10 Şubat 2012 Cuma

Milli kayakçı olacakken milli gitarist olmak

İnsanın kader çizgisi bazen ne kadar beklenmedik bir şekilde değişebiliyor. Sanki bir karadelik tarafından yutulup, evrenin diğer ucuna tükürülmüş halde bulabiliyorsunuz kendinizi. Siz de düşünüyor musunuz sık sık bu konuyu? Yaşlanma alameti midir acaba?

Mesela; ufak bir gençlik hatasının kontrolsüz bir yetişkin öfkesine denk gelip büyütülmesi, olayların tuhaf bir ivme kazanması ve daha ne olup bittiğini anlayamadan kaderimizin yüz seksen derece değişmesi ile ilişkili çok güzel bir anım var. Geçenlerde hatırlayıp, komik diye Kuyruksuz Kedi'ye anlatırken o “hayata bak be!” diyince farkettim, unutmuş gitmişim.. Ama düşünüyorum da, bu olay yaşanmasaydı, olayın kahramanlarının yani bizlerin kader yolu çok farklı olacaktı. Ben şu anki mesleğimi yapmıyor, o Türkiye'nin en ünlü gruplarından birinde çalmıyor, diğerleri de apayrı kulvarlarda yüzmüyor olacaklardı şüphesiz.

9-10 yaşlarımızdan itibaren beraber milli kayak takımındaydık biz. İstanbul, Bursa, Ankara başta olmak üzere ama yurdun dört bir yanından, Kayseri'den Erzurum'dan gelen çocuklar, bazen bir hafta yatılı idmanda, bazen yarışlarda birbirimize karşı, ama hep beraber büyüdük. Sabahın köründen akşamın seherine idman sürer, sonra hocalarla beraberce akşam yemeği yenir, kızlara ayrı oğlanlara ayrı, 8'er ranzadan dört ya da yaşımız büyüdükçe 4'er ranzadan sekiz koğuş gibi belirlenen (ya, benim de askerlik hatıralarım var işte!) ama çocuğuz diye de hiç kontrol edilmeyen, bizim de yatak yorganı ve evden getirdiğimiz kekleri, çikolataları, gazlı içecekleri falan kapıp tek odada birleştiğimiz "kamp hayatı". Nöbetçi öğretmen saat 22.00 gibi "söndürün ışıklarııııı" diye kükreyene kadar "yat geberlik" yiyip muhabbet eder, gülüşürdük (aslında o çikolatalar olmasa o kamptan sağ çıkamazdık hiç birimiz, şimdi düşünüyorum da, yastığa kafamı koyduğumda bile kayak yapıyormuş hissi gelirdi, aynen tüm gece araba kullandığında ya da uzun deniz yolculuklarında ayağını karaya bastığın halde bile sallandığını hissedersin ya...). Ne güzel bir ön-ergenlikti bizimkisi. Bembeyaz..


13-14 yaşımıza dek çocuktuk ama o kış, birden büyüdük işte. Daha doğrusu büyüdüğümüzü sandık... O kış tatilinde, İstanbul'dan gelen ekip yanlarında kötü bir alışkanlıkla geldi. Gece yatakhanede yine hepimiz bir araya gelir ve gizli gizli o kötü alışkanlığı "dener"dik. Gençlik işte, ben ağzıma (şu yaşıma dek) sigara dahi sürmemişimdir ama bazı şeyler yasak ya, insana ilginç geliyor.. Yine öyle gecelerden birinde tabii ki hocaya yakalandık. Hem de en sertine; Abdurrrrrrahman Hoca'ya.

Cemal Süreya'nın yitirdiği Y'yi bu adam kaba kuvvetle R'ye çevirmiş, adına bolca eklemişti adeta. Kışın en pis tipisinde dahi, halk arasında Cehennem de denen, asıl ismini ölmüş bir kayak hocası olan Osman Yüce'den alan oldukça dik, bombeli ve sert bir piste biz çöp bacaklı kayakçıları dikmesiyle ünlü, tek bir hatayı affetmeyen, koca pala bıyıklarını (ki tipide nefesindeki nemden sakalı bıyığı donar, küçük buzul sarkıtları sarkardı burnundan ve kaşlarından ve ekstra sert, ekstra korkutucu olurdu) oynata oynata, "olmadııııııı, böyle kayacaksan git B takımına yazdır adınııııı" diye kükrer şekilde bağıran, kaç defa demir butonla kıçımıza ya da dizimize vuran, kızların örgü saçını çeken ama oğlanlara resmen tokat atan, son derece sert ama aşırı derecede de başarılı, sadece gerçekten umut vadeden çocukları alan ve hakikaten uluslararası yarıştıran ve kazandıran bir hocaydı Abdurrahman Hoca.

Sertti ama babaydı da. O çocuk, o naif çocuk (adı bile kalmamış aklımda, hayat çok acımasız..) pistin telesiyeji taşıyan kalın yan demirine çarpıp öldüğünde, o bembeyaz karların içindeki kıpkırmızı kan gölünden (günlerce öyle kalmıştı o kar, temizlenememişti kandan) gözünü ve aklını alamayan, o demir ayaklar kalın süngerle çevrilmeden bir daha kaymak istemeyen hepimizi toplamayı bilen, saatlerce konuşan, bizimle ağlayan, oturup hepimize yazılar yazdıran, resimler çizdirten, birazdan anlatacağım sessiz çocuğa beste yaptırtan ve en sonunda da tüm "biriktirdiklerimizi, döktüklerimizi" toplayıp kendi içimizde bir anma törenine dönüştüren ve ilk yarışı onun adına kaydırtan, bize de o zor, üstelik de ailemizden uzak dönemde resmen babalık yapan bir adamdı aynı zamanda...

Ama işte, hatayı asla affetmezdi. Elden ele dolaşan kötü alışkanlık denememizin kokusunu açık camdan, ta iki kat üstten duyup, bizi o bahtsız gecede kafa bin küsür yakalayınca, hepimiz, bütün ekip kovulduk!

Atıldık takımdan. Daha doğrusu takımdan değil, takımca hayattan atıldık. Bütün "gençler"de yarışan ekip, 24 kişi, hepimiz, içen içmeyen, istisnasız, atıldık! Araya kimler girmedi; yalvaran anne babaları bırak, bizimle tek tek konuşan pedagoglar, takım doktoru, diğer hocalar, "yahu millide yarışan sporcu kalmayacak, kaç sene sürer yetiştirmek, n'apıyorsun" diyen sponsorlar... Dinlemedi. "Sporcu" dedi, "kötü alışkanlık edinmez, merak dahi etmez, denemez.. Bunlar bir avuç kontrolsüz, laubali, ciddiyet nedir bilmeyen çocuk, bunlardan bi nane olmaz, bunlar kalırsa ben giderim!".. E koskoca Abdurrahman Hoca'yı kaybedemezdi federasyon.

O kıştan sonra, profesyonel anlamda kayak yap(a)madım. Ama keyfine, dünyanın en güzel pistlerinde kaydım. Pişman değilim; zayıf, minyon bir çocuktum, çok yoruluyordum... Ekipten bazı arkadaşlarla hala görüşüyoruz; aramızdan mühendisler, avukatlar ya da sade ev hanımları, hizmet sektörü çalışanları, her tür insan çıktı.. Bir de Türkiye'nin en iyi gitaristlerinden biri çıktı işte! Hala ayda yılda bir "olm napıyosun" başlıklı emailler yazdığım, "kız 9kat nerdesin" diye cevaplar aldığım, hepinizin dilinde en az 5 şarkısı dolanan, ergenlerin taptığı o grubun karizmatik ötesi baş gitaristi. Ama aynı zamanda da, o gece ilk defa denediği "kötü alışkanlık"tan milli takımdan atılan, sonra o kötü alışkanlığı malesef hayat tarzına çeviren, gittikçe daha çok kapılan, sonunda da çok çeken, evliliğinden, sağlığından olan, grubu dağılan ama bir şekilde kendini toparlayıp şu an yeniden çok iyi besteler yapmaya devam edebilen bir efsane adam... Benim içinse hala zulamdaki ülker 9katlarımı paylaştığım maviş gözlü, çorabını pijamasının paçasının üstüne geçirip de uyuyabilen, asla ranzanın üst tarafında yatamayan, sessiz, utangaç çocuk....

Bazen konserlerindeki çığlık çığlığa bağıran güruha bakıyorum da; "iyi ki hepimiz birden o takımdan atılmışız, yoksa bu çocuktan bu kral doğamayabilirdi" bile diyorum... Yaşıyorsa, Abdurrahman Hoca ne diyordur acaba..

Yani bazen çok anlamsız bazı olaylar oluyor, hayatın apayrı bir yola giriyor ve "neden böyle oldu, nedir bunun anlamı?" diye dövünüyorsun. Belki kendi hayatındaki değişimi göremiyorsun ama, aslında kelebek etkisi gibi, başkasının hayatında olması gereken değişimin ardçı rüzgarından etkilemiş olabiliyorsun. Kader denen şey.. ne bileyim ya, tuhaf işler bunlar.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder