24 Eylül 2020 Perşembe

Makineler

Sevgili Fermina'ya söz verdiğim gibi "gaza getirici" bir spor yazısı ile karşınızdayım sevgili bloggercıklarım.


Şu yukarıda gördüğünüz alet (görüyor musunuz, emin olamadım; ah be arayüz, Ulu Manitu seni bildiği gibi yapsın); mucizevi bir alet! Sanal gerçeklik gözlüğü diyorum hacılar.. Ac-ca-ip bi'şi! Denediniz mi hiç? Ben hiç denememiştim ve sadece bilgisayar oyunları ve bazı "ödeneği fazla kaçmış" doktora öğrencilerinin tezleri için kullanıldığını sanıyordum. Çok yeni ve iddialı bir Alman şirketi, crosstrainer ya da koşu bantlarıyla uyumlu bir sanal gerçeklik gözlüğü üretiyor, F.'de onların "markalaşma"sına yardımcı oluyor. Bendeniz C. de eve "biraz oynayalım" diye getirilen bu aletin bağımlısı oluyorum. Şahane bir buluş!

F.'nin eve getirdiği bu yeni oyuncağı, geçen sabah evdeki crosstrainer’a bağladık ve ben koşmadım, resmen "uçtum"! Aletin çeşitli programları var, isterseniz dünyadaki çeşitli şehirlerde isterseniz doğada, isterseniz tamamen sanal gerçeklik içinde ütopik parkurlarda koşuyorsunuz. Gece, gündüz, yılın farklı mevsimlerini seçebiliyorsunuz. Ve en güzeli, diğer sanal gerçeklik programlarından farklı olarak, kendi crosstrainer / koşu bandınızı kullanabiliyorsunuz ve ortalama 175-185'lik insanlara göre değil, kendi boyunuza göre ayarlanmış bir görüş alanı var. Üstelik program koşu alışkanlıklarınızı kayıt altına alıp, isterseniz "sanal koçluk" hizmeti de sağlıyor - ki burda da şahane bir mizah var, koçun fiziksel özelliklerini seçebiliyorsunuz ;) Neyse. Kısacası muhteşem bir makina, piyasaya sürülsün, buraya adını ve linkini ekleyeceğim. Söz.

Sanal gerçekli crosstrainer’dan inip eşeğe binmek gibi olacak ama, bir yandan da pedometer (adımsayar) bakıyorum, telefona yüklemelik. Kendisi de göbeği küçültme planı dahilinde aktif yürüyüşlere başlamış bulunan Yeşil Zeytinim "Pacer"i önerdi. Fakat bu app, crosstrainer / yürüyüş bandı gibi yerinde sabit durduğun spor türlerinde hesaplamayı doğru yapamıyor. Misal bu sabah crosstrainer’ın ekranına göre 30dk / 5km koştum ve heyecanla "kaç adım oldu acaba?" dediğimde sadece 3,3km (4500 adım) hesaplamış olduğunu görüp, sinir oldum. Alet resmen 1,7km fire vermiş; koluma taktığım ve kollarımı aktif kullandığım hâlde, her hareketi adım olarak kaydetmemiş. Sizin önerebileceğiniz, "ölürüm de vazgeçmem" dediğiniz adımsayarlarınız var mı, hayrına? Ben aslında yüzücüyüm, havuzcuyum, maviciyim de, Münih kırmızı alarma çok yaklaştı, kendime "eve kapanmalık" bir spor arıyorum önümüzdeki kış boyunca.. Bana 42 senelik "yaşlı ve yorgun" kalbimi güm güm çarptıracak ;) crosstrainer’a uyumlu bir app lazım.

Şaka bir yana.. Hareketli sporları yapmayı çok seviyorum ve sabah üşengeçliğimi yendiğimde, çok keyif alıyorum. Bittiğinde dahi, gün boyu yerimde duramıyorum! F. bu fotoğrafı görünce bana "al ikiz kardeşin" diye Janis'i yollamasın?! Peki. Ben biraz daha "kontrollü" bir çılgınım ama, kabul edelim :)


Üşengeçliği yenmenin bence tek yolu, Müzik! Muse'un Black Holes and Revelations albümünü resmen ben koşayım diye çıkardığına inanıyorum ama son zamanlarda bir de şunları keşfettim ve çok sevdim: Balkan Beast, ZAZ, Amsterdam Klezmer Band. Üstlerine tıklarsanız, "tadımlık" birkaç örnek bıraktım (video ekleyememe krizim tam gaz devam ediyor, çözümü olan?). 

Şimdi gidip, hayatımın odağındaki asıl "makine"ye yani çamaşır makinesi gerçeğine odaklanıyorum.......

21 Eylül 2020 Pazartesi

Yeşil bir ruh

Hayatımın 42. yılında Röyksopp sevmeye başladım. Videoyu koyuyorum (görebiliyor musunuz bilmeden) ve devam ediyorum.

Göremiyorsanız da bu linke tıklayarak ayrı bir pencerede dinleyebilirsiniz. 

Dün yoluma bir ren geyiği çıktı. Bu bana ilk defa oluyor; yani ormanın ortasında birden önüme ren geyiğinin çıkması ve gizlenmeden, dokunacak kadar yakınıma gelmesi. Sadece durdum ve izledim (tamam bir de fotoğraf çektim çünkü tüm 21.yy insanları gibi benim de en büyük çözülmezim: "bir anı kayıt altına almazsam, gerçekten yaşanmış sayılır mı?" sorunsalı).

Öyle güzel bakıştık ki.. Yumuşacık, yemyeşil bir bakıştı; karşılıklı. Sonra o yavaşça eğdi boynunu, aynı anda farklı yönlere doğru yürümeye başladık. Ben açıktaki çimenliğe, o ise ormanın derinliklerine..

Açıklıktaki çimenlik, yanından dere geçtiği için idil bir yer. Çimenler, günün sabahtan kalmış buhuru ile nemli. Tabii ki çıplak ayak.. Bundan neden bu kadar keyif aldığımı bilmiyorum; yani her sabah - karda bile - ıslak çimenlere çıplak ayaklarımla basmaktan, hafif bir acıyla karışık büyük bir zevk alıyorum. Kişiliğimin çözülemeyen sırlarından, hayatımın tuhaf rutinlerinden sadece biri..

Ren geyiğiyle yaşadığım kısa karşılaşma ve ayrılık, tenimde buhuru tüten yeşil çimenlerin verdiği tuhaf haz, eve dönerken hissettiğim "hiç bitmesin.." hissi. Haftasonundan bana kalan bu oldu. Daha ne olsun?

19 Eylül 2020 Cumartesi

10 sene önceki ben'le bitmeyen kavgam

Bir haftadır "hayatın geldiği nokta", "hayâller ve gerçekler" diye yazıp duruyorum da... Derdim aslında bu hatun: 


Tanıştırayım; C. Filipinler, 2009. Bu akşam bu hatuna özellikle uyuz oldum çünkü o böyle havalarda "uçuşurken", 10 sene sonraki ben bozulan çamaşır makinasının içi kirli su dolu kapağını açıp içinden kıyafetlerimi kurtarmaya çalışıyorum, aynı zamanda biri hasta iki ufak çocuğun kavgasını ayırmaya, eşime de "neden her şeyi bırakıp canımın onunla bahçede karşılıklı birer bira içmek, öpüşüp koklaşmak istemediğini" anlatmaya çalışıyorum. Çünkü hiçbir şeye yetişemiyorum ve canım sadece başımı alıp - mümkünse tek başıma - gitmek istiyor. Bilirsiniz böyle günler oluyor hepimize.... 

Sonra - tamamen rastlantı ya da yukarıdaki şakacı güçlerin bir oyunu olarak - eşimin profesyonel fotoğrafçı olan kuzeni whatsapp'tan şunu yollayıveriyor: 


Tanıştırayım; C. Münih. 2019. 

Ve ben bu hatuna bakıyorum, bakıyorum, bakıyoruuuum.. ve gülümseyiveriyorum çünkü aynaya baktığımda aslında gördüğüm tam olarak bu hatun.

Bir haftadır içim içimi yiyordu; 10 sene önceki ben ile şimdiki ben'in ortak hiç bir noktası yok, kendimi nasıl bir kısırdöngüye kaptırdım, aklım neredeydi, ben neden bu gri ülkedeyim, neden her iş bana bakıyor diye sürekli bir mızırdanma halindeydim. Tabii buna bozulan makina ile bozulan öhöm hastalanan çocuğun da etkisi olmuştur mutlaka. Ve tabii güneşli ve rahat memleketimden gri, işlerin beni beklediği, somurtuk şehrime taze taze dönmüş olmanın ağrılı adaptasyon süreci. Ama yani pes dedim kendime. Allahaşkına ne farkın var? İçindeki öz hiç değişmedi, şartlar değişiyor, değişmek zorunda ve hayat "gezelim görelim" değil. Sorumlulukların var, zorunlulukların var ama şu iki fotoğrafa bak, özünde aynısın. 

Bilmiyorum sevgili bloggercıklarım. Bilmiyorum. Bazen diyorum "hayâllerimi unuttum", "bir çok şeyi F. ve çocuklar için kabullendim ve öteledim ya da vazgeçtim". Doğrudur. Ama çok da değişmedim sanki ya. Bakıyorum aynı kolayca gülümseyen yüz, yaşama karşı aynı hafif ve olumlu bakış, ufak şeyleri, andaki güzellikleri yakalamayı bilen kalp. Tamam biraz fazla kolay demoralize oluyorum ama bu da duygularım olduğu için. Duygularımı göstermeyi sevdiğim, saklayamadığım, sevdiğime "seni seviyorum" demekten korkmadığım için.. Yani çok da değişmedim ben; belki biraz daha yorgunum, biraz daha üşengeçim 10 yıl önceye oranla ama içdünyamda bir daralma olmadı..

Terapist olmaya karar verdiğimde, geçmişimle barışmam gerektiğini biliyordum ve büyük ölçüde barıştım korkmuş çocukluğumla, güvensiz ergenliğimle, tutkulu ilk gençliğimle.. Sonra sıra geleceğimle el sıkışmaya geldi; yaşlılığımı planlamaya, yaşlılığıma layık bir hayat kurgulamaya.. Onun üzerinde de çalışıyorum. Ama bu 10 sene önceki benle bir türlü barışamıyordum. Onun yoluyla şimdiki yürüdüğüm yolun tamamen zıt kutuplar olduğuna takılıyor, biraz kıskançlık ve özlem duyuyordum ona. Ama bugün şunu fark ettim: Onunla ben, hâlâ aynı kişiyiz, "biz", aslında hiç değişmedik ki..... 

O zaman bu şarkı bize gelsin. Haydi hep birlikte: What am I?


ya bu yeni arayüze de gıcığım. şu üstteki video görünmüyor mu???

15 Eylül 2020 Salı

Pazartesi'yi Salı'ya bağlarken..


İşe geri döndüm! Öyle mutluyum ki bloggercıklarım.. İşe yürürken etekleri uçuşan gölgemi bile sevdim, öyle diyeyim. Dile kolay Şubat'tan bu yana ofise uğramamıştım. Söz verdim artık her gün, danışanım olmayan günler bile gideceğim ofisten çalışacağım çünkü ben evden çalışmayı beceremiyorum. (Hayır keşke yan gelip yatsam ama tutup ev işi yapıyorum).

Öğlene dek işteydim, sonra havanın "23 derece  ve güneşli" oluşuna daha fazla dayanamayıp bisikletle çocukları aldım ve piknik yaptık çimenliklerde (ben çimenlere yatıp bulutları izledim, onlar koşturup durdu, birer de elma yedik; piknik dediğim bu).

Eve döndük. Hava lodosmuş meğerse, şehrin yarısı migrenli. Benim hiç ağrımayan baş çatlıyor ağrıdan. Baş dönmesi ve burun kanaması da oldu, o derece.. Umursayacak vakit yoktu, devam. Misafirlerim vardı akşama. Biraz ona hazırlandım, eşim geldi, misafirler eşimden 5dk önce geldi (klasik, misafiri tek başına ne yapacağını bilememe halleri). Yenildi içildi çocuklar coştu, en son komşunun ağacından yarasa gibi sarkıyorlardı topluca (daha fazla bakamadım, tabakları temizlemeye, suya tutmaya giriştim; kibarca "geç oldu gidin artık" mesajımdır bu benim, saat 19.25! Gülmeyin, Alman çocuklar 19.30'da uyuyor). Gittiler. Çocukları yıkadım, yatırdım (eşim koşmaya gitti çünkü onun bir hayatı var.. evet) ve oğlanın pastasına giriştim.

4 sene önce bu gece..... ne geceydi be!

*

Bundan tam 4 sene önce, tam bu gece, saatler gece yarısını az geçmişken.. doğuruyordum ben arkadaşlar. İlginç bir gece olmuştu cümlemiz için, çünkü koltuğu "suladıktan" sonra, gayet normalmiş gibi 3 yaşındaki minnoş kızımın ayak tırnaklarını kesmiş, yatağına yatırmış, masalını okumuş, rujumu sürüp evden hastaneye doğru gitmiş ve  "ay evet sanki evet sancı bu" dedikten 30dk sonra da (arada bir takım bağırmalar ağlanmalar vs.) hamilelik boyunca cinsiyetini öğrenmemek için inat ettiğim "oğlanı" doğurmuştum. Her şey o kadar hızlı olup bitti ki; ne bir ağrıkesici verebildiler bana, ne ebe (doktoru görmeye zaten fırsat olmadı) eline eldiven takabildi, hattâ ben aceleden normal bir doğum pozisyonu bile alamayıp 4 ayak üstünde doğurdum çocuğu, sonra da 1 saat boyunca çocuğa isim seçemedik. Sonra işte bu "Gassaraylı futbolcu L." aramıza katıldı.


Garip bir aileye katıldığını anlamış mıdır o ilk geceden bilmem ama.. Doğrusu iyi ki katıldı. Denge unsuru oldu bize, kızımın tam zıt karakteriyle "ha çocuk böyle de oluyormuş demek ki" dedirtti. Bebekliği kolay olanın tabii çocukluğu yaman oluyor, ayrıntıya girmeyeyim ama bugün günlerden "evlatsevgisi" :) Ha bir de "dışıseniiçibeni" ve "dünyayıağlatansarıkafalar". Ama evet, benden emdiği her damla sütü yine bi' punduna getirip benim burnumdan getirse de; iyi ki doğmuş L. Nice yıllara bambam'cığım..

*

Ve şu an saat gecenin 2'si. Kelimenin tam anlamıyla "Epik Bir Yenilgi" oldu bizim pasta! Buyrun kanıtı:


Gülmek serbest :D Çünkü ben de yarım saattir kahkahalarla gülüyorum. Şimdi bu pastayı sabah 4 yaşındaki yavruya "made with love" (içine sevgimi kattım) diye yutturabilir miyim, yoksa kırayım dizimi bir de klasik mozaik pasta yapıp üstünü meyvelerle süsleyeyim mi bilemiyorum.... (yaptım).

*

Ertesi sabah: Beğendi!?!?!? :D Üç tane pasta yaptım; itfaiye, araba (ki görüyorsunuz o daha da beter oldu) ve klasik üstü meyveli düzgün bir pasta.


Ama oğlan itfaiyeyi kaptı gururla götürdü anaokuluna! Arabayı da evde ailecek kutlarken yedik. Kimse (M. bile) yorum yapmaya yeltenmedi. E gerçekler ortada :D

Haydi bu sene de böyle yırttık bakalım..... Seneye Mayıs'a kadar rahat olun, vallahi hiç pasta yapmayacağım, söz :D

9 Eylül 2020 Çarşamba

Karışık saç, karışık kafa.

Batı yakasının delisi döndüüü! Evet evime döndüm. Lakin bedenen eve döndüğüm halde ruhen bambaşka bir yerde olduğumu sizden saklamayacağım. Sevgili dostlar, Münih'te hava 12 derece ve grinin 40 tonuyla karışık yağmurumsu bir şey çiseliyor. Sabahları en beteri; The Mist filmini anımsatan bir sis içinde uyanıyoruz. Üstelik yazlık keten ayakkabılarım su çekiyor, uzun kollu hırkamla dâhi üşüyorum, ev evlikten çıkmış, çamaşır makinesi bozulmuş ve çocukların ayakları 1,5'ar numara büyümüş. Ve ben tüm bu hengâmenin tam ortasında, an itibarıyla DAVşanlara karşı oturmuş kuruyemiş yemekte ve bira içmekteyim.


Neden? Çünkü evde kahve de bitmiş ve yaklaşmakta olan "teker teker gelin uleyn" atağını kahvesiz ya da alkolsüz geçirmem zor. Dönem dönem uzun yollar tepenler ya da büyükşehir-yazlık arası mekik dokuyan şen emekliler bu ruh halini iyi bilir; uzun süre ayrı kalınan evi döndüğünde bıraktığın şekilde bulamamak diye bir durum var. "Yaz Bekârı" olarak evde sorumlu bıraktığın sanatçı kısmısı da totoyu iyice yaymış, tam 1 ay boyunca evde donla dolanıp legolarıyla oynamak dışında pek bir iş yapmamışsa.. O evi afedersiniz mok götürmektedir. Üstelik muhterem biriktirdiği 5 posta çamaşırı tam ben gelmeden 1 gün önce bir panikle hatırlayıp, hepsini aynı anda yıkamaya kalkınca makineyi de bozmuş. Benim geldiğim sabaha bırakılan temizlik hadisesinden hiç bahsetmek dahi istemiyorum. Ya da İngiliz kraliyet bahçesi gibi bıraktığım bahçemin allahın dağına dönmüş olmasından.. Boyu 2 metreye yaklaşan bir ot yükselmiş arşa doğru ki, insan gözlerini kısıp dikkatlice bakınca onun bir ayçiçeği olduğunu ve güneş görebilse çiçeğe durduğunu dahi görebilir!

Velhasıl ben bu hengâmeye saçlarım fönlü geldim.


Evet. Her yaz kızıla dönen saçlarımı "terapist biraz ciddi ve olgun görünmeli" diyerek kahverengine boyatıyorum yoksa çiller ve kızıl saçlarla bir Pippi Uzunçorap karakteri gibi çalışamam takdir edersiniz.. Ah bu saçlarım.. Koca Alman olduğundan sarışın sevmez. Danışanlar kızıl istemez. Kahveye talim.. Tabi; doğal iyidir.

Saçlarım, yazdıklarım ve kafam çok karışık farkındayım. Defalarca “D’ror Yikra” dinliyorum bu günlerde. Defalarca. Bazen on, yirmi, otuz defa üstüste. Aklım bir yerde, kalbim bir yerde, bedenim bir başka yerde..


Her sene olur bana böyle Türkiye dönüşlerinde. Gittikçe adım adım depresyona girer "beni bu memlekete sen getirdin" diye kocaya çemkirir, sonunda da "ev nerede zaten?" diye düşünüp, zırıl zırıl ağlayıp açılırım. Genellikle Eylül ayı benim için "yeni yıl başlangıcı" gibi olur ve beraberinde de yeni yıl açılımları ishaline tutulurum. Yani şunu da yapacağım, bunu da yapacağım, planlar, yeni girişimler.. Bu sene Corona nedeniyle bu planlar sekteye uğradı biraz. Fakat evi düzene sokup, bahçeyi kışa hazırlayıp, çocukları bugün açılan okullarına tıkıp (evet Münih'te okullar Salı günü açılır çünkü Almanlara kimse "yahu yapmayın etmeyin, salı sallanır" dememiş?!), haftaya işime geri dönüyorum.

Resmen Corona yokmuş gibi bir açılış yaptık ama haydi hayırlısı.... Bana öyle geliyor ki 2 hafta sonra kapanır bu okullar yine ama "ağzımı hayrı aç"ayım, belki de bu kış korkulan olmaz, rakamlar ciddi seviyelere fırlamaz ve hayat yavaş yavaş rayına girer.. Almanya Türkiye'den biraz daha rahat, açık havada maske zorunluluğu yok meselâ. Fakat insanlar da mesafeye Türkiye'den daha çok önem veriyor (zaten mesafelilerdi, şahtı şahbaz oldu durumu). Fakat havaalanına gelen kayınvalidem boş bulunup beni şap diye öptü! Çözülemeyen olaylar dizisine bir yeni halka..

Fönlü saçlarımla geldim ama 3. gün o fönlü saçlar yıkanınca karışık saç / karışık kafa gerçeğine geri döndüm diyordum. Evet. Of yapılacak çok iş var.... Biram ve kuruyemişim de bitti... O zaman haydi bana müsaade....... Ama gitmeden, biraz gülümseyelim. Tam 35 sene önce bugün, minik Ceren'in günlüğünden bir sayfa sunuyorum size (pek farklı bir gün geçirdiğim de söylenemez ya....)


9.9.20: bugün de çiçeklerimi sulayacağım, iş için biraz evrak işim var onları halledeceğim, yine saat 13 gibi anca kahvaltıma zaman bulacağım, şanslıysam kitabıma devam edeceğim, gece de netflix. :)))

6 Eylül 2020 Pazar

Unutulmuş bir yaz


Haydar Ergülen'in 1980 yazına yazdığı "Unutulmuş bir yaz" şiiri, bence 2020 yazı için de kullanılabilir. Özellikle şu mısralara bir bakalım:

"yeri gelince ölümler de paylaşılır
bölüşmek bir ölümü dostluğu ve şiiri
benzemez beyaz evlerden mavi sulara
aynı pencereden iki yabancı gibi bakmaya"


Bir çoğumuzun "unutmak istediği" bir yaz oldu sanırım 2020 yazı. Dün bir arkadaşım "tebrikler 9. aya ulaştınız!" diye mesaj atmış, bilgisayar oyununda 9. level'a ulaşma becerisini göstermek gibi oldu gerçekten de.. kaldı son 3 level. Gönül istiyor ki 2021, gideni aratmasın, gidenin yerine hafif ve güzel bir yıl gelsin.

                          ama unutmayalım.. "Bir aşkta sıradan yazlara da yer vardır.."

Benim için, 2020 yazı aslında çok güzel geçti. Uzakta olmanın endişeleri ve özlemleri vardı, şükür onları giderdim. Başta ailem, sonra dostlarıma zaman ayırdım. Maviye özlemim aşırıydı, Ege'nin değişken tonlarında doya doya giderdim. 


Simit, üstü salçalı, içi kekikli bazlama ekmeğine kaşarlı tost ve hele o misss kokulu bahçe domatesleriyle karnımı da gözümü de tıkabasa doyurdum. Reyhan suyu ve tavşan kanı çayın dibine vurdum. 


Tazecik balığın, mezenin en lezizini löp löp yuttum. Bursa'nın ünlü ekler pastacıklarına ve yine Bursa'ya özgü dağ çilekli şeftalili buzlu içeceklere de, geceleri Ağustos böceği seslerine de doydum.



Gündüzleri "ay çok sıcak" demenin (Almanyanın soğuğundan bezmiş olduğum için) gizli keyfini yaşadım. "Ya çok matrak bi ülke burası" dediğim nice keyifli hatıra biriktirdim, bazen de insanların aptallığına sinirlendim (ki bunlardan biri de, bizzat yaşadığım kasabada markette polise yakalanan  Covid pozitifli hemşire olayıydı) ama baktım Almanya'da da daha aptalı var (Covid maske protestocuları). Evdeki protestocularla azdım kudurdum ama yorulunca da ananeyle dedeye sepetleme lüksünü kullanabildim.


Sonra, "İstanbul İzmir arası 3,5 saat'e düştü" yazan pankartı deneme ve doğrulama fırsatım oldu ki bence gerçekten güzel olmuş yol, yiğidi öldürelim ama hakkını yemeyelim. Sonra taaa karşı yakalardan sırf beni görmeye Bursa'ya gelen Matmazel'le buluşup yılın en sıcak gününde Nâzım'ın "sedir ağacının gölgesinde dinlendiğimiz.." şiirini andım. 


Hem sonra, yeşil zeytinimle yan yana şu rengârenk merdivenlerin dibinde oturup, "ne güzel eserken", ne güzel sohbetler ettim. Doyamadım ama bu kadarcığına bile şükrettim.

Zor bir günün akşamında şu hayatta ne halt yersem yiyeyim, beni olduğum gibi kabul eden, tek de değil tam 3 dostum olduğunu yeniden hatırlama ve üçüne de tam yüzlerine karşı "iyi ki varsın!" diyebilme şansını buldum. Sonra "ya ben istemiyorum Almanyaya dönmeeeek, hep burda kalsam" diye hönkürdüğüm bir anda Almanya'dan en yakın arkadaşımın hissetmiş gibi tam o anda yazıverdiği "ay çok özledim, covid movid umrumda değil, gelir gelmez, hattâ okulun açıldığı sabah kahve için buluşalım!" mesajını aldım ve "evet belki yuvam bura ama evim de ora.." diye düşündüm ve şanslı hissettim; iki arada bir derede kalmak yerine, ara sıra kesişen iki paralel yaşamla zenginleştiğim için....

Velhasıl-ı kelâm, bence güzel bir yazdı. Şimdi dönme zamanı. Almanya artık 20'nin altındaki derecelere düştü, gök gri, yağış bol ve yazlık elbiseler çoktan kaldırıldı. Normalde, Murathan Mungan'ın "yaz geçer (iyi gelir sözcükler)"ini okuma zamanıydı. Ama bu sene kendime söz verdim. 2020 bana şunu öğretti: "yaşadığım her gün bir hediye ve o gün ne getiriyorsa onu doya doya yaşamalı. Keyifse zaten kolay ama hüzünse de, yine doya doya, hayatın hep kolay olmadığını, zorlukların ve mutsuzlukların da hayata dahil olduğunu ve şükür ki hiçbir şeyin sürekli olmadığını da bilerek.. Ama yine de son tahlilde inşallah mutluluklar, zorluklardan daha ağır basar! Unutulmaz yazlar, unutulan yazlardan daha fazla yaşanır..