29 Ocak 2014 Çarşamba

Zor zaman dostu

Dostoyevski Suç ve Ceza'da "Herkesin zor zamanında sırtını dayayabileceği biri ya da bir yer olmalıdır" der. Bu söz aklıma geldi bugün ve yeniden "ne kadar doğru.." dedim. Güldüğümüzde, mutlu ve sağlıklı olduğumuzda dostumuz çoktur; dünya bize bir çocuk bahçesi gibi gelir. Ama sıkıntılı zamanımızda, yüzümüz asıkken ya da maddi manevi bir zorluk yaşarken; çevremizdeki onca insan birden kayıplara karışıverir ve biz kendimizi koca dünyada yapayalnız, ufacık hissederiz. İyi gün dostu olmak kolaydır da, kötü gün dostu olabilmek zordur. Sanırım asıl dostlarımızı da böyle zamanlarda tanırız.

Kendimi şanslı hissediyorum bu konuda. İnsanlarla kolay kaynaşabilen, yakınlaşabilen bir insanım. Fazla çekingen değilimdir ve başlayıp da yarım bıraktığım binlerce hobimin tek iyi tarafı olan çeşitli konularda sohbet edebilme yeteneğim sanırım insanlar arasında rahat olmamı sağlıyor. Ama çok fazla insanla yakınlaşmam, insanları tanışıklık düzeyinden arkadaşlık ve dostluk düzeyine geçirirken çok seçici davranırım. Çünkü yara almak, güvendiğim insanlardan zarar görmek istemiyorum. Hele 30'lu yaşlarda artık iyice "az insan, öz insan" düsturuyla hareket ediyorum, insan bazen yeni insan bile görmek istemiyor çevresinde. Her sene onlarca tanış içinden 3-5 yeni "güzel insan" giriyor hayatıma, şanslıysam bunlardan 2-3 tanesi "arkadaş", 1 tanesi "dost" oluyor. Yeter. Fazlasına gerek yok.

İnsan böyle.. Peki mekan? Yani zor zamanda sırtımı dayayabileceğim bir mekan, Dostoyevski'nin değimiyle. İşte o daha da ender karşıma çıkıyor. "Benim insanlarım" dediğim gibi "benim yerlerim" dediğim mekanlar da var. Bunlardan bazısına yıllardır her fırsatta uğruyor, hasret gideriyorum. Bazısına hayatta bir kez gittim, kalbimin bir parçasını bırakıp, "ilk fırsatta geri geleceğim sana!" diyerek döndüm.

Bunlardan biri Matheran, Hindistan'ın Bombay kenti yakınlarında dağların tepesine kurulu, tek ulaşımı haftanın belli günleri işleyen, genişliği 2mt'yi geçmeyen, bir yanı dağ, bir yanı uçurum olan o patika tren yolunda tıngır mıngır tırmanan trenle sağlanan, o masal gibi kent. İnsan orda huzur içinde ölür. Günün birinde umudumu yitirirsem, oraya gideceğim, ölmeye.

Bir diğeri Kudüs. Bu kent, bir çok anlamda benim yaşamımın miladı oldu. Daracık taş sokaklarında yürümeye doyamadığım, tüm o dinlerin, felsefelerin doğum yatağı olan, içinde nefret ile aşkı bir arada barındıran o güzel kent. İlk gidişim 2003, sonrasında 5 kez daha gittim, dönüp dolaşıp gideceğim kent de budur. Günün birinde orada yaşamayı - 4 ay yaşadım da, ama yetmedi - da istiyorum, kısmet olursa. Bu kent benim için manevi anlamda çok büyük bir yere sahip. Zor zamanımda ona sığınabileceğimi biliyorum.

Şu an yaşadığım kentte böyle bir yer var; Hermann Hesse çıkmazı. Adı zaten "benim" diyebileceğim bir çok duyguyu beraberinde taşıyor; Hesse çok sevdiğim dönüp dönüp okuduğum bir yazardır. Ama bu küçük patika yolda, yanıbaşında akan minik çaya bakarak yürümek; yazın ayrı güzel, kışın ayrı.. Sessizliğini ve yalnızlığını seviyorum; düşüncelerimin hızı beni yorduğunda kaçabileceğim bir yer.

Daha küçük ölçekte düşündüğümde; ananemin Karaburun'daki evinin şu an Semo'mun yattığı üçgen şeklindeki bahçe köşesi de bu mekanlardan biri. Saatlerimi, günlerimi, haftalarımı orada oturarak, bazen başımı toprağa koyup köşeye kıvrılarak denize bakarak, sardunyaların kokusunu içime çekerek bazen ağlayarak, bazen gülümseyerek, ama her zor zamanımda huzur duyarak geçirdim o minik üçgende. 1mt kare bile değil ama maneviyatta sonsuz büyüklükte. Tuhaf bir mekan algısı..

Zor zaman dostu, zor zaman mekanı. Bunlar önemli; kolay bulunmuyor, bulunduğunda hemen "yangından ilk kurtarılacaklar" listesine atılmalı.

Foto: Annemlerin mutfaktaki buzdolabının her gidilen ülke/şehirden alınan mıknatıslarla bezeli üst kapağı..

25 Ocak 2014 Cumartesi

An(a)kara

Ben her kış tam bu zamanlarda Ankara'yı özlerim. Ankara'da doğdum ve yaşamımın ilk 4 senesi Ankara'da ananemin kucağında geçti. Ama o günlerde Ankarayı şehir olarak hatırlamıyorum, park ve bahçelerini biraz, pencereden bakmayı biraz, ananemle ve teyzemle gezmeyi biraz, dedemin beni götürüp illa balon alarak geri getirdiği AOÇ'yi biraz.. Ama şehir olarak Ankara çok fazla hafızamda yok. Sonra beni Bursa'ya götürdüler.

Okullu olduğum yıllarda, tam bu günlerde Şubat tatili başlar; ben Ankara'ma, ananemle teyzeme koşardım. İlkokul yıllarının Şubat tatillerinin tamamını, ortaokul ve lisede ise kayak kampları dışındaki tam bir haftasını Ankara'da ananemle ve teyzemle hasret gidererek geçirirdim. Okul bitti, üniversitenin hareketli kış tatilleri bile Ankara'da ananemle teyzemle olmaya baskın gelmedi. Yüksek lisansın ilk senesinin tamamını Ankara'da ananemin evinde misafir geçirdim. O zamana dek sadece Ankara'nın kışını bilirdim; o heryeri bembeyaza bürüyen, pofuduk pofuduk, lapa lapa yağan karını, insanın iliklerine işleyen ayazını, kat kat giyinseniz, en su geçirmez bota da sahip olsanız dahi, dışardayken kendinizi hep ıslak ve soğuk hissettiğiniz, nefesinizi gördüğünüz o buz gibi Şubat günlerini bilirdim. O sene Ankara'nın baharlarını, yazını da tanıdım. Bozkırda gün batımının o kıpkırmızı güzelliğini, o uçsuz bucaksızlığı, denizsizliği anladım. Sevdim de.. Ama yine de Ankara KIŞtır benim için.

Yazın Ankara her kent gibidir; içinden çıkıp gitmek istediğiniz, denizi özlediğiniz, yapışkan bir büyük kent. Ama kışın Ankara'nın kendine has bir büyüsü vardır. Puslu gri havada, sadece o iklime özgü iğneli çamların kokusu duyulur. Gece arabaların fren ışıkları kıpkırmızıdır, eve giderken soğuktan hızlı hızlı yürüseniz dahi köşebaşındaki çiçekçiden alıverdiğiniz nergisin kokusu buram buramdır. Saat 5 gibiyse, köşeden Ankara simidi alırsınız nergis yerine, çıtır çıtırdır, özellikle o saatte tazedir. Evde çayın demlendiğini, beklendiğinizi bilirsiniz. Onun tadı başkadır.
"Nerde kaldın kızım, gece oldu!"
"Yok anane daha saat 5, bak simit aldım, hadi kahvaltı yapalım bu gece yemek yerine!"

Şubat tatili başlamış, A.'nin suretkitabında dediği gibi, okul çağında çocuğun olmayınca bi'habersin.. Ama Şubat tatili başlamış işte ve ben Ankara'da değilim. Geçen sene son kez gittiğimde 28 Şubat'mış zaman.. Geçen yıla ait ajandan öyle diyor. Neredeyse 1 sene olmuş ben Ankara'ya gitmeyeli.. Öyle özledim ki.

Şimdi kalksam gitsem, kimseye karşı bir sorumluluğum olmasa. Bir bilet alsam, gidiversem bir haftasonu. Esenboğa'ya insem, Havaş'a binsem, Kavaklıdere'ye gitsem, ananemin kapısını çalıversem. "aaaaa c.?!"

Ertesi sabah olsa, teyzeme telefon etsek erkenden "bil bakalım ben neredeyiiiim" Teyzem birsürü poğaça, simit, börek alsa (ve bu nedenle geç kalsa, karnımız zil çalarken kapıyı çalsa) ananem süzme yoğurta nane, kekik, kırmızı biber ve zeytinyağ katıp o ekmek üstüne sürdüğümüz bulamaçı yapsa, teyzem asla ikinci çayı eski bardakta içirmese, her defasında tertemiz yeni bardağa koyup getirse. Ben tembellik etsem, hadi bi simit köşesi daha yesem. Ananem kuş kadar yese, iki bardaktan fazla çay içmese ama illa ki kuş burnu reçelinden bir kaşık ekmeğine sürse. Bulaşığı sen yıkama ben yıkayacağım kavgası yapsak hepimiz, ananem kaşla göz arasında yerlere bir "gırgır" tutuverse ve bu elektrikli gırgırı babamın aldığını, ne kullanışlı olduğunu söylese. Sonra ben bir "Tunalı'ya yürüyüp gelsem" bir iki dükkana baksam, ananemin cebime zorla sokuşturduğu "bir pantolon ya da bir bot al benim için" parayla, kıyafet değil ama o pasaj içindeki kırtasiyeden o güzel defteri ve kalemi alsam. Bir arkadaşla buluşsam, o köşebaşındaki pastanede bir çay, bir sahlep içsek. Sohbetin keyfi damağımdaki sahlepin tadını katlasa. Sonra yavaş yavaş Tunalı'dan Kızılay'a insem, inerken illa ki köşedeki simitçiden sütlü simit alsam, gazete kağıdına sarsa, bir de sümbül alsam pembe ve mavi, mis gibi koksa, o da gazete kağıdına sarılsa. Kızılay'daki kaldırımlar sulu karla kaplı olsa, illa ki kaysam, illa ki düşeyazsam. Sonra Kızılay'da teyzemin ofisine gitsem ve bana daldırma değil, demleme taze adaçayı ikram etse ve adaçayının sapı o güzelim cam bardaktan sarkıyor olsa, ve teyzemin dükkan gezme, "bir tek blüz bak, geçen gün gördüm Beymen'de" teklifini binlerce kez daha reddetsem, simit, teyzem, sümbül ve ben yürüyerek ananeme geri dönsek. Eniştem gelene kadar ananemin köşe odasında, pencerenin kenarında otursak, sohbet ederek pencereden baksak, tüm o önemli devlet daireleri ve konsoloslukların kesişim noktasında bulunan evin bahçesindeki o sivil polis kıza acısa ananem "şu soğukta kızı yürütüyorlar bir aşağı, bir yukarı" diye söylense. "aaaa adamcağız kaydı da düştü bak! yaşlı da adam, bişey olmasaydı" dese ve yıllar yıllar önce, gecenin bir vakti dedemle elele misafirlikten gelirken düştükleri o karlı kış gecesini anlatsa, gülsek hep.. Teyzem içerde "ne karıştırıyor o hanım yine?" salata yapıyor olsa, resim gibi, çiçek gibi bir sofra hazırlamış olsa. Ben tembellik etsem, ananemle oturmayı tercih etsem. Eniştem eli kolu paketlerle dolu geliverse, apartmanda merdivenden çıkarken kuş gibi ıslık çalıyor olsa, soğuktan eli yüzü üşümüş olsa, yanağından öperken "ooo enişte üşümüşsün" desem de "yürüdüm ceren" dese. Paketten Gaziantepli x usta'nın özel Patlıcanlı Kebap'ı çıksa, teyzemin çiçek gibi hazırladığı sofraya oturup beraber yesek. Çay illa ki demlenmiş olsa, ananem "gece uyuyamayacağım Esen, çok açık koy" dese, teyzemin bol şekerli çayına laf etsek, o da bize "aman bu huyum çok kötü ama içemiyorum işte şekersiz" dese. Ben Ankara dışında neden hiç çay içmediğimi düşünüp şaşırsam her sefer. Çayın yalnız içilmeyen bir meret olduğunu düşünsem.. Ananem kaşla göz arasında iki bardak, iki tabak yıkayıverse, o bulaşık makinası yıllarca süs diye dursa köşede. Teyzemle eniştem evlerine gitseler ya da teyzem o gece ananemde kalıverse. Eniştem gider gitmez nicedir göbekten sıkan pantolonu çıkarıp hemen ananemin verdiği basma geceliği giyiversem. Ananemin küçük odasına geçsek yine, o kadar yiyen ben değilmişim gibi bir kase kuruyemiş koysalar önüme, mandalina da olsa. Ben tuvalete gidince koltuğa yatağım hazırlanmış olsa, kızıversem şakacıktan. TV açık olsa, sesi en üst düzeye kadar açılmış olsa, tüm apartman yaşlı olduğu için komşuların sorun etmeyeceklerini bilsek, ananem dizileri özetlese bana, "bu kim anane, bu kızın kocası mıydı bu anane, anane bu adam kimin dayısıydı?" derken derken gözlerim kapanıverse. Gecenin bir yarısı uyanıp, herkesin yataklarına gittiğini, odada yalnız olduğumu fark edip şaşırsam ve ilk işim ananemin kapattığı perdeleri iki yana açmak ve bazen pırıl pırıl yıldızlı, bazen kurşun rengi ışıklı gökyüzünü izleyerek gülümseyerek huzur içinde yeniden uyusam....

Ah.. Öyle çok kez tekrarlandı ki, her ayrıntısını ezbere bildiğim, kokuları ve renkleriyle aklımdan asla çıkmayacak bu günlere bir kerecik daha geri dönebilsem.. Orhan Pamuk'un dediği gibi, "hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum.." nedense mutlu olduğumuzu çok geç mi anlıyoruz hep?!

Seni çok özledim An(a)kara.

Bu post sevgili Ankaralı dostlarım, Orta Karar ve Jardzy ye gitsin e mi..
(Fotolar instagramdan alıntı)

16 Ocak 2014 Perşembe

Çocukluğun divanları

Ayşe'nin son yazısı, beni de aynı konuda birşeyler çiziktirmeye sevketti. Çocukluğun divanları.. O zamanlar zengin, fakir, modern, klasik, her evde bir divan vardı; her evde psikanalize uygun bir köşe yaratılmıştı. Gerekliydi. Psikanaliz hala geçerli değil ama böyle bir köşe hala her evde gerekli. Oysa divanı olan ev kalmadı artık..

Hatırladığım ilk divan - ve belki de türünün sonuncusu, bu yanda birlikte resmimiz olan divan. Ananemin, Ege'nin o ufacık sahil köyündeki, falezlere kurulu, gece denizin sesi ve milyonlarca yıldızın tozu altında uyunan, gündüz geçmek bilmeyen zamana ağustos böceklerinin çığlıklarının eşlik ettiği yazlık evinin salonunda bulunan divan. Üzerinde çocukluğun kokusu..

Bu divan, uzun yıllar salonun bir köşesinde durdu. Sanırım 20 sene boyunca her yaz tam üç ay, tüm çocukluğuma ve ergenliğime şahit oldu. Çocukluğumun büyük kısmında, kendi kendine üzerine tırmanabildiğim andan itibaren, sadece uykularımı değil, oyun zamanımı, yemek zamanımı, elektrik olduğu sürece yunan kanallarını izlediğim tüm o anlaşılmaz akşam saatlerini, ayaklarımı mindere kaldırıp kafamı aşağıya sarkıtarak binlerce çizgi romanı, hikaye ve romanı okuduğum zamanları benimle geçirdi. Yazın sonsuzluğunda sıkıldığımda, annemler tatilden işe dönerken yaşadığım tüm o terk edilmişlik hissi anlarında, ananemle koyun koyuna öğle uykusuna yattığımda benimleydi. Sadece tuhaf renkleri ve desenlerine bakarak, parmağımla bu desen yollarımı takip ederek bile yıllarca kendi kendimi oyalayabildim. Ama divanın sadece yastıkları, üzeri değildi oyun alanım. Divanın altında, sadece benim tüm vücudumla sığabildiğim o serin, loş ve kuytu alan vardı ya.. İşte orada geçirdiğim "gizli zaman" benim için paha biçilemezdi. Ananem bilirdi bu gizli yerimi ama sanki ben saklanmışım da o bulamıyormuş gibi yapar, "aaa nerde bu kız?" der, etrafımdan geçer ama divanın altına bakmayı akıl edemezmiş gibi yapardı. Sonra örtüyü kaldırır "aaaa burdaymış!" derdi, gülüşürdük dakikalarca. Kaç kere tekrarlardık bu oyunu, yazlar boyunca..

Divanın altı zulamdı. Divanın altı sınırlarımı denediğim, yaramazlık yaptığım, gizli alandı. Teyzeciğimin İngiltere'den aldığı tüm o rengarenk doktorculuk setimi, köylü kızın birine ait bir kelebek tel tokaya değiştiğim alandı. Ateş ölçeri kırdığım, içindeki oynak civayı elimle ve sonra dilimle yakalamaya çalıştığım, evin anahtarını altına saklayıp, nedense yerini söylememekte ısrar ederek, o "hiçbirşey"in bulunmadığı kasabada dedemin haftalarca anahtarcı aramasına neden olduğum ve en kötüsü de, yemediğim tüm köfteleri, baklagil parçalarını ağzımda tutup tutup sonra ilk fırsatta bu divan altının en gizli köşesine çıkarıp istiflediğim.. Sonra bir tadilat sırasında, döşeği bilmem kaçıncı kez yenilenerek iç odaya kaldırıldı ve bu sefer de Semo'nun favori "saklanma ve saklama" noktası haline geldi. Sonra, yine bir tadilat, bu sefer divanın telleri dahi eskimişti bahanesiyle atıldı emektar divan. Yerine gelen daha modern ama ruhsuz bir divan oldu, iç odada durur, ananem öğle "güzellik" uykularında "kıvrılır"dı üzerine.

Bu divan kadar rahat, onun kadar güzel kokan bir başka divan bilmiyorum..

14 Ocak 2014 Salı

Kelimelerle insan öldürmek

Geçenlerde okuduğum güzel bir söyleşide, sözleri çarpıtmak üzerine konuşan ünlü filozof Slavoj Zizek: "Bana neden psikanalist olmadığımı sordular, ben de büyük sorumluluk, tek bir yanlış kelime etsem krizdeki birini intihara sürükleyebilirim, dedim. Ertesi gün gazetede resmim, üzerinde başlık "Bir insanı tek bir kelimeyle öldürebilirim!" diyor. Zizek'i severim, sosyoloji ve psikanaliz alanında da felsefede olduğu kadar "farklı" ve keyifli bir adamdır. Bunlardan daha fazla lazım..

Klinik psikolog olduğumu öğrenen çoğu insan "sen şimdi bizi incelersin, dikkat etmek lazım" gibi anlamsız klişe bir espri yapmadan duramıyor nedense. Her seferinde "evinize gelen mimar, belki mesleği gereği evinizdeki mimari hatalara dikkat edebilir ama siz kendisinden fikir istemediğiniz sürece, ya da ana kolonlarınızda sizi tez elden hakkın rahmetine kavuşuracağı aşikar bir çatlak olmadıktan sonra, bu konuda sizinle sohbet etmez, değil mi?" diyorum cevaben.. Daha iyisini bulamadım..

Ama bu o kadar sık karşıma çıkan bir yorum ki, insan düşünmeden edemiyor, toplumda psikologların, psikiyatristlerin, terapistlerin yeri bu mudur diye.. Baştan aşağı siyah giyinmiş, sizi koltuğa yatırıp, "evet anlat bana" diyerek ciddi ciddi elindeki not defterine bıdı bıdı not alan "klasik" psikanalistlerin devri çoktan kapandı ama toplum üzerinde bıraktıkları göçük kapanamadı demek ki.. Artık kimse sizi divana yatırmıyor, yatırmaya kalkarsa da benden tavsiye, koşarak kaçın. İşler artık birey odaklı, sorunlarınızın çözümünde sizin aktif katılımınız gerekiyor. Artık her dediğinizi sessizce dinleyen, seans sonunda ise "öyle bir laf etti ki, çözdü beni" diyebileceğiniz terapistler yok etrafta; size ödevler veren, sizi değişime sevkeden ama siz istemedikçe diplere derinlere dalmayan, bilincinizin derinliklerinde arkeolojik kazı yapmayan, sizin benim gibi, merak eden, soru soran terapistler var. Dolayısıyla tek bir kelimeyle sizi iyileştirmeyecekleri gibi, öldürmeleri de pek mümkün değil. Zizek psikanalizden ziyade felsefeye kaydığı için, sanırım azıcık uzaklaşmış gerçeklerden.

Peki kelimelerle insan öldürülür mü? İşte o sorunun cevabı "evet.." Terapistler değilse de, kelimeleri ustaca kullanan, psikolojik savaşın inceliklerini iyi kavramış, az biraz da dilli her insan bir diğerinin zayıf noktasını keşfedebilir, üzerine gidebilir, yoktan mok yaratabilir, intihara bile sürükleyebilir. Öldürme eylemi sadece bıçakla, tabancayla, silahla yapılmaz, sözle de yaralayabilirsiniz karşınızdakini, öldürebilirsiniz..

Bazen dilimin hızına düşüncelerim yetişemiyor ve ağzımdan çıkanı kulağım duyup da beynim algılayana kadar iş işten geçmiş oluyor. Biri canımı yaktığında, can evimden vurduysa, kelimeleri acımasızca ve bir silah gibi kullanabiliyorum. Özellikle de en yakınımdakilere karşı.. Hiç adil değil bu huyum. Bunu değiştirmek için uğraşıyorum ve baya yol katettim ama yeterli değil. Bazen, aileden birini kırdığımda ananemin o kişiye "aman onu bilmiyor musun sen, ağzı başka kalbi başka konuşuyor işte! Duymamazlığa ver geç" dediğini hatırlıyor ve üzülüyorum. Ailede herkesle dönem dönem atıştım ama ananemle hiç.. Ananem benim içimi bilen az sayıda insandan biriydi ve aynı zamanda çok fazla çocuk-ergen-genç görmüştü. Kelimelere takılmazdı, kelimelerin yaralayamadığı bir insandı. Bunu başarabilen de çok yoktur bilirsiniz.. Karşınızdakinin içini görmeyi, olaylara tepeden, üçüncü bir kişi gözünden bakabilmeyi gerektirir.

Benim son yıllarda yaptığım gibi, günlük yaşamınızda kendi anadilinizden çok ikinci ve üçüncü bir dili konuşuyorsanız, bir başka dile hakim olduğunuzu en iyi sinirlendiğiniz, kırıldığınız ve heyecanlandığınız zamanlarda anlarsınız. Çünkü seçtiğiniz kelimelerin etkisi ancak bu duygusal anlarda ortaya çıkar. Bazen kendi dilinizde kılıç gibi keskin bir kelime kullanacakken, ikinci dilde daha hafif bir kelime kullanırsınız, olay büyümeden geçiştirilir. Ya da kendi dilinizde alttan alınacak kelimeleri seçerken, ikinci dilde bu özeni göstermezsiniz ve olay gereksiz yere büyür. Yıllar geçtikçe bu ayrım ortadan kalkar, işte o zaman gerçekten o ikinci dile, kelimelere hakim olduğunuzu fark edersiniz. O zaman kelimeler sadece iletişim aracı değil, artık duygusal nesnelerdir. İşte o zaman, kelimelerle insan da öldürürsünüz, insan da yaratırsınız.

12 Ocak 2014 Pazar

Değişebilmek

"Dönmek.. Mümkün mü artık dönmek?
Onca yollardan sonra, yeniden yollara düşmek?" der ya Yeni Türkü.. Çok sık beynimin içinde yankılanan bir şarkıdır. Melodisi de sözleri kadar güzeldir. Ve bugün üzerinde düşündüğüm, yazmak istediğim konu biraz da bu; dönmek, değişebilmek anlamındaki dönmek..

Uzun yıllar, nöro-psikolojide yaygın bir yanlış inanç vardı; beyin hücrelerimizin yenilenemez olduğu. Oysa son on yıllarda yapılan neuroplasticity araştırmaları, vücudumuzdaki tüm hücreler gibi, beyin hücrelerinin de yenilenebildiğini gösteriyor. Bu ne demek, en basit anlamıyla; değişime açığız demek. Hani "o adamın tabiatı bu, değiştiremezsin.." derler ya, ya da "aman ben böyleyim şekerim, kabul edeceksen et, yoksa işte kapı işte sapı" deriz ya, ha işte yalan o. Herşey nasıl sonsuz bir değişim içindeyse, insan da aynen o şekilde, değişime açık.

Neuroplasticity, sadece mesleki olarak değil, felsefi olarak da ilgilendiğim bir alan. En kaba tarifle; yeni birşey denediğimizde, deneyimlediğimizde, öğrendiğimizde, beynimizde yeni sinir hücreleri oluşuyor ve bu hücreler diğer hücrelerle aralarında bağ kurmaya, iletişime geçmeye başlıyor. Yeni tecrübeleri ne kadar sık tekrarlarsak, bu bağlar o kadar güçleniyor ve bir süre sonra bu sokaklar ana caddelere dönüşüyor biz de yeni davranım ve düşünce kalıplarına sahip olmuş oluyoruz. Mesela, rejim yapanlar bilir, ilk zamanlar çok zorlandığınız halde, bir bakarsınız zaman geçmiş, farklı bir beslenme sistemi geliştirmişsiniz, eski oburluğunuzdan eser kalmamış. Hani midem küçüldü de ondan dersiniz ya, aslında beyninizde yeni yollar açıldı da ondan.

Bu neuroplasticity çok harika bir alan aslında; taaa çocukluğumuzdan bir anımızı düşündüğümüzde bazen o günlere ait hislerimiz, kokular ve tatlar dahi zihnimize gelir ya, ha işte o da beynimizdeki o caddelerin o sokakların işi. Yıllardır gitmesek de, geçmesek de o sokaklardan, hala varlar dipte derinde. Ve birbiriyle ilişkili hafıza hücrelerinin birini ateşlediğinizde, hemen diğerleriyle iletişime geçebiliyor. Muhteşem birşey bu!

Özellikle benim meslek alanımda, bize çeşitli sorunlarla başvuran danışanlara "umut ışığı" demek, neuroplasticity. Bilişsel Davranışçı Terapilerde çok sık kullandığımız tekniklerin kökeninde hep "eski davranışı ne kadar az, yeni davranışı ne kadar sık tekrarlarsan, eski bakış açısını ne kadar az, yeni bakış açısını ne kadar çok kullanırsan, o kadar hızlı değişim/iyileşme sağlarsın" yatıyor. davranım bozukluğu olan ergenin düzeltilmesinden tutun, TV karşısında tıkınma davranışı gösterene, çeşitli obsesif düşünceler ve depresyonla uğraşana kadar, temel olarak bu tekniği kullanıyoruz. Eski davranış kalıbını kısırdöngüyü kırmak, yerine küçük adımlarla ulaşılabilecek hedefler, yeni kalıplar koymak.

Ya da daha pozitif bir insan olabilmek için, beynimizi yeniden programlamak. Negatif bakış açımızı değiştirmek, "eskiden bu şekilde oldu, yine ve her zaman bu şekilde olacak" yerine "bu yeni ve farklı bir durum, sonucu bilemiyorum ama olumluya odaklanıyorum" diyebilmek. Kişinin bir terapiste bağlı olarak değil, tamamen kendi liderliğinde, aktif olarak bakış açısını ve davranış kalıplarını değiştirmesi. işte en kalıcı başarı da bunun altında yatıyor zaten.

Konuya dönersek; değişmek mümkün ve elimizde. Yani kendinizde sevmediğiniz noktalara dair planladığınız "yeni yıl çözülümleriniz" varsa, uygulamaya koymanın tam zamanı.. Herşey deneyimlemek (ilk cesaret), daha sık tekrarlamak (sabır, motivasyon, hedef koymak) ve alışkanlığa dönüştürmek (neuroplasticity) ile alakalı. Herşey kendi içimizde; beynimizi kullanabildiğimiz ölçüde özgür, değişime açık, "yenilenebilir"iz.