30 Haziran 2023 Cuma

Haziran biterken..

Geçenlerde, çalışmaktan çok keyif aldığım danışanlarımdan biri "Ocak'tan beri zaman öyle hızlı geçiyor ki.. Önce paniğe kapıldım ama sonra Einstein'ın görelilik kuramını hatırlayıp, "demek ki çok keyif alıyorum, o nedenle zaman hızlandı" dedim kendime ve mutlu oldum" dedi. 

Çok sevimli buldum bu bakış açısını.. Çünkü aslında Einstein'ın görelilik kuramı "hız arttıkça zaman yavaşlar" şeklinde :)) Yani tam tersi. Fakat psikolojide "dopamin saati hipotezi" var, "yaptığın bir şeyden zevk aldığında zamanın daha hızlı geçtiğini düşünürsün" diyor. Hayat böyle bir şey işte, her bakış açısı için, her konuda geçerli bir kuram var :)) İstediğini, kafana uyanı seç.. 

Haziran'a dönersek, benim için de çok hızlı geçti. Gerçekten çok da keyifli geçti. Bunun nedeni iş tempomu, süpervizörüme verdiğim söz üzerine, Haziran boyunca %90 oranında azaltmam oldu sanırım. Bu aralığa ihtiyacım varmış, özellikle deprem sonrası yoğunlaşan tempo beni bir çıkmaza sürüklemişti. Ne hayır diyebildiğim ne de sınır koyabildiğim, kendimden ödün verdiğim ve sağımdan solumdan hata vermeye başladığım bir "çeyrek yıl"dan sonra bu aralık, evet, bana çok iyi geldi.. 

"Bu ay sadece kendin için yaşa, bol bol da dinlen!" diyerek beni kapıdan uğurlayan süpervizörüme inat gibi, 5'i çocuk 8 Almanın sorumluluğunu yüklenerek "tatil"e geldim Türkiye'ye. İtiraf edeyim çok stres yapmıştım, 9 kişi 7 gün birlikte nasıl yaşayacağız, ne pişireceğim, evin temizliği nasıl olacak (bize değil de biz gidince eve gelecek annemlere nasıl bir pis ev bırakacağız endişesi) diye diye uykularım kaçıyordu.. 


Ama öyle güzel geçti ve 9 kişi öyle uyumluyduk ki, çok şaşırdım.. Hayatımda yaptığım en güzel tatiller arasında sanırım ilk üçe girer bu tatil. Üstelik son derece mütevazı, basit ve sakin bir tatildi..




Ha bir de, şu aşağıya, insana "zekâ budur işte!" dedirten zihni-sinir buluşunu eklemek istiyorum! Bu çeşme, Eylen Hoca Köyü'nün meydanında. Karşısında şahane bir dut ağacı, altında da ufacık bir kahvaltı evi var. Tamamen köy kadınları tarafından işletiliyor ve ürünlerin tamamı el / ev işi. Balçiçeği Kadınlar Kooperatifi demişler kendilerine, imece usulü çalışıyorlar. 


Bu tatilden son bir kare ama, benim için dünyadaki en güzel 4mt kare :) <3 Denize Bakan Ev'im <3


Bu muhteşem ortamı bırakıp kös kös Kürkçü Dükkanına dönüşte, 2 hafta boyunca yaşanan sıcaklardan bahçemin kurumuş olduğunu görünce çok moralim bozuldu. Ama yoğun ilgiyle ve aşkla çalışınca, düzelmeyecek hiçbir şey yok şu hayatta... Hatta sanki bahçeciğim bana teşekkür etti ve kırmızı meyveler, irisler ve kavuniçi güllerin yanında, çimlerin arasından bir tane de minicik dağ çileği hediye ediverdi!


Dönüşte biraz da hastalıklarla uğraştım. Kronikleşen kulak ve boğaz ağrım, eşimin ameliyatı, aynı gün onu kıskanmışım gibi benim de ayağımı burkup bağları koparmam, kızımın ateşlenmesi, oğlumun zaten iki aydır dilimize pelesenk olan kırık kolu ve finalde beni arı sokunca aşırı kabarmam ve verilen ilaç yüzünden 48 saat yastıktan başımı kaldıramamam falan derken, üzerimizde bir uğursuzluk dolaştığına kâni oldum. Bizim kültürümüzde malûmunuz uğursuzluklar "birine sadaka vermek" ya da "okuyup üflemek"le savrulur. İkisini de yaptım ama sonra aklıma şu geldi: hayat bana bir ders vermek istiyor ve ben bunu öteliyorum. Bu dersi öğrenmeden ben, istediğim kadar sadaka vereyim okuyup üfleyeyim, bu belalı dönem geçmeyecek. O zaman otur C., bu dersi bir an önce öğrenmeye çalış..

O ders çok açık aslında; "iki karpuz tek kolda taşınmaz" demiş atalarımız ama ben ikiyi geçtim beşe falan oynuyorum.. Nedir bu multi-tasking takıntısı, hem de 44 yaşımda?! Belirli bir zaman zarfında tek bir şey yapmaya odaklanmayı öğrenmeliyim.. Bize çocukluğumuzdan beri tam tersi öğretildi hep, bu saatten sonra "re-learning" zor oluyor tabii. Ama adım adım. Bu sayede hem yavaşlıyor insan, hem daha çok an'da kalıyor, hem de dikkatini daha fazla odaklayabiliyor.. Sonuçlara da yansıyor tabii bu, iş verimliliği ve yaşamdan memnuniyet olarak.

Haziran'da başkaları için yaptıklarım kadar kendim için de bazı şeyler yaptım, bu halim çok hoşuma gitti. Türkiye seyahatimiz kadar, Münih'teki ufak yürüyüşlerimi, Zadar seyahatimi ve Tadic konserini de asla unutmayacağım "yaşam anları"ma ekledim. 

İşte böyle geçti bitti Haziran da. Hakikaten çok güzeldi "yârim Haziran".. Paylaşmak kelimesini asıl anlamıyla kullandığım, çevremdeki insanları kendim, kendimi de çevremdekiler kadar mutlu ettiğim için güzeldi.. 

Temmuz burada hâlâ okul ve çalışma ayı. Sizlerse artık yavaş yavaş tatillerdesiniz. Yaz renkleri blogları boyuyor.. Çok güzel gerçekten bu renkler, açık hava yaşamı, deniz, yeşil ve mavi tondaki fotoğraflara bakmak, güzel geçen günlere dair yazıları okumak. Aynen devam diyeyim.... 

Bense kendime ufak bir inziva arası veriyorum Temmuz'da. Süpervizörümle yeni bir projeye başlıyoruz, hem ona odaklanmak hem de geri kalan zamanda doğada daha fazla zaman geçirmek istiyorum. Ay sonu özetine dek bu blogta olmayacağım.. Hepimize sağlık ve neşe dolu, keyifli bir Temmuz diliyorum! 

23 Haziran 2023 Cuma

Cennete 23 saatlik kaçamak: Zadar

Hırvatistan denince akla Zagreb gelir, Split gelir, Dubrovnik gelir, Plitvice gölleri orman alanı gelir, Hvar gelir, Dalmaçya kıyısında gemi turları gelir ama Zadar? En azından benim gelmezdi, çünkü Adriyatik'e bakan bu ufak sahil kasabasını geçen aya dek bilmezdim bile.. 

kuşbakışı Zadar
foto kaynak ve ek bilgi için tık tık

Fakat onca yer arasında benim gönlümü fetheden bu ufak kasaba oldu. Sanırım nedeni; aşırı turistik olmaması, her yere yürüyerek gidilebilmesi ama çok da ufak ve kalabalık hissedilmemesi, sanatla dolu olması ve tarih ile doğal güzellikleri harmanlaması. Belki 3-4 günden fazlası sıkabilir ama bir "haftasonu kaçamağı" için çok çok çok öneririm. Ama çok :) 

Ben toplam 23 saat geçirdim Zadar'da; tek amacım Miroslav Tadic konseriydi ve geri kalan zamanda eski kenti gezer belki de denize girerim demiştim ama Zadar beni sunduğu olasılıklarla büyüledi. Banksy sergisinden, Kraliçe Jelena bahçesindeki öğlen molasına, eski kentin surlarını takip ederek denize kavuşan ufak yollarda yürümekten, mimariye hayran kalmaya ama mimariyi koruma azmine daha da hayran kalmaya dek.. 

"az çoktur" dedirten yat limanı

Özellikle eski kentin kuzey ucundaki manzarayı "yahu aynen kadıköyden karşıya bakar gibi, al işte şu da adalar" diye düşünüp "demek ki istanbul bu kadar kalabalık olmasa, aynen böyle bir cennet olarak kalacakmış" diye hayıflanma, insanların nazikliğine ve yardımseverliğine, misafirperverliğine hayran olmaktan "ya biz istanbulun içine etmişiz resmen" üzüntüsüne gark olmaya dek çeşitli haller, duygular ve yaşantılar deneyimledim bu 23 saatte....!

sakin bir istanbul :)

Klasik turistik önerilerde bulunmayacağım çünkü kent o kadar küçük ve bilgi panoları öyle açıklayıcı ki, ne harita, ne kitap, ne ön bilgi hiçbirine ihtiyacınız yok. Bence sadece yürüyün ve önünüze ne çıktıysa onu yaşayın. Daha detaylı öğrenmek isterseniz, google'a sorun ya da 5-10 kişilik yürüyüş turları var, tüm günü yüzerek geçireceğiniz tekne ve mini denizaltı turları var, müzeler müzeler müzeler, kiliselerde sergiler, konserler, sokakta sanat, müzik de var. 

Aziz Donatus kilisesi

En güzeli de, giydim içime bikinimi yürüdüm yürüdüm sıcaklayınca kendimi löp diye denize attım (tüm şehri kaldırımlardan denize inen merdivenler ve kumsallarla anlık bir karar alıp yüzmeye elverişli hale getirmişler çünkü deniz, turkuaz ve tertemiz). E daha ne olsun?

Bir de börek var tabii :))) Daha doğrusu: Burek. Bizdeki gül böreği bildiğin ama böyle daha bir çıtır çıtır, peyniri, ıspanağı, yiyorsan kıyması daha bir bol, anne böreği misali.. 

Ben uzun zamandır tek başıma turistik seyahat etmediğim için "aynen eski günlerdeki gibi" gezmek istedim yani hani şu sırt çantamla tek başıma dünyanın bir kısmını dolanmayı başardığım yıllardaki gibi.. Konserde tanıştığım Kanadalı bir çiftle konser sonrası kokteyl yuvarladım ama öncesinde akşam yemeğimi gayet mütevazi, marketten aldığım peynir ekmek domates ve zeytinle, kiraladığım stüdyonun avlusunda yedim. 

Şehrin en ucuz ve en güzel dondurmacısını buldum :) Bir de tabii sokaktan burek yedim, Çarşamba Pazarı kurulmuştu, ordan tazecik meyve aldım, bol bol da sulu içecekler.. Her yere yürüdüm, havaalanına da otobüsle gittim. O kadar ucuza maloldu ki bu gezi bana, yazsam aklınız durur.. Ama maliyetten çok, aynen eski "seyyah kişiliğime" anında bürünebilmiş olmam ve "ufak cingözlükler" konusunda hâlâ çok başarılı olmam :) Resmen 44 yaşında ve iki çocuktan sonra dahi, hâlâ 22 yaşımın seyyah ruhunu kaybetmemişim, bu beni öyle ama öyle sevindirdi ki (çünkü emindim o günlerin çooook geride kaldığına).. 

Benim için çok güzel bir 23 saat oldu, Ryan Air konusunu - meraklısına - anlatabilirim o apayrı roman olacak bir deneyimdi zira kendileri "şark kurnazı" bir havayolu... Ama gidiş dönüş 35 euroya "ayakta gideceksin" deseler tamam diyebilir insan :)) Neyse çok da kötü değildi aslında, ölmeden döndüm şükür. Fakat itiraf edeyim bundan sonra bana "hırvatistan'a haftasonu kaçamağı" derseniz "zadar!" derim, tamam diğer yerler de çok güzel ama bu kasaba bir başka güzeldi yaaaa.. Tek, çift, çocuklu, her tür seyahat için muhteşem bir yer.. Çok sevdim çok. 

Ama bence en güzel zamanı Mayıs-Haziran-Eylül-Ekim. Diğer aylar çok sıcak, çok kalabalık ya da çok "kış ve ölü" olabilir.. Benden bildirmesi :) İyi seyahatler!

21 Haziran 2023 Çarşamba

Miroslav Tadic konseri

Geçen kış keşfettim ben onu. Makedonyalı Vlatko Stefanovski’yle birlikte çalarken.. Ben büyülendim; biliyorum klasik gitar herkese göre değil ama gençliğimde kendim de uğraştığım / cebelleştiğim için, ben büyülendim….

Miroslav Tadic bence günümüzün en iyi klasik gitar virtüözlerinden biri. Çalmıyor, adeta gitarla bir oluyor ve sen de dinlemiyorsun, adeta bedeninde hissediyorsun müziği.

Hırvatistan’ın ufacık sahil kasabası Zadar’a sırf onu dinlemeye geldim - 1 geceliğine! Zadar’ı bir sonraya bırakıyorum, anlatacak çok şey var bu ufacık kasabaya dair ama bugün: Tadic!

Konseri son dakikada (30dk kala) tarihi kilisenin bahçesinden müze salonuna almasalardı bence hayatımda gittiğim ennn güzel konser olacaktı - hattâ Sting’in Toskana’daki villasındaki butik konseri bile katlardı! Ama olsun; o kadar hızlı koşmuşum ki yeni mekâna, ben ve sonradan kanka olacağım Vancouver’lı 60’larında bir çift, hop girdik içeriye yarım saat önceden ve en ön en ortaya konuşlandırdık kendimizi.

Sohbet sohbeti açtı, salon yavaş yavaş insanlarla dolup taştı. Ben Tadic için gelmiştim ama Tadic beraberinde Teofilovic İkizleri ile gelmiş. Aman yarabbi! İtiraf edeyim Teofilovic’leri daha önce hiç duymamıştım. İkizler muhteşem, aynı yumurta, ses renkleri aynı, birbirlerine uyumu bırak alt notalara inip tek kişiden iki kişilik konser hissi veriyorlar. O dinlediğim neydi ya….! Cennet varsa, müziği de bu olmalı diyor insan..

Tadic ennnnnnn sevdiğim, bu sene dönüp dönüp dinlediğim “Jovka”yı çalmaya başlayınca ben….. of ki of! Ufacık bir kuple videoya çektim dayanamadım, eser bitince Tadic’ciğimle gözgöze selamlaştık yahu; adama o an “zor zamanları bu müziğiniz sayesinde aşabildim” demeyi ne çok isterdim… Dedim de galiba, o da duydu sanki.. Müzik ruhun gıdası falan değil, resmen kurtarıcısı!

Jovka’nın tamamını -meraklısına- buraya bırakıyorum:


Bunlar da Teofilovic biraderler (Videoyu yeniledim ve bir tane daha ekledim):




18 Haziran 2023 Pazar

Better Call Saul? Taze bitti.

Breaking Bad bence 2010’ların en iyi dizisiydi, hattâ o zamandan bu zamana, Ozark dışında ona yakın keyif aldığım başka drama dizisi olmadı. Ben olaylar serisinden çok karakter tahlillerini seviyorum dizi, film ve hattâ kitaplarda.. Ondan sanırım.

Breaking Bad bittikten sonra, El Camino’da Jesse’ye olanları izledik. Sonra Better Call Saul’da da 6 sezon boyunca Jimmy’nin öncesini, sonrasını anladık. Dün gece bitirdim…. Ben sevdim ama herkes sever mi emin değilim; dedim ya 6 sezon boyunca neredeyse hiç olay yok, tamamen karakter tahlili.. Bir nevi Dostoyevski mezarından dirilmiş, dizi çekmiş.. 

Ben en çok Kim ile Jimmy'yi sevdim, siyah beyaz bölümleri ve son bölümdeki sigaranın ateşinin renkli oluşu detayını, Breaking Bad’den en sevdiğimiz karakterlerden biri olan Mike’ı, izleyiciyi zorlayan ve düşündüren karakter analizlerini, kameranın duruşunu ve bir fotoğraf karesi gibi durağan, ağır çekimleri çok sevdim. Dizinin ağırlığını, hiçbir yere gitmeyişini ve konuşulamayanı duymayı da çok sevdim. Gilligan’ın deneyselliğini pek çok sevdim.

Fakat doğruya doğru Breaking Bad’in sırtından da 6 sezonluk dizi çıkarmak.. ne bileyim.. Aynen Jimmy misali; kurnazlık bence... Neyse. Yedik mi, afiyetle..