29 Nisan 2025 Salı

Nisan Raporu

Nisan: ve nasıl da birden değişiverdi dünya!

1. Değişim: Milie.

Nisana 6 baş ile başlayıp, 7 baş ile bitirdim :)) Ev nüfusu artık +1. Milie geleli 10 gün oldu, kendime 15 günlük bir deneme süresi belirlemiştim ve henüz daha bir 5 günü daha var, fakat şimdilik uyumlu, sakin, akıllı bir köpek gibi duruyor. Bir de evde bir iki saat yalnız kalabilmeye ve arabada kusmadan seyahat edebilmeye alışırsa.... 

"Nereden çıktı, derdin az mı geldi?" derseniz.. Gelmedi de.. Ben aslında tüm yaşamımı köpekle geçirmek istemiştim. Öyleydi planım, taaaa 10 yaşımdan itibaren. Ve bunu 14 sene yaşama zevkini de tattım. Fakat köpeğimin travmatik kaybı nedeniyle, 20 senedir, bir daha köpek alamadım. Korktum. Kızım yıllardır istiyordu ve bu paskalya tatilinde "anne barınakları gezsek, bize nasıl bir köpek uygun olur, onu öğrensek" diyince, resmen oyuna geldim :)) Tabii ki 3. barınakta gördüğümüz Milie, kalbimizi çaldı ve bir hafta sonra bizimleydi... Herşey çok hızlı oldu bitti açık söyleyeyim ama zaten hep öyle olmaz mı!?

Elbette üzerime kalacak sorumluluktan ve iş yükünden haberdarım. Dediğim gibi, bir 5 günümüz daha var henüz "deneme yanılma" şansımızı kullanmak için ve bu beş günde okullar da açılmış, ben eski rutinime dönmüş olacağım, bakalım işyükü tam gaz ne kadar yoracak beni... Göreceğiz. Tüylü dostumuzun barınaktan eve geliş sürecini bir başka yazıyla anlatmak istiyorum çünkü hakikaten öyle güzel bir sistem ki, Türkiye'de de olsa, tüm sokak köpeği sorunumuz inanın 5-10 senede biter..

cennet bahçesi?!

2. Değişim: Yeni Ev

Geçen sene bu zamanlardan beri "taşınsak mı?" diyorduk. Evden memnunuz ama kışın güneş almaması ve altkattaki ebeveyn yatak odamızın serin ve nemli oluşu beni nicedir rahatsız ediyor, sık hastalanmamızı da bu güneşsizliğe bağlıyorum. Şöyle bol güneş alan, kızımın okula gitmek için her sabah 4 km, her akşam 4 km bisiklet sürmesine gerek kalmayacak bir konumda bir ev istiyordum. İşin komiği tam istediğim şekillerde evler sundu hayat bana, kızımın okuluna yürüyerek 5dk bir ev nehir kenarında, bir ev 800mt bahçe içinde! Yani daha ne olsun?! Fakat ben reddettim ve açık söyleyeyim nedenini de tam bilemedim.. Oğlumun arkadaşlarını, spor aktivitelerinin evin çevresinde oluşunu bahane ettim önce. Sonra yok mutfak dolapları eski, yok sifon sistemi eski.. Saçma sapan bahaneler.. Sonra bir senedir analize gidip gelirken, geçen hafta şunu fark ettim: benim asıl istediğim evi değiştirmek değil, ben genel bir değişim, bir farklılık istiyorum hayatımda. 

kışın bitişini müjdeleyen kardelenler..

Bu sanırım tam 40 yaşımda başladı. Önce 3. çocuğu istedim (2 ay denedik, olmadı, sonra eşim zaten hiç istemediğini itiraf etti, vazgeçtik). Sonra Almanya'dan taşınalım, hadi mesela 1 sene Urla'da yaşayalım dedim (denedik, okul ve ev bulduk, sonra deprem oldu, seçim oldu, işler karıştı, eşim zaten hiç istemediğini itiraf etti, vazgeçtik). Bunlar ilk aklıma gelenler, neler neler istedim.. Ama aslında hep bir "değişim"di istediğim, rutinden çıkmak, bir farklılık yaratmak süregelen hayatta.. 

Sonra tabii bir sürü hastalık geçen sene, bana hanyayı konyayı fark ettirdi. Aslında hiçbir şeyi değiştirmek istemediğimi, istediğim tek şeyin sakin, huzurlu, gayet rutin ve basit bir yaşam olduğunu fark ettim! Bu çok ilginç bir aydınlanma oldu.. 

hayat yolu

Bir senedir analizde "ben ne istiyorum?" diye düşünüyorum.. Hayattan beklentilerim gerçekten ne? Hakikaten 3. çocuğu, başka bir ülkeye taşınmayı, hatta coronada zor bir dönem geçirdik herkes gibi biz de, o dönemde eşimden ayrılıp alıp başımı gitmeyi mi istiyorum gerçekten? Saçma sapan ilişkilerim oldu. Düşünsene kadının biri ara sıra ortaya çıkıyor, elinde çiçeklerle kapıma geliyor, iki hoş söz sonra hemen bir istek! Kızının staj yapması gerekiyormuş acaba eşimin yanında yapabilir miymiş.. Ya da bir başka dengesiz, ben ona elimi uzattıkça kolumu kaptırıyorum, sonunda anlıyorum ki meğerse hiçbir şeyi değiştirecek cesarete sahip değilmiş, sadece benim dengemi bozuyormuş! Ya da sürekli kendini anlatıp, aslında canım cicim derken yüzüme, gerçekte "ben senden çok daha iyiyim, benim şuyum iyi bunum iyi" diye kendi ego gösterisinin derdinde olan arkadaşSI insanlar.. Çevrem bunlarla dolmuş!

Ay hepsine birden mikiyi çekmek ne güzelmiş!!! :))))) 


Zor bir süreçti ama başardım ve gerçekten özgürleştim. Şimdi etrafımda ancak 3-5 kişi kaldı ama hepsi de "gerçekten var" olanlar. Güvenli, samimi, gerçek, sadece benim vermemle ilerlemeyen, bana da birşeyler veren, katan ilişkiler. Beni besleyen ve benden aldıklarını güzelliklere çevirebilen insanlar.. Oh be, vallahi oh be yani.. 

Ev konusuna geri dönersek... Evi yeniledim ama şu şekilde: mobilyalarımın şeklini değiştirdim ve bu bana yeni bir ev hissi verdi! Hakikaten çok da güzel oldu. Elbette kışın yine güneşsizlikten ve nemden yakınacağım ama şu an taşınmak için doğru zaman değil, bunu anladım. Birkaç senesi var bu taşınma konusunun ve ben bekleyebilirim. Beklerken şunlara şükredebilirim:

Evimin karşısında bu güzel <3

3. Değişim: Yalnızlık Anlayışı

Geçenlerde Mo.'nın doğum günüydü ve sadece benimle geçirmek istedi bu özel gününü.. Şaşırdım. Sabah ailecek kahvaltı yapmışlar ama gece benimle olmak istemiş. Bu beni hem mutlu etti hem de üzdü çünkü demek ki hepimiz o kadar yalnızız ki... "Yabancılar" yani. Burada Almanla evli olan, çocuklarını Alman kültüründe büyüten yabancılar, hepimiz yalnızız biz.. Daha doğrusu, aslında yalnız değilim, çevremde çok insan var ama böyle derinliği ya da sıklığı, düzeni olan ilişkilerim yok pek... Benim ilişkilerim "vur kaç", yani zaman uyduğunda yakın, samimi, içten ve sıcak ama düzenli ve devamlı olmuyor... 

Bu benden kaynaklanıyor sanıyordum. Kafayı çocuklarla, yarı zamanlı yapabildiğim mesleğimle ve boş zamanımda da edebiyat ve felsefeyle bozduğum için yalnızım sanıyordum. Fakat baktım, Mo. bana "kimsem yok, çok yalnızım.." edebiyatı yapıyor.. Bunu nasıl aşabiliriz, sık görüşebilme olanağımız gerçekten yok (5dk uzağımda otursa da) hayat onda 2 çocuk, bende 2 çocuk, çok hızlı akıyor.. Bu koşturmacada nasıl derinleşecek ilişkiler?

Durmak lazım. Balıklara da dikkat etmek lazım ;) 
Ne güzel uyuyorlar değil mi sığ sularda..

Ama bu yalnızlık hissi de sanırım pseudo bir his, yani kendi kendini inandırıyorsun yalnız olduğuna. Belki de işte hayat zaten bu, ara sıra görüştüğün 3-4 güzel insan ve gerisi günlük koşturmaca... Beklentim çok düşük artık sosyal ve derin ilişkilere dair ama beklentim düşünce, yalnızlık hissim de düştü... Tuhaf!

Daha tuhaf olan, çevremde birkaç kişi var, çok derin konulara girebildiğim, çok keyifli sohbetler edebildiğim ve bunları hayat hep "kendiliğinden" çıkarttı karşıma. Misal C.nin babası Ma., ya da şans eseri tanıştığım N. ve L., komşum C., yani hiçbirini ben uğraşıp da bulmadım, hepsini hayat çıkarttı attı resmen önüme.. Belki de tam olarak bu: sen sadece açık ol, hayat sana doğru zamanda zaten doğru insanları verecek... Buna inanmak, güvenmek lazım..

Fakat dediğim gibi, asıl en büyük değişim, 4. Değişim: Ben! 

Ben gerçekten son 1 senede çok değiştim.. Analizden bu yana ben kendimde büyük değişiklikler görüyorum. Olanı olduğu gibi kabullenme yetim çok arttı. Elimdekiyle ya mutluyum, ya da mutlu değilsem ama değiştiremiyorsam da, dönüştürüyorum! Olay buymuş sanırım..... Hep değişime odaklanmışım, oysa işin sırrı: dönüştürmek miş! Bu dönüşüm konunsu uzun, başka zamana artık..

Bu ayı da böyle bitirelim... Ay bu sıra çenem çok düşük, hepsini okuyan oluyor mu bilmem ama buraya yazmak, öyle iyi geliyor ki bana. "Yazarak düşünebilen" biriyim :) Aslında yazarak ve okuyarak düşünebilen, anlayabilen..... 

Belki sen de öylesindir..?

Fotolar: Geçen haftasonu spontan bir seyahat yaptık. Kızım arkadaşıyla kampta kaldı, biz de yakın bir kasaba olan Bad Füssing'te. Aynen Türkiye'deki kaplıcalar gibi burada da kaplıca kentleri yaşlılar tarafından ele geçirilmiş, fotoğraflarda da gördüğünüz gibi, etrafta tek bir çocuk ve genç yok! Şahane bir haftasonu oldu, doğanın tam kalbinde, sessiz, sakin.. Sen de gör istedim. Bana iyi geldi, sana da iyi gelsin <3 Haydi o zaman; iyi gelsin Mayıs, ayların en güzeli!

25 Nisan 2025 Cuma

45 Dakika Yazıları - 4

Kızımın törenlerle eve teşrifine 45dk var, o zaman haydi silmeden, düzeltmeden, bilinçakışı..

Canım blogcuğum, çok utanıyorum. Biri masamın üzerinde, diğeri bilgisayarımın ekranında açık vaziyette duran üç adet mektubum varken cevaplanacak, onlara değil buraya yazıyorum ve boş boş yazıyorum. Oysa 3 tane birbirinden güzel mektup arkadaşım oldu birkaç aydır ve ben hepsine özel olarak, birbirinden tamamen farklı ruh ve içerikte mektuplar yazmaya başladım. Fakat gel gör ki, bu ayakta, tıkandım kaldım. Oturuyorum, elime kalemi alıyorum (evet bir de el yazısıyla yazıyorum), gerisi gelmiyor.....

Biraz sürecek sanırım bu. Çünkü aklım çok dağınık ve kırk tilki, kırkının da kuyruğu birbirine değmiyor... Bahar da bir yandan...... 

Şimdi sevgili blogcuğum, bir çocuk psikiyatri randevusu almaya kalktık, Kasım ortasına ancak yer bulabildik. Bu çok basit ve rutin bir kontrol halbuki, dil gelişimiyle ilgili (disleksinin bir türü) bir sorunumuz var oğlumda, okulda sınavlarda 3. sınıftan itibaren biraz daha fazla zaman tanınması ya da ek destek alabilmesi için bunun raporlanması gerekiyor. Yani Allah gerçek psikiyatrik sorunlarla uğraşan ebeveynlere güç ve sabır versin, bir randevu için 7 ay beklememeli hiçbir çocuk bence..... Biraz araştırınca gördüm ki, hanımefendi ve beyefendi haftanın 3 günü sabah 9-12 arası çalışıyor, diğer zamanlar kapalı. Tabii ki randevular 7 aya sarkar.. Fakat meslek de benzer olduğu için tahmin edebiliyorum, günde 4-5 saatten fazlasını "gaffa galdırmıyor" gerçekten, hele bir de çocuklarla çalışıyorsan.. Suçlu aramıyorum ama 7 ay da gözümde büyüyor. Düşünsene, çocuğunda hiperaktivite olsa ve bunun teşhisini koymak bile 7 ay sonrasına sarkıyor olsa, 7 ay o çocuk için çok değerli bir zaman ve boşa gidiyor.... 

Bunun bir nedeni daha var aslında. Son yıllarda bir "aşırı teşhis" sorunu var psikolojide. Eskiden psikiyatrik ve psikolojik sorun ve hastalıklar "ya vardır ya yoktur"du, yani bir çocuk ya otistikti ya da değildi mesela. Bu son düzenlemelerle, sorun ve hastalıklar "skala üzerinde bir derece"ye dönüştü ve bu da aslında herkese kolayca bir "teşhis" konulabilmesine neden oldu. Misal bundan 15 sene önce hiperaktivite tavan yapmıştı, neredeyse her çocuk hiperaktifti ve bu çocukların çoğu açık söyleyeyim boş yere ilaç kullandı :( 

Son yıllarda da Otizm spektrumda olmayan çocuk yok mesela, maşallah hepsi otizmin bir derecesine sahip ve hatta çocuğa otizm teşhisi koyan doktorlar yeni bir huy edindiler, "ananı babanı da al getir" diyorlar! Vallahi, çevremde çocuğuyla birlikte 40 yaşından sonra otistik olduğunu öğrenen öyle çok insan var ki şaşırırsın. Açık söyleyeyim, şimdi gelseniz önüme sıralansanız ve ben de biraz sistemi kullanmayı bilen uyanık biriysem, yemin ediyorum 1 taneniz bile "normal" çıkmazsınız, hepinize verecek bir etiketim, bir "teşhisim" kesin bulunur. İstesem, kitabına da uydururum ve hepinizi terapiye bağlarım hahahaha. Ve yapan var, yemin ederim tek derdi cebi olan öyle çok "uzman" var ki.....

İşte bu duruma ben çok aşırı sinir oluyorum ve çok karşıyım. Çocukları, ergenleri ve hatta yetişkinleri "high functioning ADHD" (yüksek işlevli) ya da "Hafif Otizmli" ya da "neurodiverse" diye etiketlemeye çok çok çok karşıyım. Biraz mesleği sömürme, paragözlük gibi geliyor bu işler bana. Zaten "yüksek işlevli" ise o hayatla bir şekilde başa çıkabiliyordur, senin vermen gereken destek onun kendini "tuhaf" görmesini engellemek ve onu sosyal beceriler anlamında, kendiyle barışık yaşayabilme anlamında desteklemen.. Ama yok, ille ilaçlar denenecek, ille tuhaf tuhaf terapiler denenecek, hep bir "sen farklısın ve biz seni normalleştireceğiz" kafası!

Ha diyebilirsin ki, ama ben çocuğumda bir tuhaflık olduğunu hep hissettim ve biri bana "evet çocuğun hafif otistik" dediğinde ohhh şükür sonunda bir etiketimiz var ve bir tedavi alacağız hissinin rahatlığını duydum, eyvallah. Haklı olabilirsin, tabii "tedavi" işe yarıyorsa gerçekten.... Ama gözlemim şu an toplumun %95'i "neurodiverse" ilan edilmiş vaziyette ve bunların çok azı hakikaten tedavisinden mutlu. Geri kalanlar: etiketimizi göğsümüze taktık, oturuyoruz....... 

Bilmiyorum blogcuğum. Hepimizin bir yerlerde eksiği gediği var, "normal" kelimesi zaten artık anlamını yitirdi bu hakikat-ötesi çağda.... Biz hâlâ neyi "normalleştirmeye" uğraşıyoruz bilmiyorum...

Bazı şeyler anormallikleriyle güzeldir hem. Bu anormallik içinde bir denge bulabilmek de, işin, yani yaşamak işinin, sanatıdır. 

Belki de gereken sadece rahat bırakmaktır, herkesi aynı kalıba sokmaya çalışmamak ve insanlara da "sen farklısın" hissi vermemek? Ama işte insan beyni henüz o noktada değil, maalesef herşeyi "kategorize ederek" anlayabilen bir nörosistemimiz var. Kategorize edemediklerimiz, etiketleyemediklerimiz, sınıflandıramadıklarımız korkutuyor bizi..... Nedir bu korkunun altında yatan asıl korku acaba, işte bunu bir anlayabilsek....... 

Biiiip 45 dakikanız dolmuştur :)

23 Nisan 2025 Çarşamba

45 Dakika Yazıları - 3

Oğlum alarmı kurdu, 45 dakika Minecraft oynayacak, sonra birlikte Milie'yi gezmeye çıkartacağız. O zaman, 45 dakika boyunca, silmeden, düzeltmeden, bilinçakışı.

Corona geçiriyorum. Daha doğrusu 8 gündür grip geçiriyorum derken bugün deli dürttü, test yaptıysam pozitif. Yapacak bir şey yok, maskeyi taktım oturuyorum ama bu saate dek bulaşana bulaşmıştır, zaten geçen hafta da kızım "grip geçiriyordu".. Açıkcası test yapmayı yasaklamıştım evde çünkü ne zaman test yapsak corona pozitif çıkıyoruz :)) Hayır aynı grip gibi geçiriliyor ama bir hafta ev hapsi. Meali: Bir hafta eşim ve çocuklar evde başımda, genelde de azıcık burun akıntısıyla "anneaaaağ sıkıldım Minecraft oynayabilir miyiiiim". Pozitifken bahçedeki trampolinde zıplıyorlar pire gibi, test yapmasak mis gibi okula gidecekler halbuki :)))) Ay hiç etik değil ama Allahaşkına bizden başka test yapan mı kaldı, söyleyin bana? Ben de dedim "cahillik mutluluk" artık evde test yapılmayacak, hastaysan evdesin, iyi hissediyorsan okula ve işe yallah.. Ama evde de birkaç test kalmış ayıptır söylemesi ziyan olacak. Hiç de beklemiyordum, yapayım da bitsin test derken, al işte.

Maskeyi taktım oturuyorum. Başım ağrıyor, boğazım ve midem de iyi değil ama 8 gün oldu ve artık sıkıldım hastalıktan. Ama test yaptım, yakalandım, maskeyi taktım oturuyorum :))) Yeminle tam bir 21.yy saçmalığı. Neyse bu sıra Corona yine gelmiş demek ki, hassasiyetiniz varsa (kanser vs.) biraz dikkatli olun demek isterim. Malum Almanya'da ne oluyorsa haftaya Türkiye'de.....

Onun dışında, evet Milie.... Milie ailemizin 7. üyesi olarak bize katılalı 3 gün oluyor. Kendisi 10 aylık bir Romanya sokak köpeği. Neden Türkiye değil, açık söyleyeyim çok aradım ama Türkiye AB olmadığı için, genelde buraya gelen köpekler Türkiye değil Bulgaristan ya da Romanya menşeyli oluyor. Bunları ay sonu raporumda anlatayım mı, 45 dakikamız şimdi kıymetli. Milie geldi, tavşanlardan biri "oo hoş geldin" derken diğeri resmen savaş ilan etti. Çünkü bu "diğeri" dediğim arkadaş resmen içine köpek ruhu kaçmış bir tavşan, ya da maço bir İtalyan erkeği de olabilirmiş insan olsaymış. Lakin tavşan görünümlü bu zat, geldiği günden beri hepimizi parmağında oynatıyor, evin tek ve tartışılmaz hakimi gibi davranıyor....du. Sonra Milie gelince işte o krallık birden çöktü. İlk 2 gün burnunu bile dışarıya çıkaramadı garibim fakat sonra ne oldu bilmiyorum, hayvan stresten aklını mı yitirdi nedir, bir deli deli bakmaya, deli deli davranmaya başladı. Köpeğe kafa tutuyor ufacık şey! Bugün resmen uçan tekme fırlattı havada yakaladım.. Ne olacak bilmiyorum, arkadaşlar İsrail Filistin gibi durup durup coşuyorlar! İzlemesi hem dehşet verici hem de ay ne yapılır bunlara bilmiyorum elim kolum ve basiretim bağlandı.. Bu cümbüşe bir de bu sabah komşunun kedisi katıldı (Gazze konusunda akım diyecekken bokum yapan Trump misali) bahçemize "düştü" resmen kedi. Köşeye tırmanmış savaşı izliyordu (Avrupa ülkelerinin geneli misali ay bu metaforu daha nereye kadar çekip genişletebilirim dedenin paçalı donunun lastiği misali ayh) kaydı ayağı küt diye düştü olayın içine! Tavşanlar bir yana, köpek bir yana, kedi ortada, çığlıklar, ay aklımı yitireceğim. Bunlar olup biterken elbette yüzümde de maske. 

Bazen diyorum ki. Bende keçiler bayadır yok. Dağlık araziye dağıldılar. lakin sanırım bugün sonuncu keçi de kaçtı gitti yani bitti. Durum tam olarak bu (görseli (ç)aldığım B.'ye buradan özür motifli teşekkürler):

Daha yazacak çok şey var hayatıma dair ama bugünkü depremi duyunca sabah bir panikledim, hepinize geçmiş olsun öncelikle. Can ve mal kaybı yaşanmaması içimize su serpti.. Fakat tek tek arkadaşları yoklarken, of ya, çevremde de normali yok yeminle. En yakın arkadaşlarımdan biri sen git Asya marketinden alışveriş yap tam olay öncesi. Bana diyor ki: "kızım şu an elimdeki deprem çantamın içinde japon usulü salatalık turşusu, koreden gelen avokadolu cipsler, çevir aç aperatifleri, kakaolu kokido, böyle saçma ürünler var. Bir de hemen eve girip para çantamı, kimliğimi falan alayım ne olur ne olmaz dedim, girişte de Voss şişem vardı, onu da aldım, böyle lüks içinde, bahçede oturuyorum diğer depremzedelerle birlikte. Gülecem, gülemiyorum da.. İnşallah biri fenalaşmaz, acıkmaz, yeminle Kimchi falan sunmak istemiyorum, tam rezillik".

Demek ki kimse normal değil. Cozuttuk çok şükür. Cozurttular bizi.

Sen peki iki gözümün çiçeği, sen nicesin?

Biiip 45 dakikanız dolmuştur.

8 Nisan 2025 Salı

45 Dakika Yazıları - 2

45 dakika boyunca, bilinçakışı... Silmeden, düzeltmeden.

Şöyle bir “an” yaşamayalı en az 12 sene oldu! Tamamen işsiz bir şekilde 45dk boş vakit buldum ve bir cafeye oturdum, kendimle başbaşa kahve içiyorum; tamamen plansız ve spontan bir kararla! Tam 12 senedir bir ilk. Vah Cereeeeen, sen ne zaman bu hallere düştün?!

Buna vesile olan da, bugün kızımın okul arkadaşlarıyla katılmak zorunda olduğu bir staj vardı ve ben tavuk anne olarak dört kızı kendim arabayla götürüp ellerimle teslim ettim eve 50dk uzaktaki staj merkezine. Toplu taşımada ölürler, prenseslik uzuvları zedelenir falan.. Dönüş yolu trafiksizdi, tahminimden 45 dakika daha kısa sürdü. Dolayısıyla 10.30'daki sistematik aile terapisi seansına kadar bir boşluğum oldu. Terapi öncesi oturdum bir cafe’ye kahve içip kruvasan yiyorum ve etrafı izliyorum. Aynen sevgili Buraneros gibi hür hissettim :)) Ama ben onun gibi anlatamam keyifli, çünkü daha bu 12 senede bir ilk!

Tabii ki cafelerde oturup kahveler içtim bu 12 senede ama hep planlı programlı! Hep ajandada x cafe saat 15 gibi notlarla. Ay ne güzelmiş böyle spontan boşluklar.. Hürriyet bu işte!

Bugün aslında tüm gün spontan. Kızım stajdan kaçta dönecek belli değil, toplu taşıma ne kadar sürer, staj sonrası arkadaşlarıyla öğle yemeğine mi çıkar, oğlumun saç traşı var ama bebekliğinden beri traş sevmiyor, uzuuuun sarı saçlarını Brad Pitt gibi dalgalandırmak istiyor ona kalsa ama gerçekte Almanya’nın kireçli suyuyla ince telli sarı saçın resmen inek yalamış gibi kafaya yapışması durumundan muzdarip kalıyor haberi yok.. Zorla iki üç ayda bir berbere götürüyorum.. Ama bazen de götüremiyorum çünkü evde herkes kendi çapında bir diktatör bizde, ve hepsinin “ezilmiş gariban halk”ı da ben oluyorum.. Bak bunu bugün psikoloğa taşıyayım..

Aslında ben mi bunu ektim bebekliklerinden beri, yoksa karakter mi emin değilim. Benim sabit fikrim, çocukları yaptıysan, yanlarında olacaksın. Şartlar elverdiği ölçüde lafına inanmıyorum, evet belki tam zamanlı çalışsam çok daha fazla paramız olacaktı ama soru şu: o parayla allahaşkına ne yapacaktık? Açık söyleyeyim bizde yatırım ve mülkiyetçilik kafası yok, anca tek hobimiz olan seyahati edecektik. Şimdi senede 1 seyahati ancak karşılayabiliyoruz ama bence seyahat etmektense çocuklarla “hergünlük yaşam”da daha çok bir arada olabilmek yani günlük yaşam kalitesi, seyahatten daha önemli.. Ama kolay değil tek başıma. Bu da tükenmişlik yaratıyor elbette…. Of bilmiyorum canım blog. Hangisi doğru inan artık bilmiyorum, dışarda çalışıp çocukla az ve öz zaman geçirmek ve akıl sağlığını korumak mı, yoksa çocukla fazla içli dışlı olup sonunda da "olmasaydın, ben mi istedim?" i duymak mı? Bunu duyacağım kesin çünkü tüm kendini çocuğuna adayan anneler eninde sonunda bunu duyuyor.... Onca yıl çöpe.

İşin doğrusu şu ki, itiraf edeyim ben bu işi çocuk için değil kendim için yaptım. Yani çocukla zaman geçirmeyi kendim için istedim. Orada olmak, büyüdüğünü görmek, yanında olmak... Çocuğa annelik yapmak yani, çocuğun anneden faydalanmasından daha öndeydi hep.. Eh bunu da başardım çok şükür, sömüre sömüre yaşadım çocukluklarını :)) dolayısıyla onlar ilerde başıma da kaksa, ben de onlara "ben istedim ben, ben istedim!" diyebilirim...

Şimdilik okuldan geldiklerinde evde anne bulmak, kafalarına estiğinde "anne beni okuldan sen alsana" demek ya da eve geldiklerinde "işi çocukları olan anne" bulmak falan egolarını okşuyor, hoşlarına gidiyor. Birkaç sene sonra değişebilir bu ve belki o zaman ben de başka şeylerle meşgul olurum. Ama şu an "görevim" bu, hayatın "annelik dönemi"ni yaşıyorum..... Kanırta kanırta, bıkana ve bıktırana dek. Hiçbir şeyi "tadında" ve "ayarında" yapamıyorum yahu :P Çünkü mükemmelliyetçiyim. Anne mi oldun, mükemmel olacaksın. Olduğu kadar diye bir şey yok. Olabileceğinin en iyisi.. Çünkü bu senin görevin. Bunu da beceremeyeceksen yani..... Ne anlamın var hayatta?

Sorun şu ki, mükemmelliyetçilik herkese zarar çünkü doğal değil. Fakat bunu 40-45 yaş aralığında ve çok pis fark ettim ben. Kendimi suçladım ama suç %100 bende değildi ayol. Ailem çaktırmadan mükemmelliyetçilik tohumlarını çok pis ekmiş kafama. Annemin iki sözünden biri "ne olursan ol, olabileceğinin en iyisini ol"du (yani kızım sana karışmıyorum istersen okuma ev kadını ol ama olabileceğinin en iyisini ol, kızım bana ne istersen çöpçü ol ama olabileceğin en iyi çöpçü ol...) Masum gibi gözüken ama içten içe çok sakat sözler bunlar, çünkü "olabileceğimin en iyisi” nedir yani ben ne bileyim, bir kriter yok ki "oldun sen okey"... İşte al ne oldu: ne yaparsan yap "en iyi"si olamayacağını bir noktada anlıyorsun ama ya çok geç oluyor ve sen tam bir mükemmelliyetçiye dönüşmüş oluyorsun ve tükenmişlik bunalımında yakalıyorsun kendini ya da korkunç bir "hiçbir şey olamadım hayatta" hissi yaşıyorsun çünkü ya en iyisi ya hiçbir şey.... oooof of. Gri alanlar.... Hayat o gri alanlarda halbuki, hatta asıl renkler o "gri" olduğu iddia edilen alanlarda......

Neyse bu konuları bir şekilde aştım 40-45 arasında.. Ara sıra yine yoklasa da bu mükemmelliyetçilik ve ikiz kardeşi yetersizlik duygusu, açıkcası 45 ile birlikte "bu saatten sonra benden bi bok olmaz"a vardım ve "ahanda inişe geçtik şükür" ile daha huzurluyum. Fakat 40 sene benim mükemmelliyetçiliğime alışan bünyeler bundan pek memnun değil. Nerde o bizim tatlı, şeker, kıçımızı toplayan, bizi bizden çok düşünen C.'miz....?

İşte bu nedenle sistematik aile terapisine başladık çünkü dedim ki, ben analize gidiyorum, elimden geleni yapıyorum ama siz üçünüz hatta hepiniz (elimden gelse kaynanamı ana babamı hepsini toplayıp sistematik sülale terapisine götüreceğim) olduğunuz gibi kalınca hiçbir değişim olmuyor ve bu bana haksızlık! Dedim ki: hepimiz çalışacağız. Sen, 8 yaşındaki sarı kafa, sen 11 yaşındaki huysuz virjin, sen 45lik ergen, sen 79luk Nevra Sultan ve siz değerli ebeveynlerim, hepiniz bi' uğraşacaksınız bi' zahmet..... Yıllardır kendime çuvaldızı batırırken izlediniz, biraz da siz kendinize ufacık iğneler batırın bi' zahmet.

İyi geliyor blogcuğum.......

Çok iyi geliyor.

Beeeeeep. 45 dakikanız dolmuştur.

4 Nisan 2025 Cuma

45 Dakika Yazıları

45 dakika boyunca, bilinçakışı.. Silmeden, düzeltmeden.


Danışanıma 55 dakika var. Başımda hafif bir ağrı, midemde de bir ekşilik. İki sabahtır bisikletle çıkıyorum çocukları okula bırakmaya. Yüzüme vuran serin ve taze bahar havası, yeşillenen doğa, çiçekler ve elbette kuş sesleri. İşte yeniden bahar.

Bahar ayında insanlar birbirleriyle flört ediyor; yolda, markette, toplu taşımada. Sanırım sabah bisikletle eve dönerken benim de başıma geldi, fakat anlamadım.. Kırmızı ışıkta beklerken, soluma döndüm ve benim gibi bisiklet üzerinde bir adamla gözgöze geldik. Adam gülümsedi. Sağ gözüne güneş vurmuştu ve hayatımda gördüğüm en güzel, turkuaz desem değil, yeşil ya da mavi hiç değil ama mücevher gibi pırıl pırıl bir gözdü. Bir adet göz, evet, çünkü diğerine güneş vurmuyordu, karanlıkta parlamıyordu.. Sanki yoktu.

O an, çoook eskilerden bir yere gittim, hayâl meyâl hatırladığım bir duyguya, ışık hızıyla.. Ergenlik olsa gerek. Adını bile hatırlamadığım bir ergen çocuğun gözlerinden biriydi bu.. İşte yıllar sonra, kocaman bir yaşam sonra, bir başka ülkede, bir başka hikayede, aynı gözler.... Hiç yazılmamış bir hikayeden hiç yazılmayacak bir başka hikayeye..

İlk (ve son) tepkim gözlerimi kaçırmak oldu. Halbuki bahar ayında herkes flört eder birbiriyle, sokakta, yolda, markette... Ama bu adam, neden bana baksın ki, ilk bunu düşündüm. Saçım kayık bir topuz, üzerimde şarap kırmızısı hırkam, altında yakası mavi işli blüzüm, altında jeans, mavi spor pabuçlarım. Üstelik pabucu çıkartsam, sabah sabah değiştirmeye üşendiğim için, çorabım da delik! Başparmağım dışarı çıkıp oğlumu güldürüyor, kızımı sinirlendiriyor.. Anne değiştirsene şunu, başka çorabın mı yok? Var, var olmasına var da, bunun kenarındaki minicik yıldız figürünü çok seviyorum.. Ve artık çorabın delindiğini, hikayesinin bittiğini kabul edemiyorum......

Bitişler.. Gidişler....

Bunlardan öyle çok korkuyorum ki, şu 2 saniyelik kırmızı ışık flörtüne halim yok. Benden uzak dursun.. Hayatın aşk konusundaki görev ve sorumluluklarını fazlasıyla yerine getirdim, benden bu kadar. Halk dilinde: unumu eledim, eleğimi astım. Yeter.. 

Dün sistematik aile terapisinin ikinci seansına gittik. Haftada bir analiz bir sistematik aile terapisi ve geri kalan zamanda da bilişsel davranışçı terapi odaklı danışan görmek, biraz tuhaf.... İçim dışım psikoloji oldu. Oysa hani hedef hafif yaşamaktı; bir sincap gibi ciddi ya da.. Bunu diyen başarsaydı bari... Hayır, sincap gibi yaşanmıyor, o sincaplara özgü bir lüks. Bize işleri daha da karıştıralım diye verilmiş karmaşık bir beyinle, yaşanmıyor....

Analistim son birkaç seanstır üstün zekalı birey muamelesi yapıyor bana. Bizim ülkede her üç çocuktan biri üstün zekalıdır, bu nedenle ülkece bu durumdayız dedim. Güldü. Sonra da, çıktısını almış, bir checklist sundu bana, buradaki 15 maddenin kaçı sana uyuyor dedi. Baktım, 15i uyuyor ve ben topluma uymuyorum. Nedeni buymuş, öyle dedi. Dedim, narsistik yanımı besleme, pişman olursun. Yine güldü. Kağıdı bana uzattı, baktı yerimden kıpırdamıyorum, katlayıp cebine koydu.

Üstün ya da geri zekalı tüm çocuklar uyum sorunları yaşar derler. Toplumun üstün ve geri zekalı çocuk oranı %20, geri kalan %80 "normaller" yani, neye ne kadar uyum göstermemiz gerektiğini de belirleyen grup. İstatistik "yalan söyleme sanatıdır". Tabii ki normal dağılımın dışındaki %20nin uyum göstermeyeceği kadar normal ne olabilir? Önce ayrımlaştır, sonra etiketle. İnsan ırkı olarak en iyi bildiğimiz şey bu. Tezgahtar ruhlu bir ırk....

Zekâ IQdan bağımsız, bunu sağır sultan bile bilir. Zeka, IQnun ters orantısında, "uyum becerisi" olarak tanımlanalıberi, zaten IQ popüleritesini iyice yitirdi. Çocuk aşırı zeki, satranç şampiyonu ama her yenildiğinde ağlıyor bağırıp çağırıyor, şimdi bu mu zeki? Ya da derslerde çok iyi, hiç arkadaşı yok, bu mu zeki? Ya da daha bu sabah eşimin dediği gibi: "tipik C., büyük bir heyecanla ve tutkuyla başlayıp, hemen sıkılıyor, ilgini kaybediyorsun..." Bu mu zeka? Hayır zeki falan değilim. Bağlantıları hızlı kuruyorum, muhakeme ve empati yeteneğim yüksek ama hayır zeki değilim....

Evet bu arada. Bu sabah bunu dedi, hem de daha yataktaydık, gün resmi olarak başlamamıştı bile.. Bunu dedi ve ben de "performans anksiyetesi olabilir, dışardan beklentiler olduğu anda ilgimi yitiriyorum" dedim. O da öldürücü darbeyi vurdu: "diğerleri umursamıyor bile...."

Hakikaten doğru olabilir mi? Kimse aslında ne yaptığımızı, ne düşündüğümüzü umursamıyor olabilir mi gerçekten? Herkes sadece kendi cevabını düşünerek mi dinler karşısındakini? Bu doğruysa, gerçek bir felaket sözkonusu. Hayır, böyle olduğuna inanmıyorum, bu sadece kendi egosu odağında yaşayan birinin düşünebileceği bir şey, bir yansıtma bu. Ben kimseyi önemsemiyorum, çünkü kimse beni önemsemiyor savunma mekanizması.. Bende sıfır olan mekanizma, çünkü  ben, kendimden çok başkalarını önemsiyorum - ki bu daha da büyük bir sorun sanırım.......

İnsanlar neden birbirlerini önemser? Neden birbir dertlerimize koşarız? Bu basit bir "kendini yüceltme" olamaz, bu proaktif yani yardımlaşma davranışıdır, sosyal bir davranıştır, biz olma anlayışıdır... Birbirimizi önemseriz, mutsuz olduğumuzda birbirimize el verir, mutluluğumuzda sırtımızı sıvazlarız. İnsan budur.... Bazısı mutsuzluktan beslenir, kıskançlıktan enerji alır, doğru ama ne kadardır ki bu sapkın insanların yüzdesi? Ben azınlıkta olduklarına inanıyorum, çünkü onarılamaz bir hümanistim. Eşim değil. Hatta insanın tamamen kendi bencil egosu için yaşadığını savunan, yaptığı iyilikleri bile salt kendini iyi hissetmek ya da dışarıdan onay almak için yaptığını savunan biri. İşin tuhafı, o daha mutlu ve huzurlu, bense daha mutsuz ve huzursuzum şu hayatta.. Ya da belki sadece çok iyi saklıyor kendi mutsuzluğunu ve çok iyi oynuyor "hayata karşı neşeli duruş"unu...... Bense.... Sadece ben işte.. Sadece C.

Beeeep. 45 dakikanız dolmuştur.

29 Mart 2025 Cumartesi

Bulgaristan seyahati

Mart başındaki Fasching (Karnaval) tatilinde, ailemle 8 gün Bulgaristan’a gittik. İlk altı gün Bansko’da kayak yaptık, daha sonraki iki gün de başkent Sofya’da kaldık. Kayak tatilini seneye sezon başı anlatırım, fena değildi. Fakat Sofya, sosyo-psikolojik yapısı ile beni çok şaşırttı!

Sofya tahminimden çok farklıydı. Ben 11 yaşında falan gitmiştim, o zamanlar kemik sandığımız politik sistemler kırılıyordu, malum 90'ların başı. Yoğun bir Rusya etkisi vardı ve insanlar çalışkan fakat sert yapılı oluşlarıyla dikkatimi çekmişlerdi. Aradan neredeyse 30 sene sonra bugün Bulgaristan hâlâ Avrupa Birliği'nin en fakir ülkesi olsa da, kültürel anlamda Türkiye’den çok daha açık, serbest ve umut dolu bir ülke (maalesef).. İnsanlar bazında, geçen 30 yılda, Bulgaristan cıvıl cıvıl bir ülke olmuş! Çok şaşırdım..

Oradayken Kadınlar Günü’ne denk geldik. Malum bu tip günler (kadınlar, kız çocuklar, işçiler günü) bu grupların hakkının en fazla yendiği ülkelerde kutlanır (misal Almanya’da hiçbiri kutlanmıyor çünkü kadınlar çiçek değil, düz kadın işte, diğer cinslerle eşit, o zaman ne diye ayrımcılık yapıp gün icad edelim kafasındalar). 

Bulgaristan’da da Türkiye'deki gibi, feminizm yerlerde sürünüyor fakat bambaşka bir uçta.. Şöyle ki, bizim toplumumuz bence özünde anaerkil olmasına rağmen dini baskılar nedeniyle ataerkil sisteme döndüğünden, kadınlar, erkeklerin baskısı altında fakat içten içe her an patlamaya hazır bomba gibiler. Hani yolu açılsa bence Türkiye feminizmde dünya lideri olur çünkü kadınlar hakikaten aşırı özbilinç sahibiler. Fakat Bulgaristan'da tam tersine, dinden ve erkeklerden kaynaklı herhangi bir baskı sözkonusu olmasa bile, kadınların kendi öz düşünce sistemleri çok tuhaf!

Gözlemlediğim şu oldu: kadınlar aşırı serbestler fakat kendilerini bir tür “obje” gibi düşünüyorlar ve erkekler de nasıl arabalarına falan özen gösteriyorsa, aynen kadınlara da “sevdikleri bir obje” gözüyle bakıyorlar ve özen gösteriyorlar! Yani alan memnun veren memnun, tuhaf bir geleneksel rol sistemi, kadın hakikaten aşırı feminen ve erkek de aşırı maskülen.. Tabii genelleme yapamam ama bu konuyu Bulgar arkadaşlarıma açtığımda, onlar bunu “70’lerdeki feminizm hareketinin” Bulgaristan’ı es geçmesine, komünizmin ve ateizmin de kadınların ahlak anlayışını daha “serbest” yönde beslemesine, bu durumdan da hem kadınların hem erkeklerin gayet memnun olduklarına bağladı. Yani bize dıştan tuhaf gözükse de, aslında “kadın gayet güçlü, seçen taraf ve erkeğe de onun maddi manevi tüm isteklerini yerine getirmek düşüyor”muş! Kadınlar erkekleri hakikaten parmaklarında oynatıyor ve bunu da tamamen "seksilik" ile yapıyorlar :)))) Ay çok acaip bi' durumdu onların bu hallerini dıştan izlemek. Bir yandan hakikaten "ay ama kendini küçük düşürüyor" diye onlar adına utanırken, bir yandan da erkeklerin bu şekilde kadına sürekli bir cilve ve hizmet halinde oluşlarına da hayretle bakakaldım :))) Ay bana çok ters ama alan memnun veren memnun, sistem tıkır tıkır işliyor yahu. İki cilveye, iki "herşeyimle seninim" gösterisine erkekler köle :)))) Bu da bi' kafa türü, baksana!

Bir de şu var tabii: Satılık Bulgar kadınlar pazarı (sanki bizim Türkiye'de yok, el altından aynı mantık, burada en azından kadının onayı var, bizde direkt babayla koca adayının onayı):

Hakikaten ilginç bir durum, hani hep diyorum ya, aslında feminizm erkeklere yarayan bir şey, biz eşitlik eşitlik dedik tüm işler üstümüze kaldı diye :))) Vallahi burda kadınlar bizden çok daha özgür, çok daha mutlu ve erkekler tarafından da çok daha “özen gösteriliyor”lar! Fakat bu ne kadar doğru, yani kadın kimliğini erkek "özeni" üzerinden tanımlamak sonuçta, ne bileyim... ters yahu bana!

Kadınlar Günü’nde işler daha da karıştı sevgili dostlar! O günün öncesinde her köşe başında beliren çiçekçilerden "noluyo ya? acaba nevruz falan gibi bir şeyi mi kutluyorlar" diye düşünmüştüm ama 8 Mart günü istisnasız gördüğüm her kadının eli, kucağı buket buket çiçeklerle doluydu! Çelenk falan boyutunda çiçek taşıyan kadınlar vardı! Gece Sofya'da yemeğe çıktık ve kadınların üçlü dörtlü gruplarda kadın kadına yemeğe çıktıklarına ve hepsinin de birbirlerine çiçekler hediye ettiklerine şahit oldum! Çok hoşuma gitti yahu! Rengarenkti kadınlar! Kelimenin tam anlamıyla çiçek gibiydi.. Normalde dalga geçerim "kadınlar çiçektir" lafıyla ama hakikaten ne bileyim, güzeldi be.... Alan memnun veren memnun, ben de bikbik "ama feminizm?" yapamadım doğrusu... :)) Bi "kavramlarım karıştı" yahu.. Bulgaristan kafamı karıştırdı :)))

Tabii ki genellemiyorum, yanlış anlaşılmasın ama gidip görmeniz lazım, gerçekten farklı bir toplumsal anlayış ve farklı cinsel roller var Bulgaristan'da. Hizmet görmekten hoşlanan ve gördüğü hizmetin karşılığını maddi anlamda doyurabilecek erkekler için cennet olabilir.. Ben bu kafanın tam 180 derece tersi olduğumdan :))) bana uymadı ama tiyatro izler gibi ilgiyle izledim, o ayrı.. Çok ilginçti çok!

Bir de Mart ayının sembolü marteniçka’nın asıl memleketi Bulgaristan biliyorsun. Geçen sene Almanya’da leyleği nerden göreceğiz, hayvan akıllı Almanya’ya gelmiyor İspanya’ya falan gidiyor :)) Dolayısıyla kolumuzda bir sene durdu bizim marteniçkalar ama bu sene niyeti bozdum; artık kaz, ördek, kuğu, bahtıma ne çıkarsa valla :)) Tüylü dostu bi şekilde hallederiz de, bahar dalını Nisan’dan önce bulabilecek miyiz, ondan da emin değilim!

Fakat Bulgaristan'da marteniçka tam bir kültür. Sadece bileğe takılmıyor, çantalara, kapı önlerine de yapılan süsler var. Hepsi aynı tür beyaz kırmızı iplikten yapılıyor ve hakikaten hayata renk ve neşe katıyor. Marteniçkayı, Mart ayında, kendi yurdunda gözlemlemek çok hoşuma gitti.. 

Şubat-Mart ideal dönemdi çünkü hem kayak hem Marteniçka bir aradaydı. Fakat şehrin daha yemyeşil olduğu dönem de çok keyifli olur bence, çünkü Sofya'da hayat sokaklarda geçiyor. Her yerde küçük küçük kafeler, dondurma ve kahve evlerivar. İnsanlar park ve bahçelerde güneşleniyor, hayat tamamen sokaklara taşıyor, gerçekten çok hoş, bir ortam var.. Güzeldi Sofya, bence deneyimlenmeli..

26 Mart 2025 Çarşamba

Mart Raporu

Heyooo ben geldim, özlediniz mi bu deliyi Allaşkına söyleyin, yoksa "aaa gitmiş miydin ki" mi diyorsunuz? :)) Hepsi kabulüm ama ben geri geldiğim için çok mutluyum, özlemişim bu diyarları..

Umarım herkes iyidir! Ülkecek yine maalesef çok acı, çok ağır günler yaşadık, yaşıyoruz. Bu konuda diyecek tek bir şeyim var: Umarım hakkı yenenlerin yerde kalan hakkı, misliyle ve misliyle, o hakkı yiyenlerden en kısa sürede çıkar ve bizlere de görmek nasip olur!

Biz kendi küçük dünyalarımıza dönersek; ben henüz blogları okumadım, bir aydır sizlerden bihaberim, özel olarak hiçbirimizde bir yaramazlık yoktur inşallah. 

“İnzivaya çekildiğim" bu Mart ayı, bana çok çok iyi geldi. Bu kısa nefes arası içimi temizledi, ferahlattı. Özlediğimi gerçekten çok içten özledim, özlemediğim ve meğerse bana yük olan “zorunlulukları” da hayatımdan bu ayın sonunda çıkarttım ve tertemiz, yepyeni bir alan açtım "yeni gelecek olan"a.. Bakalım bu bahar dönemi, neler getirecek.. Ne olur kalbim gibileri getirsin bana; ferah, samimi, sade insanlar, ilişkiler, deneyimler, anlar ve anılar getirsin... 

Mart güzelleri 🧡

“İnziva”dayken tasavvuf ve felsefe üzerine bana önerilenleri okudum, okuduklarım üzerinde uzun uzun düşündüm ve kısaca Goodreads'te yazdım. Açıkcası felsefeye yeniden dönmüş olmak ve üniversite döneminde okuduklarımı, orta yaşımda yeniden okumak, bana yepyeni ufuklar açtı ve felsefi düşünce tartışmalarını nasıl da özlediğimi fark ettim. Okuduklarımdan bana kalan tortuyu yazdığım bir defterim var, fakat içimden "keşke bu okuduklarımı paylaşabileceğim, tartışabileceğim, dengi dengime bir grubum olsa" diye düşünüyorum.. Çünkü felsefe bence sadece okumakla değil, dengin ya da üstün insanlarla tartışarak "sindirilebilecek" bir alan. Mürid ile mürşid bir araya gelmeli.. 

Evet, bunu bir araştırmam lazım.

Fakat asıl bu ay, çok güzel dinlendim! Sadece bloğu değil, telefonu da unuttum biliyor musun? Bazı günler sabahtan akşama kadar aklıma gelmedi ya da evden çıktığımda “aa!” yanımda olmadığını bile fark etmeden saatler geçirdim. Çantamda telefonumu bulamayınca, dışarıdaysam, açtım beş duyumu, etrafımı izledim, yeni yeni başlayan kuş seslerini dinledim ya da düşüncelere ve hayallere daldım. 

Nasıl da unutmuşum "hiçbir şey yapmadan" oturduğumuz anları! Akıllı telefonlar çıkmadan önce, daha 10-12 sene önce böyleydi halbuki hayat! Ne tuhaf.... O zamanlar sanki asırlar önceymiş gibi şimdi ve telefon olmadan çıplak gibiyiz.. Aaa C. çıplak ve aa hiç de mutsuz ve huzursuz değil! :))

İki yurtdışı seyahatim oldu bu ay. Mart başında ailemle Bulgaristan Bansko'ya, bir hafta kayağa gittik. Açıkcası daha ucuz diye düşünmüştük çünkü Güney Tirol ya da Avusturya alpleri oldukça tuzlu bir hal alıyor okul tatillerinde. Fakat Bansko daha bile pahalıya mal oldu! Bansko hakkında yazdım ama seneye sezon başında yayınlayacağım, şimdi sezon sonu kimsenin ilgisini çekmez. Özetle; fena değildi, eğlenceli ve her seviyeye uygun pistler var. Fakat ucuz değildi ve maalesef sezon sonu olmasına rağmen çok kalabalıktı. Özellikle de iyi seviye kayakçı oranı çok az olunca, bu kalabalık bir sıkıntıya dönüştü..

Bansko’da 6, Sofya’da 2 gün geçirdik ve Bulgaristan beni sosyolojik anlamda çok şaşırttı, bunu bir sonraki postta geniş anlatayım, çok ilginç hakikaten!

“Görüş” farkı..

Bulgaristan’dan döndüm, bir hafta sonra hiç aklımda yokken, gidiş dönüş aşırı ucuz bir bilete denk gelince “haydi” dedim ve hop İzmir’e uçtum! Bir gece canım Momentos’ta kaldım. Nasıl misafirperver, yaşama dair nasıl özenli, zevk ve incelik sahibi bir kadın bu Momentos! Onun özenli dünyasını solumak, kısacık da olsa Küçük Joe ile görüntülü konuşmak, zaman darlığından biraraya gelemediğimiz Makbule öğretmenimle telefonda kısacık özlem giderip yaz için sözleşmek, ruhuma bir aylık bir seyahat yapmış kadar iyi geldi! 

İzmir ışıl ışıldı..

Sonra da sırayla büyük teyzemi ve annemle babamı kısacık da olsa, (çocuksuz, yani kendim “çocuk sıfatında” - ki 45 yaşında bu resmen büyük lüks, büyük ikramiye, bilirsin..) ziyaret edip, özlem giderip, Münih’e döndüm. Benim döndüğüm gün de memleket karıştı işte.. Yine aklım kalbim orada, kendim bedenim burada..

Eylül’den beri gelmemiştim Türkiye’ye, biraz da bilinçli bir seçimdi bu; çünkü sık gelip gidince, fark ettim ki Almanya’ya dönüşte depresifleşiyor, özellikle kış döneminde bu geliş gidişlerden, kültürel karşılaştırma ve şoklardan, özlemlerden olumsuz etkileniyorum. Sık gidip gelmeyince, sanırım benim gibi “aidiyet” kavramı sıkıntılı bünyeler daha dengede kalıyor ;) Bilmiyorum valla.. Karışık işler bunlar.

Memleketimde tuvalet bile böyle bir manzaraya hakimken, 
insan Almanya’da nasıl bunalmasın?

Ramazan Detoksum kısaca böyleydi işte.. Düşünsel anlamda kendimden memnun kaldım, sosyal temizlik de beni çok ferahlattı ve yeme içmeme dikkat ettiğim için, bedenen de temizlendiğimi hissettim. Ama önce araya bir reklam alayım - bu ne perhiz, bu ne limonlu cheesecake :)))

Anneler perhiz merhiz dinlemiyor işte :)))
Kocaman pasta yapmış yahu!
🍋

Normalde vejeteryan beslenen, kafeinli içeceklerden, siyah çaydan falan uzak duran biriyim ben fakat şekeri bırakamıyorum. Yıllar önce bir ay denemiştim, çok daha sinirli, mutsuz, huzursuz bir insana dönüşünce de, artık tamamen bırakmıştım "şekeri bırakma"yı :)) Doğrusu, kahve bazı günler resmen "hayatta kalmamı" sağlıyor, çikolatanın da insana mutluluk verdiği bir gerçek (kızımın değimiyle "içinde mutluluk vitamini var"!) Zaten ya hep ya hiç olmamalı, ortada bir yerde, dengede olmalı insan. "Sürdürülebilirlik" gerçekten çok önemli.. O nedenle biraz azalttım bakalım... Şimdilik bir etkisini görmedim ama :P

İşte böyle geçti Mart / Ramazan / Detoks ne dersen artık.. 

Yazsana sen nasılsın, neler yaptın, aydınlanmalar yaşadın mı bu ayda, psikolojin gel-git biliyorum ama nasıl oyalıyorsun kendini, sen nasıl başarıyorsun şu son günlerden geçebilmeyi? 

Haydi bakalım sevgili Nisan, tatlı Nisan, tatlı tatlı gel, güzel güzel, sakin sakin geç inşallah. 

Hem de herkese cümleten iyi bayramlar :)

Hamiş. Film önerisi: Jo Jo Rabbit. 

3 Mart 2025 Pazartesi

Ramazan hedeflerim

Mart ayının tamamı Ramazan’a denk geldi bu sene. Ben kendimce sebeplerle oruç tutmuyorum fakat yıllardır Ramazan ayı boyunca tefekkür etmeye, bu özel ay boyunca kendimi temizlemeye, düzenlemeye, inanç ve ahlakımı yenilemeye çalışıyorum. 

Bu özel dönemde, ilk olarak, elimden geldiğince bedenimi içten ve dıştan bakıma alıyorum. Dengeli besleniyor, fazla düşkünlüğüm olan besinlerden (çikolata ve şekerlemeler ile kafein) özellikle uzak durmaya çalışıyorum. Bu ay içinde düzenli su içmeye özellikle dikkat ediyorum (oruca karşı olmamın en büyük nedeni de vücudu uzun süre susuz bırakmanın çok sağlıksız olduğu gerçeği).

Vücuduma da özel bakım veriyor, bedenime, bana bunca sene boyunca koza olduğu için teşekkür ediyor, yorduğum alanlarına şefkat göstermeye, iyi gelecek bitkisel bakımlar, beslenme desteği ve toksinlerden arındırıcı (detox) kürler uygulamaya çalışıyorum. 

Yüzümü yatmadan önce saf gül suyu ile temizliyor, tırnaklarıma portakal çiçeği yağı sürüyor, vücudumda östrojen baskısı nedeniyle oluşan selülite karşı hardal tohumu yağı ile masaj yapıyor, saçlarıma bakım uyguluyor ve bu ayın başında yaptırdığım kan testi sonucuna göre eksik olan vitamin ve minareller varsa, doktoruma danışarak ilave alıyorum. 

Bedenimin dışında, ruhum için de özen gösteriyorum. Bu ay içinde kendimi biraz dışa kapıyor, mümkün olduğunca kendi içime dönüyorum. Sosyal medya anlamında biliyorsun sadece blogger’ı kullanıyorum zaten ama ona da bu sene Ramazan boyunca girmeyeceğim, biraz ara vereceğim. Yine ülke ve dünya gündemine de radyo haberleri dışında özellikle bakmayacağım. Yorum ya da köşe yazısı okumayacağım. Bu da dijital detoxum olacak :)

Ama asıl sosyal anlamda bir detox ihtiyacı içindeyim, bunu hissediyorum. Whatsapp’ta zaten hiçbir gruba üye değilim, sadece kişisel yazışmalar için kullanıyorum orayı ama bu ay boyunca çok yakınlarım (ve tabii iş nedenli yazışmalar) dışında kullanmamaya çalışacağım. Bir süredir, sürekli tek taraflı ilişkim olan (ben arayıp sormasam aklına gelmediğim) insanları hayatımdan çıkartıyorum yavaş ve sessizce, bu Ramazan boyunca bakacağım, düşünüp tartacağım ve beni aramayan sormayan herkesi aysonunda defterimden de sileceğim..  Yine tabii ki insanlık hali, bazen insan istemeden uzak düşebiliyor.. Benim de türlü bahanelerle zaman ayıramadığım ama kalbimde yeri olan insanlarımı da bu ay içinde mutlaka yoklayacağım, umarım ki biraz gevşeyen bu ilişkilerimi de aksine, biraz daha yakınlaştıracağım..

Bu işin detox - temizlik kısmı, ama asıl Ramazan’a özel olarak yapmayı plânladığım şu: bu temizlikten açılan yere, anlamlı yeni şeyler koymak istiyorum. Yani; bedenim için sağlıklı bir beslenme ve egzersiz ritüeli oluşturmak, ruhum için düzenli tefekkür alışkanlığı, Yaradan’la bağımı güçlendirmek için ihtiyaç duyduğum okuma, düşünme anları, meditatif anlar.. Tasavvuf yıllardır Ramazan ayı içinde özellikle yoluma fener oluyor, bu sene de tasavvuf ve tefekkür odaklı bir Ramazan ayı geçirmeyi, Yaradan’la bağımı güçlendirmeye çalışmayı umuyorum. Bana kitap / okuma önerileriniz var mı? İnancımı genel tasavvuf yoluna ve sufizme yakın buluyor, dünya üzerindeki ahlak ve insanlar arası sosyal ve etik davranışlarımı da Budizm öğretisine yakın buluyorum.. Basit / Orta / İleri tüm okuma önerilerine açığım (bloğa girmeyeceğim ama email bildirimiyle gelen yorumları elbette okuyacağım).

İşte benim de Ramazan planlarım böyleee :)

Günün Tortusu ve diğer blog da bu ay boyunca kapalı olacak ama önüme çıkan güzellikleri, ay sonuna özgü raporumda elbette yazacağım ;) Herkese kendi inancına göre, hayırlı bir Ramazan, tefekkür ayı ya da güzelliklerle dolu sıradan bir Mart ayı dilerim <3

27 Şubat 2025 Perşembe

Şubat Raporu

Minnak ay Şubat, hakikaten hızlı geçti ve bitti. Bu aya damgasını vuran olay; neredeyse kışın biteyazdığı şu günlerde, benim hâlâ, her kış binlerce defa söyleyerek çevremdeki herkesi bıktırdığım klasik "kıştan nefret etmemin 463 sebebi" isimli dırdırıma başlamamış oluşum! Beni yakından tanıyanlar "sonunda tırlattı galiba" diyorlar, çünkü bu sene, evden çıktığımda yüzüme çarpan -6 derecelik havada durup "ooooh mis gibi yahu" demişliğim, "ya kış ne güzel, insan evde nasıl huzurla oturuyor" gibi bir cümle kurmuşluğum ve hatta 1 defa bile "ay bana daral geldi, ben bi Türkiye bileti mi baksam" demeden, sakin sakin Almanya'dan burnumu bile çıkarmayışım var! Eşim geçen gün "sen Alman vatandaşı da olursun bu gidişle" diyince, aslında neden olmasın bile dedim :)))) Fakat aklı selim düşününce, ben ve Almanlık... Hiç sanmıyorum :))) Belki ileride Dünya Vatandaşlığı çıkarsa, ona tamam!

Şu an avokado salatası vatandaşlığına daha yakınım :P

Evet biraz hastayım. Hayır ateşim yok. Hayır hayır, bilincim de gayet yerinde. Sadece bu kış başında bana bir "aydınlanma" geldi ve kendi kendime "yahu doğa bile uyuyor, ben ne kasıyorum, bu kış burnumu bile evden çıkartma zorunluluğum yok, oooooh salon koltuğunda totomun izi çıksın, getirin kış sevicem ben, heyooooo" dedim ve koca kışı resmen salon koltuğunda geçirdim ve a-aaa, kendimi de hiç "hayat boş boş geçiyor" hissetmedim! E nasıl oldu bu iş?

Bence üç nedeni var:

0. neden (unutmuşum en önemli maddeyi, yazı bitince fark ettim): Kullandığım Demir takviyesi! Yemin ederim bambaşka birine dönüştüm bu kış; sakiiiiin, sinirsiiiiiz, enerji dolu ve sürekli üşümeyen, zangır zangır titremeyen birine :))) Demir ilacı canmış can! İhmal ediyorsanız etmeyin, terapistten daha ucuz bir çözüm.

normalde karşıyımdır ilaç önermeye ama yıllardır farklı markaları alıyorum, 
bu seneki çok farklı etki etti.
belki birinin daha hayatı kurtulur.. :)) doktorunuza danışınız.

Geri dönelim diğer nedenlere:

1). Geçen yazdan beri ajandamın "haftalık plan" sayfasına, hergün için o güne damgasını vuran güzel şeyleri yazıyorum ve bu benim "hayatım boş geçmiyor"a en büyük kanıtım olarak, biriktikçe birikiyor ve ne zaman tipik entelektüel "ay hayatım çok boş" hezeyanım nüksetse, açıyorum ajandayı ve bu sayfaları "hah hiç de boş değilmiş, sadece balık hafızam unutmuş bu yaşananları" diyerek, inatla okuyorum :)) Çok işe yarıyor, tavsiye ederim. Belki de sorun hayat değil, hafızanızdır?

dünün "güzeli" meselâ, bahçemdeki bu minicik filizlerdi!

2). Üzerime "performans kaygısı" pompalamayı bıraktım çünkü yaşım sonunda o tatlış 46'ya geldi. 45 hakikaten bir dönüm noktasıymış yahu! Ne fiziki, ne de başarı odaklı performans kaygım var son 1 senedir. İşin komiği, Murphy kuralları gereği, ben kasmayınca hem fiziksel anlamda, hem de iş başarısı olsun, annelik olsun, yalnız hissetme sorunları olsun, hepsi birden buhar olup uçmasın?! Kainatın sihirli lafı "çok da fifi" olmasın hakikaten?! :)) 

Hayır şaka bir yana, 45'ime dek yapacağımı yaptığıma inanıyorum, bu yaştan sonra artık kendimden bir beklentim yok, edindiğim entelektüel birikimin meyvesini yiyebilirim en çok. Bu bir gerçek. İşte de, fiziksel anlamda da bu nokta zirve bence. Bundan sonra artık yavaş yavaş, inşallah keyifli keyifli bir iniş süreci başlıyor.. Komik ama, fiziksel anlamda nasıl dağa tırmanmak beni geriyorsa, bir çok insan için alt bacak kasları nedeniyle tam tersi olan "iniş süreci" benim için aslında en keyifli, adeta dans ede ede indiğim, gerçekten de zorlanmadığım, bana daha "uygun" olan kısımsa.. Belki bu sadece "dağ yolu" anlamda değil, "yaşam yolu" anlamında da böyledir? O zaman yaşasın! Sonunda "ruhumun yaşı" ile fiziksel yaşım eşitlendi belki de :)))) 

Edebiyatta ve yaşamda; bendeniz.

Performans kaygısı derken, açayım. Benimki asla başkasıyla kendimi karşılaştırmak anlamında olmadı.. İçimde çocukluğumdan beri yoktur rekabet duygusu. Herkes kendi yarışını veriyor şu hayatta. Ama daha beteri, işte benim derdim kendimle olunca, o "bence daha iyisini yapabilirim" hali yani, bunun bir üst çıtası yok. Ve insana çok zarar veriyor. Ayşeyle Fatmayla karşılaştırsan bi noktada biter derdin, ya "Ayşe ohooo hayatta erişemem" dersin biter, ya da erişirsin biter. Ama kendinle derdin olunca, ı-ıh, Ceren daha iyi bir annelik yapabilirsin. Ceren daha tam zamanlı çalışabilirsin. Ceren bu adamı sen iyileştirebilirsin, koş. Ceren bu kadının senin dostluğuna ihtiyacı var, yetiş. Bitmiyor anam. Verdikçe de alan tipler var sonuçta, enerji vampirleri :)) Neyse akıllandım görüyorsun. Kendimle yarışı "zirvede" bırakıyorum hahaha.

3. Kaygılarımı iki ana maddede toplamayı başardım: Sağlık odaklı kaygılar ve çocuklarıma dair kaygılar. Başka alanlara "hallederiiiiz" diyebiliyorum çok şükür. Kaygıları belirlemek önemli.. Sonra geliyor ele alma aşaması... Şimdi son zamanlarda öğrendim ki, bu ikisi de, kontrolüm altına alabileceğim durumlar değil. Yani çocuğun varsa derdin var ve sen ölene dek bu kaygılar şekil değiştire değiştire devam edecek, bu biiiir. İkincisi, dünyada bunu yaşayan tek insan sen değilsin. Bir bak bakalım diğerleri nasıl mücadele ediyor, aklına yatarsa uygularsın o yöntemleri. Benim en önemli silahım: yaratıcılığım ve mizahım. Senin de varsa yaz, inan çok makbule geçer....

biz üçümüz :)) yaratıcı anneyim vesselam.
ama ellerim pek kurumuş, krem sürmeli.. :P

İkincisi, sağlık konusu. Aklım çıkıyor çocuklarıma bir şey olacak diye. Meğerse kendi içimdeki çocuğun aldığı yaralarmış travmalarımın kaynakları. Küçücük yaşımda yaşadığım sağlık odaklı travmalarmış.. Sağolsun analistim ince ince işliyor her hafta bunları ve ben ilk defa şunu görüyorum: benim suçum değildi.... Dolayısıyla evet, dünyanın binbir türlü hali var, çocuklarım hastalanabilir, hatta Allah hiçbirimize vermesin o acıyı ama ölebilirler de. Bu hergün binlerce milyonlarca annenin başına geliyor. Bizim neden gelmesin? Fakat bunun suçu onların değil. Benim de olmayacak. Bu, hayat... Hayat adil değil. İyi insanlara kötü şeylerin olabildiği, kötü insanlarınsa elini kolunu sallayarak, bir özür bile dilemeden yürüyüp gidebildiği bir şey bu hayat. Dolayısıyla, ne yaşanırsa yaşansın, suçu sürekli kendimde aramak dışında bir hatam yok benim.... Hata dediğimiz şeyler hep "iyi niyetle" yaptığımız, o zaman için "doğrusu budur" sandığımız şeyler. Bu hem benim için geçerli, hem benim anne babam için, hem de sizler için. Bak bu cümleyi alın derim.. Önemli bu. Bu noktaya gelmek yıllarımı aldı.

İşte bu üç madde bu kış beni bir iç-huzura kavuşturdu sevgili dostlar. Tabii ki "oldum ben" asla demiyorum çünkü hayat bir nefes molası verdirir sonra yeniden mücadele ettirir, daha beni çooooook mücadele, çok endişe, çok çöküş belkiyor bu bir gerçek.. Ama bu noktada bir "es arası" verdiysem, yolda biraz "sağıma soluma manzaraya bakma arası" verdiysem, ne mutlu bana... İki sincap gördün, bulutları izledin, ama sonra kalk ve devam et mücadeleye... Hayat bu. 

Bu özlü sözler için teşekkür edenlere:

rica ederim :)))

Şubat böyleydi işte. İç dünyam bu kadar hareketliyken, dış dünyamda pek bir şey olmadı. Errrkek gribi geçiren eşimden kaptığım aynı virüsün "anne gribi" versiyonunu geçirdim. Sonra "mızmız çocuk" versiyonunu da çocuklarıma devrettim. Yeni ve çok ilginç danışanlarım var, onlarla biraz uğraşıyorum. Eski ve aslında bana kalırsa terapisi biten ama onların "iyi geliyorsunuz C. Hanım, ne olur biraz daha devam edelim" diye devam ettirdikleri tatlı eski danışanlarım var :)) Beni bir tanıyan bir daha bırakamıyor görüyorsun hahahahah. Şaka bir yana, aksine, bu sıra hayatımdan yine bir posta insan eledim (bunun huzuru da belki 4. madde olarak yazılabilir aslında) ama garip şekilde hiç "eksilmiş" hissetmedim. Kalanlarla devam etmek; ister özel hayat olsun, ister bu eski danışanlar olsun, aslında "güvenli zemin" gibi olduğu için, bana da iyi geliyor... Hislerimiz karşılıklı yani.

Bir iki kişi de yepyeni girdi hayatıma. Hoş geldiler. Sevgili 3 adet mektup arkadaşıma buradan el sallıyorum, iyi ki varsınız, hakikaten şahane bir adım atmışım sizlerle... Tazelik ve heyecan getirdiniz...

Prag Mezarlığı'nı okumayı 20 günde ancak başarabildim - özetle aman yarabbi, neydi o diyorum. Sonra üstüne çerezlik birşeyler ararken, Bülent Çallı'yı keşfettim. Bunları Goodreads'e yazıyorum diye geçiyorum.. Merak edersen beklerim.

Ayın ennn tatlı sürprizi, dün geldi :) Tırtılımızı hatırlıyor musun? Hani geçen ay evde tombiş yeşil bir tırtıl bulmuştum sardunyanın üzerinde. Onu bir kaba alıp marulla, rokayla beslemiştim. Sonra koza yapmıştı.. Geçen sabah aaaa bir baktım, kelebek olmuş! Hemen yeni bir kaba aldım; muzlar, elmalar, ballı su emdirilmiş pamuklar derken, aaa kendi de şaşırdı, ağzından kocaman bir dil çıktı löp löp götürdü meyve sularını :)) Bu sabah, randevulu girilen botanik bahçesine saldım hayvancığı, umarım kameralara falan yakalanmamışımdır :)) Gizlice.. Buz gibi havada bahçeye salacak değildim "kıymetlim"i heralde :))) İşte bu da bir "ayın görevi, işlem tamam" halleri...



Eğer Botanik Bahçesi'ndeki rengarenk kelebekleri görmek istersen, Günün Tortusu'na beklerim.. Buraya bir spoiler: 

herkes kendi rengine..

Şubat işte böyle geçti, bitti. Şimdi bizde bir haftalık Fasching tatili var. Bu Fasching ya da Karnaval dönemi çok neşeli. Herkes kostümlere bürünüp sokaklarda dans ediyor. Sonrasında Paskalya'ya dek hıristiyanların oruç dönemi başlıyor. Bu sene müslümanların da Ramazan'ı ile aşağı yukarı aynı tarihlerde. Oruç ya da genel anlamda yeme disiplini kurmak, gerçekten sağlık için de, ruh için de yararlı bence.. Tutacak olanlara kolaylıklar dilerim, tut(a)mayanlara da "oruç"un manevi olarak da, ruhu temizleme anlamında başka aktiviteler ile tutulabileceğini hatırlatırım ;) 

Ramazan ayınız mübarek olsun. 

;)) unutmayalım, unutturmayalım

23 Şubat 2025 Pazar

Dünya nasıl besleniyor..

Çocuklarla gittiğimiz müzenin "beslenme" bölümünde güzel bir foto-araştırma sergisi vardı. Sergi; 1995'te dünya üzerindeki bir çok ülkeden "ortalama" bir ailenin 1 haftalık yemek alışverişini gösteren fotoğraflardan oluşuyordu ve bu ailelerden o hafta içinde tükettikleri tüm besinlerle birlikte poz vermeleri istenmişti. Bu fotoğraflar 1995'teki dünya politikasını, aile sistemlerini ve elbette beslenme sistemini çok güzel gösteriyordu bence. 2025'te yeniden tekrarlasa nasıl farklar olur, yorumlarda tartışalım mı?

Sergide Norveç'ten Mali'ye, Japonya'dan Kırgızistan'a en az 20 ülke vardı fakat ben sadece birkaç fotoğraf ekliyorum. Karanlık sergi salonunda çok net çekemedim ama görünüyor sanırım. Fotoğraflar hakkında altta yazan bilgileri ekliyorum, üzerinde söylenecek bir iki de cümlem var..

Zenginlerden başlayalım; ilk fotoğrafımız İngiltere'den:


Orta snıf devlet memuru, iki çocuk ve bir köpekli İngiliz ailesinin bir haftalık alışverişi. Paketli gıdaların çokluğuna lütfen dikkat edin, sonraki fotoğraflarla karşılaştıralım. Bir diğer referans noktamızsa içme suyu olsun lütfen, çünkü gelişmiş ülkelerde içme suyu musluktan sağlanıyor. Bu ailenin iki küçük 500ml'lik paket su aldığını görüyorum.. Ayrıca tüm aile öğle yemeğini okulda ve işyerinde kantin değil a la carte servis olarak yediklerini belirtmişler, yani bu onların sadece sabah kahvaltı, akşam yemeği ve aburcubur alışverişleri.

İkinci fotoğrafımız Guatemala'dan:

Kaliteli çikolatanın gururlu ve yalnız ülkesi.. Fakir ama sağlıklı beslenen, 4 çocuklu, ortadirek, sevimli bir çiftçi aile. Besinlerin tamamı kendi üretimleri. Sadece suyu ve su dışında en çok içtikleri içecek olan kahveyi satın alıyorlar. Bir haftada yedikleri: 22kg mısır unu, 10kg patates, 5kg makarna, 6kg bakliyat (fasülye ve türevleri), 6kg et, 60 yumurta, 3 litre yağ, 20kg sebze ve salata, 8kg meyve. Ülke mutfağında işlenmiş süt ürünleri bulunmuyor. Paketli gıda ise hiç yok.

Guatemala'nın kirli sırrı; biz ucuz çikolata yiyebilelim diye, bu çocukların çoğunun okula gidemiyor, sabahtan akşama dek üç kuruş (fair-trade çikolata satılmıyorsa, gerçekten 3 kuruş) kazanacaklar diye ailelerine çikolata çekirdeği ayıklamakta yardım ediyor oluşları..

Üçüncü ülkemiz; Meksika:

Amerika'nın yıllarca sömürdüğü, her türlü ayak işinde kullandığı, şimdi de duvarlar örmeye kalktığı, Amerika'ya bir türlü yaranamayan, tortilla'ların anavatanı. Doğal anlamda çok zengin olan ülkenin, sömürülmüş, fakir ve Amerikan özentisi mutfağı ve 1 haftada yedikleri: 1kg pirinç, 1 kg patates, 3kg fasülye türevi, 7kg tortilla, 2kg ekmek ve hamurişi türevi, 30 yumurta, 7lt süt, 2lt yoğurt, 2lt krema, 1kg peynir, 2lt yağ, 15kg sebze ve salata, 15kg meyve. Arkadaki coca colaları 1 haftada tüketiyorlarmış ve tam 30litre!

Kirli sırrı; Coca Cola son yıllara dek Meksika'da aynı miktardaki temiz içme suyundan daha ucuzdu maalesef. Bu son yıllarda neyse ki obezite raporları ve devlet müdahalesiyle değişti.. 

Dördüncü ülke, ülkemiz, 1995'in Türkiye'si:

Gördüğünüz klasik, Anadoludan İstanbul'a göçmüş, 3 çocuklu bir aile. Erkeğin annesi onlarla birlikte yaşıyor, mutfak ona ait ve anne ile baba çalışırken (sanırım bu nedenle orta alt olarak değil, orta sınıf olarak görülmüşler, bu ailenin 1995'te orta sınıf sayılacağından pek emin değilim, tartışabiliriz) çocuklara okuldan sonra göz kulak oluyor. 6 kişilik ailenin bir haftada yediği: 12kg ekmek ve unlu mamül, 10kg patates, 3kg pirinç, 1kg makarna, 1kg kırmızı mercimek (sanırım çorba için), 2.5kg et, 1lt süt, 1lt yağ, 1kg peynir, 24 yumurta, 5kg sebze ve salata, 6kg meyve. Aile içme suyunu parayla satın almak zorunda.

Ülke gerçeklerimize girmiyorum. Orta alt sınıf bir aile şu günlerde belki bundan daha beter bir durumda olabilir.. Olmayabilir de.. Fakat ülkemizin tek gerçeği, bazılarımız çocuğuna nohut unu dövüp ekmek pişirir ve onu dilim dilim bölüp üzerine avokado sürüp yedirirken, bazılarımızın hâlâ temel besininin haftada 25 ekmek olduğu gerçeği.....

Fakat ülkece sürekli "beterin beteri var şükret" dediğimiz için, son ülkemiz Mali'ye gelirsek:

15 kişilik "birleşik" aile. İki kadın, iki erkek ve ortak büyüttükleri 11 çocuktan oluşan bu ailenin durumu, şahane bembeyaz dişleriyle gülümser vaziyette verdikleri fotoğrafın aksine, içler acısı. Et, süt, yumurta yok. Protein sadece tutulursa balık ve yer fıstığı ile karşılanıyor. İçme suyu için 20km'ye varan mesafeleri yürümeleri gerekiyor. Çocukların okula gitme şansı (özellikle kızların) sıfıra yakın, litrelerce içme suyunu bu ufacık kız çocukları genelde başlarının üstünde taşıyorlar vs. biliyorsunuz..

Haftalık yiyecekleri ise şunlar: 30kg mısır, 20kg darı, 20kg pirinç, 2kg balık, 4lt tahıldan elde edilmiş süt, 4lt yağ, 8kg sebze ve ağaçların meyve dönemindeyse, mango.

Tüm bunlar olurken, karikatürlerdeki gibi "tam o sırada.." 1. dünya ülkelerinde.....

100gr'ı 12 euro olan Dubai Çikolatası evde de yapılsa benzer bir fiyata maloluyor (50 kg yapmayacaksan tabii) ve tadı da mok gibi bence. Yüzyılın en anlamsız moda-besini olabilir mi?

Bu araştırmayı 2025'te yani tam 30 sene sonra bugün yeniden yapmaya ve bir sergi açmaya kalksak, neler değişirdi sence? Kapitalizm Mali'nin en küçük köyüne bile girdiği için farklı sofralar mı görürdük, yoksa benim kara Afrika'ya 2010'daki seyahatimde şahit olduğum gibi sadece darı ile suyun karışımıyla beslenen, fakat coca cola ve saçma sapan bisküvilerin her köyde bulunabildiği 3'ten seçmeli bir sistem mi görürdük? 

Ya da Türkiye'de ortadirek bir aile, anne baba çalışıyor, anane/babanne çocuklara bakıyor, belki aynı evde değil ama çoğu evde aynı apartman ya da mahallede yaşıyorsa.. bu evlerde nasıl değişiklikler görürdük? Ekmek azaldı (belki) ama onun yerine her eve sebze meyve et mi girdi yoksa dışardan söylenen kebaplar, paketli hazır gıdalar mı? Ya da misal evde yapılan kekler, poğaça ve börekler hâlâ "okuldan gelince sıcacık, tertemiz" diye çocuklara yutturuluyor mu? "Evde kek kokusu" ile "sevgi" birleştiriliyor "ay bir kek bile çırpmaz çocuğunaaaa" diye eleştiriliyor mu anneler? 

evde limonlu cheesecake bile yapamayan kadınlar varmış yahu!? :))
misal: ben.
Bu "klasik" anane ziyareti mutfağından... <3

Ya da, misafirlerimize beş çeşit on çeşit yemek sunarken, aslında akşam yemeğini kendimiz için bir çorba ya da yoğurt ve meyve olarak mı yiyoruz? Beslenmemiz de, "misafir odası" kültürümüz gibi sadece dışa göstermelik mi? Beden yapımızın yeme kültürümüzle alakası bu kadar ortada iken, hâlâ "dünyanın en sağlıklı mutfağı" iddiasında mıyız, yoksa bunu çoktaaaaan başka ülkelere kaptırdık mı? Peki ya içerik? GDO? Ne diyorsunuz?

Son olarak, bugün müzedeki etkinliğimiz, ev yapımı nutella ile bitti, size de tarifi vermek istiyorum çünkü hakikaten nutellaya hem bin basar, hem de sağlıklı bir alternatif ;) Afiyet olsun!

80gr tereyağı, 50gr çekilmiş iç badem (ya da fındık), 50gr bal, 20gr kakao tozu, 1 kaşık vanilya (mümkünse daldan)

Ufak bit karşılaştırma..