27 Şubat 2025 Perşembe

Şubat Raporu

Minnak ay Şubat, hakikaten hızlı geçti ve bitti. Bu aya damgasını vuran olay; neredeyse kışın biteyazdığı şu günlerde, benim hâlâ, her kış binlerce defa söyleyerek çevremdeki herkesi bıktırdığım klasik "kıştan nefret etmemin 463 sebebi" isimli dırdırıma başlamamış oluşum! Beni yakından tanıyanlar "sonunda tırlattı galiba" diyorlar, çünkü bu sene, evden çıktığımda yüzüme çarpan -6 derecelik havada durup "ooooh mis gibi yahu" demişliğim, "ya kış ne güzel, insan evde nasıl huzurla oturuyor" gibi bir cümle kurmuşluğum ve hatta 1 defa bile "ay bana daral geldi, ben bi Türkiye bileti mi baksam" demeden, sakin sakin Almanya'dan burnumu bile çıkarmayışım var! Eşim geçen gün "sen Alman vatandaşı da olursun bu gidişle" diyince, aslında neden olmasın bile dedim :)))) Fakat aklı selim düşününce, ben ve Almanlık... Hiç sanmıyorum :))) Belki ileride Dünya Vatandaşlığı çıkarsa, ona tamam!

Şu an avokado salatası vatandaşlığına daha yakınım :P

Evet biraz hastayım. Hayır ateşim yok. Hayır hayır, bilincim de gayet yerinde. Sadece bu kış başında bana bir "aydınlanma" geldi ve kendi kendime "yahu doğa bile uyuyor, ben ne kasıyorum, bu kış burnumu bile evden çıkartma zorunluluğum yok, oooooh salon koltuğunda totomun izi çıksın, getirin kış sevicem ben, heyooooo" dedim ve koca kışı resmen salon koltuğunda geçirdim ve a-aaa, kendimi de hiç "hayat boş boş geçiyor" hissetmedim! E nasıl oldu bu iş?

Bence üç nedeni var:

0. neden (unutmuşum en önemli maddeyi, yazı bitince fark ettim): Kullandığım Demir takviyesi! Yemin ederim bambaşka birine dönüştüm bu kış; sakiiiiin, sinirsiiiiiz, enerji dolu ve sürekli üşümeyen, zangır zangır titremeyen birine :))) Demir ilacı canmış can! İhmal ediyorsanız etmeyin, terapistten daha ucuz bir çözüm.

normalde karşıyımdır ilaç önermeye ama yıllardır farklı markaları alıyorum, 
bu seneki çok farklı etki etti.
belki birinin daha hayatı kurtulur.. :)) doktorunuza danışınız.

Geri dönelim diğer nedenlere:

1). Geçen yazdan beri ajandamın "haftalık plan" sayfasına, hergün için o güne damgasını vuran güzel şeyleri yazıyorum ve bu benim "hayatım boş geçmiyor"a en büyük kanıtım olarak, biriktikçe birikiyor ve ne zaman tipik entelektüel "ay hayatım çok boş" hezeyanım nüksetse, açıyorum ajandayı ve bu sayfaları "hah hiç de boş değilmiş, sadece balık hafızam unutmuş bu yaşananları" diyerek, inatla okuyorum :)) Çok işe yarıyor, tavsiye ederim. Belki de sorun hayat değil, hafızanızdır?

dünün "güzeli" meselâ, bahçemdeki bu minicik filizlerdi!

2). Üzerime "performans kaygısı" pompalamayı bıraktım çünkü yaşım sonunda o tatlış 46'ya geldi. 45 hakikaten bir dönüm noktasıymış yahu! Ne fiziki, ne de başarı odaklı performans kaygım var son 1 senedir. İşin komiği, Murphy kuralları gereği, ben kasmayınca hem fiziksel anlamda, hem de iş başarısı olsun, annelik olsun, yalnız hissetme sorunları olsun, hepsi birden buhar olup uçmasın?! Kainatın sihirli lafı "çok da fifi" olmasın hakikaten?! :)) 

Hayır şaka bir yana, 45'ime dek yapacağımı yaptığıma inanıyorum, bu yaştan sonra artık kendimden bir beklentim yok, edindiğim entelektüel birikimin meyvesini yiyebilirim en çok. Bu bir gerçek. İşte de, fiziksel anlamda da bu nokta zirve bence. Bundan sonra artık yavaş yavaş, inşallah keyifli keyifli bir iniş süreci başlıyor.. Komik ama, fiziksel anlamda nasıl dağa tırmanmak beni geriyorsa, bir çok insan için alt bacak kasları nedeniyle tam tersi olan "iniş süreci" benim için aslında en keyifli, adeta dans ede ede indiğim, gerçekten de zorlanmadığım, bana daha "uygun" olan kısımsa.. Belki bu sadece "dağ yolu" anlamda değil, "yaşam yolu" anlamında da böyledir? O zaman yaşasın! Sonunda "ruhumun yaşı" ile fiziksel yaşım eşitlendi belki de :)))) 

Edebiyatta ve yaşamda; bendeniz.

Performans kaygısı derken, açayım. Benimki asla başkasıyla kendimi karşılaştırmak anlamında olmadı.. İçimde çocukluğumdan beri yoktur rekabet duygusu. Herkes kendi yarışını veriyor şu hayatta. Ama daha beteri, işte benim derdim kendimle olunca, o "bence daha iyisini yapabilirim" hali yani, bunun bir üst çıtası yok. Ve insana çok zarar veriyor. Ayşeyle Fatmayla karşılaştırsan bi noktada biter derdin, ya "Ayşe ohooo hayatta erişemem" dersin biter, ya da erişirsin biter. Ama kendinle derdin olunca, ı-ıh, Ceren daha iyi bir annelik yapabilirsin. Ceren daha tam zamanlı çalışabilirsin. Ceren bu adamı sen iyileştirebilirsin, koş. Ceren bu kadının senin dostluğuna ihtiyacı var, yetiş. Bitmiyor anam. Verdikçe de alan tipler var sonuçta, enerji vampirleri :)) Neyse akıllandım görüyorsun. Kendimle yarışı "zirvede" bırakıyorum hahaha.

3. Kaygılarımı iki ana maddede toplamayı başardım: Sağlık odaklı kaygılar ve çocuklarıma dair kaygılar. Başka alanlara "hallederiiiiz" diyebiliyorum çok şükür. Kaygıları belirlemek önemli.. Sonra geliyor ele alma aşaması... Şimdi son zamanlarda öğrendim ki, bu ikisi de, kontrolüm altına alabileceğim durumlar değil. Yani çocuğun varsa derdin var ve sen ölene dek bu kaygılar şekil değiştire değiştire devam edecek, bu biiiir. İkincisi, dünyada bunu yaşayan tek insan sen değilsin. Bir bak bakalım diğerleri nasıl mücadele ediyor, aklına yatarsa uygularsın o yöntemleri. Benim en önemli silahım: yaratıcılığım ve mizahım. Senin de varsa yaz, inan çok makbule geçer....

biz üçümüz :)) yaratıcı anneyim vesselam.
ama ellerim pek kurumuş, krem sürmeli.. :P

İkincisi, sağlık konusu. Aklım çıkıyor çocuklarıma bir şey olacak diye. Meğerse kendi içimdeki çocuğun aldığı yaralarmış travmalarımın kaynakları. Küçücük yaşımda yaşadığım sağlık odaklı travmalarmış.. Sağolsun analistim ince ince işliyor her hafta bunları ve ben ilk defa şunu görüyorum: benim suçum değildi.... Dolayısıyla evet, dünyanın binbir türlü hali var, çocuklarım hastalanabilir, hatta Allah hiçbirimize vermesin o acıyı ama ölebilirler de. Bu hergün binlerce milyonlarca annenin başına geliyor. Bizim neden gelmesin? Fakat bunun suçu onların değil. Benim de olmayacak. Bu, hayat... Hayat adil değil. İyi insanlara kötü şeylerin olabildiği, kötü insanlarınsa elini kolunu sallayarak, bir özür bile dilemeden yürüyüp gidebildiği bir şey bu hayat. Dolayısıyla, ne yaşanırsa yaşansın, suçu sürekli kendimde aramak dışında bir hatam yok benim.... Hata dediğimiz şeyler hep "iyi niyetle" yaptığımız, o zaman için "doğrusu budur" sandığımız şeyler. Bu hem benim için geçerli, hem benim anne babam için, hem de sizler için. Bak bu cümleyi alın derim.. Önemli bu. Bu noktaya gelmek yıllarımı aldı.

İşte bu üç madde bu kış beni bir iç-huzura kavuşturdu sevgili dostlar. Tabii ki "oldum ben" asla demiyorum çünkü hayat bir nefes molası verdirir sonra yeniden mücadele ettirir, daha beni çooooook mücadele, çok endişe, çok çöküş belkiyor bu bir gerçek.. Ama bu noktada bir "es arası" verdiysem, yolda biraz "sağıma soluma manzaraya bakma arası" verdiysem, ne mutlu bana... İki sincap gördün, bulutları izledin, ama sonra kalk ve devam et mücadeleye... Hayat bu. 

Bu özlü sözler için teşekkür edenlere:

rica ederim :)))

Şubat böyleydi işte. İç dünyam bu kadar hareketliyken, dış dünyamda pek bir şey olmadı. Errrkek gribi geçiren eşimden kaptığım aynı virüsün "anne gribi" versiyonunu geçirdim. Sonra "mızmız çocuk" versiyonunu da çocuklarıma devrettim. Yeni ve çok ilginç danışanlarım var, onlarla biraz uğraşıyorum. Eski ve aslında bana kalırsa terapisi biten ama onların "iyi geliyorsunuz C. Hanım, ne olur biraz daha devam edelim" diye devam ettirdikleri tatlı eski danışanlarım var :)) Beni bir tanıyan bir daha bırakamıyor görüyorsun hahahahah. Şaka bir yana, aksine, bu sıra hayatımdan yine bir posta insan eledim (bunun huzuru da belki 4. madde olarak yazılabilir aslında) ama garip şekilde hiç "eksilmiş" hissetmedim. Kalanlarla devam etmek; ister özel hayat olsun, ister bu eski danışanlar olsun, aslında "güvenli zemin" gibi olduğu için, bana da iyi geliyor... Hislerimiz karşılıklı yani.

Bir iki kişi de yepyeni girdi hayatıma. Hoş geldiler. Sevgili 3 adet mektup arkadaşıma buradan el sallıyorum, iyi ki varsınız, hakikaten şahane bir adım atmışım sizlerle... Tazelik ve heyecan getirdiniz...

Prag Mezarlığı'nı okumayı 20 günde ancak başarabildim - özetle aman yarabbi, neydi o diyorum. Sonra üstüne çerezlik birşeyler ararken, Bülent Çallı'yı keşfettim. Bunları Goodreads'e yazıyorum diye geçiyorum.. Merak edersen beklerim.

Ayın ennn tatlı sürprizi, dün geldi :) Tırtılımızı hatırlıyor musun? Hani geçen ay evde tombiş yeşil bir tırtıl bulmuştum sardunyanın üzerinde. Onu bir kaba alıp marulla, rokayla beslemiştim. Sonra koza yapmıştı.. Geçen sabah aaaa bir baktım, kelebek olmuş! Hemen yeni bir kaba aldım; muzlar, elmalar, ballı su emdirilmiş pamuklar derken, aaa kendi de şaşırdı, ağzından kocaman bir dil çıktı löp löp götürdü meyve sularını :)) Bu sabah, randevulu girilen botanik bahçesine saldım hayvancığı, umarım kameralara falan yakalanmamışımdır :)) Gizlice.. Buz gibi havada bahçeye salacak değildim "kıymetlim"i heralde :))) İşte bu da bir "ayın görevi, işlem tamam" halleri...



Eğer Botanik Bahçesi'ndeki rengarenk kelebekleri görmek istersen, Günün Tortusu'na beklerim.. Buraya bir spoiler: 

herkes kendi rengine..

Şubat işte böyle geçti, bitti. Şimdi bizde bir haftalık Fasching tatili var. Bu Fasching ya da Karnaval dönemi çok neşeli. Herkes kostümlere bürünüp sokaklarda dans ediyor. Sonrasında Paskalya'ya dek hıristiyanların oruç dönemi başlıyor. Bu sene müslümanların da Ramazan'ı ile aşağı yukarı aynı tarihlerde. Oruç ya da genel anlamda yeme disiplini kurmak, gerçekten sağlık için de, ruh için de yararlı bence.. Tutacak olanlara kolaylıklar dilerim, tut(a)mayanlara da "oruç"un manevi olarak da, ruhu temizleme anlamında başka aktiviteler ile tutulabileceğini hatırlatırım ;) 

Ramazan ayınız mübarek olsun. 

;)) unutmayalım, unutturmayalım

23 Şubat 2025 Pazar

Dünya nasıl besleniyor..

Çocuklarla gittiğimiz müzenin "beslenme" bölümünde güzel bir foto-araştırma sergisi vardı. Sergi; 1995'te dünya üzerindeki bir çok ülkeden "ortalama" bir ailenin 1 haftalık yemek alışverişini gösteren fotoğraflardan oluşuyordu ve bu ailelerden o hafta içinde tükettikleri tüm besinlerle birlikte poz vermeleri istenmişti. Bu fotoğraflar 1995'teki dünya politikasını, aile sistemlerini ve elbette beslenme sistemini çok güzel gösteriyordu bence. 2025'te yeniden tekrarlasa nasıl farklar olur, yorumlarda tartışalım mı?

Sergide Norveç'ten Mali'ye, Japonya'dan Kırgızistan'a en az 20 ülke vardı fakat ben sadece birkaç fotoğraf ekliyorum. Karanlık sergi salonunda çok net çekemedim ama görünüyor sanırım. Fotoğraflar hakkında altta yazan bilgileri ekliyorum, üzerinde söylenecek bir iki de cümlem var..

Zenginlerden başlayalım; ilk fotoğrafımız İngiltere'den:


Orta snıf devlet memuru, iki çocuk ve bir köpekli İngiliz ailesinin bir haftalık alışverişi. Paketli gıdaların çokluğuna lütfen dikkat edin, sonraki fotoğraflarla karşılaştıralım. Bir diğer referans noktamızsa içme suyu olsun lütfen, çünkü gelişmiş ülkelerde içme suyu musluktan sağlanıyor. Bu ailenin iki küçük 500ml'lik paket su aldığını görüyorum.. Ayrıca tüm aile öğle yemeğini okulda ve işyerinde kantin değil a la carte servis olarak yediklerini belirtmişler, yani bu onların sadece sabah kahvaltı, akşam yemeği ve aburcubur alışverişleri.

İkinci fotoğrafımız Guatemala'dan:

Kaliteli çikolatanın gururlu ve yalnız ülkesi.. Fakir ama sağlıklı beslenen, 4 çocuklu, ortadirek, sevimli bir çiftçi aile. Besinlerin tamamı kendi üretimleri. Sadece suyu ve su dışında en çok içtikleri içecek olan kahveyi satın alıyorlar. Bir haftada yedikleri: 22kg mısır unu, 10kg patates, 5kg makarna, 6kg bakliyat (fasülye ve türevleri), 6kg et, 60 yumurta, 3 litre yağ, 20kg sebze ve salata, 8kg meyve. Ülke mutfağında işlenmiş süt ürünleri bulunmuyor. Paketli gıda ise hiç yok.

Guatemala'nın kirli sırrı; biz ucuz çikolata yiyebilelim diye, bu çocukların çoğunun okula gidemiyor, sabahtan akşama dek üç kuruş (fair-trade çikolata satılmıyorsa, gerçekten 3 kuruş) kazanacaklar diye ailelerine çikolata çekirdeği ayıklamakta yardım ediyor oluşları..

Üçüncü ülkemiz; Meksika:

Amerika'nın yıllarca sömürdüğü, her türlü ayak işinde kullandığı, şimdi de duvarlar örmeye kalktığı, Amerika'ya bir türlü yaranamayan, tortilla'ların anavatanı. Doğal anlamda çok zengin olan ülkenin, sömürülmüş, fakir ve Amerikan özentisi mutfağı ve 1 haftada yedikleri: 1kg pirinç, 1 kg patates, 3kg fasülye türevi, 7kg tortilla, 2kg ekmek ve hamurişi türevi, 30 yumurta, 7lt süt, 2lt yoğurt, 2lt krema, 1kg peynir, 2lt yağ, 15kg sebze ve salata, 15kg meyve. Arkadaki coca colaları 1 haftada tüketiyorlarmış ve tam 30litre!

Kirli sırrı; Coca Cola son yıllara dek Meksika'da aynı miktardaki temiz içme suyundan daha ucuzdu maalesef. Bu son yıllarda neyse ki obezite raporları ve devlet müdahalesiyle değişti.. 

Dördüncü ülke, ülkemiz, 1995'in Türkiye'si:

Gördüğünüz klasik, Anadoludan İstanbul'a göçmüş, 3 çocuklu bir aile. Erkeğin annesi onlarla birlikte yaşıyor, mutfak ona ait ve anne ile baba çalışırken (sanırım bu nedenle orta alt olarak değil, orta sınıf olarak görülmüşler, bu ailenin 1995'te orta sınıf sayılacağından pek emin değilim, tartışabiliriz) çocuklara okuldan sonra göz kulak oluyor. 6 kişilik ailenin bir haftada yediği: 12kg ekmek ve unlu mamül, 10kg patates, 3kg pirinç, 1kg makarna, 1kg kırmızı mercimek (sanırım çorba için), 2.5kg et, 1lt süt, 1lt yağ, 1kg peynir, 24 yumurta, 5kg sebze ve salata, 6kg meyve. Aile içme suyunu parayla satın almak zorunda.

Ülke gerçeklerimize girmiyorum. Orta alt sınıf bir aile şu günlerde belki bundan daha beter bir durumda olabilir.. Olmayabilir de.. Fakat ülkemizin tek gerçeği, bazılarımız çocuğuna nohut unu dövüp ekmek pişirir ve onu dilim dilim bölüp üzerine avokado sürüp yedirirken, bazılarımızın hâlâ temel besininin haftada 25 ekmek olduğu gerçeği.....

Fakat ülkece sürekli "beterin beteri var şükret" dediğimiz için, son ülkemiz Mali'ye gelirsek:

15 kişilik "birleşik" aile. İki kadın, iki erkek ve ortak büyüttükleri 11 çocuktan oluşan bu ailenin durumu, şahane bembeyaz dişleriyle gülümser vaziyette verdikleri fotoğrafın aksine, içler acısı. Et, süt, yumurta yok. Protein sadece tutulursa balık ve yer fıstığı ile karşılanıyor. İçme suyu için 20km'ye varan mesafeleri yürümeleri gerekiyor. Çocukların okula gitme şansı (özellikle kızların) sıfıra yakın, litrelerce içme suyunu bu ufacık kız çocukları genelde başlarının üstünde taşıyorlar vs. biliyorsunuz..

Haftalık yiyecekleri ise şunlar: 30kg mısır, 20kg darı, 20kg pirinç, 2kg balık, 4lt tahıldan elde edilmiş süt, 4lt yağ, 8kg sebze ve ağaçların meyve dönemindeyse, mango.

Tüm bunlar olurken, karikatürlerdeki gibi "tam o sırada.." 1. dünya ülkelerinde.....

100gr'ı 12 euro olan Dubai Çikolatası evde de yapılsa benzer bir fiyata maloluyor (50 kg yapmayacaksan tabii) ve tadı da mok gibi bence. Yüzyılın en anlamsız moda-besini olabilir mi?

Bu araştırmayı 2025'te yani tam 30 sene sonra bugün yeniden yapmaya ve bir sergi açmaya kalksak, neler değişirdi sence? Kapitalizm Mali'nin en küçük köyüne bile girdiği için farklı sofralar mı görürdük, yoksa benim kara Afrika'ya 2010'daki seyahatimde şahit olduğum gibi sadece darı ile suyun karışımıyla beslenen, fakat coca cola ve saçma sapan bisküvilerin her köyde bulunabildiği 3'ten seçmeli bir sistem mi görürdük? 

Ya da Türkiye'de ortadirek bir aile, anne baba çalışıyor, anane/babanne çocuklara bakıyor, belki aynı evde değil ama çoğu evde aynı apartman ya da mahallede yaşıyorsa.. bu evlerde nasıl değişiklikler görürdük? Ekmek azaldı (belki) ama onun yerine her eve sebze meyve et mi girdi yoksa dışardan söylenen kebaplar, paketli hazır gıdalar mı? Ya da misal evde yapılan kekler, poğaça ve börekler hâlâ "okuldan gelince sıcacık, tertemiz" diye çocuklara yutturuluyor mu? "Evde kek kokusu" ile "sevgi" birleştiriliyor "ay bir kek bile çırpmaz çocuğunaaaa" diye eleştiriliyor mu anneler? 

evde limonlu cheesecake bile yapamayan kadınlar varmış yahu!? :))
misal: ben.
Bu "klasik" anane ziyareti mutfağından... <3

Ya da, misafirlerimize beş çeşit on çeşit yemek sunarken, aslında akşam yemeğini kendimiz için bir çorba ya da yoğurt ve meyve olarak mı yiyoruz? Beslenmemiz de, "misafir odası" kültürümüz gibi sadece dışa göstermelik mi? Beden yapımızın yeme kültürümüzle alakası bu kadar ortada iken, hâlâ "dünyanın en sağlıklı mutfağı" iddiasında mıyız, yoksa bunu çoktaaaaan başka ülkelere kaptırdık mı? Peki ya içerik? GDO? Ne diyorsunuz?

Son olarak, bugün müzedeki etkinliğimiz, ev yapımı nutella ile bitti, size de tarifi vermek istiyorum çünkü hakikaten nutellaya hem bin basar, hem de sağlıklı bir alternatif ;) Afiyet olsun!

80gr tereyağı, 50gr çekilmiş iç badem (ya da fındık), 50gr bal, 20gr kakao tozu, 1 kaşık vanilya (mümkünse daldan)

Ufak bit karşılaştırma..

10 Şubat 2025 Pazartesi

Yaşat, sev, oku ve dinle.

Tevrat'ın ilk cümlesi "Yaşat" ile başlar, İncil'inki "Sev"dir, Kuran'ınki "Oku" ve Mesnevi de "Dinle!" der.. İnsanın tek tanrılı inanç sistemini oluşturan tüm dinler, bir bütündür ve aslında hepsinin hikayesi, küçük nüans farkları dışında, ortaktır.. Fakat bizler bunun ne kadarını anlıyor, uyguluyoruz, tartışılır.. Bizler düşünmek ve anlamak yerine, ezberden tekrar ediyouz çoğunlukla. Dolayısıyla, bir noktadan sonra, elbette: sustu, Tanrı.

Buddha'ın uyanışı ile Mevlana'nın uyanışı birbirine çok benziyor ve bakmasını bilen gözler, dinlemesini bilen kulaklar, sevebilen kalpler ve "yaşatma"ya yönelik bir hümanizmi içinde bulundurabilen her insan, eninde sonunda benzer bir uyanış evresine giriyor. Bu benim için 40'lı yaşlarımın başında başlayan ve her gün ayrı bir "küçük uyanışla" (bir nevi küçük kıyamet) devam eden, devam edecek olan, sonsuz bir süreç. Bulamayabilirim, ama arıyorum. 

Aslında 40 da değil, o son hatırladığım sarsıntı sadece. Eşim sık sık der: "ben seni tanıdığım günden beri böylesin sen, arıyorsun...". Eşimi 25 yaşımda tanıdım. Ama evet, muhakkak ondan öncesi de vardı bu arayışın. Mevlana'nın dediği gibi, aslında hepsi bir "ayrılık acısına" geliyor dayanıyor. Biliyorum.

Kudüs

Yaşat, sev, oku ve dinle demiştik.. Yaşatma ve hattâ iyileştirme, çocukluğumdan beri benimle olan bir huyum.. Dinlemeyi ise, psikoterapi eğitimimle kazandım. Fakat sevmek; benim için çok sonra geldi, belki ancak ikinci çocuğumdan sonra, gerçek anlamda.. 

Ben aslında en çok: Okudum. Çok okudum. Okuduklarım arasında da; özellikle Buddha ve Mevlana'nın öğretileri, kalbime en yakın duranlar oldu. 20'li yaşlarımda okuduğum tek tanrılı dinlerin tüm kitaplarında yazanları, sanki bu üç emre (yaşat, sev ve oku) uygun olarak yeniden algılamaya başladım. Bu benim kişisel yolum, elbet herkesinki farklı. Bu nedenle, zaman içinde, birlikte yürüdüğüm insanların, dostların, öğretmenlerin bazılarından ayrı düştü fikirlerim. Onlarla tartışmak ve kendi yoluma çekmeye çalışmak yerine, onların yürüdüğü yolda, yollarının açık olmasını diledim. Eninde sonunda hepimizin varacağı yer aynıdır çünkü, hangi yoldan gidersek gidelim.. Hayatımda kimseyi manipüle etmek istemediğim gibi, son yıllarda üzerimde asırlardır hakimiyet kurmuş olanları ya da kısa bir buluşmada beni manipüle etmeyi başarmış olanları da, fark edip, sakince yere koydum, kendi yolumda devam ettim. Ediyorum. Edeceğim.

Buralara yazmasam da artık, bunları sürekli kendi içimdeki kitaba yazıyorum..

Boston.

Bugün anlatmak istediğim, başka bir şey aslında.. Okumak üzerine yazmak istemiştim bugün. Ama içim daha doluymuş :) Konuya dönersek...

Son 2 aydır, şirazem kaydı. Geceleri çok sık uyanıyorum ve uyandığım zaman zihnim aşırı berrak olduğu için, saniyeler içinde üzerime çullanan düşünceler içinde kayboluyorum. Buna tek iyi gelen, sesli kitap dinlemek oluyor, çünkü kitabın dünyasına girdiğim anda, "ben" yitip gidiyor, rahatlıyorum, gevşiyorum, bazen yeniden uykuya bile dalabiliyorum. Ertesi gün "en son ne duymuştum" diye düşünüp, kitabı başa sarmak da bir tür "beyin jimnastiği" oluyor. Analistime söyleyince bunu ve "aynen devam et, iyi bir yöntem bulmuşsun" onayını da alınca, biraz abarttım sanırım. Uyandığım her an, hemen elim sesli kitaba gidiyor, bir beş dakika bile vermiyorum artık kendime düşünmek için. Otomatik olarak "nasılsa düşüneceğim ve iyice açılacak uykum, hiç başlamadan durdurayım" diyorum sanırım.... Ve İncil'de dendiği gibi, geceyarısından sonra hayırlı hiçbir şey olmaz. Atalarımızın dediği gibi; sabah ola hayrola. Düşünmek; günün en karanlık saatleri olan 03.00'ın değil, günün ağardığı ve herşeyin geceden daha olumlu gözüktüğü sabahların işidir..

İran'ın kuzeyinde bir yol molasından.

Fakat böyle böyle, bir de baktım, 1 Ocak'tan 10 Şubat 2025'e 7'si sesli kitap, toplam 28 kitap okumuşum. Bu hoşuma gitmedi; çünkü inancıma göre "çok okumak, hiç okumamış olmak" demek.... Ezberden yaşamak demek.. Fakat kendimi şöyle bir yoklayınca, defterler tutuyor, okuduklarımı farklı kelimelerle bu defterlere aktarıyor ve üzerinde düşünüyorum da.. Fırsat buldukça, benim gibi insanlarla tartışmaya çalışıyorum.. Bunlar son zamanlarda analistim, babam, yakın arkadaşım L. ve.... ve kendim. Kendimle çok tartışıyorum son zamanlarda. Tez, anti-tez, sentezler yapıyorum, bir yanından baktığıma bir de dönüp diğer yanından bakıyorum. Böyle böyle geldim vardım Tolstoy'a işte..... İtiraflarım..

Benim gibi Anlam Arayışı yüksek biriysen ve okumadıysan, tavsiye ederim. Çok tanıdık, Schopenhauer'ın idealizmi ile mut(lu/suz)luk felsefesinden Nietzsche'in hiçliğine, oradan Budizm'in farkındalık ilkesine, oradan Rûmi'nin birleştiriciliğine, çok fazla benzerlik bulacaksın. Ve sonunda "haşa, kendimi Tolstoy'a denk mi görüyorum" diye de kuşkulanacak, kibir küfrüne batmış olman riskiyle korkacaksın.. Ama ennnn sonunda, en "sentez"inde, seni kendine çıkartan okumalardan biri olacak, eminim. Bana böyle oldu çünkü...... 

Günün birinde "beni ben yapan kitaplar" adı altında yazarsam, aralarında olacak bir kitap..... 

Sao Paulo.

Buradan geldik şuraya: Günün Tortusu'nda bu haftanın masalı, ilk okuduğumda da hoşuma giden bir masal. Bu haftanın ödevi de "sızlanmayı bırak, sızlandığın işi neşeye çevir" aslında ve benim analize de sürekli getirdiğim ennnn temel meselelerimden biri. "Hayata neşe katmak"... Ya da hani derler ya koca puntolarla "her canlı ölümü tadacaktır" diye, işte ona karşı "ama sadece bazı canlılar yaşamı tatmayı başaracaktır" diyebilmek...... 

Yaşama rağmen, yaşamdan keyif alabilmek ve bunu da suçluluk duymadan yapabilmek.. Bir sanat da bu işte..

Yorumlarda tartışmayı sevdiğimiz için, oradan devam edelim, nedir senin "yapmak zorunda olduklarına neşe katmayı başarma" sırların? Nedir en mızmızlandığın anda, "dur" diyebilmeni sağlayan? Ve nedir, anda kalabilmeni, bir yapraktan Yaradan'a bağ kurabilmeni, yani ne olursa olsun çevrende neşeni, huzurunu koruyabilmeni sağlayan?

Benimki bazen burada yazdıklarımda, bazen heyecanla yazdığım bir mektupta, her gün yeni bir şeye tutku ve aşk ve merak duymakta, evlat kokusunda, özür dilediğim anlarda, pişmanlıklarımda, hatalarımdan almam gereken dersi aldığımı anladığım o "sihirli" anlarda ve nicelerinde.... Günün Tortusu dediğim "şey"lerde aslında.. Küçük "şey"lerin büyük anlamlarında. 

Dur bakalım bu yol nerelerden geçecek daha........

Fotoğraflar (c). Benim çektiklerim. Dünyanın dört bir yanından "durgun anlarımız".