21 Mart 2021 Pazar

Farklı bir veda yazısı

Ne zaman çocukluğumdan bu yana tanıdığım birini yitirsem, binayı yerinde tutan ana sütunlardan biri yıkılmış gibi düşünür, ayağımı bastığım sağlam zeminin titrediğini hisseder ve korkarım. Dünya asla eskiden olduğu gibi gelmez bana; gidenin ardından bir eksiklik, bir ıssızlık, bir kuytu karanlık çöker sanki. Yazılarım ağırlaşır, kararır.

Bu sefer başka türlü yazmak istedim. Bilmem başarabilecek miyim..

Nizam eniştem sanırım tanıdığım en zeki insanlardan biriydi. Henüz 20 yaşındayken devlet bursuyla  İngiltere'de fizik doktorasına başlamış. Fakat işi gücü o yılların tabiriyle ineklemek de değil ha.. İngiltere'ye yalnız mı gidecek, elbette hayır! Hele şu komşunun kızı, bir içim su gözleriyle pencere gerilerinden, kapı önlerinden kendisini süzen 18'lik dilber yok mu? Takmışlar parmağa yüzüğü, avukat dedemi bile dinlememiş teyzem, gitmiş sevdiğinin peşinden İngiltere'ye. Ananem anlatırken yine yaşarcasına ağlardı, "o zamanlar telefon yoktu, hanımın keyfi tutacak iki satır mektup yazacak diye aylarca bekleriz.." Hanım, hakikaten güzel, süzmeli, alımlı. Yıl 68, tam bir çiçek çocuk. Süslensin gezsin, İngiltere'nin altını üstüne getirsin, modayı müziği popüler kültürü doya doya yaşasın, yutsun. Yalayıp yuttuğu yalnız maalesef sadece kültür değil... Eniştemin üniversitedeki odasında buzdolabında bekletilen doktora projesini de çikolatalı puding sanıp yiyor teyzem! :)

Öyle böyle, İngiltere'deki ilk yılın sonunda aşklarının meyvesini beklerken, bir de canı elma çekiyor teyzemin. "Sakın elma almadan gelme" deyince enişteme (eskiden öyleymiş hamileler), eniştem bisikletin ardında külçe gibi okul çantası, önünde iki kilo kıpkırmızı elma, hızla eve döneyim derken, Piccadilly Meydanı'ndaki orta yuvarlakta fiziği de kanunu da unutuyor. Fizikçi adam bisikletle bir yana, elmalar ters güçle öbür yana.... Eniştem bu hikâyeyi ne zaman anlatsa öyle gülerdi ki sonunda katılır, daha da konuşamazdı.. Gurbette garibanlık işte derdi.. Oysa bana çok tatlı gelirdi o nohut oda bakla sofa gurbet hikâyeleri.

Bir de İngilteredeki doktora macerası post-doc olarak yerini Fransa'ya bırakınca, teyzem tutuyor, Fransa'da yaşarken İngilizce öğrenmeye kalkıyor! Eniştem bunu anlatırken de "sen ve teyzen ailenin iki ters doğan (evet biz ikimiz ayaklar önde kafa sonradan doğmuşuz) bireyi olduğunuz için, size karışılmaz, neden diye sorulmaz" derdi bana.... Eşimle ilk tanıştığında da "işin zor" demiş "neden diye sorgulamadığın sürece güvendesin" diye de eklemişti. O nedenle eşim bana hiç karışmaz, delidir ne yapsa yeridir der geçer :)

Yıllar geçiyor. Kuzenim pıtır pıtır yürüyor, hem İngilizce hem Fransızca konuşuyor ama tek kelime Türkçe konuşamıyor. Ananemler panikte. Çocuk Türkiye'ye ne zaman gelse, sokakta yabancı birini gördüğü an "hellooo helloooo" diye onların kollarına atılmaya çalışıyor. Bu böyle olmayacak, yavru Türklüğünü unutacak endişesiyle, tabii bursu da mecburi hizmet olarak memlekete geri ödemek için dönüyorlar. Sonrası genç bir Prof için bile çok zorlu... 

Önce Ankara, sonra Kayseri, Malatya, İzmir belki arada hatırlayamadığım başka illerde hep Fizik Kürsülerinin kurulması, binlerce öğrencinin yetiştirilmesi. Bu arada çiçek çocuk teyzem Ankara'da kuzenim ilkokula başlayınca eğitimine geri dönüyor. Hem çalışıyor hem okuyor hem de çocuk yetiştiriyor. Önce Sosyoloji sonra İletişim dalında Prof oluyor. Şu an 74 yaşında ve hâlâ çalışan üreten şahane bir kadın.... Çocuktan sonra hayatı bırakmayanlardan.

Eniştem sayesinde alkımların “neden”ini öğrenen ben..

Benim için teyzemle eniştemin evliliği çok acaip bir evlilikti, ne birlikte olabildiler ne ayrı kalabildiler. Onlara dair hatırladığım en eski anılarım hep şu Ege kasabasındaki dede ocağı evde. Ben ufacığım. Eniştem bütün "neden" sorularımı cevaplamayı kendine görev edinmişti, onun sayesinde neden dolunayın kızıl olduğunu, denizin mavi olduğunu, uzaylıların neden bizimle iletişime geçmediklerini ve hattâ zamanda yolculuğun kaidelerini öğrendim. Eniştem ailede bana prenses gibi değil de normal bir çocuk gibi davranan tek yetişkindi ve ona bu nedenle çok saygı ve sevgi duyardım. Bir de kara mizah anlayışımız ve insanların psikolojik noktalarını bulup direkt hedefe saldırma huyumuz benzerdi. Bu benzerliğimiz nedeniyle aslında ailede "gıcık" lakabını da aramızda paylaşırdık.. Sanırım şimdi ben yalnız kaldım....

Eniştem, Stephen Hawking ile çok benzer bir kaderi paylaştı ve ASL hastalığının bir türevine yakalandı. 5 senelik çok zor geçen bir sürecin sonunda kendisini geçen hafta 76 yaşında yitirdik. Ölümü bir huzura kavuşma olarak görülebilir elbette. Üstelik dolu dolu yaşanmış, faydalı, üretken bir ömürdü. Eniştem "fizik okuyup da tanrıya inanmamak mümkün değil, sorguladığın her yerde tanrıyı buluyorsun" diyen "sorgulayarak inanan" bence gerçek müslümanlardandı. Hayatımda gördüğüm en adil, en temiz kalpli, içi adeta bir çocuk merakı ve saflığında kalabilmiş insanlardandı. Biraz huysuzdu ama sanırım çok zeki insanların normal zekalı insanlar arasında yaşamak zorunda kalmasının bir sonucuydu bu...

Kuzenim "ardından mızmızca ağlanmasını istemezdi" dediyse ve ona gerçekten katılsam da, bu satırları ağlayarak yazıyorum çünkü ben onu Madımak yangınında, hayvanlara karşı işlenen suçlarda ya da teyzemin sokaktan getirdiği kedileri sağaltırken, fakirlik ve özellikle de adaletsizliklerde hüngür hüngür ağladığını da gördüm... Bir de salak covid yüzünden, test sonucum zamanında yetişmediğinden cenazesine katılamadığım için, teyzelerim kuzenlerim dahil artık toplamda sadece 7 kişiden, 7 sütundan ibaret kalan ailemin yanında olamadığım için de ağlıyorum........ 

Fakat ağlayarak bitirmeyeceğim. Gülerek bitireceğim. Eniştemle ilgili en tatlı anılarımdan biri, sanırım 1995 yılbaşıydı. Teyzemle ikisi bizim Bursa'daki evimize gelmişlerdi. Annem tabii abarttı öyle bir sofra hazırladı ki, kuş sütü bile var. Eniştem 80 yılında mide kanaması geçirip ölümden döndüğü ve midesinin büyük kısmında sinirlerden kaynaklanan bir sorun olduğu için, doyma hissini bilmeyen bir adamdı. Önüne ne koyarsan onu yiyordu ve kontrollü olduğu için incecik de bir adamdı ama ne acıktığını ne de doyduğunu "hissedemiyordu". O gece annemin yaptığı 150 çeşit yemeğin hepsinden tatmaya kalkınca öyle bir şişti ki yazık, resmen karnı 9 aylık gibi şişti ve sonunda halının üstüne sırtüstü uzandı kaldı. Biz de gülüyoruz adamcağıza tabii, işimiz dalga, ben bir iki fotoğraf da çektim sanırım. Neyse ki birkaç saat içinde rahatladı ama o günden sonra da bizde yemek yemedi sanırım bir daha :))) 

Eniştem deyince aklıma ilk 
ortak kuruyemiş aşkımız geliyor..

Canım eniştem... Çocukluğumun temel taşlarından biri. Allah yerinde huzur versin, rahmet eylesin, mekanın cennet olsun, yetiştirdiğin öğrencilerin, eserlerinin izi kaldı şimdi senden. Bir de hafızalardaki anıların işte.... Işıklar içinde uyu inşallah....

En üstteki video: bu seneki bahar ekinoksu 20 Mart’a denk gelmiş. Hattâ 2101 senesine dek 21 Mart’a denk gelmeyecekmiş.. Şaşırdım.

13 Mart 2021 Cumartesi

Gelin tacı nergisi

Denizimi özledim. 

Homeros’un “sessiz ve rüzgârlı Mimas” diye betimlediği koyun çocuğuyum ben. Narcissus’un durgun suda kendi yüzünün güzelliğine aşık olduğu kara parçasının. Ve tabii bahar geldi mi, buket buket tüm ülkeye yayılan nergisin ana vatanının. Nergis kokusu, bu nedenle yuva kokusu, ana kucağı, baba ocağı kokusu benim için.. Bazen de aşkın kokusu.

Diktiğim soğanlardan sadece biri o özel nergisten; “gelin tacı” (bridal crown) diye bilinen nergisten ama filizlenip de çiçeğe durur durmaz tüm evi kokusuyla doldurdu.. Öyle bir özlemek ki, kelimeler yetmiyor. Fakat özlediğim şey, aynı zamanda da ulaşılamaz.... Sadece mekânda değil zamanda da yolculuk gerektiriyor çünkü.

Ruhunun ait olduğu yerle aranda 2500km olması büyük haksızlık, çok büyük haksızlık. Oysa orada olsam (belki de haklıydı bizim büyük şair) eninde sonunda ben de herkes gibi olacaktım... Nergis kokusu hep uzaktan güzel.. Belki de.

2 Mart 2021 Salı

Tatminle başlayalım

Vazgeçme hakkımı kullanabilir miyim?! Mart ayına verimlilikle başlayalım dedim ama ilk iki günde yaptıklarımdan sonra, üzerimden resmen tır geçmiş gibi hissettiğim için, yok yok vazgeçiyorum - daha doğrusu azıcık değiştiriyorum: Ocak ayına Mutlulukla, Şubat ayına Hayâllerle dedim, Mart ayına da haydi mutlu üretkenlik yani Tatminle başlayalım!

İşini çok sevenlerdenim. Hayatımın hiç bir döneminde hırslı biri olmadım ama yaptığım işi titizlikle yaparım. Geri dönüşü maddi değil manevi açıdan değerlendirir, kazandığımdan çok karşımdaki insana verdiğime bakarım çünkü benim işimde esas “müşteri memnuniyeti” sonuçta.. Çok şükür bugüne dek de hep olumlu geribildirim aldım. 7 yaşındaki kızım okulda “ailenizin mesleğini anlatın” sorusuna “annem üzgün ve korku duyan insanları mutlu ediyor” demiş :))) Öğretmeni artık ne anladıysa.. 

Mart ayı okullar da açılınca, benim için sevdiğim işime geri kavuşma ayı oldu. Biraz tahminimden hızlı başladı doğrusu. Danışanlar adeta sıkmış sıkmış artık tam patlama noktasında terapiye gelmiş gibiler. Üstüne bir de ofis çok soğuk çünkü toplu alanlarda (okul, işyeri gibi) içerideyken camları sürekli açık tutma kuralı var. Akıllı bina olduğu için enerji tasarrufu adına, güneş vurdukça kalorifer de kapanıyor!!! Akıllı işte.. Bana kalsa mümkün mertebe yürüyüş terapilerine devam edeceğim ama ofis ortamı daha ciddi ve daha verimli oluyor.. Dolayısıyla tatmin düzeyi de daha yüksek.

Tatmine dönersek.. Bu ay kendimden beklentim işte verimli, üretken ve mutlu olmak. Danışanlar kadar kendi iç tatminim de önemli. Bunun da tek yolu iş / özel hayat dengesini kurabilmek.. Bakalım nasıl olacak. Ben kurdum diyenlerden fikirler, öneriler, püf noktalar bekliyorum :)