerine konan tabletlere bön bön bakarak büyüyüşlerini, 10 yaşında eline telefon verilen neslin anında sosyal medya bağımlısı oluşlarını ve bu ortamları sınırsız kontrolsüz kullanmalarını, birlikte bir cafeye gidip birbirleriyle hiç konuşmadan ellerindeki telefonu kurcalayan gençleri, işten gelip koltuğa gömülüp saatlerce instagram kaydıran yetişkinleri ve yalnızlıktan sosyal medya ve x’in müdavimi olan yaşlıları dehşetle izliyorum.. 

İzliyorum ve üzülüyorum. İzliyorum ve adım adım robotlaşmamızı, vasıfsızlaşmamızı, inançsızlaşmamızı, agresifleşmemizi, tahammülsüzleşmemizi ve herkesin görüntüde ve ilgilerde gittikçe birbirinin aynısı oluşunu ve en kötüsü de sosyal medyada kalabalıklaştıkça gerçek hayatta yalnızlaşmamızı, aidiyetsizleşmemizi ve içimize doğru adım adım kayboluşumuzu görüyor, üzülüyor ve korkuyorum.. 

Oysa, doğanın kalbinde roman okumak gibisi var mı?

Ya da gün boyu bahçede oynamak, 
elmaların büyümesini izlemek, böğürtlenleri dalından toplamak..


kahvaltılık yumurtaları sırf gülsünler diye boyamak..

Bu korku elbet bana özel değil; yıllar önce daha bilgisayarların, telefonların esamesi okunmazken, Gülten Akın ne güzel yazmıştı: ah kimselerin vakti yok durup da ince şeyleri anlamaya.. İşte tam bu nedenle, doğaya, birbirimize, iletişime gittikçe yabancılaşıyoruz.... Vaktimiz yok artık.. Yaşamak yerine yaşadığımızı göstermek'le meşgulüz.....

Bu nedenle; bizim evde ekranlı tüm aletler yok denecek derecede kısıtlı. Ve çocuklarım da benden bu nedenle nefret ediyor :))) “Ama arkadaşım X Roblox oynayabiliyoooo, ben neden..” , “Ama arkadaşım Y snapchatte, ben niyeee” , “ama tatildeyiz..” , “çok kötüsüüüün, hiç bi'şeye izin vermiyosuuun” , “senden nefret ediyoruuuum!”..

sıkılan çocuk, yaratıcı olur :)))

günübirlik aktiviteler de can kurtarır..

Zor be arkadaşlar… Bu çağda 1990’larda kalmış bir kafayla ve 2000'lerin bi' çarparım ağzına'sızlığıyla :)) çocuk yetiştirmek çok zor.  

Kimseyi yargıladığım düşünülmesin (belki biraz bebeğine tablet vereni yargılıyorum evet yazık ama ya; ufacık bebekle bile ilgilenmeyeceksen niye yaptın yani? Baksaydın çocuksuz hayatın keyfine, herkes zorunda mı çocuk sahibi olmak?! Hele ki onca isteyip olamayan varken..) ama evet diğerlerini yargılamıyorum inan; diyorum ki “onlar başka aile, biz başkayız, herkesin kuralı başka..” Eminim ekranı açınca anca iki nefes alabilen yorgun anneler var, nasıl yargılayabilirsin, insanız…..

Ama evet, benimkiler benden nefret ediyor telefon vermediğim, tablet vermediğim, ekranı sınırladığım, sosyal medya ve video oyunlarını kullandırtmadığım için… Benden nefret ediyor ve ölesiye de sıkılıyorlar :))) Ve ben onları “eyleyeceğim” diye kırk dereden su getirirken yorgunluktan tükeniyorum. Tamamen çocuk odaklı yaşadığım için de kendimden nefret ediyorum, hayatımı boşa geçiriyormuşum, kendime ihanet ediyormuşum gibi hissediyorum..

 
Şu halime baallahaşkına, 45 yaşında kadınım ya yazık bana..

Dolayısıyla evet, elimden geleni yapıyorum ama geridönüş asla sağol annecim, bize 1990’lardaki çocukluğu yaşatıyorsun olmuyor tabii ki de :))) Haklılar çünkü sene 2024, çağ tiktok çağı ve ben hiçbirini kullanmadığım için çağın çok gerisinde bir anneyim ve bu çocuklar için iyi mi kötü mü inan bilmiyorum. İlk bakışta şahane ama düşününce belki de kötülük, birnevi çağdışılık, belki bir tür korku / kaçınma davranışı..

kelebeklere de her gün gidip bakılmıyor ki yarabbim... 

Yani sevgili blogcuğum görüyorsun benim de aklım karışık. Çocuklarımı koruyorum dolayısıyla dünyanın geleceğini korumak adına elimden geleni yapıyorum sanarken, belki de sadece gerçeklerden kaçıyorum. Terapistim haklıysa ve eninde sonunda her çocuk ailesini bir neden bulup suçlayacaksa; benimki de bu olacak: Annem bizi manuel büyütmekte ısrar ettiği için 15 yaşımıza dek sosyal medya kullanamadık, dijital gelişimden geri kaldık, annem bizi kendi korkuları nedeniyle ketledi.. Potansiyelimize ulaşamadık.. 

Velhasılı kelam; bu iş zor Yonca..

Son olarak; bir adet yorgun, kimseye yaranamayan ve kafası karışık anne fotosuyla bitireyim.. :)) 

Dünyayı sen mi kurtaracaksın cümlesini çok duyuyorum hayatımda, evet, ben sen tek tek uğraşarak kurtaracağız diye cevap veriyorum ama belki de dünya artık kurtarılabilirlikten çok uzak bir noktada. Belki de evrimin bir sonraki çağı zaten idealizm ve gerçek bilgi, felsefe ya da etik değil; tiktokta kafa boşaltmak, kendimizi Yapay Zekanın kollarına yavaş yavaş teslim etmek, anlık hazlar ve acıdan kaçış bazındaki primitif güdülerimize geri dönmek.. Olabilir….. Neden olmasın..

Çok da fifi yani, o zaman dans ;) 

Fotolar: Ekransız ilk tatil haftasından... Daha da önümde 5 hafta var, oy oy :P