3 Nisan 2019 Çarşamba

Çocuklarla Tayland Seyahati


2006'da çocuksuz, sırt çantalı bir Tayland seyahatim olmuştu, hatta bu bloğa yazdığım ilk yazı da Tayland üzerineydi. Hatırlamak isterseniz buraya tık tık. Şimdi ise biri 5 diğeri 2 yaşında iki küçük çocukla, yeniden ver elini Tayland..

Bu sefer sırt çantalarımıza ek olarak, iki küçük çocuk, iki küçük pelüş ayı, bir "vazgeçilemeyen" tuvalet aparatı ve bir bavul dolusu çocuklar için güneş kremi, sinek kovucu krem ve çeşit çeşit "çocuk oyalayıcı" oyuncak, kitap vs. ile Tayland'a resmen "göç ettik". 18 günlüğüne. Aslında işin sırrı şu: tüm gece uyuyacakları bir uçak yolculuğu seçin ve gittiğiniz yerden kocaman son derece plastik bir kürek tırmık ve kum oyuncakları seti alın ve arkanıza yaslanın ;) Belki birkaç da boyama kitabı..

Şaka bir yana, Tayland bu sefer farklıydı çünkü daha "lüks" gezdik. Mesela havaalanından direkt şöförlü bir araba kiralayıp 6 saatlik bir yolculukla "Koh Chang" adasına "teslim edildik" ve yaklaşık 10 gün boyunca denize ve güneşe bulandık. Tabii serde seyyahlık olunca öyle bir otele tıkılıp yerimizde durmuyoruz, her sabah çıkıp farklı farklı kumsalları keşfedip, farklı palmiyelerin altında oturuyor, farklı kumdan kaleler yapıyor, turkuazın farklı tonunu keşfediyoruz.

Ama temelde Koh Chang çok büyük bir ada değil ve önereceğim iki "az turistik, daha yerel" bölge var: Bang Bao ve Mu Koh Chang Doğal Parkı'na yakın bölgedeki "Serenity Resort". Özellikle bu ikincisinde tüm bir villayı oldukça hesaplı bir meblaya kiralayıp, çatı katınızda kendiniz barbekü yapabilir, özel jakuzinizde ya da otelin hemen kumsalın arkasında bulunan serin havuzunda adına layık "huzurlu" zamanlar geçirebilirsiniz. Otelin mutfağı da büyük küçük tüm misafirleri tatmin edecek kadar leziz.

Bang Bao ise farklı bir kumsal, daha yerel, daha insanlarla iç içe. Özellikle geceleri konakladığımız ve çok memnun kaldığımız Chivapuri Beach Resort'un önündeki kumsalda bulunan bar ve restaurant muhteşem bir atmosfer sunuyor. Çocuklar önünüzdeki kumsalda oynarken, yengeçler ya da midyeler ararken, ya da kumsala serpiştirilmiş hamak ve salıncaklarda sallanırken, siz inanılmaz romantik bir akşam yemeği yiyebilir ve (bol sulu) cin tonikleri götürebilirsiniz.


Hem Serenity Resort hem de Chivapuri Resort gerçekten çocuklarla çok rahat konaklayabileceğiniz hatta ufak tuk tuk gezileri dışında burnunuzu bile çıkarmak istemeyeceğiniz oteller ve kesinlikle öneririm. Yemekleri de sığ ve dalgasız turkuaz sahili de çocuklar için iyi seçenekler. Ayrıca sivrisinek nüfusunun baya önüne geçmişler, bu da özellikle benim gibi alerjiniz varsa, çok büyük bir sevinç!


Koh Chang'da kalırken lütfen bol bol "taxi" de denen yerel otobüs-tuktuklarla ufak kumsallar gidin. Tuk tukla seyahat etmek çocuklar için çok keyifli oluyor. Özellikle Bang Bao'daki yüzen market ilgi çekici olabilir, turistik eşyalar ve alışveriş için de tek seçenek. Fakat özellikle bebekler için bez bulma ve havuz bezi bulma sıkıntısı adada ciddi boyutta, bezleri ve kullanıyorsa diğer bebek eşyalarını kendiniz getirmenizi önereceğim. Keza güneş kremleri ve sinek kremleri de tabii. Onun dışında açıkcası çok ucuz ve hızlı "kıyafet yıkama hizmeti" her yerde var, iki üç kıyafet, bir parmak arası terlik, iki mayo ile koca bir tatili geçirebilirsiniz ;) Çocuklar gerçekten kuma ve denize bayılacakları için kitap bile okuyabilirsiniz! Anneler bu büyük lüksü kaçırmayın derim..

Koh Chang'dan Bangkok'a geçmek için yine şöförlü bir taksi hizmetinden faydalandık fakat bu sefer ortada bize ilginç gelen "Chanthaburi" kasabasında bir gecelik bir ara verdik ve D Varee Diva Rimmam otelinde kaldık. Açıkcası burada daha uzun kalmayıp Bangkok'ta 3 gece kalmamız büyük hata olmuş çünkü hem kasaba sevimli, pazarları ve tarihi evleri çok hoş. Hatta akşamları yaşlılar bir araya gelip merkezdeki kilise önünde jimnastik thai-chi ve dans gösterileri yapıyor, her akşam gün batımında! Bir de kasabaya özgü şahane meyveli şekerlemelerden mutlaka satın alın derim, özellikle "tamarin"li bir şekerleme vardı ki, tadı hala damağımda!

Bangkok ise.... Ah Bangkok :) Oldukça gürültülü, oteller sıkış tepiş, beyaz ötesi göbekli yaşlı adamlarla incecik uzun saçlı Tayland'lı kızlar vs iç açıcı bir kent değil.. Ama uçağa hazırlık için bir de bangkok'un ünlü yüzen pazarını, Yatan Budha'sını, kanallarda tekneyle gezmeyi ve orkid bahçelerini çocuklara da göstermek için 2 gün kalmak istedik. Gerçekten çok renkli, çok kültürel, çok lezzetli bir deneyim oldu. Tapınaklara omuzlar ve diz üstü kapalı gidiliyor, unutmayın. Yüzen pazar ise oldukça sıcak 43 derece civarında oluyor, göz önüne alarak gidin ama tek bir rehber eşliğinde yapılan özel ufak tekne (gondol türü) turları hem çocuklar için hem bizim için çok keyifli oldu.


Rehberimiz şahane biriydi ama tam Türkler gibi misafirperverlik konusunda takıntılıydı ve pazarı gezdirirken baktı biz birşeyler alıp yemiyoruz, o alıp alıp bize yedirmeye başladı ve tabii hijyen standartlarına takıntılı Avrupalılar olarak aklımız çıktı çocuklara verdiği açık karpuz dilimleri, tavuk etli muz yaprağına sarılmış birşeyler ve en korkunçu da tamamen sokaktan alınmış yapışkan pilav! :D Bizim normalde hiç bir şey yemeyen çocuklar da tabii bunlara saldırdılar, illa ki.. Fakat bi noktadan sonra insan salıyor, artık ne verse yer tadar olduk ve özellikle de şekerlemeler ve fasülyeden yapılmış pudingler falan tabii bir sanat. Ama tay mutfağı özellikle belirtmezseniz oldukça baharatlı olduğu için, çocuklar yerel pazardan çok fazla tadamadılar. Ama bir orduya yetecek kadar muz (hatta ağacı toptan söküp getirmişler adeta) ikram edildi ve hepsini de afiyetle yediler :)

Tabii ki bu kadar yemenin üstüne "yatan Budha" yı görmemek olmazdı..


Koh San caddesinde çocuklar için bir sürü ıvır zıvır oluyor ama kısa bir yürüyüş ve saçlara yapılan örgülerle ve çeşitli böceklerin kızartılmış hallerini inceleyip ve de yemeyip oradan da ayrıldık. Şehrin daha "modern" bölgesinde "Asiatique" diye bir bölge kurulmuş, yer tür yeme içme, turistik alışveriş yüklü meblalarla zengin Taylar ve turistlerin hizmetine sunulmuş. Astronomik rakamlara dönmedolaba binip Bangkok'u biraz yukarıdan da görebilirsiniz ama oldukça gereksiz, zaten bir sonraki gece yarısı uçağıyla aynı hizmeti beleşe alıyorsunuz :)


Kısaca Tayland çocuklarla çok keyifli. Bence bebek de dahil her yaş çocuk için güvenli, eğlenceli ve ailecek seyahat edilebilecek son derece rahat bir bölge. İnsanlar tabii ki çok güler yüzlü, yemekler muhteşem (bizim bey 7 gün kadar cırcır olup antibiyotiğe talim etse de) ve çocuklar için rengarenk bir kültür.. Kesinlikle tavsiye ederim!

Nisan, 2019.

15 Mart 2018 Perşembe

Çocuklarla Karayipler Seyahati

Karayipler denince aklımıza hemen Karayip Korsanları geliyor ve eminim bu yazıya "Çocukla Karayipler korsanları izlenir mi?" diye merak edip internette araştırma yapan anne babalar gelecek :) Karayip korsanları'na bilemem ama çocukla Karayipler'e gidilir.

Benimkiler biri 4 diğeri 1,5 olmak üzere ve her ikisi de doğduklarından beri "sırt çantalı gezgin". Yaşlarının bilmem kaç katı ülke gördüler ve bunların tamamı genellikle fazla seyahat edilmeyen, Doğu ve Güney ülkeleriydi. Bu sene rotamızı ilk defa Batı'ya kırdık ve kendimizi Martinique ve Guadeloupe adalarında bulduk.

Martinique ve Guadeloupe, her ne kadar dünyanın bir diğer ucu olan Antiller'de bulunsa da, Fransa olarak geçtiği için, AB vatandaşı ya da oturum iznine sahip değilseniz, vize istiyor. Air France'ın Paris aktarmalı uçuşları ile (malesef Paris'te bagajınızı da elinize alarak birbirine 1 saat uzaklıkta bulunan iki havaalanı arasında değişim yapmanız gerekiyor, bunun için havayolu size otobüs bileti veriyor ama aktarma arasında en az 3-4 saat olmasına lütfen özen gösterin) toplam 10-14 saat arası bir sürede varılabiliyor ve Türkiye ile arasındaki saat farkı (daimi yaz saati uygulaması nedeniyle) 7 saat. Fakat yorucu yolculuğa da, çocuklarla 1-2 gün süren saat farkı nedeniyle yaşanan jetlag'e de değiyor. Antiller tam bir cennet..


Biz ilk olarak Martinique'te 1 hafta geçirip, iç hat aktarması ile Guadeloupe'a geçip orada da 2 hafta geçirmeye karar verdik fakat çocuklarınız deniz yolculuğu yapabilecek yaşlarda ise, şahane yelkenli turlar var, en az bir haftanızı o şekilde geçirmenizi ve aradaki diğer adaları da görmenizi tavsiye ederim. Bizim iki numara yaşı nedeniyle bu planı şimdilik baltaladı ama sırt çantasıyla da çok güzel bir tatil geçirdik.


Martinique ve Guadeloupe, 1493'ten bu yana Fransız sömürgesi ve 1940'larda tamamen Fransa olarak geçmeye başlamış ama ben yine de Creole kültürü nedeniyle, daha önce gördüğümüz Seyşeller ya da Mauritus gibi olur sanmıştım, yanılmışım. Dünyanın en zengin ülkelerinden ve Fransa'ya tamamen bağlı oluşları nedeniyle; temizlik güvenlik sağlık gibi konularda tamamen Avrupa standardında (hatta daha da yüksekte çünkü ada halkı orada kalmaları için Fransa ve dolayısıyla AB'den aşırı düzeyde maddi yardım alıyor, memurların tamamı Fransa'dan gidiyor, maaşlar Fransa'nın iki üç katı). Tabii ki Fransızca konuşuluyor, kesinlikle başka dil (özellikle de İngilizce) bulma şansınız yok.

Her iki ada da volkanik ve bu volkanlar aktif. Ayrıca kasırga bölgesinde bulunduğu için, lütfen gitmeden önce mevsim şartlarını kontrol edin. Mesela biz biletlerimizi aldıktan hemen sonra, "Maya Kasırgası" Guadeloupe'un büyük kısmını yok etti ve bembeyaz (aslında beyaz ve siyah diyelim, volkanik tüf nedeniyle) kumlu sahiller birden çakıl taşlarıyla doldu. Yani gitmeden önce kalacağınız yerin haritadan silinmediğini kontrol edin derim :)


Her iki adada da volkanik tüf ve coğrafi konum nedeniyle yağmur ormanları bulunuyor ve genelde sabah ve akşamları yağmur çiseliyor ama bu Bayan 4 yaş'ın değimiyle: "sıcacık yağmur" ve sonrasında çiftli gök kuşakları falan olduğu için şahane bir deneyim. Yağmur hayatı kesinlikle etkilemiyor, 5dk yağıp duruyor, yerler hemen kuruyor, her yer yemyeşil, çiçekler ve doğa muhteşem. Tabii doğada yürüyüş, tırmanma, ufak uçaklarla adaları keşif, doğal parklar ve botanik bahçeleri de deniz turizmine alternatif. Hava ısısı genellikle 29 derece, deniz 24-25 derece. Tabii ki kumsallar muhteşem, Sarıdan simsiyaha, toz kumdan çakıla, dize kadar turkuaz derinlikten, koyu mavi boy aşan dalgalarla sörf yapmaya elverişli kumsallara dek, her çeşit deniz ve kumsal halini görebilirsiniz. Dalış yapmıyorsanız bile mutlaka deneme dalışı ya da cam tabanlı tekne turlarını deneyin.

Ne yazık ki Creole kültürü çok dominant değil, özellikle yemek beni çok mutsuz etti. Her iki adada da toplam 4 yemek var! 3 hafta boyunca ciddi derecede araştırdık, girmediğimiz delik kalmadı ve malesef deniz ürünleri hep aynı sosla (colombo sos) ve yanında beyaz pilav ya da patates kızartmasıyla geldi ve tadı kızartma oluşu nedeniyle gerçekten kötüydü. Diğer 3 opsiyon ise: aynı ağır sosta aşırı derece kuru tavuk butları (ve patates kızartması), pizza (bu konuda İtalya'ya rakipler, özellikle beyaz pizzaları domates sossuz ve somonlu vs. denemenizi öneririm) ve Accra. Bu sonuncusu balıklı, deniz mahsüllü kızartma toplar oluyor ve iyi yapıldıysa yağ emmediyse ve kuru değilse lezzetli. Yine bölgeye özgü gerçek hindistan cevizi sütü ve eti ile yapılan ve açık alanlarda satılan dondurmayı kesinlikle denemelisiniz. Yine fazla cesaretli ve midesiz arkadaşlar için (yani benim eşim) "kan sosisi" de diyebileceğim "Boudin" ve çiğ et ve çiğ yumurta ile yapılan ve yine eşim tarafından öle bayıla yenen tipik Fransız sofrasından "Tartar".. Tabii ki yanında rum bazlı kokteyller veya bölgesel biralar ve tatlı olarak da benim çok sevdiğim Malaga yani rumlu ve kuru üzümlü dondurma.. Çocuklar bir şekilde doyuyor fakat devamlı aynı şeyleri yedirmek istemiyorsanız, bizim gibi genelde 3 gün evde kendiniz pişirip 4. gün dışarda yemeyi tercih edebilirsiniz. Marketlerden ya da balık pazarlarından çok güzel deniz ürünleri ve sebzeler bulunuyor.


Konaklama konusunda her zaman dediğim gibi, paket turlardan da, otellerden de uzak durun derim. Biz hep kendimiz ev ya da stüdyo daire kiralıyoruz, hem çocuklar için geniş alan, hem bizim için ekstra bir oda lüksü, genelde havuzlu ve geniş bahçeli, mutfaklı ve tüm ihtiyaçlarınız düşünülmüş oluyor. Tavsiye ederim. 3 haftalık seyahat için 3 farklı ev kiraladık ve ilk defa Karayipler'de gördüğümüz "evden çıkış temizliği" adı altında 60-80 euroyu bulan (alternatifi kendiniz temizlemek, tabii tatilde olduğunuzu unutmadan) ekstra sürpriz çıktı, hazırlıklı olun. Yine adaların tamamını görmek, farklı deneyimler edinmek ve tüm kumsallardan bir tadımlık almak için araba kiralamanızı öneririm, çocuk koltuklarınızı unutmayın.

Fiyatlar genel anlamda tuzlu. 4 kişi 3 hafta orta düzeyde bir tatil için minimum 7500 Euro ve üstünü gözden çıkartmalısınız. Tabii uçak biletleri, konaklama, araba kirası ve yeme içme dahil. Bizim gittiğimiz Şubat ayı dönemini kesinlikle tavsiye ederim çünkü Mardi Gras olarak da bilinen "Karnaval" dönemi ve sokaklar rengarenk. Rio'nun biraz daha gösterişsiz, minik bir versiyonu. Özellikle Bayan 4 yaş renklere ve müziğe, kostümlere hayran kaldı. Yine bu dönemde özellikle haftasonları gece kumsallarda toplanan yerel halkların Creole müziği ve danslarını kaçırmayın.

Martinique için, mutlaka yapılması gerekenler:
- Le Diamant bölgesinde konaklama, daha az turist, daha konforlu evler, sabahları kumsalda koşmak
- St.Pierre'in denizden karaya doğru bir fotoğraf çekmek
- Rum fabrikalarındabir akşam geçirmek, çocuklara dondurma ikram ederken içinde rum olmadığına emin olmak ya da Bayan 4 yaş'ın kafayı bulmuş haline (bari) çaktırmadan gülmek
- Fort de France'a karnaval günü gitmek, neredeyse sıfır turist oluşuna şaşırmak - park yeri ve trafik sorunu çok ciddi boyutta, uyarayım.
- Le Marin'i karış karış gezerek tüm kumsallarda denize girmek ama özellikle St. Luce civarındaki saklı küçük kumsalları denemek, Grand Anse de Salines'te sakin bir köşe yakalamak
- Les Anse D'arlet'te şahane kokteylleri olan ufak kumsal barını bulmak ve uzun süre ayrılamamak
- Çocuksuzsanız ya da bir kaç saat doğada yürüyebilen yaşta çocuklarınız varsa kesinlikle trekking! Çocuklarla kesinlikle ufak şelalelere gidin ve şelale havuzlarında yüzün, çok hoş bir deneyim.


Guadeloupe için, mutlaka yapılması gerekenler:
- Hem Grande-Terre hem de daha yabani ve dolayısıyla daha az turistik olan Basse-Terre adalarında (evet kelebek ülke Guadeloupe ufak bir kanalla ayrılan iki adadan oluşuyor aslında) vakit geçirip aradaki farkı görmek. Özellikle Basse-Terre gerçekten çok yabani, hem doğa şartları daha ağır (daha yağmurlu, daha yeşil, daha hırçın kumsallar) ama kendine özgü bir güzelliği var. Fakat turistik olmaması nedeniyle, özellikle Pazar gecesi yemek bulmak için 3 saat dolaşabileceğinizi de bilin ve buzdolabınızı doldurup evinizde takılın derim. Grande-Terre oldukça kuru bir iklime sahip, genelde yağış olmuyor ve kumsallar geniş, kumluk ama dolayısıyla aşırı turistik ve kalabalık olabiliyor.
- Basse-Terre'deki Nautilius ile aile boyu denizaltı keyfini kaçırmayın. Can tabanlı tekne ile çocuklar da siz deçok güzel zaman geçireceksiniz ve arada verilen şnorkel molasını mutlaka değerlendirin! Dalış da fena değil ama yakın yerler yerine tekneyle gidilen uzakları tavsiye ederim. Daha da güzel bir alternatif, 4 yaş ve üstü çocuklar için yelkenli tekne turları. Özellikle gün batımı saatlerinde Deshaies'ten kalkan 15mt'lik tekneler maksimum 6-8 kişi alıyor ve mutlaka öneririm.


- Çocuklarla Grand-Terre'de mutlaka Botanik Parkı'na ve Hayvanat Bahçesi'ne gidin, yüzünüzü bükmeyin, gerçekten çok keyifli ve her ikisi için de en az 3-4 saat ayırın derim. Yine bu bölgedeki Çikolata Evi de mutlaka görülmeli, tadımlık ve satımlık :)
- Yine söyleyeceğim, çocuğunuza rumlu dondurma yedirmeyin, yedirdiyseniz de yüzüne gülmeyin bari.. Yine ufak ekler tipi pastaların da çoğu rumlu :)
- Basse-Terre'deki Plage de Grand Anse (kocaman dalgalar ve geniş kumluk) ve Petite Ansa (sakin dalgalar ve dar kumsal, park yeri sorunu) en sık gidilen kumsallar ve bizim kaldığımız bölgedeki plajlar dediğim gibi, "Kasırga Maya" nedeniyle çakıllaşmıştı. Çakıllı tüm denizlerde olduğu gibi burada da deniz kestanelerine dikkat.
- Grande-Terre'deki temel turistik alan St.Anne ile St.François arasındaki sahil kesimi ve tabii ki en güzel kumsallar da burada. İklim Basse-Terre'e kıyasla çok kurak, yağışsız ve daha az yeşil. Tabii turistik olduğu için yeme içme gezme ve alışveriş seçenekleri de çok bol ve daha ucuz. Alışveriş için St. François'deki limandaki dükkanlar ya da St.Anne'deki kumsal açık pazarını öneririm.
- G-Terre'deki en güzel plaj bence Bois Jolan; gölgeliği bol, turkuaz deniz, çocuklar için diz hizasında ve dalgasız. Yine ona çok yakın ve Club Med oteli içinde bulunan (halka açık) plaj da harika ama otelin animasyonu biraz gerebilir.

Özetle; Karayipler'de AB konforu ve güvenini arıyorsanız, Fransız kültürüne aşinaysanız (yoksa biraz kaba gelebilir) ve yemek konusunda standartlarınız fazla yüksek değilse (bu nasıl Fransa?! bu nasıl Creole?! demeyecekseniz)  Martinique ve Guadeloupe, Karayipler'deki çocuklu tatiller için gayet güzel seçenekler. Fakat ben yine de kulaç kulaç yüzme tutkunuysanız, karadan değil, denizden seyahat etmenizi, özellikle de motorsuz, yelkenli tekneleri tercih etmenizi önereceğim.. Tabii çocuklar kendilerini denize atmamaları gerektiğini anlayacak yaşa gelmeden zor :) Ama umut fakirin ekmeği.. O zamana dek, hep dediğim gibi, çocuklarla seyahat bir başka güzel, hele sırt çantalı seyahat, hmmm tadından yenmiyor.. İyi tatiller!

Yazı ve Fotoğrafların tüm hakları (c) Ceren Musaağaoğlu Schubert'e aittir ve izinsiz kullanılamaz.

15 Nisan 2017 Cumartesi

Mauritius Seyahati: Masal gibi bir ada-ülke

Çok küçük yaşlarımdan beri atlasları karıştırmaya, o uzak ülkelerle ilgili hayaller kurmaya bayılırım ve Mauritius, sadece ismindeki o tatlı müzik nedeniyle bile hayallerimi süsleyen ülkelerden biri olmuştur. İtiraf edeyim, büyüyüp de bir gün bu egzotik diyara gidebileceğim, hatta biri 3,5 yaşında, diğeri 5 aylık iki çocuğumla gideceğim aklımın ucundan bile geçmemişti! Gittim, gördüm, çok beğendim ve yazdım:

Biraz gezelim görelim:

Biz Mauritius'da 4 hafta kalacağımız için araba kiralayıp tüm adanın altını üstüne getirmeyi tercih ettik. Bir ufak çocuk ve bir bebekle seyahat ettiğimiz için de, bu dört haftanın tamamını lüks bir otelde geçirmek yerine, 4 farklı mekanda birer hafta konaklayarak, daha eğlenceli bir hale getirmeyi istedik. Tabii ki adada Batı standartlarında ve özellikle tayfun zamanı çok da dayanıklı ve güvenli 5yıldızlı oteller ve aradığınız tüm lüks ihtiyaçlarınızı karşılama imkanı var ama biz daha yerel, daha samimi ve 4 hafta boyunca bütçeyi fazla zorlamayacağımız bir "sırt çantalı" seyahat düzenledik - ve de çok ama çok memnun kaldık!

İstanbul'dan direkt Mauritius (Port Louis) uçuşları var ve uçak saatleri şahane. Çocuklar horul horul uyuyup, uyandıklarında da uçağın "nimetlerinden" faydalandılar, böylece adaya akıl sağlığımız yerinde ve enerji dolu ayak bastık. İlk durağımız doğu kıyısındaki, turizmin fazla olmadığı, sakin ve rüzgarlı ufak kasaba Trou d'eau Douce oldu. Şansımıza o hafta son 5 senenin en "celalli" kasırgası adayı teğet geçip Madagaskar'ın başına bela olduğu için, baya rüzgarlı ve ara sıra yağmurluydu ama bu bizi yakınlardaki turkuaz sahilleri keşfetmek, bol gölgeli sahillerde uzun uzun keyif yapmak ve de çocukları uyutup çiseleyen yağmur altında terasın güvenli kuytusunda el ele aşk tazelemekten alıkoymadı.


Trou d'eau Douce gerçekten sevimli, son derece sakin ve yerel bir kasaba. İnsanları inanılmaz misafirperver ve iyi niyetli. Konaklama için Tropical Attitude Hotel'i öneriyorlar ama biz giremedik çünkü içeri çocuk alınmıyor (çocuksuzsanız bence şahane konsept!). Onun yerine biz yerel bir aileyle Villa Mahe'de kaldık ve çok da memnun kaldık. Bölgenin tek turistik yeri Ile aux Cerfs adası ve özellikle cumartesi gecesi partileriyle ünlü bu adaya gitmemek olmaz! Gerçekten turkuaz sular şahane ama iki beyaz peynir görünümlü çocukla gölgelik bulacağım diye canınız çıkabilir ve genel tekne turizminden 1km öteye yürümeden de o şahane "tek başıma turkuaz sular ve beyaz kumlar içindeyim" selfie'nizi çekemeyebilirsiniz. La chaumiere masala restoranının ağaçlar altına kurulu tahta masalarında soluklanmanızı ve hint mutfağının güzelliklerini denemenizi öneririm. Yine kasabanın plajları arasında Belle Mare ve Poste de Flacq ile Poste Lafayette özellikle akşam gün batımında çok güzel, sakin ve gölgelik oluyor. Çocuklar ve çocuk ruhlu biz büyükler için Le Waterparkda ziyaret edilmeli.

Mahebourg (Maybor okunuyor) ve çevresini özellikle pazartesi günü düzenlenen pazar yerini görmek ve yerel mutfaktan nasiplenmek için görmenizi öneririm. Ayrıca Rault Bisküvi Fabrikası'nı da gezip el yapımı sağlıklı bisküvileri "5 çayı" aktivitesi adına tadabilirsiniz. Oraya kadar gitmişken, biraz daha güneye inip Blue Bay'in hakikaten adına yaraşan o masmavi sularında bir yüzüp çıkmanızı da öneririm. Mahebourg'un koloni mimarisi ve Blue Bay'in o sakin ve sıcak suyu konaklamayı oldukça cazip hale getiriyor ama biz günübirlik yaptığımız geziden de çok keyif aldık.

Doğu kıyısında geçen sakin ve bol rüzgarlı bir haftadan sonra, ülkenin şeker kamışı tarlalarıyla bezeli orta bölgesinden geçerek ve Moka kasabasında duraklayıp koloni mimarisinin çok güzel bir örneği ve şahane bir bahçeye sahip Eureka Evi'ni gezdikten sonra, Batı yakası'na vardık ve ikinci haftamızı da Pointe Aux Sables'de geçirdik. Bura Port Louis'e sadece 15dk uzakta, başkentin tüm gürültüsünden uzak bir ufacık kasaba. Hatta o kadar ufak ki, bir market ve bir pizzacı dışında hiç bir ticari mekan yok. Ama kiraladığımız ev bahçeli, yüzme havuzlu, iki odalı, mutfaklı, denizin hemen yanında bir villaydı ve çocuklarla çok rahat ettik. Kahvaltımızı yapıp mayolarımızı giyip çıkıyor, her gün yeni bir plaj keşfediyor, akşam da ya balığımızı salatamızı alıp mutfağımızda pişirip havuzumuzun kenarında yiyor (ve gece çocukları uyutup bir posta daha havuz keyfi yapıyor) ya da Port Louis'de Waterfront denen  hr tür lüksün olduğu bölgede yiyip eve uyumaya (ve yine havuz keyfine tabii) dönüyorduk.


Üçüncü hafta, biraz daha güneye, Tamarin'e indik. Balıkçı kasabası olan bu küçük kent, iki haftalık sakinlikten sonra bana fazla turistik geldi ve yunus gözlemleme, Casela Doğa Parkı ve dalış dışında çok fazla etkinlik sunmadı bize. Eğer büyük teknelerde açık deniz balıkçılığına meraklıysanız La Pirogue'u öneririm.

Son hafta, dönüş haftası olduğu için kendimizi biraz şımartmayı ve adanın turizm merkezi Grand Baie'de denize sıfır, şahane bir villada kalmayı umuyorduk fakat beklenmedik bir şekilde büyükbabamızı kaybettiğimiz haberini alınca, tatilimizi yarıda kesip acil bir şekilde eve döndük. Hemen bir iki saat içinde rezervasyonların iptali ve THY'den uçak biletinin ayarlanması gerçekten büyük şans oldu. Uçaktaki tek Türk bendim ve Mauritius uçuş ekibi gerçekten çok candan davrandı (reklam falan almıyorum, tamamen kişisel deneyimim).

Grand Baie'e Tamarin'de çok sıkıldığımız bir gün günübirlik gitmiştik o nedenle 1 hafta kalsaydık nasıl hissederdik bilmiyorum ama tek bir gün bile yetti bana. Turizm merkezi olduğu için biraz "beyaz adam"ın zevkine yönelik bol gürültülü, bol kızartma kokulu, kalabalık bir kent. Ben böyle yerleri çok fazla sevmiyorum. Fakat denizi gerçekten güzeldi. Sahilleri de kalabalık olmasına rağmen enfesti. Su özellikle turkuaz ve kum özellikle beyazdı sanki, boşuna turizm merkezi değil yani.. Yine 5 yıldızlı alternatifler çok fazla ama daha kişisel, daha samimi bir ortamda konaklamak istiyorsanız Coconuts'ı kesinlikle öneririm. Denize sıfır mutfaklı villalar, çocuklar için de çok güzel bir konaklama alternatifi. Son dakika iptalinde bile anlayışla yaklaşmaları da ayrıca güzeldi..

Biraz da bilgilenelim: 

Mauritius; korsanların gemilerinin tahta ihtiyaçlarını karşılamak dışında pek duraklamadıkları, hatta Arapların mercan resifleri nedeniyle bir türlü kıyıya yanaşamadıkları için "lanetli ada" adını verdikleri, tarihin başından koloni dönemine dek; rüzgarlı, kendi ekosistemiyle yaşayıp giden, sakin mi sakin bir adaymış. Ne olduysa Portekizli denizcileri takip edip adaya ayak basan Hollandalı'lar döneminde olmuş. Hollandalılar sadece gemileri için ormanları talan etmekle kalmamış, aynı zamanda o ünlü koca burunlu, komik görünüşlü ve insandan kaçmayacak kadar şaşkın Dodo kuşunun da neslini tüketmiş (boş yere aramayın, son canlı dodo 1660'ta  görüldükten sonra, resmini ancak kitap ve müzelerde bulabilirsiniz), onun yerine de adaya bugün bile turizmden sonra en çok parayı kazandıran şeker kamışını dikmiş, Java'dan geyikler getirmiş ve tütün ekmişler. Hollandalılardan sonra, Fransızlar adaya gelmiş ve yollar yapmışlar ama trafiğin soldan akmasının sorumlusu da tabii ki Hindistan üzerinden adaya ayak basan İngilizler olmuş. 1900 başlarında insan hakları devrimleri olduysa da, tam bağımsızlık 1968'de gelmiş. Şu an nüfusu 1,3 milyon olan adada Fransız, Hint ve Afrika kültürünün çok hoş bir mozaiği olan Creol kültürü hakim. Creol yemekleri yanısıra, Afrika'dan gelen Sega müziği ve dansı da kültürün temel taşlarından.


Mauritius'ta koloni mimarisinin en güzel örneklerini başkent Port Louis'de hükümet binasında ve Mahebourg (Maybor okunuyor) kentinde görebilirsiniz. Fakat Mauritius'da asıl yapılması gereken tabii ki deniz, güneş, dalış, su sporları, bol bol balık (özellikle adaya özgü Palm kökü salatası ve Ahtapot Köri) yemek ve adada üretilen Rum'un yanısıra İngilizlerce kültüre katılan cintoniği de tüketmek (özellikle sivrisineklerle başınız dertteyse). Fakat alkolle aranız yoksa ve bol şekerli, baharatlı tatlardan hoşlanan bir çay-severseniz, Hintlilerin Masala Çayı'nı ya da Fransızların Cafe Au Lait'sini de önerebilirim. Genel anlamda, kahveli, omletli, baget ekmekli bir kahvaltıdan sonra, kumsala yakın ufak tefek standlarda satılan içi sebzeli, balıklı ya da tavuklu şipşak samosa'larla öğle yemeklerini geçiştirip, adının önünde illa ki bir Chez olan restoranların birinde denize ve kıpkırmızı batan güneşe doğru bol körili deniz mahsulleriyle günü bitirmek; paha biçilemez.. Çocuklar için de çok uygun menüler var ve tüm adada yemekler çocuklara büyüklerden önce servis ediliyor, sanırım kültürel bir güzellik bu!

Çocuklar için:

Mauritius çocuklarla çok rahat seyahat edilebilecek bir ada-ülke. Sadece turkuaz deniz, bembeyaz kumsallar, çocukları güvenle salabileceğiniz (bazı alanlarda ciddi akıntılar oluyor, lütfen dikkat edin) sığ deniz köşeleri ile değil, aynı zamanda aktiviteleriyle de memnun kalacağınız bir ada-ülke. Mutlaka Casela Nature Park'a uğrayın ve tüm bir gününüzü buraya ayırın, özellikle hafif bulutlu bir gün seçerseniz yorulmadan, tüm safari alanlarını (ve hatta ellerinizle besleyebileceğiniz aslanları) da görebilirsiniz. Ayrıca La Vanille de adanın ekosistemini ve özellikle o dev kaplumbağaları görmek için sevimli (ve bol sivrisinekli) bir park. Ayrıca timsah yemekleri, çorbası vs denemek gibi bir tutkunuz varsa, parkın içindeki Hungry Crocodile Restoranına da bir uğrayın derim.


Daha büyük çocuklar için Tamarin'de yunusları izlemek ve Pointe aux Piments'deki akvaryum da önerilerim arasında. Ayrıca golf kursları, yelken ve surf kursları da adım başı karşınıza çıkıyor. Yazı içinde bahsettiğim Rault Bisküvi Fabrikası da lezzetli bir alternatif.

Özetle:

Mauritius, çocuklu ya da çocuksuz, lüks otel tercihli ya da sırtçantalı ve mütevazi, her tür turisti mutlu edebilecek alternatiflere sahip, sessiz sakin, kendi halinde güzel bir ada-ülke. Sivrisinekler ve başıboş köpekler benim gördüğüm tek olumsuz yanı - ve malesef ikisinden de çok fazla var. Fakat köpek korkunuz yoksa, zaten zavallılar insandan korkuyor ve pek yanaşmıyorlar, yanaşana da öyle acıyorsunuz ki, bir deri bir kemik hala yavrusunu emziren köpek analar beni ağlatmış ve tüm öğle yemeğimizi verdirtmişti günlerce.. Sivrisineklere de yanınızda bir elektrikli sinek kovucu ve bir koruyucu krem götürerek çare bulabilirsiniz.

Deniz, dalış ve su sporları için şahane bir ülke fakat Nisan başına dek kasırga dönemine dikkat etmek lazım yoksa rüzgar ve yağmur nedeniyle turkuaz sular çamurlu kahve, bembeyaz kumsallar ise otlu çöplü taşlı hale geliyor. Tropik iklim nedeniyle neredeyse her gün 5-10dk bile olsa yağmur çiselediğini de hatırlatalım.

Balayı çiftlerine ya da "egzotik bir yere gidelim ama nereye" diye düşünenlere özel not: 

Ben özellikle son 3 senedir gittiğimiz Seyşeller ile ya da yıllar önce gittiğimiz Maldivler ile çok fazla karşılaştırma yaptım ve itiraf edeyim ki Mauritius Seyşeller'e alternatif değil. Her iki ülke de finansal ve kültürel açıdan eşit ama Seyşeller bana daha sevimli, daha turkuaz, daha "bizim köy" gibi geliyor! Yani o kadar para dökeceksem, tercihim yine Seyşellerden yana olur. Ha Filipinler ya da Fiji derseniz, o ayrı hikaye ama iki küçük çocukla tekrar Fiji'ye uçmayı da gözüm yemiyor, o da bir gerçek ;)

Nisan 2017.

29 Kasım 2016 Salı

Blogdan uzakta 4 ay

Hala takip eden ya da merak eden var mı bilmiyorum ama bu akşam biraz yazmak istedim.. Tam 4 aydır bu blogdan uzaktayım. Hayatımda bir çok değişiklik oldu, mesela artık 4 kişilik bir aileyiz. Bugün itibarıyla 2,5 aylık bir oğlumuz var. Onun gelişiyle birlikte bir çok şey değişti elbette. Ama onun dışında da ben, başka türlü bir ben oldum bu dört ayda..

Sufizm konusuna iyice daldım. Daldıkça ne kadar derin sularda, ne kadar yüzeyde kaldığımı görüyorum. Nefesimi tutup azıcık daha derine dalmak istiyorum, ciğerlerim yetmiyor. Aynen çocukluğumdaki gibi, biliyorum, zamanla, her gün biraz daha derine dalacak kapasiteye ulaşacak ciğerlerim ama yine de bir limit her zaman olacak, eğer tüpsüz derin dalış konusunda uzmanlaşmayacaksam, sadece kendi merakım için, kendimi tanımak için dalacaksam.. Sufizmi modern hayata ve özellikle mesleğime uygulamak, benim yeni "derin dalış" hobim. Öğrendikçe daha da bağlanıyorum, aynen çocukluğumun denizaltı belgesel tutkusu gibi.

Ben kalbimi öğrenmeye açtıkça, kalbim de açılmaya ve kapasitesinin daha ötesinde bir algıyla dünyaya bakmaya başladı. Kalp gözüm açılıyor, diyebilirim.. Bazen eskiden verdiğim tepkilere gülüp geçtiğim oluyor, bazen olayların iki yüzünü değil, bir çok yüzünü görebiliyor, aynı anda hepsine yakınlık hissedebiliyorum. Empati yeteneğim gelişiyor, sanki kaos hakkında daha düzenli düşünüyorum. Tuhaf bir duygu. Kendinden çıkmışsın, daha büyük bir bütünün parçası olmaya doğru yükseliyorsun gibi.

Hayata daha farklı, bazen kendimi zorlamak değil de ikna ederek, daha olumlu ve sade bakmaya başladım. Bir çok insanın devamlı birşeylere yetişmeye çalışırken, hayatı kaçırdığını görüyorum artık ve onlardan olmadığım için kendi kendime gülümseyebiliyorum. Sadece düşüncede değil, eylemde de daha hafifim, daha safım, daha sakinim, daha huzurluyum.

Bazen ellerindeki aygıtla sanal hayata bağlanan onca insanı sakince, onlara fark ettirmeden, eleştirmeden izliyorum. Öyle tuhaf ki.. Sanal hayatın bu kadar içindeyken, gerçek hayatı kaçırdıklarının nasıl farkına varamazlar? Üstelik biz bu gerçek hayata doğmuş bir kuşağız, son kuşağız.. Çok zaman alıyor, çok zamanı boşa çalıyor. Hayatın, gerçek hayatın, elle tutulan, gözle görülen, koklanan ve tadılan hayatın kıymetini bilememek.. Çok acı. Bunu sosyal hayat ve mutluluk diye niteleyen öyle çok insan var ki..

Black Mirror'un bu son sezonunu izlemenizi öneririm.

Bu yazı bu bloğa yazdığım son yazı olacak, kapanış sonrası "ben iyiyim, bu yolu daha çok sevdim ve bu şekilde devam etmek istiyorum" demek istedim sadece. Sizlerle tanışmak, yollarımızın çakışması, çok güzeldi. Herkese bana kattıklarınız için teşekkür ederim, sağlıkla, iç ve dış huzuru ve bütünlüğüyle kalmak dileğiyle.. Hoşçakalın!

9 Temmuz 2016 Cumartesi

Mutsuzluk nedeniyle kapalıyız

Köşe başında bir dükkan var. Çoook eskilerden, belki 1950'lerden kalma bir kuaför salonu. Adı, sahibinin adıyla aynı; "Madeleine". İçi son derece klasik döşeli bu salonun, tek tük gördüğüm müşterileri hep yaşlı insanlar. Madeleine de çok yaşlı. Belki 1000 yaşında.. Gelip geçerken gördüğüm kadarıyla yavaş yavaş çalışan, kesimden çok sohbetiyle hizmet veren bir yaşlı kuaför kadın. Çoğu zaman, kendi gibi bembeyaz kıvırcık saçlı kocası da yanında olur. İkisi dışarıdan görülecek şekilde baş başa oturur, vitrin camında güneş görünce iki yana sallanan plastik oyuncak çiçeklerin arasında kahve içer, gazete okurlar.

Dükkanın camına bir gün bir yazı asıldı: "hastalık nedeniyle bir süre kapalıyız". Gelip geçerken gayri ihtiyari camına bakıp bu iki yaşlı insanı görmeye alıştığım dükkanın karanlık yalnızlığı içime dokundu ki, bir süre takip ettim. Madeleine'i tanımadığım halde, merak ettim hastalığını. Aylar geçti. Kış geçti, bahar geçti, yaz geçti, son bahar bile geçti ve tekrar kış geldi. Dükkan camındaki yazı değişmeden kapalı kaldı.

Bahar başında, önünden her geçişimizde vitrinde sallanan çiçekleri heyecanla kontrole koşan kızımı uzunca bir süre izlerken, birden alıştığım için okumadığım yazının aslında değişmiş olduğunu fark ettim. Artık "hastalık nedeniyle kapalıyız" yazmıyordu camda, "kalıcı olarak kapalıyız" yazıyordu. Okuduğum ilk an, içimi tarifsiz bir üzüntü kapladı. O an; hiç tanımadığım, değişen moda anlayışı nedeniyle dükkanına yolumun düşmediği, ama gelip geçerken mutlaka gözümün iliştiği bu yaşlı çifti bir daha göremeyeceğimi anladım. Bazı hayatların hikayesini dinlemeden de bilirsiniz; bu yaşlı çift o hikayelerden biriydi. İlle tanışmanız, konuşmanız gerekmez; bu insanları "zaten tanırsınız"..

Madeleine'i düşünerek başladım bu yazıya çünkü bloğumu kapatma kararı aldım. Vitrin camıma asabileceğim tek yazı ise; "mutsuzluk nedeniyle kapalıyız"..

Uzunca bir süredir, kendimi kendim gibi hissetmiyorum. Sanki kişiliğim ikiye bölünmüş gibi. Bir yanda tüm yaşam sorumluluklarının altında tek başına yılmadan mücadele eden, sahip olduklarına şükreden, dünyaya sade ve tasasız gözlerle bakmak için kendini eğitmeye çalışan bir C. var. Öte yanda ise; içi insanların, ülkelerin, dünyanın geldiği noktayı almayan, adaletsizliklerle, kırgınlıklarla dolu "gerçek yaşam"la savaşmaktan, olan biteni kabullenememekten yorgun, umudunu kaybetmemek için çırpınan bir C. var. Hepimiz bu ikilemde değil miyiz zaten..?

Fakat; sadece bu değil. günlük hayatta mutsuzlukla mücadele ediyorum bir süredir ve son zamanlarda bundan çok yoruldum, tükendim. 3 haftalık Türkiye ziyaretimin bana iyi geleceğini sanarken, daha dertli döndüm artık "yuvam" olan bu gurbet ülkeye.. Oysa bu üç haftada tam 10 kitabı devirecek düzeyde "dinlen(diril)miş"ken, hala ve ısrarla hissettiğim: çok ama çok yorgunum, öyle yorgunum ki..! Uyumak, okumak, düşünmemek, herşeyden uzaklaşmak değilmiş mesele.. Mesele içimdeymiş..

3 haftadır ben kendimi tanıyamıyorum. Sadece tek başıma kalmak istedim. Ailemi, kızımı, dostlarımı dahi görmek istemedim. Kimse bana ilişmesin, karışmasın, kimse "anneeeğ" diye bağırmasın, neşeli bir şekilde "yemek hazıııııır" bile demesin. Sadece beni benle bırakın! demek istedim. Taş devrinden bu yana sosyal varlıklarız, bu mümkün mü..?! Ya da normal mi, bir psikolog olarak insanlardan kaçmanın, kendi içine kapanmanın tüm ruh hastalıklarının ilk habercisi olduğunu bile bile..?! Yapamadım. Çünkü öbür C. "şükret, mutlu hisset, mutlu et" diye bangır bangır bağırıyor içimde çünkü sağlıklı insandan "beklenen" bu. Ki; onu da yapamadım. Ne şükredebildim (sanki kapkara bir bulutun altına girmiştim), ne mutlu hissedebildim (herşeyin kötü, eksik, yanlış yönünü görüp durdum), ne de mutlu edebildim (sürekli gergindim, çabuk parlıyordum, tahammül eşiğim inanılmaz düşmüştü).

Kendimi çok zorluyorum. Kendimi iyi bir insan olmak için, huzurlu, sevecen bir insan olmak için, olaylara iyi yönden bakabilmek için çok aşırı zorluyorum. Oysa içimde kor halinde yanan bir endişeler zinciri var. Gelecekle, özellikle özel yaşamımda önümüzdeki 6 aylık süreçte olacaklarla ilgili çok ciddi endişelerim, korkularım var. Önümü çok net göremiyorum ve ailem, psikoloğum, eşim ve dostlarım defalarca ellerini uzatmaya çalışsalar da, aslında kimseden destek alamıyorum ve bu dünyada kendimi yapayalnız hissediyorum. "Her insan yapayalnız doğar ve yapayalnız ölür"e takılmış haldeyim, oysa aradaki upuzun, yaşam denen yolun "kalabalıklığını" göremiyorum.

Oysa fiziksel anlamda yalnız değilim; yakınlı uzaklı bir çok dostlarımla düzenli görüşüyorum, sosyal, girişken bir insanım. Fakat "yalnızlık" dediğim şey aslında "desteksizlik" sanırım; yani gerçekten benim işime yarayacak destek mekanizmalarım yok. İşimde bana süpervizörlük veren bir üstüm yok, evimi temizlemeye bana yardımcı olabilecek biri yok, kızımı acil durumda hiç sualsiz 2 saat "bırakıvereceğim" biri yok, içim daraldığımda kaçıp gidebileceğim sadece bana ait bir zamanım bile yok (en kötüsü de bu belki). Herşeyi tek başıma halletmem ve halime şükretmem bekleniyor. Üstüne de, her an güler yüzlü olmam bekleniyor, her an kibar ve sakin olmam bekleniyor.

Çoğu zaman - özellikle Almanya'da nedense - bunu başarıyorum - Türkiye'de ya yaşamın kaosu, ya aşırı kalabalıklar, koşturmacalı hayat anlayışı ya da insanın en yakını olan ailesine karşı tüm nefretini kusabilme özgürlüğü / patolojisi midir nedir, kendim olamıyorum! Gerçekten evet tam olarak bu; kendim olamıyorum, asıl ben gidiyor, yerime huysuz, olumsuz, tahammülsüz, aceleci, çekilmez bir ben geliyor. Neden böyle, çözemiyorum. Türkiye'ye gidişlerimi bu nedenle azalttım son yıllarda, ailemle görüşmelerimi seyrekleştirdim çünklü bakıyorum uzaktayken sanki daha "yakınız". Çünkü ben kendim gibi davranıyorum, uzaktayken "asıl ben" olabiliyorum. Asıl ben, güzel biri.. Tanısanız koşulsuz seversiniz. Ben de seviyorum.. Ama öteki ben, beni üzüyor.. Bu iki "ben" öyle zıtlar ki, kendimi de çevremi de yoruyor.. Bu iki ben, bir arada olamıyor..

Çok uzadı bu iç dökme. Oysa dediğim gibi, kısaca "mutsuzluk nedeniyle kapalıyız" yazmam yeterliydi.. Zaman zarfı bile belirtmeme gerek olmayan, içimdeki herşeyi özetleyen, kısacık bir not.

Alabileceğim her tür desteği - psikolojik ve fiziksel; almaya çalışacağım. Çünkü önümüzdeki 6-8 aylık süreç beni gerçekten zorlayacak bir süreç. Bazı planlarım var; iş yerindeki yükümü biraz hafifletmek, gerekiyorsa maddi anlamda biraz açılmayı göze alıp bazı ev ve çocuk bakımı işlerine çok sık olmasa bile en azından düzenli rutinde yardımcılar bulmak, en önemlisi de kendime ciddi anlamda rahatlayacağım, "nefes aralıkları" yaratmak ve bunu bir lüks değil, hakkım olarak görmek. O zaman "şükret, mutlu ol ve mutlu et" de bir emir kipi olarak değil, kendiliğinden gelecek hayatıma diye düşünüyorum.

Benim hiç tanımadığım Madeleine'i özlediğim gibi, siz de beni özlerseniz şayet; arayıp sorun lütfen.. Elimden geldiği kadar sizleri okumaya, takip etmeye çalışacağım. Kalın sağlıcakla; sağlıkla, mutlulukla, iç ve dış huzuruyla..


Dipnot. En üstteki görsel bana Madeleine'le eşini de hatırlatan, gittiğim bir cafe'de gördüğüm bir çiftin gizlice çektiğim (evet çok ayıp ettiğim ama dayanamadığım) fotoğrafı. Titreyen elleriyle tekerlekli sandalyedeki eşine dondurma yediren adam, aşkın, sevginin, merhametin, insan olmanın fotoğrafı.. Ortadaki görsel, karısına "şu an aklından ne geçiyor, bir kağıda çizsene" diyen adamın cevaben aldığı kağıdın fotoğrafı. En alttaki görsel ise, kahve içebilecek lükse sahip olsam, kahvemi içinde içmek istediğim fincanın fotoğrafı..

30 Haziran 2016 Perşembe

Çıplak ayakla çime basmadaki huzur

Amerikalıların aksine, Almanlar da bizim gibi eve girişte ayakkabılarını çıkartırlar. Yeni evler genelde yerden ısıtmalıdır ama daha eski evlerde ya da Bavyera geleneklerini koruyan ailelerde aynen bizimki gibi ev terlikleri de vardır hatta. Ama genellikle çorapla, yazın çıplak ayakla da gezilir, aynen bizde olduğu gibi. Sanırım aradaki tek fark "aman kızım taşa basma üşütürsün" diyen Türk analarının eksikliği :)

Ben çocukluğumdan beri taşa mümkünse çıplak ayak basan biriyim. Kafayı saymazsanız üşüttüğüm, yani bu nedenle üsüttügüm, görülmüş şey değildir. Bir tek duş camını ya da adam gibi yıkanmayı akıl edemeyen bazı şuursuzların geride bıraktıkları ıslak banyolardan çok huylanır, onda bile bazen terlik giymek yerine ayaklarımın dış ayasına yamuk yılık basarak, ayak parmaklarımı yukarı kaldırarak tuhaf Hint fakirleri gibi yürür, üşenmez bez alıp yerleri kurularım. Böyle yürürken insan bazen bileğini burkuyor, pek tavsiye etmem ama nedense sanki özellikle de parmaklarım ıslak yüzeye değerse mikrop alacakmışım, hani havuzdan bu şekilde mantar kapacakmışım korkusu da var bilinçsizce.. Huylanırım umuma açık ıslak yerlerden, orda mutlaka giyerim terliğimi yani.

Fakat yüzey ıslak değilse hatta doğanın o yumuşacık koynundaysam, kimse beni tutamaz çıkarır atarım ayakkabıyı terliği. Çıplak ayakla kayalara tırmanmak, dikenli dallı bile olsa çıplak ayakla bahçe sulamak, kumda yürümek, hele hele çimde yürümek şahanedir. Hele ıslak çim, bana ıslak havuz kenarında yaşadıklarımın 180 derece aksi hisler verir ve çok rahatlatır, kendi kendime gülümsetir. Bu hisleri bu günlerde sık sık yaşıyorum ve tüm olumsuz enerjinin üzerimden toprağa akıp gittiğini, rahatlayıp gevşediğimi hissediyorum.

Bizim kız görüntüde benim kopyam olduğu halde, davranış ve alışkanlıklarda hiç bana çekmemiş bu konularda (ve aslında bir çok konuda da). Çimene hem de su ustteki fotodaki annemlerin cennet bahcesindeki mis gibi, yumusacik cimene, çıplak ayak mümkün değil basmıyor, kumdan azami surette huylanıyor, bebekken bile böyle bulaştırarak dökerek yediği olmadı! Catalı bırak bıçakla peçeteyle İngiliz kraliyetinin gözbebeği Charlotte prenses misali yiyor. Pek hos bir durum degil, cunku psikolog olarak kirli bir cocuktan daha cok asiri temiz bir cocuktan korkarim ben.. Dogal degil cunku "temiz kalmayi basaran" bir cocuk.. Ama tuhaf iste, boyleleri de var ve ailenin verdigi egitim ya da davranis kurallari degil, bizzat cocugun icinden gelen, kisiligiyle ozdeslesmis durumlar bunlar.. Aklimin almadigi "cime basmaktan rahatlama ozurlu insan tipi"ni bizzat kendim buyutuyorum, kisacasi :) Tuhaf ki ne tuhaf..

Bu da bana sunu ogretiyor, cocuklarimiz bizden doguyor ama bizim malimiz, bizim gibi olmasini isteyebilecegimiz ya da bizim basaramadigimiz hayallerimizi gerceklestirecek hayat planimiz, projelerimiz degiller.. Onlar bizden farkli, kendi sahislarina ozgu huy ve hayallere sahip bireyler. Bize gore yanlis yolda da olsalar, secimleri bizim deger ve tutumlarimizdan cok farkli da olsa, onlari kabul etmek, onlara destek vermek, olsa olsa deneyimlerimizi aktarip yanlis yollarina isik olmak ama hayat secimlerine mudahale etmemek bizim ebeveynlik gorevimiz. Ne zor is yarabbi!

25 Haziran 2016 Cumartesi

Her gün, sadece o günü yaşamak

Ingilizce'de "Take life one day at a time" diye bir atasozu vardir, asagi yukari "her gun sadece o gunu yasa" anlamina gelir. Son zamanlarda, sanirim birkac aydir, basarabildigimi dusundugum ve begendigim bir oguttur bu.

Biz bazi ekoldeki anksiyete terapistleri de, aslinda anksiyeteyi "gelecege dair duyulan kaygi", depresyonu ise "gecmiste ilan bitene dair duyulan kaygi" olarak tanimlar ve bu sorunlarin temelinde "icinde bulundugumuz su ani yasayamamak" oldugunu one sureriz. Yani danisana ani yasamayi ogretebilirsek, depresyon da anksiyete de kendiliginden gececektir.

Fakat tabii insan dusunen ve zaman mekan mantigi mevhumuna sahip bir canli ve gecmise takilabiliyor, gelecekle ilgili kuruntular yaratabiliyor. Herseyi bosverip ani yakalamak, biraz saf gonulluluk gibi kaliyor en hafif anlamda. Iste bu noktada "ani yakalamak" aslinda, icinde bulundugun anin farkindaligini yaratmak, endise ve pismanliklardan bu sayede kendini yalitmak anlamina geliyor. Bu; mutlu ve doyumlu bir yasam gecirebilmek icin, ogrenilmesi gereken bir yeti.

"Her gun sadece o gunu yasa!" ogretisi de bu noktada onemli. Cunku bazen oyle cok hayat listeleri ve planlanmis isler yaratiyoruz ki, hayat monotonlasiyor, rutine ve basari / basarisizlik listesine donuyor, bu da yasam doyumunu dusuruyor, memnuniyeti azaltiyor, kisiyi ruhsal sorunlara yaklastiriyor. Oysa her gun, o gun icin sadece 3 ulasilabilir madde koymakla baslasak, bu bile bir kardir. Mesela,
1. bu gunun bitiminde cocuklarin bir sekilde doymus, temiz ve guvenli halde yataga gitmelerini saglayacagim
2. bugun ne kadar yogun olursa olsun, 5 dakikami kendime ayiracagim ve bu 5dk boyunca kimsenin isine kosmayacagim, yapmak zorunda oldugum bir seyi degil, zevk aldigim bir seyi yapacagim
3. bugun ne kadar kotu / zor gecerse gecsin, mutlaka bir an olsun guzellik kapimi calmistir. Gun icinde olan guzel bir seyi hatirlayip, bir sure onu dusunecek ve gulumseyecegim.

Bu kadar. Bu sekilde baslanabilir, gerisi hayal gucunuze bagli gelisecektir zaten. Bu egzersizlere basladigimdan ve yasamimi bilincli olarak yavaslatmayi denemeye basladigimdan beri, gunlerimden hem daha cok verim aliyorum (kosturup durnak aslinda insana normalden fazla zaman kaybettiriyor) hem de aslinda gercekten benim icin su hayatta neler onemli, neler vaz gecilebilir ogreniyor, kendimi daha derinden tanimaya basladigimi (ve belki de gunun birinde gercekten sevecegimi bile) hissediyorum. Bu yonde bir kisisel gelisim bana daha samimi, dogal geliyor.

Ve her gun sadece o gunu yasamak.. Gelecege dair plan yaparken secici olmak, hayati planlarla degil, gercek deneyimlerle doldurmak. Bunlar hayati anlamli kiliyor, icini dolduruyor. Bir de yaris ati gibi haldir huldur soluksuzca yasamayi degil, kendini idareli kullanmayi da ogretiyor insana. Ölüme bu kadar takilan entellektuel zihin, aslinda yasama anlam vermeye calisiyor, hepsi bu.

22 Haziran 2016 Çarşamba

Uyuyan kişiyi izlemekteki huzur

Su an, Almanya'nin 14 derecelik Haziran'inin bir hediyesi olarak yaninda getirdigi burun tikanikligi nedeniyle hafif hafif horlayarak uyuyan kizimi izliyorum. Gunduzleri devamli devinim halinde.. Her dakikasi bir is ugras, kendini kanitlama ve kendini gerceklestirme azmiyle dopdolu. Oysa geceleri, simdi uyurken, hafif hafif nefes alip verirken ne kadar sakin, huzurlu, huzur verici.

Onu izledigimden habersiz..

Uyurken izledigim baska insanlar da oldu. Beni uyurken izleyenler de mutlaka olmustur. Asagi yukari uyuyan bir insan icin bu hisleri duyariz degil mi; huzurlu, sakin bir uzaklik hissi. Kim bilir beyni ona hangi goruntuleri sunuyor, gunun tortusundan secilenler, kimseye acmadigi fantaziler, korkular belki. Bazen dudaklar kipirdar hafifce, belki ruyasinda birine seni seviyorum diye fisildadi, ya da isyerinde patrona kiziyor, istifayi basiyor su an, o tek kas da kalkti bak, olay ciddi belli ki..

Bazense sadece uyurlar. Ritmik nefes alis verisler, arada hafifce ic cekmeler, bir yandan obur yana donmeyle degisen ritm, uyku ahengi..

Odayi ya da hayati paylastigin kisilerin nasil uyudugunu bilirsin. Bazisi yaz kis ince de olsa bir ortunun guvenini ister uzerinde, bazisi ayaklarini sigdiramaz yataga illa ki tasirir uctan yandan, bazisi yastigi bir sevgili gibi kucaklar, bazisi kolunu basinin altina yoldas eder. Bazi uykuya gecis rituellerini ogrenirsin beraber yasadigin insanlarin, oylesine siradan, o kadar da ilginctir.

Ölümü de dusundurur sana bu uykulari gizlice izleme aliskanligi, meslegi geregi binlerce insanin olumune sahit olmus annenin sozu aklina gelir, "kimi uyur gibi huzurlu, kimi acidan kasilmis yuzler" sozu.. Oysa tum kaslarin gevsedigini sanarsin olumle.. Gercekten hissettigim, sanki biri bir salteri indiriyor, o kadar.. Gerisi karanlik bosluk yokluk.. Derin, ruyasiz bir uyku gibi. 19.yy basinda oluleri yasiyormus gibi giydirip poz verdirtip son fotograflarini cekmek cok yayginmis, biliyor muydunuz? Hatta cogu fotograf olulerin fotografidir, yasayanlar fotograf cektirmezdi o donemde deniyor, malum hareketsiz uzun sure beklemek gibi teknik sorunlar da var.. Mesela su yandaki fotodaki tum cocuklarin olu oldugunu soylesem..? 1800'lerde insanlar sandigimiz kadar "naif zarif" falan degilmis, tuhaf zevkleri ve aliskanliklari varmis, gercekten urkutucu..

Ölü bir insani degil ama onun bir tik oncesi ve yakini olabilecek uyuyan bir insani izlemeyi severim; bazen otobus ve ucak yolculuklarinda, bazen o huzurlu sessizlikte kendim uyku tutmazken tanidigim yuzlerde.. Sanirim tuhaf bir huzur buluyorum; icten, rol yapmayan, kendi gibi gorunen, bundan gayri de sansi olmayan bu yuzlerde..

10 Haziran 2016 Cuma

Yaz okumaları üzerine

Benim için; en azından çocukluğum, gençliğim ve genç yetişkinliğimin büyük bir kısmında; yaz mevsimi demek, deniz ve kitap demekti. Okullar kapanıp da 3 aylığına ananemin yazlığına "göçme"mevsimim geldiğinde, kitap dolu bavullar hazırlayışım, sonra onları o deniz gören yatağımın başucundaki mermer pervaza sıralayışım, kitapların arasından görülen o masmavilik.. Yavaş yavaş yazın olgunlaşmasıyla gelen cırcır böcekleri, incir ve üzüm ağaçlarının baygın kokuları, uzayıp giden ve insana hiç bitmeyecekmiş hissi veren Ağustos öğleden sonraları.. Yaz bu demekti, ne şanslıymışım..

Bir yaz mesela Red Kit çizgi romanları ve bahçede çadır kurmakla, yemeklerimi (en severek de Ege'nin bahçelerinden toplanmışzeytinlerin yağında mis gibi pişirilmiş, buz gibi servis edilen yeşil fasülye, yanında çoban salatası ve taş gibi yoğurt yerdim o sene) bile o çadırda yemekle geçti.. Bir başka yazı ise, Agatha Christie'lere dalmış, tüm seriyi okumuş, gecenin puslu karanlığında yatağımdan sadece başımı kaldırarak denize bakarak, dalgaları dinleyerek, anca ergenlik öncesine mahsus o sakin ve meraklı dönemde insana hasıl olan o dingin hayallerle dolu yani Herkül gibi bir dedektif olduğumu ve o Ege kasabasının sakladığı tüm gizemleri çözdüğümü hayal ederek geçirmiştim. Bir başka yaz - o yaz ne çok yağmur yağmıştı - Rus klasiklerini keşfetmiş, Dostoyevski mi Tolstoy'mu ikilemine hiç bulaşmadan hepsini yalayıp yutmuş, sonra yıllarca döne döne okuduğum aynı kitaplarda daha derin başka bir şeyler olduğunu keşfedip durmuştum.

Yaz demek, masmavi bir denizde yüzerken aklının hala o romanda olması demekti. İyi bir romanın içinde yaşamak ve bittiğinde sanki yaz sonu anca bir sonraki yaza kavuşacağın yakın bir dosta veda ediyormuşsun gibi bir düğüm hissetmek demekti..

Her yaz kulelerce kitap okurdum, çoğu zaman öyle ayrı bir dünyada yaşardım ki, adımı defalarca seslendiklerini bile duymaz, bazen "yeter artık gözlerine yazık"ı duymadan elimden kitabı bırakmaz, çevremde olan bitenin ayırdına varamazdım. Bu bana normal gelirdi, oysa ne büyük lüksmüş..

Artık senede 25-30 kitap anca okuyabiliyorum, Bunun nedeni benim yetişkin dünyasının sorumlulukları içinde asla kendimle baş başa kalamamam mı, yoksa şu an sadece bahane üretiyor olmam mı, emin değilim.. Her neyse; bu yaz kısacık da olsa, denizsiz de olsa, kendimle baş başa, kitaba gömülü birkaç güncük olsun yaşamak istiyorum..

1 Haziran 2016 Çarşamba

Hoşçakal çatıdaki kuş

Yıllardır salonumun penceresinden bakıştığım bir kuşum var. Tesadüf olamaz, bu kuş yıllardır günün aynı saatinde aynı çatının aynı noktasına gelip beni izliyor. Ben de onu izliyorum. Karşılıklı bakışıyoruz, hayvanat bahçesi denen hapishanelerdeki tutsak gorillerin, onları cam ya da barlar arkasından izleyen insanlara boş gözlerle bakışları gibi..

Bazen boş bulunup, oturduğum koltuktan kafamı kaldırıp çatıya bir göz atıyorum, kuşum oradaysa içimi bir huzur kaplıyor. Nedensiz. Kuşum yoksa, nerede olabileceğini düşünmek, hava güzelse huzur veriyor. Yağmur ya da karlı havalarda gözüm daha sık takılıyor karşı çatının o uç noktasına.

Karşı evdekiler bu kuştan habersiz yaşayıp gidiyorlar çünkü kimse kendi çatısını göremez. Belki onların da bizim çatıya gelen kuşla bir samimiyetleri var, ben de bundan habersizim. Bu düşünce beni gülümsetiyor. Aynen bazen kendi karakterimize ait kusurları göremeyişimiz gibi..

Bu evden ayrılmamıza sadece 15 gün kaldı. Kuşum taşınma hazırlıklarını ne kadar görebiliyor, ne kadar anlam yükleyebiliyor bilmiyorum. Belki karşı çatıda olmadığı zamanlar izlediği başka hayatlardan biliyordur. Belki de günü birinde evi boş boş görecek, o da benim onu merak ettiğim gibi, benim yokluğumu merak edecek. Belki benim yerime, benim koltuğumun yerine koyduğu bir başka koltuğa oturacak bir başka kadını görecek, onu benden daha merakla izleyecek. Ya da çok uzağa gitmiyoruz ya, belki bir gün tesadüf eseri birbirimizi buluvereceğiz bir başka pencereye bakan bir başka çatıda.. Neden olmasın?

20 Mayıs 2016 Cuma

Mor salkımlar

Malezya çok güzel geçti, cümbür cemaat eğlendik ve çocuklu, seyyar halleri bol bir tatil olmasına rağmen dinlenmeyi de başardık. Seyahat bloğunda ayrıntılı yazıcam ama kısaca; gidin görün, herkesin tercihi hemen dibindeki Tayland, Bali falan oluyor ama Malezya insanıyla, doğasıyla, mutfağıyla güzel bir alternatif.

Bu sene El Nino etkisi ile biraz kurak geçiyor, 36-37 derecelerde ve o şakır şakır, celalli yağıp geçen tropik yağmuru sadece 3 gün tadabildiğimiz bir tatilden, çocuğun ilk ciddi jetlag'ini rahat geçirmesi için bir de Umman'da 2 gün duraklama yaparak ve 43 dereceyi görerek dönünce, 12 derecelik Münih havası, etrafın yemyeşilliği, hele hele mor salkımların patlamış olması beni tuhaf bir sevince ve enerjiye boğdu. 

Bu yandaki bizim yeni bahçenin manzarası, masal diyarları gibi.. Bu bahçede geçen bir çocukluktan sonra insan ya yazar olur, ya sanatçı olur ama o insandan kötü bir şey olmaz! Çocuklar için içim rahat etti. Bir taşınabilirsek, bahçemde çaya, kahveye bekliyorum, darlanan gelsin, açık çek..

Fakat; bahçeden ziyade mor salkımlar özel bir yazı istedi benden. Bu çiçekler de aynen daha önce bahsettiğim kestane ağaçları gibi bana Bursa'yı hatırlatan bir unsur, o nedenle Münih'i daha ilk günümden severek benimsedim (benden size tavsiye, bir şehre baharda taşının ki o şehre aşık olabilin).

Mor salkımlar evleri, çardakları, yol kenarlarını bürümüş ve kalbimi fethetmiş halde. Baygın kokularına, üzüm tanesi gibi saçaklı hallerine, hiç aceleye getirmeden, sakin sakin, kapıya dayanmış yazın müjdesini verişlerine bayılıyorum. Yaz, bahardan sonra hatta Münih'e taşınalı beri bizim baharla aynı hisleri verdiği için, bahar kadar sevdiğim bir mevsim ve daha yeni başlıyor oluşu bile mutlu olmak için yeterli.. Bencilce sadece yaz ve bahar olsa, kış hiç olmasa diyenlerdenim..

Bu mevsimlerde yürümelere, kokuları içime çekmelere, heyecanımı yakınlarımla paylaşmaya doyamıyorum. İlk yıllarımızda tepedeki ayı bile fark edemeyen şehir çocuğu eşim, son bir kaç bahardır benden önce goncaları işaret etmeye, heyecan duyduğunu belirten bazı cümlecikler kullanmaya başladı ya, bir insanı daha "dark side"dan döndürdüm falan gibi hissediyorum. Kızımsa hala saatlerce karınca, arı ve rüzgarın oynattığı yaprakları izleme derdinde, aynen benim onun yaşındaki halim gibi :) Büyük ihtimal kurduğumuz hayaller bile aynıdır, bu düşünce içimi ısıtıyor..

Bir de evin önündeki "çalılık" bembeyaz mine mine çiçeklere büyündü. Bu ne çiçeği hiç bilmiyorum ama inanılmaz da güzel kokuyor! Bilen varsa öğrenmek isterim bu güzelin ismini.. Düzelten çıkmazsa ben kendisine taze gelin çiçeği ismini taktım, ona göre.

Günlerim evi toplamak ve kolilemekle ve takip edenler için, çok zaman ve enerjimi alan, büyümesinin önüne geçemediğim ve artık yetemediğim diğer anne bloğumun 31 Mayıs'ta gerçekleşecek kapanış yazılarını yazmakla geçiyor (bu sayede bu bloğuma artık daha fazla zaman ayırabileceğimi de umuyorum, çok boşladığımın farkındayım) ama bu sırada baharın ve yaz başının keyfini de kaçırmadığımı bilin istedim. Münih'i ziyaret etmek isteyenler için de bir hatırlatma, en güzel zamanımız başladı, bira bahçelerimiz açıldı, eylül 15'e dek gelin, keyfini beraber çıkartalım! :)

29 Nisan 2016 Cuma

Malezya: "Gerçek Asya" Seyahati


Başlığı böyle attım, çünkü bir dönem Malezya hükümetinin turizm bakanlığı böyle bir sloganla ülkelerine turist davet ediyorlardı. Bir de ahenkli bir şekilde hoş bir tınıda söylenince insanın kulağında bir hoşluk, "gidilesi" bir tat bırakıyordu. Gerçekten gidip görünce, bir defa daha ikna oldum, evet Malezya tam bir gerçek Asya güzeliymiş, haklılarmış.

Malezya'ya aslında bundan 3 sene önce gitmeye karar vermiş ama hamilelik nedeniyle planlarımızı iptal etmek durumunda kalmıştık. Bu sene 3 yaş altı bir çocuk ve üstüne de 5 aylık hamilelikle, delirmiş olmalıyız diye düşünen bir grup akran/akrabayı heyecanda bırakarak, tası tarağı sırt çantamıza attık ve gözümüzü karartıp Mayıs ayında Malezya'ya gittik. İyi ki de gitmişiz, hem çocukla, hem hamileyken, hem çocuksuzken, hem de tek başına kadın başına bile rahatça gidebileceğiniz bir ülke Malezya. Hem Asya'lı, hem Müslüman kültürünün etkisi var, hem de insanları oldukça dindar oldukları, kapalı ve dini vecibelerini yerine getiren insanlar oldukları halde, inanılmaz derecede açık görüşlü, kesinlikle yobazlığın kenarından geçmeyen, çok hoş çok renkli insanlar. İslam'ın ne yazık ki tüm dünyada tepki çeken uygulama ve terör aktiviteleriyle ilişkilendirildiği bu dönemde, hala gerçek İslam anlamında inançlı olmanın güzelliğini ortaya çıkarabilen ve korumayı başarabilen az sayıda kültürden biri sanki.. Şaşırdım.


Malezya'ya en güzel dönemde gittiğimizi düşünüyorum. Mayıs ayı muson yağmurlarından uzakta, çok aşırı sıcak ve kurak olmayan, çiçek böceklerin cıvıl cıvıl olduğu bir dönem. Haziran sonrası özellikle ülkenin batı sahiline deniz anaları geldiği için, mümkünse bu dönemde ziyaret etmenizi önereceğim.

Biz yine çocuktan sonra her tatilde yaptığımız gibi, bir araba kiraladık ve ülkenin asıl adasını güneyinden kuzeyine, doğusundan batısına fırıl fırıl gezdik. Bildiğiniz gibi Malezya'nın bir de Endonezya ile paylaştığı Sabah ve Brunei krallığını da içeren Sarawak adası var, fakat biz o bölgeye zaman kıtlığı nedeniyle bu seferlik dokunmadık. Ana adayı 3 haftada çok rahat gezebilir, ülke hakkında ayrıntılı deneyime sahip olabilirsiniz.

Rotamız dev şehir Kuala Lumpur'dan Doğu'daki turkuaz liman kenti Dungun'a, oradan muz ve hurma ağaçlrı tarafından hırpalanmış Belum yağmur ormanları arasından Penang'a, ülkenin alternatif sanat ve gurme başkenti sayılabilecek George Town'dan minik adanın kuzey doğusunda okyanus dalgalarıyla bir kez daha kucaklaşmaya, ordan geri Kuala Lumpur'a doğru bir çemberi andırıyordu.


Kuala Lumpur'a Münih'ten 14 saatlik aktarmalı uçuşla vardık ve vardığımızda ertesi günün gecesi başlamıştı bile. Bu çocuklarla seyahat ediyorsanız özellikle tercih edilmesi gereken bir öneri, çünkü varır varmaz yorgunlukla hemen uyuyor, 7 saatlik jetlag'i biraz daha hafif atlatmış oluyorlar. Kuala Lumpur'da tabii ki görülmesi gereken Petronas Kuleleri, aslında tırmanmaya çok da gerek olmayan ama ille tırmanmak istiyorsanız sabahın çok erken saatinde gidip sıraya girmeniz gereken bir macera. 37. katında kaldığımız The Face Suitlerinin muazzam bir Petronas kule manzarası vardı, açıkcası biz KL'deki 2 günümüzü kulelere  tırmanmak yerine, otelin sonsuzluk havuzundan kuleleri izlemek ve asıl şehrin görmek istediğimiz mahallelerini yürüyerek gezmekle geçirdik. Özellikle Chinatown'a gitmenizi ve sokakta birşeyler atıştırırken o kaosu iliklerinize dek yaşamanızı öneririm. Merdeka Meydanı'nda, özellikle George Town'a yolu düşmeyecekler için (yoksa gereksiz bir tekrar olacak) güzel koloni evleri var ve Jln Allor mahallesini yine sokak yemekleri ve insan izlemeleri için tavsiye ederim.


KL'den Dungun'a uzanan yol oldukça sevimli ve Dungun'da mutlaka Tanjong Jara Beach Resort'ta konaklamanızı tavsiye edeceğim. Malezya standartlarında biraz pahalı bir otel ama her kuruşuna değiyor, özellikle de SPA kısmı tüm bir senenin yorgunluğunu atmak için birebir. Sabaha karşı tropik kuşların sesleriyle uyanmak, sessiz sakin havuz başları ve esintili sahilde keyif yapmak, yerel mutfakları deneyimlemek ve dinlenmek için ideal bir tesis. Yemeklerinizi tesisin hemen dışındaki Çinli balıkçıda yiyebilir ya da Dungun'da kendinize yerel halkın gittiği ufak tefek büfelerde ya da perşembe günleri kurulan pazar alanında bir ziyafet çekebilirsiniz.


Fakat mideniz için asıl gitmeniz gereken yer George Town! Bu küçük koloni kenti hem sokak sanatının, hem mimarinin hem de gurme mutfağının namını tüm dünyaya salmış halde ve bence Malezya'nın en "görülesi" noktası! Dungun'dan George Town'a arabayla ulaşmak 7-8 saat sürdüğü ve küçük çocukla uzun yol çelik gibi sinirler gerektirdiği için, ortada bir yerde mola vermek isterseniz, tek seçeneğiniz Belum Rainforest Resort ve ekolojik anlayışa sahip bu tesis çok da güzel aktiviteler, yağmur ormanı hakkında çok çeşitli kurslar sunuyor, projeleri ile çevreyi ve yerel halkı destekliyor.


Gelelim George Town'a. Bu ufak ama dopdolu kent; Çin, Hint, Ermeni ve Malay kültürünü inanılmaz güzel harmanlamış mahallelerden, her köşebaşında karşınıza çıkan "Beyaz Kahve" ya da "nutmeg" (muscat nut) şurubu sunan sevimli cafelerden ve tam teşekküllü, en gurme mideleri bile mutlu edebilecek "hawker stand" de denen "sokak satıcısı" türü toplu yeme içme çadırlarından, koloni mimarisinin en güzel örnekleri rengarenk evlerine ve tabii ki dünyaya nam salmış sokak duvar resimleri sanatına ev sahipliği yapıyor. Tüm bunların tadına varmak için en az 3 gün kalmanızı öneririm.


Şehrin tam ortasındaki Ermeni Sokağı ya da Çin Mahallesi hem ekonomik, hem canlı konaklama imkanı sunsa da, bizim tercihimiz, koloni zamanından kalma ve bir ailenin kendi evinden müzeye çevirdiği Museum Hotel oldu. Bu otelde kalıyorsanız çok yakınlarındaki  New World Park Food Court yemek çadırını mutlaka ziyaret etmenizi öneririm. Bu bölgede kalmayanlar içinse, Esplanade Food Center, Hint mahallesindeki ayaküstü büfeler ve gözünüze sevimli görünen Batı tarzı kocaman kahvaltılar eşliğinde enfes meyve suları (vanilya dondurmalı gül şurubunu mutlaka deneyin) ve kahveler sunan daha modern (ve klimalı) kafelerde bol zaman geçirmenizi mutlaka öneririm. Aynı bölgede bisiklet kiralayarak (sıcak günler için şemsiyeli olanları hafife almayın) tüm sokak sanatını da görme imkanınız var.


George Town'a kadar gelmişken, dönüş yolu öncesi ufak bir deniz-güneş kaçamağı daha yapmak isterseniz, Penang'ın ada tarafının kuzeyine geçip, bulabilirseniz (çünkü Malezya'ya deniz için gelen turistlerin çoğu batı kıyısını tercih ediyor, bence asıl cennet doğu kıyısındaki Tanjong!) sakin bir koyda birkaç gün dinlenebilir, George Town'un keşmekeşinden arınabilirsiniz. Bölgede Shangri La Golden Sands Hotel'i özellikle öneririm, havuza ve konfora doyacaksınız. Kahvaltı dahil paket alıp, akşam yemeklerimizi de 2-3 dolara otelin hemen dışındaki yemek çadırında yedik, ayrıca harika bir gün batımı manzarası sunan Tiki tarzı döşenmiş "3 monkey" barının yemekleri gerçekten şahane. Ananasın içine oyulup konan deniz ürünlü safranlı pilavını, balıklarını ve kokteyllerini öneririm (rezervasyon şart).


Ne yazık ki Penang'da deniz çoğu zaman bulanık ve deniz anaları özellikle haziran sonrası biraz ciddi bir tehdit olabiliyor. O nedenle bol havuzlu bir konaklama imkanı yaratmanızı ve havuzda birden yanınızda yüzen 60cm'lik dev bir iguana (ya da 3 yaş altı olup perilere, prenseslere ve unicorn'lara inanan kızımın değimiyle: Dinazoooor) görürseniz panik olmamanızı, tamamen zararsız bu hayvanın yüzebildiğine şaşırıp (su mu içecek, yüzemez o ya, sürüngenler yüzer miydi, allah daldı, yüzüyor!) sürüngendeki zerafeti izlemenizi tavsiye ederim :)

KL'den 7 saatlik bir yolculukla, yıllar önce gittiğimiz ve kalbimizi fetheden Umman'da (hatırlamak için buraya tık tık) 2 günlük bir duraklama ve jetlag'in etkisini hafifletme yapıp, 6 saatlik ikinci bir yolculukla evimize vardık.


Malezya için söyleyebileceğim, gerçekten misafirperver, iyi niyetli insanların, gidilip görülesi ve hesaplı kalınası, krallar gibi yiyip içilesi, rahat ve güzel ülkesi. Hamile de olsanız, çoluk çocuklu da olsanız (hatta hiç bir şey yemeyen, aşırı yemek seçen çocuklar da olsalar yediklerine inanamayacaksınız!) balayı çifti ya da yalnız gezgin de olsanız Malezya'da herkese göre bir şeyler var. Üstelik iddia ediyorum yanıbaşındaki Endonezya, Bali, Singapur hatta Tayland'dan bile ilginç bir kültür mozaiği bulacaksınız. Kaçırmayın!

Yazı ve fotoğrafların tüm hakları (c) Ceren Musaağaoğlu Schubert'e aittir. İzinsiz kullanılamaz.
Temmuz, 2016.

19 Nisan 2016 Salı

At kestanesi

Herşeyi burçlara dayandıran bir akım var biliyorsunuz, ona göre benim ağacım "Salkım Söğüt". Evet güzel, hüzünlü, sulak yerin ağacıdır, severim ama "benim ağacım" asıl "At Kestanesi" bence.. Yaşamımın çeşitli noktalarında beliren, çok küçük yaşlarımdan itibaren dikkatimi çekmeyi başaran, beni üzerine bir kitap yazdırabilecek denli düşüncelere salan bir ağaçtır bu "At Kestanesi".

Ben Ankara doğumluyum ama 5-17 yaş aralığımı Bursa'da geçirdiğim için kendimi Bursalı görüyorum. Bursa, biliyorsunuz tekstil yanında bir de kestanesiyle ünlüdür. sadece kestane şekeri değil aslında kestaneden börek bile yaparlar Bursa'da. Etrafta da çok sayıda kestane ağacı vardır, özellikle yaz akşamları geniş yapraklarının sağladığı gölgelerin altında oturup çay içmek, sohbet etmek, Bursa'lıların çok sevdiği alışkanlıklardandır. 

Fakat uzman bir göz için, yenilen kestane ile at kestanesi ağaçları arasında tabii ki çok büyük farklar vardır. Açıkcası yenilen kestane ağacının görüntüsü, at kestanesi kadar ihtişamlı değildir, yaprakları daha solgun, incedir, boyu daha kısadır ve meyveleri çok benzer görünse de, aslında daha mat ve "ehli" görünür. Fakat farktan çok benzerlik olduğu için, doğadan "beleşe" topladığı kestanelerden kebap yapmayı denemiş ve acılığına rağmen inatla 1-2 tane yemiş her insan evladı, akşama karın ağrısı, ishal gibi belirtilerle bu aptallığının cezasını çekmiştir (ben de onlardan biriyim tabii ki).

At kestanesi yenmez fakat tıpta ve özellikle güzellik, estetik alanında çokça kullanılır çünkü cildi sıkılaştırıcı (botoks etkisi), varis ve basura karşı damar büzücü etkisi vardır, egzamaya iyi geldiği ve çay olarak içildiğinde kas ağrılarına ve uyku düzensizliklerine derman olabildiği belirtilmektedir. 

Fakat benim bahsetmek istediğim faydasından çok, benim için kişisel anlamı.. 

Bursa'dan sonra bir çok şehir ve ülkede yaşadığımı biliyorsunuz. Bunlar arasında beni en çok evimde hissettiren, şu anda da yaşadığım Münih oldu. Bunun bir nedeninin de aslında kestane ağaçları olduğunu düşünüyorum. Çünkü Münih başta olmak üzere, tüm bayera eyaleti kestane ağaçlarıyla doludur. Kestane ağacı Bavyera Kültürü'nün en önemli elementi olan Bira Bahçeleri'nin vazgeçilmez dostudur çünkü bu kocaman ağaçlar ve kocaman yaprakları hem ilk yeşeren, hem en son dökülen yapraklardır ve bira bahçelerini hava müsait olduğu sürece Nisan-Kasım arası şenlendirir, hem de gölgeliği gerçekten insana bir dinginlik, bir yoldaş olma, sohbet etme arzusu verir. Zaten bizdeki çay bahçeleri neyse Bavyera'daki bira bahçeleri de odur.

Sokağımızda en köşedeki evin kestane ağaçları oldukça yaşlı ağaçlar. Baharda çiçek açar, yaz boyu yemyeşil gölge yapar, sonbaharda ise ev sahibesine baya bir çile çektirirler çünkü sanırım 80'lerinde olan ev sahibesi her sabah bu ağacın döktüğü yaprakları süpürmekten helak olur. Burada kanunlara göre ev sahipleri evlerinin önüne dökülen ağaç dalı, çöp gibi döküntüleri temizlemek zorundadır. Bir de at kestaneleri var tabii, yerlere dökülür, bu 80'lik teyze onları bir bir toplar, evin köşesine koyduğu derince bir kap içine koyar ve sonbahar boyunca her sabah sincaplar hoplaya zıplaya gelir ve bu hazırlanmış paketi alıp evlerine götürürler. Sincaplar ve kirpiler (baya bollar burada) at kestanesini yiyorlar anladığım kadarıyla. Bir de çocuklar toplayıp dekorasyon ya da oyuncak yapıyorlar.

Kısacası, at kestanesi Bursa'dan sonra Münih'te de beni evimde hissettiren "benzerliklerin" başında geliyor ve minicik minicik yapraklarının belirdiği şu günlerde, artık yıllardır tanıyıp bildiğim her bir ağaca hoşgeldin demek için bol bol yürüyüş yapıyorum. Hoşgeldin bahar, hoşgeldin at kestanesi!