Bazı insanlar var. Elif meselâ. Onlarla birlikteyken, daha ziyade kendimi tanıyorum. Sınırlarımı ya da sınırsızlıklarımı. Beni gerçekten neyin mutlu ettiğini, neyin korkuttuğunu, neyin çok üzdüğünü öğreniyorum. Bir türlü kıramadığım kısırdöngülerime, en başta neden sahip olduğumu keşfediyorum. Bazen, canımı çok yakan bir süreçten, yıkık dökük, topallaya aksaya çıktıktan sonra, biraz üstümü başımı düzeltip, tozlarımı silkeleyip, kanayan yaralarımı da sardıktan biraz sonra; aslında hayat yolunda ne büyük bir adım attığımı fark ediyorum. Kendimi anlamak yolunda.. Çünkü bir süredir hayatı anlamakla kendimi anlamanın aynı şeyler olduğunu düşünmeye başladım.
Elif'in doğum günü. 40 yaşına giriyor. Olmayan kardeşim gibi, candan kutlamak isterdim onu. Hadi inatçı keçi, demek, yetmez mi artık demek, kaldığımız yerden demek. Bir abla gibi. Ama demiyorum. Diyemiyorum. Çünkü onun "benden uzak dur!" sinyalini aldım, hem de anladım onu, hak verdim. Kabul ettim. Ama dış kapının mandalının bile doğum gününü kutlarken, kardeş gibi gördüğüm birinin doğum gününü, yokmuşçasına.. İçim sızlıyor. Keşke sıradan insanlar olmayı başarabilseydik diyorum böyle anlarda. Yüzeysel paylaşımlar, fazla yakınına sokulmadan, merak etmeden, umursamadan. Uzaktan verilen selamlar. Keşke biz de herkes gibi olabilseydik.... Ayda yılda bir görüşen. Ama en azından kopmayan.
Sonra buna gülüyorum. Senle ben söz konusuyken, bu mümkün mü..?
*
Uzaktan da olsa, sesim sana ulaşmasa da, ben yazmak istedim. Yazıp yazıp silmek.
Doğum günün kutlu olsun kardeşim.. Nice mutlu yılların olsun.
Sevgili Ekmekçi Kız ve onun sevgili Okul Arkadaşı Buraneros,
Burada yazmışsınız, bir de şurada. Okuyunca dedim ki; aslında hepimiz aynıyız sanki? Aynı sıkışmışlık hissi, aynı gel-git-gel-peki şimdi?ler. Sen, ben, tüm insanlık sıkışmışız, sığamıyoruz kendi bedenimize de evrenimize de. Böyle zamanlarda hayatın bir "masa" olduğunu düşünüyorum. Üzerinde okuduğumuz, çalıştığımız, bir uğraş verdiğimiz, karman çorman hale geldiğini fark ettiğimizde az çeki düzen vermeye çalıştığımız. Bazen üstüne bir sardunya koyup, elimiz çenemizde hafifçe gülümseyerek hayâl kurduğumuz. Bazen dönen sandalyemizin iyice gerisine "kaykılıp", bacaklarımızı dümdüz uzatıp, ellerimizi göbeğimiz üzerinde kavuşturup, başımızı sola çevirip, camdan gelip geçeni izlediğimiz....
Benim masam son iki senedir çok karışık. Düzenli toz alıyorum, kirli değil. Ama bir türlü bir düzen oturtamıyorum. Dün aldığım kalemliğe rengârenk dizdiğim kalemlerim, bugün yine karman çorman. Zımbamın daha yeni değiştirdiğim teli yine bitmiş. Hele yazıcının mürekkebi! Aman yarabbi; bir sarısı bitiyor, onu yenilerken daha, hop mavi gitmiş, onu değiştireyim derken kırmızı bir tuhaf renk veriyor. Hayatım ya da yazıcım, mükemmelliği çoktan bıraktım da, optimum seviyede bile çalışmıyor.
İki senedir bir başka tuhaflık daha var yazı masamda. Eskiden ara sıra çalan ve beni boyumu geçen evrak müşkülatından anlık da olsa kurtaran telefonum, hiç çalmıyor. Daha doğrusu çaldığında ya bankanın otomatik robotu, ya sevgili cumhurbaşkanımızın biz azınlıkları da unutmadığını bildiren noel tebriği, ya da daha beteri karşı dönercinin yeni vegan döner reklamı geliyor önüme. Halbuki benim istediğim "nasılsın?" diyen bir dost ses.. Yalan yok, buna neden olan da benim aslında, yazı masama kapanıp, kendimi dünyaya kapatan, bunu "kafa dinlemek" tabir eden de benim. Fakat kafamın içinden dinlediklerim de hoşuma gitmiyor! Katı bir iç ses bu, suçlayıcı.. Oysa dış sesim nazik, içten, sevecen...
Yazı masamın bir başka sorunu da şu: Zaman mevhumu Einstein'ın teorilerindeki gibi eğilip bükülüyor bu masada. Meselâ oğlum ağlarken, kızım hastayken ya da eşim ofisten geç gelecekse asla geçmek bilmiyor, oysa tam yazma şevkim gelmişse ya da şahane geçmiş bir iş yarı-gününden sonra "haydi bir keyif kahvesi..." diyecek olduğumda, birden çocuğun anaokulundan alınma saati de göz açıp kapayana dek gelmiş oluyor.
Daha tuhafı, hayatta yapmak istediklerimin tam tersini yapıyorum bir süredir.... Masamı toplayayım, kitapların arasına bir ayraç koyayım, çıkıp saatlerce yürüyeyim istiyorum ama dönen koltuğum bir sarmaşığa dönüyor tam o anda, "bir sürü yapılacak iş var, nereye gidiyorsun!" diye sarıp sarmalıyor beni.. "Sen kim oluyorsun da işten yorgun argın gelmiş eşine çocuk kitlemeye ve yürüyüşe çıkmaya kalkıyorsun" da dedi bir defa.. İkinciye demesine gerek kalmadı zaten. Akşam yemeğinin hazırlanması, çocukların girmemek için iki kol ve iki ayaklarını X şekline getirip kapısına yapıştıkları banyoya sokulması, öpüp koklanıp yatırılması gerekiyordu. Sonra da "kararmıştı" zaten, "ne olur ne olmaz" dı...
Kendim dışında herkese hizmet ederken ölüp gideceğim, tüm bu işler ne kadar önemli diyorum kendi kendime. Tam o anda masadan bir sarmaşık çıkıyor, o sarmaşığın kolları boynuma dolanıyor. Ağzımdan giriyor, burnumdan çıkıyor, bir şekilde ikna ediyor beni. Bırakmıyor düşüneyim böyle tehlikeli düşünceler.. Ben de edebimle duruyorum; "yazmayı bırakıp yaşamak" diye karar veriyorum. Oysa yazarak yaşamak daha güzel bir seçenekken?
İzninizle, mektup içinde bir başka mektup yazacağım şimdi:
Söyle bana sevgili masa; ne olacak bizim senle bu halimiz? Sana duyduğum aşkın yarısını şu yanındaki pencereye, hemen ötesindeki bahçeye, hatta belki onun da ötesindeki sokağa da duyduğumu bir kabul edebilsen? Tek kalpte diyorum, iki aşk olmaz mı sevgili masa? Hmmm? Tek hayatta, hem masa, hem çocuklar, hem ev, hem iş, hem aş, hem de ben kendim, bir sardunya olarak ben yani, olmaz mı? Gözünü seveyim masa, olur de... Yaparsın sen de, iki gaz ver. Zamanı diyorum, eğip bükme. Eşit ve adaletli dağıt ki hepsine yetebileyim.... Yoksa ben, ben olmaktan çıkıyorum..... Bir robota dönüşüyorum. Bir otomatik portakala. Bir yaşar ne yaşar ne yaşamaza. Bir... anladın işte.
Benden de konu üzerine serzenişler bu kadar...
Gözlerinizden öper, hâlimi şu an en iyi anlatan anlık şarkıyı da şuracığa nakşederim.
İmza. Masası hayli karışık C.
Hamiş. Fotoğraflar, eşgalini verdiğim masadan "çıkabildiğim" dış dünyadan..
*Başlık Ekmekçi Kız'ın son yazısına ve dolayısıyla Buraneros'a göndermedir..
Gökyüzü masmavi ve kuşlar cıvıldarken kolay oluyor etrafa bakıp "bunlar bana bir ömür boyu yeter" demek, kendimi hayatla oyalamak. Ama gri bulutlar gelmeyegörsün, üzerime an be an çöreklenen bir ağırlık, sıkışmışlık duygusu ve hayatı sorgulamalar, cevap aramalar, yetmemeler yetirememeler...
Saat 03.12 ve ben
Elif'i çok özlüyorum.
Gel gör ki, yapacak hiç bir şey yok. Elif kendince haklı nedenlerle benden uzakta, kendi halinde yaşamayı seçti. Giden-kalan ilişkisinde bana biçilen saygılı kabullenme rolünü oynamak zorundayım. Fakat her gün öyle çok şey olup bitiyor ki, hepsini ona yazmak istiyorum. Dün meselâ bisiklete bineyim dedim, her köşe başında "bunu Elif'e anlatmalıyım!" dediğim en az üç şey çıktı karşıma. Ve sonra, ama Elif artık yok. Çok dayanılmaz bir hüzün bu. Ağır.
Elif'e yazmayı çok özledim. Her gün aramızda gidip gelen sayısız mektupları çok özledim. Son zamanlarda suyu gittikçe azalan bir derecik gibi kuruyan kelimeleri. Çok özledim ona yazmayı, ondan gelen cevapları okumayı, bazen gülmeyi, bazen hüzünlenmeyi.. Saçma sapan şeylerden konuşmayı ya da en mühim meseleleri tartışmayı. Yokluğunda kelimelerim de yitiyor, kayboluyor sanki...
Ona yazacaklarımı size yazsam bir süre? Tek bir Elif'ten açılan boşluğu bir sürü insanla doldurmaya, kapatmaya çalışsam? İyi gelir mi? Çünkü içimde tutmak zor geliyor bazen....
Sevgili Elif, Desem. Yeniden.
Bugün bisiklete binerken nedensiz bir mutluluk kapladı içimi. Yahu dedim, yaşamak ne güzel şey. Rüzgarın saçını hafif hafif okşaması, artık enikonu ısıtmaya başlayan güneşe bakarken burnunun gıdıklanması.
Hatırlıyor musun, sen bana ağacını anlattığında - ve bir de fotoğraf eklemiştin hattâ - ben de sana "biliyor musun Elif, senle ben gibi değil herkes, bazı insanların tek bir ağacı bile yok şu hayatta. Yani köşe başında görüp de gönül vermemişler bir ağaca hiç, gölgesinde oturup da serinlerken şükran duymamışlar, nasıl olabilir ki böyle bir şey?" demiştim ya.. O gün bugündür, benim tek bir ağacım değil, bir çok ağacım oldu ama, en güzeli de bugün oldu be Elif.. Tam da yaşamanın ne güzel olduğunu düşünürken, birden karşıma çıkıverdi işte. Ve ben bir refleks gibi seni hatırladım, ah dedim Elif'e göstermeliyim şimdi bunu! Bir ağacın bir insana diğer bir insanı hatırlatması; ne güzel şey be Elif...
Bir fotoğrafını ekliyorum bak.
Manolya, evet. Fakat hiç bu kadar büyüdüğüne şahit olmamıştım ben. Peki ya sen?
Üstelik biliyor musun - beni bilirsin ya - durup da uzun uzun bakışırken ağaçla, sahibi çıkmasın mı dışarıya! 80 yaşlarında ince uzun, saçsız, sakin devinimlerle ağır ağır yürüyen bir adamcağız.. Bir an göz göze geldik. Aynı anda gülümsedik. Bazı insanları ilk gördüğün anda, aniden sevivermek, ne ilginç değil mi Elif? Sanki daha önceden bir hukukun olmuş da, ezelden beri tanıyormuşsun gibi.. Eski bir tanışa denk gelmişsin gibi.
Bugünlük bu kadar. Kafka gibi ben de pulsuz bir mektup yazabildim sonunda galiba be Elif....
Haydi kal sağlıcakla.
c.
*
Ekleme. Aslında akıllanabilsem, sadece kendime yazmayı ve yayınlamamayı bir başarabilsem, en güzeli o olacak. Hem böylece iki gün sonra ölesiye utanıp içimdeki bu özlemden, silmek zorunda da kalmazdım belki.... Ama sözler içimde kalınca ya da bir başkası tarafından duyulmayınca, söylenmiş sayılır mı bilmiyorum ve o nedenle de, yazıyorum. Yazma ve Elif'le değilse de adsız sansız bir okuyucuyla paylaşma ihtiyacı duyuyorum.. Çünkü bazen, yetmiyor işte (kimseyle paylaşamadan tek başına duyumsadığın) yaşamın renkleri de, bahar da, hayatın hayhuyu da ve hattâ zaman da....