29 Haziran 2022 Çarşamba

22'den 26'ya: Yârim, Haziran!

Haziran'ın nasıl geçtiğini anlayamadım.. Hani durulmayan istasyonlar gibi der ya Sait Faik, öylesine hızlı geçtik Haziran'ın içinden ve birden Temmuz durağı'na geliverdik.

AĞIRLADIM:

Oz.'un gidişinden iki gün sonra M.'in doğum günü vardı ve annemle babam ona sürpriz yaparak Türkiye'den geldiler. En son Corona öncesinde yani 2,5 sene önce gelmişlerdi, bu ziyaret çok iyi geldi hepimize. Çocuklar öğlene dek okula gittiler, ben de ailemle aynen kendi çocukluğumdaki gibi "çekirdek 3'lü" olarak bahçede kahvaltı ettim, sohbet ettim. Sonra çocukları okuldan alıp, tatile özel yoğun yüzme antremanına götürüp getirdim, öğleden sonra da bazen göle, bazen parka gittik hepbirlikte. Annemin dizleri sorunlu olduğu için fazla yürüyemesek de, sanırım mümkün olduğu kadar gezdirebildim onları. Oz'la bir, sonrasında annemlerle 2 hafta, bana gerçekten çok iyi geldi..

çekirdek üçlü 🧿

KUTLADIM:

M. bu sürprizden en mutlu olanımızdı tabii. Umuyorum ki çok güzel bir doğumgünü geçirdi. 11 çocuk ve 5 yetişkindik evde! Önceki geceden pastasını kendim yaptım ve oynayacağımız dedektiflik oyununu hazırladım. Bu dedektiflik oyunu tam bir saatimizi aldı, mahallede kaldırıma tebeşirle oklar koyup önceden belirlediğim ve balonlarla işaretlediğim 12 durakta 12 bilmece/bulmaca çözdük ve katilin kim olduğunu anlamaya çalıştık (tabii ki benmişim katil, Allah Allah!) 

Sonra eve gelip pastamızı kestik. İçinde 1kg çilek püresi, dışında da çikolatalar, şekerlemeler olan 9 yaş pastası - sonunda - yaptığım en iyi pasta oldu. Tabii ki Türkiye'deki pastane pastalarının yanından geçemez ama el emeği, sevgi, bir sürü de çilek yani..

ÇALIŞTIM:

Annemler döndükten iki gün sonra, F. çocuklarla 4 gün İtalya'ya kampa gitti, ben de bir önceki postta anlattığım gibi günümü gün ettim, hakikaten nasıl iyi geldi bu aralık bana anlatamam. Pazartesi günü okullar geri açıldığında, ben de resmen çalışmayı ve rutinimi özlemiştim! 

Tatil dönüşü iki hafta boyunca haftanın 4 günü Ukraynalı kızlarla toplantılarımız vardı ve 5. işgününde de üstüste, soluksuz diyebileceğim bir tempoda danışanlarımı görmek durumunda kaldım ama öyle yüksekti ki motivasyonum, yorgunluğu bırak, neşeyle çalıştım. Karşı taraftan da defalarca teşekkür aldım "C. Hanım siz beni herşeyimi kaybettiğimi düşündüğüm bir anda yeniden hayata bağladınız" dedi bir kız çocuğu.... Daha büyük bir ödül olabilir mi? Neden çalışıyorum sorusunun cevabı çok açık benim için.. Darısı "neden yaşıyorum" sorusunun da cevabına :))

Hayâlimdeki ofis!!! 😍 Aminnn.

İLK HASATI ALDIM:

Bahçeme 21 baharında diktiğim çeşitli orman meyveleri, bu sene sıcak giden havalar sayesinde daha da erkenci, her sabah bir avuç meyve topluyoruz.. Hiç gübre ve ilaç kullanmadığım için yarısını da toplarken dalından yiyoruz, gerçekten büyük keyif!

Küpe çiçeklerim, sardunyalarım ve karanfillerimden sonra, güllerim de açtı; bu sene beyaz, pembe, sarı ve kavuniçi güllerim var. Diğerlerine çaktırmayın fakat ennnn sevdiğim bu:

Bir maşallah'ınızı alırım 🧿

OKUDUM - DİNLEDİM - İZLEDİM:

Bu ay güzel okudum, tortuya arada yazıyorum zaten okuduklarımdan alıntılar ama beni en çok etkileyen, Sait Faik'in yıllar önce başka bir ruh haliyle okuduğum Alemdağ'da var bir yılan'ı oldu. Neden bilmem, bu öyküleri çok içimde yaşadım yeniden okuduğum şu son haftalarda.. Bazı kitapları her okuduğunda farklı katmanlarına girebilmen, ne kadar hoş.

Hani bazen insan "keşke şu satırlar sadece bana yazılmış olsa.." der ya, aslında her yazılan sadece sana yazılıyor zaten. Ve senin her okuyuşun da farklı anlamlara ve deneyimlere açılan bir pencere oluyor. 

Okuduğumun içine girdiğimde, hayatın başka alanlarında da karşıma o öykülerden bir şeyler çıkar hep. Yine öyle oldu. Sait Faik'in satırları ile Comfortably Numb'ın sözlerinin 20 sene arayla birebir aynılığını keşfettim meselâ. Ya da All for Mankind'ı izliyorum bir süredir ve oradaki duyguyla Hişt Hişt'in son paragrafının paralelliğine şaşırıyorum.. Hele çağımızın en ses getiren filozoflarından Judith Butler ile Sait Faik’in aynı paydada - hepimizin ortak paydasında - birleştiği satırları yakalayabilmek..?

VEEE GURUR DUYDUM:

Haziran, Pride month. Bu ay ne yaptın dersen, tabii ki renkli foroğraflar çektim, kutladım vs ama, asıl bir başarı kazandım ki, onun ağzımızda kalmasını istediğim güzel tadıyla bitirmek istiyorum aylık yazımı. Çünkü evet; GURUR duyuyorum.

Tasarım: John Jay Cabuay

Çocuğunun LGBTQ birey olduğunu çok zor kabullenen bir ebeveynle çalışıyorum bir süredir. "Bu bir hastalık, bu benim suçum, sürekli medya önümüze çıkarıyor ondan böyle oldu, ama çocuğum çok zorlanacak ve üzülecek" derken derken, şu an evladını her şekilde kabul edebilen, homofobik yaklaşımlara karşı dimdik durabilen, cevap verebilen, çocuğuyla ilişkisi daha güçlü ve bağlı bir anneye dönüşmesinde kendi yoğun çabası kadar benim de emeğim olduğunu biliyorum! Birilerinin yaşamına dokunmak ve iyileştirmek; işte bu beni çok mutlu ediyor sevgili blogcuğum, hem de çok! 

Bu ayki etkinliklerimizden biri de LGBTQ bayrağının renklerine ait fotoğraflar çekmekti, benim bayrağım böyle oldu :)

yaşam; rengârenk.

Ben ay boyunca gökkuşağını ararken, bu da şans eseri önüme çıktı:

kolumla küçük parmağım pek tombik çıkmışlar niyeyse :))
amaaağn, boşver. seven böyle de sever, sevemeyenin de kendi suçu :P
beğenmeyen küçük oğluna parmağına almasın :)))

19 Haziran 2022 Pazar

4 Günlük bekârlık sultanlık

Haziran 2020'deki efsanevi bekârlık sultanlık günlerimi hatırlıyor musun sevgili blog? En altına "Unutmayım not düşeyim ki ilerde yeniden yapacak motivasyonu bulayım" diye yazmışım.. Resmen 2 senenin sonunda bu şen-ruh, sonunda yeniden evde tek başına! Bizimkiler Perşembe sabahının köründe (5.30 Alman dakikliğiyle) arabaya doluşup İtalya'ya kampa gittiler. Geçen seneki karavan maceramızda tanışıp kanka olduğumuz 3 çocuklu bir aileyle hem de. Ben "gaffam galdırmaz 5 çocigi" dedim, aslen beşi değil onu bile kaldırır da, bu kısmet kaçmaz. "Siz gidin, ben de çıkayım sultanlığın kerevetine" durumları..

çadır? yok almayayım :))

Geçen seferki gibi zamanımı saniye saniye planlamadım bu sefer. Ama öyle sürprizler getirdi ki bana hayat, gel yamacıma da anlatayım.. 

Bekârlık sultanlık - Gün 1:

Biz kimiiiiz? Türk kadınları. Evde yalnız kalınca ilk iş ne yaparız biiiiz? Temizliiiiiik :))) Sabahın 6'sında kulağıma podcastlerimi, ellerime de yemyeşil plastik eldivenlerimi takıp temizliğe başladım, öğlen 11'e doğru tüm işlerimi bitirdim. 

Ev misler gibi olunca vallahi canım keyfini sürmek istedi çünkü çocuklar varken, 2 saat cebelleşip aynen dekorasyon dergilerindeki evlere çevirdiğim ev, 2 dakikada eski haline geri geliyor. O nedenle, hazır mis gibi yakalamışım, tüm gün evimden çıkmadım. Uzattım ayaklarımı; gelsin limonatalar, gitsin aburcuburlar. Bütün günü kitap okuyup, film izlemekle geçirdim. 

daha güzel bir aburcubur yok bence..

Akşam öyle tatlı bir hava vardı ki, yemekten önce azıcık yürüyeyim diye çıkıp 2,5 saat yürümüşüm! Yemek de hikaye oldu tabii saat 10'a doğru eve dönünce. Bekleyenim mi var ohoooo, gel keyfim gel, aldım önüme tepsi içinde biraz peynir, biraz ekmek, bol da meyve.. Açtım yine bilgisayarı, artık bilmemkaçıncı Harlan Coben mini dizimi izlerken salon koltuğunda uyuyuvermişim :)

Bekârlık sultanlık - Gün 2:

Sabah 5.30'da uyandım, her yerim tutulmuş. İncecik örtüyle yatınca boğazım da ağrımış ama yemezler. Bu fırsat bir daha kimbilir ne zaman elime geçecek, fırladım kalktım hemen. Bugünü dün gibi evde geçirmeye hiiiç niyetim yok. Hızla hazırlandım, atladım trene, sabah 7'de vurdum dağlara. 5 saatlik bir tırmanışın ardından Wendelstein'ın zirvesindeydim..

alttaki vadiye kurulu kasaba minicik kaldı..

Doğada olmak muhteşem; o yalnızlık, o ıssızlık, o ter, o ritm, tüm o gömdüğünü sandığın düşüncelerin, korku ve endişelerin tek tek beynine üşüşmesi sonra hepsinin bir sis bulutu gibi yavaşça dağılıp yokolması ve geriye sadece nefes alıp verişinin kalması. Bu hissi çok seviyorum!

Tepedeki Alm'de ufak birşeyler atıştırıp, 3,5 saatte geri indim ve yine trenle eve döndüm. İniş çıkıştan daha çok yoruyor bacaklarımı.. Bu tip uzun tırmanışlarda çocuklar olunca ara sıra duruyoruz ama tek olunca vurdum başımı gittim resmen, zorladım biraz kendimi, kaslarım yanıyor.. Ama iyi geldi, çok iyi geldi! 

beni çizmiş.

Tüm günümü alan bu doğa yürüyüşü pilimi de bitirmiş tabii.. Saat 9 gibi - yine Harlan'la koltukta - uyuyakalmışım.

Bekârlık sultalık - Gün 3:

Sabah yine erkenciyim. Bugün extrem sıcaklık bekleniyor, o nedenle güneş yükselmeden bahçeleri suladım, tavşancıkların alanını da iyice ıslattım. Sonra taktım yine kulaklıkları, çıktım. Çiçekli bir elbise almak istiyorum bulabilirsem, oysa alışverişi hiç sevmem. Ama buldum! Üstelik ilk girdiğim dükkanda, tam istediğim renklerde ve kesimde. Hemen aldım, hemen döndüm eve, öğle sıcağı bastırmadan girdim içeriye.

kasksız çıkmam aaaabi.

Aslında niyetim göle gitmek ve tüm günü göl kenarında - ve çok soğuk değilse içinde - geçirmekti ama aklıma Noe'nin ikide bir reklamını yaptığı "yok böyle bir şey, mutlaka denemelisin, adam tam senlik bir karakter ve şehrin en lezzetli bistrosu" diyip durduğu falafelci düştü! Kaç senedir duyuyorum, adam aynen Seinfeld'deki "soup nazi" vardı ya, öyle bir tipmiş. Falafel-nazi! Yüzü hiç gülmez, aşırı sert mizaçlı, tam bir film karakteri ama döner dürümünü ve falafelini bir yiyen bir daha iflah olmuyormuş. Geçirdim yeni çiçekli elbisemi üstüme, çiçekli bisikletime atladım, düştüm yola.

Hakikaten adam romanlık çıktı. Bangır bangır hiphop çalıyor, bistronun önünü hipsterler basmış ama ikinci sırada halktan insanlar, öğle arasında döner alan birkaç inşaat işçisi, bir başörtülü teyze, tam bizdeki "esnaf lokantası" mantığı ama bildiğin sokak büfesi. Falafelimi sipariş verdim, adam aynı anda 5 sipariş alıp hiç eksiksiz yapıyor. Beklerken gizlice bir foto çektim, falafel-nazi'ye yakalanmayayım diye hipster abimizin ardına saklanarak. 

hazır ol'da bekleyen teyzeyle hipster abinin ortasından, 
yakalanmadan bir pozunu almışım sizler için ;)

Falafel-nazi hiç gülümsemeden falafelimi hazırladı, bir ara "herşey olsun mu?" diye sertçe sordu, ben de ürkekçe "soğanla acı olmasın" dedim, ters ters baktı, etrafta çıt çıkmıyor, hazırolda beklerken hiphop dinleyerek tek sıra halinde kıpırtısız duruyoruz. Ağzımızı açsak "no falafel for you! neeext." diyecek resmen.. Neyse siparişimi aldım ve bisikletime geri atlayıp ver elini CENNET.

Cennet neresi derseniz; işte burası. Ara yoldan sağa sap, dereciğe inen merdivenlerden in..


Eğer buralara yolunuz düşerse, söz sizi de getireceğim. Bence Münih'in ennnnn güzel gizli köşesi ve iddia ediyorum "Münihliyim ezelden" diyen bilmez! Ben böyle gizli ufak köşeleri keşfetme konusunda biraz yetenekliyimdir sevgili blog, nereye gitsem bulurum böyle gizli köşeleri.. Ama bu başka gerçekten. Etrafımda mavi ve yeşil helikopter böcekleri uçuşurken, ayaklarımı şırıl şırıl akan dereciğin buzzzz gibi suyuna sarkıtıp, falafelimi gömdüm. Ama hakikaten Noe haklıymış, yediğim (anavatanı İsrail ve Filistin, hattâ Lübnan dahil) ennnnn muhteşem falafeldi. Adam hakikaten efsaneymiş. 

o ünlü falafel buymuş.

Uzunca bir süre kaldım cennette. Biraz ayaklarımı dereciğe sarkıttım, biraz mavi helikopter böceklerini izledim, biraz hayâllere daldım, bir iki şarkı mırıldandım, derken akşam inmeye başladı. Hızlıca eve dönüp, duş alıp başka bir çiçekli :)) elbise giyip, yeniden çıktım. Gece K. ile alemlere akacağız. Bu sefer hedef yine dere kenarındaki İtalyan restaurantı..

K.'i beklerken, yalnız değilim, Sait Faik'leyim!

Kestane ağaçlarının altındaki tahta masalarda oturup uzuuuun uzuuuuun konuşmak, biri gidip biri gelen rosé şarabın tatlı serinliği, Almanların dedikodusunu yaparken İtalyan güzeli çilekli mascarpone'yi paylaşmak, öyle güzeldi ki.. 

Ve artık gece iyice inmiş ve garsonlar arka masada hepbirlikte yemeğe oturmuşken (bu da her zaman güzel bir işaret değil midir, bir restaurantın "ailevi" yapısını gösteren?!) e artık kalkıyoruz, sarılıp vedalaşıyoruz ve çakırkeyf vaziyette, bisikletten düşmemeye çalışarak eve dönüyorum. Artık bu üçüncü gecede, yatağıma gideyim diye hiiiiç zorlamıyorum, yine koltukta sızıveriyorum.

Bekârlık sultanlık - Son gün:

Tabii ki erken kalktım. Sayılı saatim olduğu için, bugünü çok iyi değerlendirmem lazım. Bugün Pazar, burada her yer kapalı. Ama önemli değil, zaten benim derdim doğayla ve kendimle. Bizimkiler akşama doğru gelirler ve yarın 15 günlük "ilkyaz" tatilinden sonra okulun ilk günü (Ağustos'ta kapanıyoruz biz). Çocuklar iyice temizlenecek ve okul-modu'na geçirilecek.. Yorgun ve huysuz da gelecekler kesin. Eşim de keçileri çoktan yitirmiş olur.. O nedenle hakikaten çok iyi değerlendirmem lazım bugünümü.

Hızla sırt çantamı yapıyorum. Kitabım, kulaklığım, ufak not defterim, kalemim, gerekirse yere serebileceğim bir piknik örtüsü, suluğuma hazırladığım limonatam - ki enfes, naneli ve ahududulu! 

iki elma (biri yeşil), güneş kremim, içimde bikinim, dışımda efil efil ve elbette yine çiçekli :)) bir başka elbisem, kafamda bisiklet kaskım, biraz para, kimlik, kendim, tamamız.

Fakat dışarı çıkınca kötü bir sürpriz beni bekliyor: bisiklet yok! Ya çakırkeyf dediğime bakma, eve gayet edebimle döndüm, bisikletimi yerine kitledim - emin misin C., kitledin mi? offffff!

Homurdana ağlaklana oflaya poflaya bisikletin olması gereken yerde şaşkın şaşkın dikilirken, karşı komşu (hani corona günlerinde el sallaşıp sonunda da vişneli pastamı alıp misafirliğe gittiğim yaşlı kadın) elini kolunu sallayarak dikkatimi çekiyor, "ileri git ileri" işareti yapıyor pencereden sarkmış vaziyette! Nasıl yani? İşaret ettiği yere yürüyorum o da ne, bisikletim evin doğu köşesinde bir direğin dibinde duruyor! Yahu o kadar mı sarhoştum?!? Hayır. Mahallenin şakacı ergenlerinden biri bisikletimin yerini değiştirmiş espri olsun diye.. Hay ben böyle esprinin.. Neyse eşeğimi bisikletimi kaybedip yeniden bulmanın verdiği yaşam sevinciyle güne devam ediyorum.

başakların önünde poz veren şakacı bisiklet

Uzuuun bir bisiklet yolculuğundan sonra en sevdiğim gölün en sessiz köşesindeyim. İnsanları gerçekten anlamıyorum sevgili blog. Bu gölde ufacık yapay bir plaj var ve herkes dipdibe oradan göle girmeye çabalıyor, oysa biraz ileride saklı gizli ve tamamen insansız öyle güzellikler var ki! Bunlardan birine yerleşiyorum ve terim kurumadan buzzzz gibi göle atıveriyorum kendimi. Nasıl güzel bir his o ürperme anları..

Biraz yüzüyorum sonra çıkıp bir elma yiyorum, biraz müzik, biraz kitap, bir yüzme daha derken... Saatler koşturuyor. Hep öyle olmaz mı zaten.. Bitiveriyor 4 günlük sultanlığım. Bizimkiler "1 saate evdeyiz" diye mesaj atıyor, ben de eş zamanlı olarak eve girebilmek için kalkıyor toparlanıyor ve bisikletime atlıyorum. Mısır tarlalarının içinden, Emir Kusturica'nın "beyaz kedi siyah kedi"sini düşünerek ve gülümseyerek, yavaş yavaş dönüyorum.

Alman dakikliğiyle, tam kararlaştırdığımız gibi, cümbür cemaat, bol gürültü, bir sürü çalı çırpı, kokuşmuş kıyafetler, çamurlu terlikler, kumlu mayolar eşliğinde eve dalıyoruz. Eşim "havlulardan birini kaybettik" diyor, "sorun yok, en azından çocukları kaybetmemişsin" diyorum.. Tahmin ettiğim gibi: "Hangi çocukları?" oluyor cevabı. Hep birlikte gülüşüyoruz.. Bu hikâye de burada bitiyor. Ya da:

Game over. 
Hayat kaldığı yerden devam..
Darısı bir sonraki sultanlık macerama inşallaaaah...

11 Haziran 2022 Cumartesi

Bir ufak üçkağıtçılık hikâyesi


Annemlerin dönmesine sayılı gün kala, hâlâ ahududular olamadı. L. çok özeniyor geçen seneki gibi dalından avuç avuç toplamaya. Sabırsız. Yaşı daha 5..

Sabah erken kalkınca, aklıma yıllar önce anaokulunda müdürken yaptığım bir üçkağıtçılık geldi. Ben aslında çok üçkağıtçıyımdır sevgili blog, bilmezsin ne üçkağıtçıyımdır hem..

Bir sabah - yine böyle bir sabah - işe erken gittim. Yoldan da beş kilo mandalina aldım. Okulun bahçesindeki ağaçların birine o beş kilo mandalinayı iki öğretmenle tek tek iple bağladık :) Gör curcunayı..

O aklıma geldi sabahın 6’sında. Kalktım buzdolabından tüm ahududuları çıkardım ve tek tek henüz ham meyvelerin üstüne giydirdim. Şimdi uyanmalarını bekliyorum :) Birazdan sen gör curcunayı!


Bu iş tutarsa, tepedeki “ışgın”ı da toprağa saplarım yarın :)) Ordan yürürüz yani.. Ne dersin?