29 Nisan 2025 Salı

Nisan Raporu

Nisan: ve nasıl da birden değişiverdi dünya!

1. Değişim: Milie.

Nisana 6 baş ile başlayıp, 7 baş ile bitirdim :)) Ev nüfusu artık +1. Milie geleli 10 gün oldu, kendime 15 günlük bir deneme süresi belirlemiştim ve henüz daha bir 5 günü daha var, fakat şimdilik uyumlu, sakin, akıllı bir köpek gibi duruyor. Bir de evde bir iki saat yalnız kalabilmeye ve arabada kusmadan seyahat edebilmeye alışırsa.... 

"Nereden çıktı, derdin az mı geldi?" derseniz.. Gelmedi de.. Ben aslında tüm yaşamımı köpekle geçirmek istemiştim. Öyleydi planım, taaaa 10 yaşımdan itibaren. Ve bunu 14 sene yaşama zevkini de tattım. Fakat köpeğimin travmatik kaybı nedeniyle, 20 senedir, bir daha köpek alamadım. Korktum. Kızım yıllardır istiyordu ve bu paskalya tatilinde "anne barınakları gezsek, bize nasıl bir köpek uygun olur, onu öğrensek" diyince, resmen oyuna geldim :)) Tabii ki 3. barınakta gördüğümüz Milie, kalbimizi çaldı ve bir hafta sonra bizimleydi... Herşey çok hızlı oldu bitti açık söyleyeyim ama zaten hep öyle olmaz mı!?

Elbette üzerime kalacak sorumluluktan ve iş yükünden haberdarım. Dediğim gibi, bir 5 günümüz daha var henüz "deneme yanılma" şansımızı kullanmak için ve bu beş günde okullar da açılmış, ben eski rutinime dönmüş olacağım, bakalım işyükü tam gaz ne kadar yoracak beni... Göreceğiz. Tüylü dostumuzun barınaktan eve geliş sürecini bir başka yazıyla anlatmak istiyorum çünkü hakikaten öyle güzel bir sistem ki, Türkiye'de de olsa, tüm sokak köpeği sorunumuz inanın 5-10 senede biter..

cennet bahçesi?!

2. Değişim: Yeni Ev

Geçen sene bu zamanlardan beri "taşınsak mı?" diyorduk. Evden memnunuz ama kışın güneş almaması ve altkattaki ebeveyn yatak odamızın serin ve nemli oluşu beni nicedir rahatsız ediyor, sık hastalanmamızı da bu güneşsizliğe bağlıyorum. Şöyle bol güneş alan, kızımın okula gitmek için her sabah 4 km, her akşam 4 km bisiklet sürmesine gerek kalmayacak bir konumda bir ev istiyordum. İşin komiği tam istediğim şekillerde evler sundu hayat bana, kızımın okuluna yürüyerek 5dk bir ev nehir kenarında, bir ev 800mt bahçe içinde! Yani daha ne olsun?! Fakat ben reddettim ve açık söyleyeyim nedenini de tam bilemedim.. Oğlumun arkadaşlarını, spor aktivitelerinin evin çevresinde oluşunu bahane ettim önce. Sonra yok mutfak dolapları eski, yok sifon sistemi eski.. Saçma sapan bahaneler.. Sonra bir senedir analize gidip gelirken, geçen hafta şunu fark ettim: benim asıl istediğim evi değiştirmek değil, ben genel bir değişim, bir farklılık istiyorum hayatımda. 

kışın bitişini müjdeleyen kardelenler..

Bu sanırım tam 40 yaşımda başladı. Önce 3. çocuğu istedim (2 ay denedik, olmadı, sonra eşim zaten hiç istemediğini itiraf etti, vazgeçtik). Sonra Almanya'dan taşınalım, hadi mesela 1 sene Urla'da yaşayalım dedim (denedik, okul ve ev bulduk, sonra deprem oldu, seçim oldu, işler karıştı, eşim zaten hiç istemediğini itiraf etti, vazgeçtik). Bunlar ilk aklıma gelenler, neler neler istedim.. Ama aslında hep bir "değişim"di istediğim, rutinden çıkmak, bir farklılık yaratmak süregelen hayatta.. 

Sonra tabii bir sürü hastalık geçen sene, bana hanyayı konyayı fark ettirdi. Aslında hiçbir şeyi değiştirmek istemediğimi, istediğim tek şeyin sakin, huzurlu, gayet rutin ve basit bir yaşam olduğunu fark ettim! Bu çok ilginç bir aydınlanma oldu.. 

hayat yolu

Bir senedir analizde "ben ne istiyorum?" diye düşünüyorum.. Hayattan beklentilerim gerçekten ne? Hakikaten 3. çocuğu, başka bir ülkeye taşınmayı, hatta coronada zor bir dönem geçirdik herkes gibi biz de, o dönemde eşimden ayrılıp alıp başımı gitmeyi mi istiyorum gerçekten? Saçma sapan ilişkilerim oldu. Düşünsene kadının biri ara sıra ortaya çıkıyor, elinde çiçeklerle kapıma geliyor, iki hoş söz sonra hemen bir istek! Kızının staj yapması gerekiyormuş acaba eşimin yanında yapabilir miymiş.. Ya da bir başka dengesiz, ben ona elimi uzattıkça kolumu kaptırıyorum, sonunda anlıyorum ki meğerse hiçbir şeyi değiştirecek cesarete sahip değilmiş, sadece benim dengemi bozuyormuş! Ya da sürekli kendini anlatıp, aslında canım cicim derken yüzüme, gerçekte "ben senden çok daha iyiyim, benim şuyum iyi bunum iyi" diye kendi ego gösterisinin derdinde olan arkadaşSI insanlar.. Çevrem bunlarla dolmuş!

Ay hepsine birden mikiyi çekmek ne güzelmiş!!! :))))) 


Zor bir süreçti ama başardım ve gerçekten özgürleştim. Şimdi etrafımda ancak 3-5 kişi kaldı ama hepsi de "gerçekten var" olanlar. Güvenli, samimi, gerçek, sadece benim vermemle ilerlemeyen, bana da birşeyler veren, katan ilişkiler. Beni besleyen ve benden aldıklarını güzelliklere çevirebilen insanlar.. Oh be, vallahi oh be yani.. 

Ev konusuna geri dönersek... Evi yeniledim ama şu şekilde: mobilyalarımın şeklini değiştirdim ve bu bana yeni bir ev hissi verdi! Hakikaten çok da güzel oldu. Elbette kışın yine güneşsizlikten ve nemden yakınacağım ama şu an taşınmak için doğru zaman değil, bunu anladım. Birkaç senesi var bu taşınma konusunun ve ben bekleyebilirim. Beklerken şunlara şükredebilirim:

Evimin karşısında bu güzel <3

3. Değişim: Yalnızlık Anlayışı

Geçenlerde Mo.'nın doğum günüydü ve sadece benimle geçirmek istedi bu özel gününü.. Şaşırdım. Sabah ailecek kahvaltı yapmışlar ama gece benimle olmak istemiş. Bu beni hem mutlu etti hem de üzdü çünkü demek ki hepimiz o kadar yalnızız ki... "Yabancılar" yani. Burada Almanla evli olan, çocuklarını Alman kültüründe büyüten yabancılar, hepimiz yalnızız biz.. Daha doğrusu, aslında yalnız değilim, çevremde çok insan var ama böyle derinliği ya da sıklığı, düzeni olan ilişkilerim yok pek... Benim ilişkilerim "vur kaç", yani zaman uyduğunda yakın, samimi, içten ve sıcak ama düzenli ve devamlı olmuyor... 

Bu benden kaynaklanıyor sanıyordum. Kafayı çocuklarla, yarı zamanlı yapabildiğim mesleğimle ve boş zamanımda da edebiyat ve felsefeyle bozduğum için yalnızım sanıyordum. Fakat baktım, Mo. bana "kimsem yok, çok yalnızım.." edebiyatı yapıyor.. Bunu nasıl aşabiliriz, sık görüşebilme olanağımız gerçekten yok (5dk uzağımda otursa da) hayat onda 2 çocuk, bende 2 çocuk, çok hızlı akıyor.. Bu koşturmacada nasıl derinleşecek ilişkiler?

Durmak lazım. Balıklara da dikkat etmek lazım ;) 
Ne güzel uyuyorlar değil mi sığ sularda..

Ama bu yalnızlık hissi de sanırım pseudo bir his, yani kendi kendini inandırıyorsun yalnız olduğuna. Belki de işte hayat zaten bu, ara sıra görüştüğün 3-4 güzel insan ve gerisi günlük koşturmaca... Beklentim çok düşük artık sosyal ve derin ilişkilere dair ama beklentim düşünce, yalnızlık hissim de düştü... Tuhaf!

Daha tuhaf olan, çevremde birkaç kişi var, çok derin konulara girebildiğim, çok keyifli sohbetler edebildiğim ve bunları hayat hep "kendiliğinden" çıkarttı karşıma. Misal C.nin babası Ma., ya da şans eseri tanıştığım N. ve L., komşum C., yani hiçbirini ben uğraşıp da bulmadım, hepsini hayat çıkarttı attı resmen önüme.. Belki de tam olarak bu: sen sadece açık ol, hayat sana doğru zamanda zaten doğru insanları verecek... Buna inanmak, güvenmek lazım..

Fakat dediğim gibi, asıl en büyük değişim, 4. Değişim: Ben! 

Ben gerçekten son 1 senede çok değiştim.. Analizden bu yana ben kendimde büyük değişiklikler görüyorum. Olanı olduğu gibi kabullenme yetim çok arttı. Elimdekiyle ya mutluyum, ya da mutlu değilsem ama değiştiremiyorsam da, dönüştürüyorum! Olay buymuş sanırım..... Hep değişime odaklanmışım, oysa işin sırrı: dönüştürmek miş! Bu dönüşüm konunsu uzun, başka zamana artık..

Bu ayı da böyle bitirelim... Ay bu sıra çenem çok düşük, hepsini okuyan oluyor mu bilmem ama buraya yazmak, öyle iyi geliyor ki bana. "Yazarak düşünebilen" biriyim :) Aslında yazarak ve okuyarak düşünebilen, anlayabilen..... 

Belki sen de öylesindir..?

Fotolar: Geçen haftasonu spontan bir seyahat yaptık. Kızım arkadaşıyla kampta kaldı, biz de yakın bir kasaba olan Bad Füssing'te. Aynen Türkiye'deki kaplıcalar gibi burada da kaplıca kentleri yaşlılar tarafından ele geçirilmiş, fotoğraflarda da gördüğünüz gibi, etrafta tek bir çocuk ve genç yok! Şahane bir haftasonu oldu, doğanın tam kalbinde, sessiz, sakin.. Sen de gör istedim. Bana iyi geldi, sana da iyi gelsin <3 Haydi o zaman; iyi gelsin Mayıs, ayların en güzeli!

25 Nisan 2025 Cuma

45 Dakika Yazıları - 4

Kızımın törenlerle eve teşrifine 45dk var, o zaman haydi silmeden, düzeltmeden, bilinçakışı..

Canım blogcuğum, çok utanıyorum. Biri masamın üzerinde, diğeri bilgisayarımın ekranında açık vaziyette duran üç adet mektubum varken cevaplanacak, onlara değil buraya yazıyorum ve boş boş yazıyorum. Oysa 3 tane birbirinden güzel mektup arkadaşım oldu birkaç aydır ve ben hepsine özel olarak, birbirinden tamamen farklı ruh ve içerikte mektuplar yazmaya başladım. Fakat gel gör ki, bu ayakta, tıkandım kaldım. Oturuyorum, elime kalemi alıyorum (evet bir de el yazısıyla yazıyorum), gerisi gelmiyor.....

Biraz sürecek sanırım bu. Çünkü aklım çok dağınık ve kırk tilki, kırkının da kuyruğu birbirine değmiyor... Bahar da bir yandan...... 

Şimdi sevgili blogcuğum, bir çocuk psikiyatri randevusu almaya kalktık, Kasım ortasına ancak yer bulabildik. Bu çok basit ve rutin bir kontrol halbuki, dil gelişimiyle ilgili (disleksinin bir türü) bir sorunumuz var oğlumda, okulda sınavlarda 3. sınıftan itibaren biraz daha fazla zaman tanınması ya da ek destek alabilmesi için bunun raporlanması gerekiyor. Yani Allah gerçek psikiyatrik sorunlarla uğraşan ebeveynlere güç ve sabır versin, bir randevu için 7 ay beklememeli hiçbir çocuk bence..... Biraz araştırınca gördüm ki, hanımefendi ve beyefendi haftanın 3 günü sabah 9-12 arası çalışıyor, diğer zamanlar kapalı. Tabii ki randevular 7 aya sarkar.. Fakat meslek de benzer olduğu için tahmin edebiliyorum, günde 4-5 saatten fazlasını "gaffa galdırmıyor" gerçekten, hele bir de çocuklarla çalışıyorsan.. Suçlu aramıyorum ama 7 ay da gözümde büyüyor. Düşünsene, çocuğunda hiperaktivite olsa ve bunun teşhisini koymak bile 7 ay sonrasına sarkıyor olsa, 7 ay o çocuk için çok değerli bir zaman ve boşa gidiyor.... 

Bunun bir nedeni daha var aslında. Son yıllarda bir "aşırı teşhis" sorunu var psikolojide. Eskiden psikiyatrik ve psikolojik sorun ve hastalıklar "ya vardır ya yoktur"du, yani bir çocuk ya otistikti ya da değildi mesela. Bu son düzenlemelerle, sorun ve hastalıklar "skala üzerinde bir derece"ye dönüştü ve bu da aslında herkese kolayca bir "teşhis" konulabilmesine neden oldu. Misal bundan 15 sene önce hiperaktivite tavan yapmıştı, neredeyse her çocuk hiperaktifti ve bu çocukların çoğu açık söyleyeyim boş yere ilaç kullandı :( 

Son yıllarda da Otizm spektrumda olmayan çocuk yok mesela, maşallah hepsi otizmin bir derecesine sahip ve hatta çocuğa otizm teşhisi koyan doktorlar yeni bir huy edindiler, "ananı babanı da al getir" diyorlar! Vallahi, çevremde çocuğuyla birlikte 40 yaşından sonra otistik olduğunu öğrenen öyle çok insan var ki şaşırırsın. Açık söyleyeyim, şimdi gelseniz önüme sıralansanız ve ben de biraz sistemi kullanmayı bilen uyanık biriysem, yemin ediyorum 1 taneniz bile "normal" çıkmazsınız, hepinize verecek bir etiketim, bir "teşhisim" kesin bulunur. İstesem, kitabına da uydururum ve hepinizi terapiye bağlarım hahahaha. Ve yapan var, yemin ederim tek derdi cebi olan öyle çok "uzman" var ki.....

İşte bu duruma ben çok aşırı sinir oluyorum ve çok karşıyım. Çocukları, ergenleri ve hatta yetişkinleri "high functioning ADHD" (yüksek işlevli) ya da "Hafif Otizmli" ya da "neurodiverse" diye etiketlemeye çok çok çok karşıyım. Biraz mesleği sömürme, paragözlük gibi geliyor bu işler bana. Zaten "yüksek işlevli" ise o hayatla bir şekilde başa çıkabiliyordur, senin vermen gereken destek onun kendini "tuhaf" görmesini engellemek ve onu sosyal beceriler anlamında, kendiyle barışık yaşayabilme anlamında desteklemen.. Ama yok, ille ilaçlar denenecek, ille tuhaf tuhaf terapiler denenecek, hep bir "sen farklısın ve biz seni normalleştireceğiz" kafası!

Ha diyebilirsin ki, ama ben çocuğumda bir tuhaflık olduğunu hep hissettim ve biri bana "evet çocuğun hafif otistik" dediğinde ohhh şükür sonunda bir etiketimiz var ve bir tedavi alacağız hissinin rahatlığını duydum, eyvallah. Haklı olabilirsin, tabii "tedavi" işe yarıyorsa gerçekten.... Ama gözlemim şu an toplumun %95'i "neurodiverse" ilan edilmiş vaziyette ve bunların çok azı hakikaten tedavisinden mutlu. Geri kalanlar: etiketimizi göğsümüze taktık, oturuyoruz....... 

Bilmiyorum blogcuğum. Hepimizin bir yerlerde eksiği gediği var, "normal" kelimesi zaten artık anlamını yitirdi bu hakikat-ötesi çağda.... Biz hâlâ neyi "normalleştirmeye" uğraşıyoruz bilmiyorum...

Bazı şeyler anormallikleriyle güzeldir hem. Bu anormallik içinde bir denge bulabilmek de, işin, yani yaşamak işinin, sanatıdır. 

Belki de gereken sadece rahat bırakmaktır, herkesi aynı kalıba sokmaya çalışmamak ve insanlara da "sen farklısın" hissi vermemek? Ama işte insan beyni henüz o noktada değil, maalesef herşeyi "kategorize ederek" anlayabilen bir nörosistemimiz var. Kategorize edemediklerimiz, etiketleyemediklerimiz, sınıflandıramadıklarımız korkutuyor bizi..... Nedir bu korkunun altında yatan asıl korku acaba, işte bunu bir anlayabilsek....... 

Biiiip 45 dakikanız dolmuştur :)

23 Nisan 2025 Çarşamba

45 Dakika Yazıları - 3

Oğlum alarmı kurdu, 45 dakika Minecraft oynayacak, sonra birlikte Milie'yi gezmeye çıkartacağız. O zaman, 45 dakika boyunca, silmeden, düzeltmeden, bilinçakışı.

Corona geçiriyorum. Daha doğrusu 8 gündür grip geçiriyorum derken bugün deli dürttü, test yaptıysam pozitif. Yapacak bir şey yok, maskeyi taktım oturuyorum ama bu saate dek bulaşana bulaşmıştır, zaten geçen hafta da kızım "grip geçiriyordu".. Açıkcası test yapmayı yasaklamıştım evde çünkü ne zaman test yapsak corona pozitif çıkıyoruz :)) Hayır aynı grip gibi geçiriliyor ama bir hafta ev hapsi. Meali: Bir hafta eşim ve çocuklar evde başımda, genelde de azıcık burun akıntısıyla "anneaaaağ sıkıldım Minecraft oynayabilir miyiiiim". Pozitifken bahçedeki trampolinde zıplıyorlar pire gibi, test yapmasak mis gibi okula gidecekler halbuki :)))) Ay hiç etik değil ama Allahaşkına bizden başka test yapan mı kaldı, söyleyin bana? Ben de dedim "cahillik mutluluk" artık evde test yapılmayacak, hastaysan evdesin, iyi hissediyorsan okula ve işe yallah.. Ama evde de birkaç test kalmış ayıptır söylemesi ziyan olacak. Hiç de beklemiyordum, yapayım da bitsin test derken, al işte.

Maskeyi taktım oturuyorum. Başım ağrıyor, boğazım ve midem de iyi değil ama 8 gün oldu ve artık sıkıldım hastalıktan. Ama test yaptım, yakalandım, maskeyi taktım oturuyorum :))) Yeminle tam bir 21.yy saçmalığı. Neyse bu sıra Corona yine gelmiş demek ki, hassasiyetiniz varsa (kanser vs.) biraz dikkatli olun demek isterim. Malum Almanya'da ne oluyorsa haftaya Türkiye'de.....

Onun dışında, evet Milie.... Milie ailemizin 7. üyesi olarak bize katılalı 3 gün oluyor. Kendisi 10 aylık bir Romanya sokak köpeği. Neden Türkiye değil, açık söyleyeyim çok aradım ama Türkiye AB olmadığı için, genelde buraya gelen köpekler Türkiye değil Bulgaristan ya da Romanya menşeyli oluyor. Bunları ay sonu raporumda anlatayım mı, 45 dakikamız şimdi kıymetli. Milie geldi, tavşanlardan biri "oo hoş geldin" derken diğeri resmen savaş ilan etti. Çünkü bu "diğeri" dediğim arkadaş resmen içine köpek ruhu kaçmış bir tavşan, ya da maço bir İtalyan erkeği de olabilirmiş insan olsaymış. Lakin tavşan görünümlü bu zat, geldiği günden beri hepimizi parmağında oynatıyor, evin tek ve tartışılmaz hakimi gibi davranıyor....du. Sonra Milie gelince işte o krallık birden çöktü. İlk 2 gün burnunu bile dışarıya çıkaramadı garibim fakat sonra ne oldu bilmiyorum, hayvan stresten aklını mı yitirdi nedir, bir deli deli bakmaya, deli deli davranmaya başladı. Köpeğe kafa tutuyor ufacık şey! Bugün resmen uçan tekme fırlattı havada yakaladım.. Ne olacak bilmiyorum, arkadaşlar İsrail Filistin gibi durup durup coşuyorlar! İzlemesi hem dehşet verici hem de ay ne yapılır bunlara bilmiyorum elim kolum ve basiretim bağlandı.. Bu cümbüşe bir de bu sabah komşunun kedisi katıldı (Gazze konusunda akım diyecekken bokum yapan Trump misali) bahçemize "düştü" resmen kedi. Köşeye tırmanmış savaşı izliyordu (Avrupa ülkelerinin geneli misali ay bu metaforu daha nereye kadar çekip genişletebilirim dedenin paçalı donunun lastiği misali ayh) kaydı ayağı küt diye düştü olayın içine! Tavşanlar bir yana, köpek bir yana, kedi ortada, çığlıklar, ay aklımı yitireceğim. Bunlar olup biterken elbette yüzümde de maske. 

Bazen diyorum ki. Bende keçiler bayadır yok. Dağlık araziye dağıldılar. lakin sanırım bugün sonuncu keçi de kaçtı gitti yani bitti. Durum tam olarak bu (görseli (ç)aldığım B.'ye buradan özür motifli teşekkürler):

Daha yazacak çok şey var hayatıma dair ama bugünkü depremi duyunca sabah bir panikledim, hepinize geçmiş olsun öncelikle. Can ve mal kaybı yaşanmaması içimize su serpti.. Fakat tek tek arkadaşları yoklarken, of ya, çevremde de normali yok yeminle. En yakın arkadaşlarımdan biri sen git Asya marketinden alışveriş yap tam olay öncesi. Bana diyor ki: "kızım şu an elimdeki deprem çantamın içinde japon usulü salatalık turşusu, koreden gelen avokadolu cipsler, çevir aç aperatifleri, kakaolu kokido, böyle saçma ürünler var. Bir de hemen eve girip para çantamı, kimliğimi falan alayım ne olur ne olmaz dedim, girişte de Voss şişem vardı, onu da aldım, böyle lüks içinde, bahçede oturuyorum diğer depremzedelerle birlikte. Gülecem, gülemiyorum da.. İnşallah biri fenalaşmaz, acıkmaz, yeminle Kimchi falan sunmak istemiyorum, tam rezillik".

Demek ki kimse normal değil. Cozuttuk çok şükür. Cozurttular bizi.

Sen peki iki gözümün çiçeği, sen nicesin?

Biiip 45 dakikanız dolmuştur.

8 Nisan 2025 Salı

45 Dakika Yazıları - 2

45 dakika boyunca, bilinçakışı... Silmeden, düzeltmeden.

Şöyle bir “an” yaşamayalı en az 12 sene oldu! Tamamen işsiz bir şekilde 45dk boş vakit buldum ve bir cafeye oturdum, kendimle başbaşa kahve içiyorum; tamamen plansız ve spontan bir kararla! Tam 12 senedir bir ilk. Vah Cereeeeen, sen ne zaman bu hallere düştün?!

Buna vesile olan da, bugün kızımın okul arkadaşlarıyla katılmak zorunda olduğu bir staj vardı ve ben tavuk anne olarak dört kızı kendim arabayla götürüp ellerimle teslim ettim eve 50dk uzaktaki staj merkezine. Toplu taşımada ölürler, prenseslik uzuvları zedelenir falan.. Dönüş yolu trafiksizdi, tahminimden 45 dakika daha kısa sürdü. Dolayısıyla 10.30'daki sistematik aile terapisi seansına kadar bir boşluğum oldu. Terapi öncesi oturdum bir cafe’ye kahve içip kruvasan yiyorum ve etrafı izliyorum. Aynen sevgili Buraneros gibi hür hissettim :)) Ama ben onun gibi anlatamam keyifli, çünkü daha bu 12 senede bir ilk!

Tabii ki cafelerde oturup kahveler içtim bu 12 senede ama hep planlı programlı! Hep ajandada x cafe saat 15 gibi notlarla. Ay ne güzelmiş böyle spontan boşluklar.. Hürriyet bu işte!

Bugün aslında tüm gün spontan. Kızım stajdan kaçta dönecek belli değil, toplu taşıma ne kadar sürer, staj sonrası arkadaşlarıyla öğle yemeğine mi çıkar, oğlumun saç traşı var ama bebekliğinden beri traş sevmiyor, uzuuuun sarı saçlarını Brad Pitt gibi dalgalandırmak istiyor ona kalsa ama gerçekte Almanya’nın kireçli suyuyla ince telli sarı saçın resmen inek yalamış gibi kafaya yapışması durumundan muzdarip kalıyor haberi yok.. Zorla iki üç ayda bir berbere götürüyorum.. Ama bazen de götüremiyorum çünkü evde herkes kendi çapında bir diktatör bizde, ve hepsinin “ezilmiş gariban halk”ı da ben oluyorum.. Bak bunu bugün psikoloğa taşıyayım..

Aslında ben mi bunu ektim bebekliklerinden beri, yoksa karakter mi emin değilim. Benim sabit fikrim, çocukları yaptıysan, yanlarında olacaksın. Şartlar elverdiği ölçüde lafına inanmıyorum, evet belki tam zamanlı çalışsam çok daha fazla paramız olacaktı ama soru şu: o parayla allahaşkına ne yapacaktık? Açık söyleyeyim bizde yatırım ve mülkiyetçilik kafası yok, anca tek hobimiz olan seyahati edecektik. Şimdi senede 1 seyahati ancak karşılayabiliyoruz ama bence seyahat etmektense çocuklarla “hergünlük yaşam”da daha çok bir arada olabilmek yani günlük yaşam kalitesi, seyahatten daha önemli.. Ama kolay değil tek başıma. Bu da tükenmişlik yaratıyor elbette…. Of bilmiyorum canım blog. Hangisi doğru inan artık bilmiyorum, dışarda çalışıp çocukla az ve öz zaman geçirmek ve akıl sağlığını korumak mı, yoksa çocukla fazla içli dışlı olup sonunda da "olmasaydın, ben mi istedim?" i duymak mı? Bunu duyacağım kesin çünkü tüm kendini çocuğuna adayan anneler eninde sonunda bunu duyuyor.... Onca yıl çöpe.

İşin doğrusu şu ki, itiraf edeyim ben bu işi çocuk için değil kendim için yaptım. Yani çocukla zaman geçirmeyi kendim için istedim. Orada olmak, büyüdüğünü görmek, yanında olmak... Çocuğa annelik yapmak yani, çocuğun anneden faydalanmasından daha öndeydi hep.. Eh bunu da başardım çok şükür, sömüre sömüre yaşadım çocukluklarını :)) dolayısıyla onlar ilerde başıma da kaksa, ben de onlara "ben istedim ben, ben istedim!" diyebilirim...

Şimdilik okuldan geldiklerinde evde anne bulmak, kafalarına estiğinde "anne beni okuldan sen alsana" demek ya da eve geldiklerinde "işi çocukları olan anne" bulmak falan egolarını okşuyor, hoşlarına gidiyor. Birkaç sene sonra değişebilir bu ve belki o zaman ben de başka şeylerle meşgul olurum. Ama şu an "görevim" bu, hayatın "annelik dönemi"ni yaşıyorum..... Kanırta kanırta, bıkana ve bıktırana dek. Hiçbir şeyi "tadında" ve "ayarında" yapamıyorum yahu :P Çünkü mükemmelliyetçiyim. Anne mi oldun, mükemmel olacaksın. Olduğu kadar diye bir şey yok. Olabileceğinin en iyisi.. Çünkü bu senin görevin. Bunu da beceremeyeceksen yani..... Ne anlamın var hayatta?

Sorun şu ki, mükemmelliyetçilik herkese zarar çünkü doğal değil. Fakat bunu 40-45 yaş aralığında ve çok pis fark ettim ben. Kendimi suçladım ama suç %100 bende değildi ayol. Ailem çaktırmadan mükemmelliyetçilik tohumlarını çok pis ekmiş kafama. Annemin iki sözünden biri "ne olursan ol, olabileceğinin en iyisini ol"du (yani kızım sana karışmıyorum istersen okuma ev kadını ol ama olabileceğinin en iyisini ol, kızım bana ne istersen çöpçü ol ama olabileceğin en iyi çöpçü ol...) Masum gibi gözüken ama içten içe çok sakat sözler bunlar, çünkü "olabileceğimin en iyisi” nedir yani ben ne bileyim, bir kriter yok ki "oldun sen okey"... İşte al ne oldu: ne yaparsan yap "en iyi"si olamayacağını bir noktada anlıyorsun ama ya çok geç oluyor ve sen tam bir mükemmelliyetçiye dönüşmüş oluyorsun ve tükenmişlik bunalımında yakalıyorsun kendini ya da korkunç bir "hiçbir şey olamadım hayatta" hissi yaşıyorsun çünkü ya en iyisi ya hiçbir şey.... oooof of. Gri alanlar.... Hayat o gri alanlarda halbuki, hatta asıl renkler o "gri" olduğu iddia edilen alanlarda......

Neyse bu konuları bir şekilde aştım 40-45 arasında.. Ara sıra yine yoklasa da bu mükemmelliyetçilik ve ikiz kardeşi yetersizlik duygusu, açıkcası 45 ile birlikte "bu saatten sonra benden bi bok olmaz"a vardım ve "ahanda inişe geçtik şükür" ile daha huzurluyum. Fakat 40 sene benim mükemmelliyetçiliğime alışan bünyeler bundan pek memnun değil. Nerde o bizim tatlı, şeker, kıçımızı toplayan, bizi bizden çok düşünen C.'miz....?

İşte bu nedenle sistematik aile terapisine başladık çünkü dedim ki, ben analize gidiyorum, elimden geleni yapıyorum ama siz üçünüz hatta hepiniz (elimden gelse kaynanamı ana babamı hepsini toplayıp sistematik sülale terapisine götüreceğim) olduğunuz gibi kalınca hiçbir değişim olmuyor ve bu bana haksızlık! Dedim ki: hepimiz çalışacağız. Sen, 8 yaşındaki sarı kafa, sen 11 yaşındaki huysuz virjin, sen 45lik ergen, sen 79luk Nevra Sultan ve siz değerli ebeveynlerim, hepiniz bi' uğraşacaksınız bi' zahmet..... Yıllardır kendime çuvaldızı batırırken izlediniz, biraz da siz kendinize ufacık iğneler batırın bi' zahmet.

İyi geliyor blogcuğum.......

Çok iyi geliyor.

Beeeeeep. 45 dakikanız dolmuştur.

4 Nisan 2025 Cuma

45 Dakika Yazıları

45 dakika boyunca, bilinçakışı.. Silmeden, düzeltmeden.


Danışanıma 55 dakika var. Başımda hafif bir ağrı, midemde de bir ekşilik. İki sabahtır bisikletle çıkıyorum çocukları okula bırakmaya. Yüzüme vuran serin ve taze bahar havası, yeşillenen doğa, çiçekler ve elbette kuş sesleri. İşte yeniden bahar.

Bahar ayında insanlar birbirleriyle flört ediyor; yolda, markette, toplu taşımada. Sanırım sabah bisikletle eve dönerken benim de başıma geldi, fakat anlamadım.. Kırmızı ışıkta beklerken, soluma döndüm ve benim gibi bisiklet üzerinde bir adamla gözgöze geldik. Adam gülümsedi. Sağ gözüne güneş vurmuştu ve hayatımda gördüğüm en güzel, turkuaz desem değil, yeşil ya da mavi hiç değil ama mücevher gibi pırıl pırıl bir gözdü. Bir adet göz, evet, çünkü diğerine güneş vurmuyordu, karanlıkta parlamıyordu.. Sanki yoktu.

O an, çoook eskilerden bir yere gittim, hayâl meyâl hatırladığım bir duyguya, ışık hızıyla.. Ergenlik olsa gerek. Adını bile hatırlamadığım bir ergen çocuğun gözlerinden biriydi bu.. İşte yıllar sonra, kocaman bir yaşam sonra, bir başka ülkede, bir başka hikayede, aynı gözler.... Hiç yazılmamış bir hikayeden hiç yazılmayacak bir başka hikayeye..

İlk (ve son) tepkim gözlerimi kaçırmak oldu. Halbuki bahar ayında herkes flört eder birbiriyle, sokakta, yolda, markette... Ama bu adam, neden bana baksın ki, ilk bunu düşündüm. Saçım kayık bir topuz, üzerimde şarap kırmızısı hırkam, altında yakası mavi işli blüzüm, altında jeans, mavi spor pabuçlarım. Üstelik pabucu çıkartsam, sabah sabah değiştirmeye üşendiğim için, çorabım da delik! Başparmağım dışarı çıkıp oğlumu güldürüyor, kızımı sinirlendiriyor.. Anne değiştirsene şunu, başka çorabın mı yok? Var, var olmasına var da, bunun kenarındaki minicik yıldız figürünü çok seviyorum.. Ve artık çorabın delindiğini, hikayesinin bittiğini kabul edemiyorum......

Bitişler.. Gidişler....

Bunlardan öyle çok korkuyorum ki, şu 2 saniyelik kırmızı ışık flörtüne halim yok. Benden uzak dursun.. Hayatın aşk konusundaki görev ve sorumluluklarını fazlasıyla yerine getirdim, benden bu kadar. Halk dilinde: unumu eledim, eleğimi astım. Yeter.. 

Dün sistematik aile terapisinin ikinci seansına gittik. Haftada bir analiz bir sistematik aile terapisi ve geri kalan zamanda da bilişsel davranışçı terapi odaklı danışan görmek, biraz tuhaf.... İçim dışım psikoloji oldu. Oysa hani hedef hafif yaşamaktı; bir sincap gibi ciddi ya da.. Bunu diyen başarsaydı bari... Hayır, sincap gibi yaşanmıyor, o sincaplara özgü bir lüks. Bize işleri daha da karıştıralım diye verilmiş karmaşık bir beyinle, yaşanmıyor....

Analistim son birkaç seanstır üstün zekalı birey muamelesi yapıyor bana. Bizim ülkede her üç çocuktan biri üstün zekalıdır, bu nedenle ülkece bu durumdayız dedim. Güldü. Sonra da, çıktısını almış, bir checklist sundu bana, buradaki 15 maddenin kaçı sana uyuyor dedi. Baktım, 15i uyuyor ve ben topluma uymuyorum. Nedeni buymuş, öyle dedi. Dedim, narsistik yanımı besleme, pişman olursun. Yine güldü. Kağıdı bana uzattı, baktı yerimden kıpırdamıyorum, katlayıp cebine koydu.

Üstün ya da geri zekalı tüm çocuklar uyum sorunları yaşar derler. Toplumun üstün ve geri zekalı çocuk oranı %20, geri kalan %80 "normaller" yani, neye ne kadar uyum göstermemiz gerektiğini de belirleyen grup. İstatistik "yalan söyleme sanatıdır". Tabii ki normal dağılımın dışındaki %20nin uyum göstermeyeceği kadar normal ne olabilir? Önce ayrımlaştır, sonra etiketle. İnsan ırkı olarak en iyi bildiğimiz şey bu. Tezgahtar ruhlu bir ırk....

Zekâ IQdan bağımsız, bunu sağır sultan bile bilir. Zeka, IQnun ters orantısında, "uyum becerisi" olarak tanımlanalıberi, zaten IQ popüleritesini iyice yitirdi. Çocuk aşırı zeki, satranç şampiyonu ama her yenildiğinde ağlıyor bağırıp çağırıyor, şimdi bu mu zeki? Ya da derslerde çok iyi, hiç arkadaşı yok, bu mu zeki? Ya da daha bu sabah eşimin dediği gibi: "tipik C., büyük bir heyecanla ve tutkuyla başlayıp, hemen sıkılıyor, ilgini kaybediyorsun..." Bu mu zeka? Hayır zeki falan değilim. Bağlantıları hızlı kuruyorum, muhakeme ve empati yeteneğim yüksek ama hayır zeki değilim....

Evet bu arada. Bu sabah bunu dedi, hem de daha yataktaydık, gün resmi olarak başlamamıştı bile.. Bunu dedi ve ben de "performans anksiyetesi olabilir, dışardan beklentiler olduğu anda ilgimi yitiriyorum" dedim. O da öldürücü darbeyi vurdu: "diğerleri umursamıyor bile...."

Hakikaten doğru olabilir mi? Kimse aslında ne yaptığımızı, ne düşündüğümüzü umursamıyor olabilir mi gerçekten? Herkes sadece kendi cevabını düşünerek mi dinler karşısındakini? Bu doğruysa, gerçek bir felaket sözkonusu. Hayır, böyle olduğuna inanmıyorum, bu sadece kendi egosu odağında yaşayan birinin düşünebileceği bir şey, bir yansıtma bu. Ben kimseyi önemsemiyorum, çünkü kimse beni önemsemiyor savunma mekanizması.. Bende sıfır olan mekanizma, çünkü  ben, kendimden çok başkalarını önemsiyorum - ki bu daha da büyük bir sorun sanırım.......

İnsanlar neden birbirlerini önemser? Neden birbir dertlerimize koşarız? Bu basit bir "kendini yüceltme" olamaz, bu proaktif yani yardımlaşma davranışıdır, sosyal bir davranıştır, biz olma anlayışıdır... Birbirimizi önemseriz, mutsuz olduğumuzda birbirimize el verir, mutluluğumuzda sırtımızı sıvazlarız. İnsan budur.... Bazısı mutsuzluktan beslenir, kıskançlıktan enerji alır, doğru ama ne kadardır ki bu sapkın insanların yüzdesi? Ben azınlıkta olduklarına inanıyorum, çünkü onarılamaz bir hümanistim. Eşim değil. Hatta insanın tamamen kendi bencil egosu için yaşadığını savunan, yaptığı iyilikleri bile salt kendini iyi hissetmek ya da dışarıdan onay almak için yaptığını savunan biri. İşin tuhafı, o daha mutlu ve huzurlu, bense daha mutsuz ve huzursuzum şu hayatta.. Ya da belki sadece çok iyi saklıyor kendi mutsuzluğunu ve çok iyi oynuyor "hayata karşı neşeli duruş"unu...... Bense.... Sadece ben işte.. Sadece C.

Beeeep. 45 dakikanız dolmuştur.