1 Temmuz 2025 Salı

45 dakika Yazıları - Temmuz 1

Buzlu kahvem elimde. Bahçedeyim. Seansa kadar 45dk boşluğum var. O zaman, yeniden, 45 dakika boyunca, silmeden, düzeltmeden, bilinçakışı..

Temmuz'cuk başladı.. Bu sene "deniyorum", çok deniyorum sevgili blog. Temmuz'a kucak açmayı deniyorum. Önyargılarımı, korkularımı geri plana atıp, temiz bir sayfa açmayı deniyorum..

Bu sabahı ellerimle güzelleştirmek istedim ki, Temmuz'a güzel başlayayım. İlk adımı ben atayım, barış çubuğu uzatayım.. Dur bakalım o ne yapacak...... Midem kıpırtılı, endişeli olduğum her zaman olduğu gibi.. Ama bir yanım da inanmak istiyor.. 20 sene önce gidenin yerine, tam aynı günde bir başkasının gelmesi gerçeği var önümde, görmezden gelinemeyecek kadar büyük bir rastlantı. Konuşamayan şeylerin seninle konuşma yolu...

Duyuyor, görüyorum. İnanmak, belki o sonradan yavaş yavaş gelir.. Güvenmeye daha çok zaman var.

Dün analizde çok acaip bir noktada buldum kendimi. Aslında hep kendimi suçladığım bir noktada, nasıl da karşı tarafın suçlu olduğunu gördüm bir anda. Nasıl görülmediğimi, anlaşılmadığımı, kabul edilmediğimi. Tüm bu duyguları yıllardır öfke olarak dışavursam da, aslında, öfke değil kırgınlık duyduğumu.. Tek istediğim görülmek, olduğum gibi kabul edilmek, sevilmekmiş..... 

Hayatın bşr çok alanında, bir çok insan ne kadar hoyrat! Ne kadar şefkatten uzak, sert, köşeli, duvarlı.. Elbette onlara sorsan, ne zorluklar yaşadılar da böyle katılaştılar. Eskiden buna inanırdım.. Hani derler ya, aslında suç yok, suçlu insanları toplum o noktaya itiyor, temelde herkes masum aslında, kader kurbanı. Buna en çok da ben inanırdım biliyorsun... Ama son zamanlarda diyorum ki, iki insanın başına aynı olaylar geliyor ve biri "başka türlü" olmayı seçiyor, diğeri "başka türlü". İşte "seçmek", insanı biricik yapan. Kaderim bu demek, cesaretsizlik! Buna buna rağmen demek, insan olmak.. Rağmen; hakikaten çok güzel bir kelime ;)

Bakalım. Deniyorum. Temmuz'a rağmen Temmuz'u sevmeyi. Hastalıklara rağmen, günü güzelleştirmeye çalışmayı. Desteksizliğe rağmen hayatıma nefes anları sokabilmeyi. 

Şu da var: beni olduğum gibi kabul edememesini, ben de kabul edemedim ya yıllardır... Belki de artık beklemekten vazgeçip, benim bunu kabullenme zamanım gelmiştir.. 

29 Haziran 2025 Pazar

Haziran Raporu

29 Haziran. Saat 08.25. Yatakta oturmuş, serinliğin keyfini çıkartıyorum. Birkaç saat içinde yine dayanılmaz olacak sokaklar.. Önü topu sadece 29-30 derece ve bu bana on onbeş sene önce Fransa'da 32 derecede yüzlerce insanın öldüğü yazı hatırlatıyor.. Ne kadar da şaşırmıştık biz, 45 derecelere alışık Türkiyeliler.. 30 derecede de ölünür müymüş yahu!? Ve fakat, bugünlerde, anlıyorum ki, ölünür.... Buradaki sıcak bizim sıcağa benzemiyor. Evler ona göre yapılmamış, sıcağı içeriye hapsediyor, otobüslerin çoğunda klima yok ve sokaklar offff sokaklar... Sanıyorsun ki ağaç çok diye serin olur ama toprağın türü mü, nem basınç oranı mı, dağsızlık mı, nedir bilmiyorum, korkunç bir sarı-sıcak.. 


Bu sıcağın ortasında oğlum ateşli bir ishal geçirdi, belki onun psikolojisi de içimi daha da yaktı ama geçen hafta bir öğle vakti "Yarabbi, şöyle şakır şakır yağsın artık dayanamıyorum ne olursun!" dedim... Nasıl içten dediysem, 15dk sonra resmen muson yağmurları gibi indi :))) İçim temiz, dilediğim oluyor sevgili dostlar. Ama o serinlik 24 saat bile sürmedi, bu sefer üstüne nemli bir sıcakla devam....

Neyse, bana "bunu 30 derece için mi diyorsun, biz neyleyelim" diyorsanız, inanın buranın 30'u bizim 45 gibi hissediliyor diyeyim... Hatta bir de bomba, bu blogta asssla okumadığınız bir laf edeceğim: Kışı özledim yahu! Ben! Kışı! Tövbeeee......

Bu arada; 2025'in yarısının geçmiş bitmiş olduğuna ve dahi günlerin de yavaş yavaş kısalmaya başladığına inanabiliyor musunuz?! Eyvaaaah.... Kış kapıda :))

Ama önce güzelim Haziran:

Haziran'ın ilk yarısı tatildi ve biz dördümüz, annem ve babam sayesinde, Antalya'da çok güzel bir oteldeydik. Normalde ben HD otel konseptini hiç sevmem, yediğim içtiğim zaten üç şey, insandan kaçarım, aktivitelere katılmam, gece erken yatarım yani hem parama yazık, hem de sinirlerime. Fakat bundan 6-7 sene önce yine birlikte gittiğimiz Güral Premier'in havuzlu villa tipi odaları aynen butik otel hissi veren şahane bir konsept. Yine aynı yere gittik ve yine çok memnun kaldım. Otel yemyeşil, her yer havuz, yemekler gayet güzeldi ve personel hakikaten çok çok çok içten ve kibardı..

restaurant önü afiyet olsun müziği

yammmm

Bu konsepti sevmeyen ben bile çok sevdim, çok tavsiye ederim. Tabii gittiğimiz tarih sezon başı ve otel ancak %70 doluydu, Temmuz ve Ağustos'ta bambaşka bir ortam olabilir..... Bu tip oteller sezon dışı güzel oluyor. Hoş bana kalırsa, Türkiye'de her yer sezon dışı ve haftasonu dışı güzel........ İnsan yoğunluğu nasıl etkiliyor değil mi algımızı... Bunu kendime "yalnızlık sıkıntısı" duyduğumda hatırlatmalıyım! "O yalnızlık değil, desteksizlik, karıştırma" demeliyim....

Gitmeden terapistime söz vermiştim, o da yüksek sesle gülmüş, "haydi bakalım" demişti ama sözümü tuttum ve çok uyumlu, hiç mızırdanmayan, her şeye "he" diyen maskemle 8 gün hem kendime, hem çevreme güzel bir tatil yaşattım :) Çok sevimliydim çok. Hatta o kadar sevimliydim ki, eşim "ya ne olur bu tatilin bir benzerini de Ağustos'ta Yunanistan'da yapalım, annenler ve annemle" demesin!?! Adamın fantazisine gel: Benim annem, ben, benim kız, kayınvalide, bu hepsi kendi çapında birer "ana kraliçe" olan "mahşerin dört atlısı" ve tabii babam, eşim, oğlumdan oluşan, yanımızda gezen, kurbanlık koyunlarımız.. Manyak mıdır nedir yahu? Neyse ki annem golü yemedi. "Belim ağrıyor, öyle yürüyüşlü gezmeli tatiller artık bizden geçti yavrum" diye kibarca reddetti eşimi :)))) Minibüs kiralayacakmışız, 7 kişi Yunanistan'ı turlayacakmışız. Ahahahahah... Ay adam canına susamış.

hasta olduğu için oğlumsuz..

hasta oğlumlu, bu sefer de babamsız :))
bir türlü toparlanamadık..

Tatil dönüşü, eşim canım benim, bir de "kocalıktan ve babalıktan yıllık izni"ni kullanmak üzre, Arnavutluk Karadağ arasındaki dağlık araziye tatile gitti, 8 gün DAHA. Doğada survival yapıyor. Ben de iki tavşan bir köpek bir önergen ve bir hastalıktan yeni kalkmış oğlancağızla ve 30 derece sıcak havayla başbaşa ayrı bir survival içindeyim.... Benimki sayılmıyor. 

yılın keyif fotoğrafı.... bikini, kokteyl, havuz, yeter, artar, çok şükür.

"Bizim hanım çok cool'dur" desin diye değil, burada malum demokrasi içinde yaşıyoruz, gitmesine laf edemiyorum, çünkü bana "e sen de git bence, ben bakarım ne olacak ki" diyor ve haklı bakar ama ben maalesef tam Türk tipi anneyim, çocuklar hastayken asla gidemem böyle.. Bir de dönüşte burnumdan geliyor, ev evlikten çıkmış oluyor, koca burnout geçirdiğini itiraf etmemeye çalışsa da cortlamış oluyor, dönüş yani çok zor oluyor fiziksel ve psikolojik anlamda, gözüm yemiyor.. İki günlük keyif için o dönüş sefaletini çekmeye...... Ama eşim döndüğünde düzen hala aynı olduğu için, elbette farkında değil. Sonra bir de anlatmaya kalksam "mükemmelliyetçisin, standartların çok yüksek..." yok canım kalsın, ben mutluyum evimde çocuklarımla, hayvanlarımla, bahçemdeki frenk üzümleriyle........ Sen git, buyur gez.

bu sene bahçeden çıkan tek ürün :( sıcaktan hiçbir meyve olmadı..

Eskiden "çocuklar büyüsün, ben de gideceğim" derdim. Şimdilerde "ben bulunduğum halimle mutluyum aslında, gitme ihtiyacım yok" diye düşünüyorum ama bu bir tür tükenmişlik ve vazgeçme mi, yoksa hakikaten içten gelen samimi hislerim bu mu, onu pek bilemiyorum. İkincisiymiş gibi geliyor ama çocuk hastalıkları ve yalnızlık yine beni aşırı zorluyor, aşırı dibe indiriyor... Desteksizlik..... Desteksiz duramıyorum galiba ben hayatta yahu :( Bunu öğrenmem lazım. Destek olmadan da nasıl dik durulur..... Evet bunu öğrenmeliyim (var mı bilgin / deneyimin?)......

Fakat itiraf edeyim. Hastalık dönemleri dışında, tek ebeveynlik aşırı hoşuma da gidiyor aslında... Herşey tamamen benim kafama göre, düzenim, planlarım.. Misal koca yokken çocuklardan birinin okul partisi vardı ve ben görev aldım, pastalar yaptık pastalar sattık. Çok sevdim tezgahta durup herkesle çene çalmayı. Yanımdaki kadın "size bayıldım, nasıl herkese tek tek özen gösterebiliyorsunuz, bu bir yetenek" dedi.... Çok hoşuma gitti utandım.... Ama evet seviyorum böyle şeyleri. Birebir insanlara dokunmayı, birebir ilişkileri çok seviyorum... Misal normalde satıyoruz o pastaları ama bir çocuk köşede izliyor parası yok anne babası yok gelmemiş, dikkatimi çekti o kalabalıkta ve hemen peçete üzerine en çikolatalısından kekler tuzlular koydum ve verdim çocuğa. "Annem yok" dedi, "ben annenle konuştum istediğini yesin dedi" dedim... Nasıl ışıldadı yüzü görmeliydin.... Saçma sapan ufacık bir detay ama dünya bunlarla dönüyor sevgili blogcuğum.... Gazzedeki çocuğa oturup ağlamak ve hiçbir şey yapamamak yerine, tam önündeki önündeki çocuğu fark edip güldürmekle..... 

Bak şunu diyeceğim. Bloglarda çok okuyorum, haberleri izliyorum, izlemesem vicdanım elvermiyor, izlesem mutsuz oluyorum elimden bir şey gelmiyor diyorsun ya. Çözüm de bu..... 1 gün hiç tv izlemesen, sosyal medyaya bakmasan, deney yap mesela, bakalım kötü mü hissedeceksin, aksine iyi mi? Ama o deneyi yapmaya cesaretin var mı onu bilemem ;) Çünkü bazen kendi küçük dünyalarımızdaki sıkıntılardan kaçmanın bir yolu da, daha büyük ve çözülemez olduğunu bildiğimiz sosyal meselelerle aklımızı (kendimizi) oyalamak.... Bir tür: kolaya kaçmak.

Ağır dedim değil mi... O zaman, sessizlik :)

İşte böyleeeee. Güllerin ayı Haziran da bitti. Güller gitti. Sıcaklar bastırdı. Karpuz kabuğu denize düştü. Size tatil başladı, bize teee Ağustos'a dek okul ve iş var. Haydi o zaman Temmuz hepimiz için sakin, huzurlu, ferah bir ay olsun!

EKLEME: Bu yazımı okumanı isterim, medyayı takibi bırakamıyorsan özellikle.

24 Haziran 2025 Salı

İkide bir - 15

Kum Çocuk'un yazısından çıktım yola, o da buradan okumuş. Özetle; günün cümlesi şu: "Aşkı meşk etmeyenler, maksudlarına kavuşamazlar."

Korkma konumuz aşk değil, o işe girersek çıkamayız :)) Konumuz meşk; yani gayret, sebat, uğraşmak, çalışmak, talim etmek.. Bir kıvılcım (ya da aşk) ile başlayan "kor fikir"in, meşk ile işlenmesi. En tatlı dönemi, belki de "acemiliği" bu işlerin.. Kıvılcım kor, umut ve hayâller taze, insana "her şey mümkün.." hissi veren duygular uçuş uçuş... Turgut Uyar'dan şahane bir alıntı var yazıda: "Halbuki acemilik. Efendimiz acemilik. Bir taş alacaksınız. Yontmaya başlayacaksınız. Şekillenmeye yüz tutmuşken atacaksınız elinizden. Bir başka taş. Bir başka daha. Sonunda bir yığın yarım yamalak biçimler bırakacaksınız. Belki başkaları sever, tamamlar. Ama her taşa sarılırken gücünüz, aşkınız, korkunuz yenidir, tazedir. Başaramamak endişesinin zevkiyle çalışacaksınız." (Korkulu Ustalık).

Bu paragraf benim için çok özel, çünkü hayatta bir sürü yarım yamalak taşım var ve bunlara baktıkça bir "sıkıntı" duyuyorum: tamamlanmamışlık, başarısızlık, bunaltı. Oysa üstad haklı; hayat tam olarak bu! Acemilikler.. Yarım kalmalar.. Başarısızlıklar..

Doğru fakat; üstad da tam alışamamış ki şöyle devam etmiş: "Durduğum yerde kalmaktan korkuyorum."

İşte kilit cümle bu: tüm bunların sonunda bir arpa boyu gelişememe riski. Herşeyi boşa çeviren. Hayatı boşa çeviren.. Boş eden. Hiç eden. Anlamsız eden. 

*

Bundan beş altı yıl önce, "Denize Bakan Ev"i yazıyordum. Hâlâ en sevdiğim evimdir, artık bomboş ve kapalı bir ev olsa da.. O bloğu bana yazdıran, aslında bir süre de birlikte yazma keyfi yaşadığım bir başka blogtu, çok hoş bir etkileşim ve iletişim vardı aramızda ve iki blog birbirini çok güzel tamamlıyordu, bir süre için.. Sonra o arkadaşla yollarımız ayrıldı, türlü nedenler ama en nihayetinde "meşk"i kaybettiğimiz için. Zor dönemlerdi; corona ve evlere tıkılmamız bir yanda, benim küçük çocuklarla, onun özel hayat sorunlarıyla cebelleşmesi bir yanda.. Zorlandık ve meşk etmedik yeterince. Böyle olunca aşk ya da daha geniş anlamıyla bir işi başlatan o "kıvılcım" da sönüyor tabii. 

Günün birinde yeniden yanar mı bilmem, ben kendi adıma sanırım yenildim, inancımı yitirdim. Karşı tarafı bilemem.. 

O günlerde güzel geribildirimler alıyorduk "bir tenis maçı izler gibiyim" demişti bizi bilen bir dost, keyifli okumalar sunuyorduk. Ben kendimi geliştirdiğimi düşünüyordum yazın dünyamda, onu da girdiği tek düzelikten kurtarmıştı bu uğraş. Şimdi düşünüyorum da, aslında pek de kurtaramamış... Uyar'ın dediği noktada kalmışız ikimiz de. Birlikte de, ayrı da, gelişememişiz. Bu üzücü.

*

Ama dedim ya; aşk (ya da daha geniş anlamıyla: pişmanlıklar) değil bu yazının konusu. Konumuz: meşk, ceht. Yani eğitim, çalışma, çabalama, uğraşma, gayret, emek.. 

Bir şeyler yapmalı..... Kesinlikle birşeyler yapmalı ama ne? Gidip sahilden, dere yataklarından, yollardan küçük beyaz taşları toplamakla başlamalı, belki de.... En baştan başlamalı..


Hamiş. Bu benim yazdığım son "ikide bir" yazısı olacak. Neslihan başta olmak üzere, katılan herkese, yorumlarla beni zenginleştiren sizlere de özellikle teşekkür ederim, büyük keyif aldım. Bu noktadan sonra, bakalım "küçük beyaz taşlar"la yeniden başlayabilecek miyim ;) Göreceğiz...

22 Haziran 2025 Pazar

İkide bir - 14

Dün bir arkadaşım Kudüs'ten canlı yayın bir ses kaydı yolladı. Kayıtta; filmlerden, darbe ve deprem zamanından aşina olduğumuz bir yükselip bir alçalan o korkunç siren sesi ve gerisinde, kuş cıvıltıları vardı.. Kuşlar, olan bitene rağmen şarkılar söylüyordu...

Beni çok etkilediği için buraya almak istedim.. Ses kaydını nasıl ekleyeceğimi bilemedim ama hem Kudüs'ten hem de İran'dan iki fotoğraf ekledim.. İkisi de aynı yıldan; 2005. Tam 20 sene öncesi.... 

İranlı oğlanlar

İsrailli kızlar

Birbirlerinden çok farklı olduklarını sanan, birbirleriyle savaşan düşmanlar, 20 yıllık farkı saymazsan, aynen ve hâlâ bunlar işte.. Belki bizzat bunların çocukları...

Dünyanın bambaşka yerinde doğsalar, bambaşka kıyafetler içinde olsalar, bu dört oğlan ve bu dört kız, bambaşka hikayelerin içinde olacaklardı.... 

En çok da bu koyuyor insana....

Bir de kuş sesleri. Sirenler arasında, cıvıl cıvıl kuş sesleri.....

Hamiş. Tamamen tesadüf eseri, sevgili Handan da bu sabah güzelim 🧿 balkonundan kuş seslerini yollamış! İnanamadım bu tesadüfe ve bu “ikilik”e, iznini alıp buraya ekledim. Tesadüf olamayacak kadar anlamlı benim için 🙏 

Evren bize diyor ki: “İkisi de var. Neye baktığını, neyi görmek istediğini, ne olduğunu seçmen için..”

20 Haziran 2025 Cuma

İkide bir - 13

12. Yazıda, mutlu olduğumuz halde bunu saklama ihtiyacımızı ve altında yatan “suçluluk” duygusunun da altında yatan nedenleri konuşmuştuk. Bir de tam tersini konuşalım mı? Yani, mutsuzluğunu sahte bir “aşırı mutluluk gösterisi”yle gözümüze gözümüze sokanların psikolojisini..

Bazı insanlar nasıl da utanmaz, göstermeye, gözümüze sokmaya nasıl düşkün! Böyleleri hep vardı ama özellikle sosyal medya çağında sanki iyice arttılar, hani uygun ortamı bulmuş bakteriler misali, çoğaldılar, hatta dominant hale geldiler..

Bloglar kısmen daha iyi, takipleştiğim bloglar arasında böyle insanlar yok yani söz meclisten dışarı olacak şimdi :) Çok kişisel yazan, tamamen ailesinden, evinden söz eden arkadaşlarımız bile öyle tatlı, samimi yazıyorlar ki, insan fotoğraflara baktıkça bile mutluluğu artıyor, “paylaşmak” kelimesinin gerçek anlamını hatırlıyor.. 

Fakat bazı “hesap”lar, bu işi hiç başaramıyorlar nedense. Sanırım amaç paylaşmak değil, aktarmak ve göstermek. 

İkisi farklı eylemler.. Gösterme tek taraflı, oysa paylaşma, çift taraflı bir eylem. Paylaşmak, karşılıklılık ve birleşme içeren bir eylem. Bu nedenle bazı “paylaşımlar” insana hoş duygular veriyor; doğa, hoş alanlar, sanat, hayata dair küçük detaylar, insanlık halleri, kişisel günlük hayat kesitleri.. 

Bazı “gösterimler” ise “ben ben ben”, “sağdan soldan önden arkadan oto-portrelerim”, “ve benim olanlar”. Enerjileri o kadar farklı ki, ayıp olmasın diye iade-i ziyaret yaptıysan bile,  huzursuz bir enerjiyle hızla ayrılıyor insan, yalan mı? :))) 

Bu sosyal psikolojide tabii ki statü, otorite, güç, kabul görme ve beğenilme, sevilme ihtiyacına işaret ediyor. Stefan Zweig’ın dediği gibi: “İçinde güç olan hiçbir eylem masum olamaz.” Yani ne kadar gösteriyorsa, o kadar aç aslında.. Bu o kadar barizken, neden kendilerini bu duruma düşürüyorlar?

Gerçek mutluluk zaten Mina Urgan’ın da dediği gibi, küçük, mütevazı, manevi alanlarda hep.. Bunlar kesinlikle paylaşılmalı, çünkü diğer insanlara da huzur verir, neşe verir, hafiflik verir, artar ve bulaşır.. Fakat gösteri-mutluluğu ya da sahte mutluluk ya da “ben” odaklı “toksik mutluluk gösterisi”, insanda “neydi bu şimdi?” hissi bırakır, huzursuz, tatsız bir his verir, o da bulaşır ama, aksine, yapışkan bir his verir.. 

Zaten amaç da şu sanırım; ben aslında içten mutsuz ve huzursuzum ama bunu değiştiremiyorum, o zaman “mış gibi” oynayayım, sen de buna inan, özen, hatta kıskan, kendini benden aşağıda hisset ki, sana basıp ben yine yukarıya çıkayım.. Seni mutsuz ederek ben besleneyim, güçleneyim.. Güç halbuki; huzurun katilidir.

Bence bununla en iyi mücadele yöntemi; gözardı etmek, takip etmemek. Ama bu tipler genelde senden beslendikleri için üstüne yapışabilirler ve kaçsan da, burnunun dibinde biterler.. Kendilerini gözüne gözüne sokmaya çalışırlar. Sanarlar ki; sıkıntı verdikleri ölçüde görünür olurlar. Sen de tepki verirsen, deme keyiflerine. O nedenle en güzeli yokmuşlar gibi davranmak.. Bir iki üç denerler, neyse ki fazla sabırlı değillerdir, bir noktada bırakırlar seni seninle başbaşa, ooooh mis :)) Kurtuldun.

Artık sen ve senin gibi “gerçek mutlular”, göstermeyi değil ama görmeyi bilen, güzelliklerini sana da cömertçe sunan ve paylaşanlarla yola devam edersin…. Ahhh o ne muhteşem bir histir.

Bu insanları bul ve koru derim ve birlikte küçük ayrıntıları koccccaman edin.. 

Asıl mutluluğun da anahtarı bence bu. Hayata rağmen hayatı sevmek, insanlara rağmen insanları sevmek, bunca mutsuzluğa rağmen mutlu kalabilmek, bunu da kendinde hak görebilmek sanırım ancak böyle mümkün.. Ve bu mutluluk türü; masumca. Ve hak edilmiş. Çünkü alma verme dengesi, karşılıklılık, gerçek “paylaşım” var.

İnşallah, ben de dahil, biz hepimiz bu tarafta kalmayı başarır ve mutlu anlarımızı cesaretle, içimize sine sine, utanmadan, çekinmeden, doğallıkla ve samimiyetle paylaşmaya devam edebiliriz.. 

Amin bin :)))

Hamiş. Ben aslında Chomsky’ci de olduğum için diyorum ki, sosyal medyada “share” kelimesini Türkçeye çevirirken, paylaşım değil aktarım olarak kullanmalıydık. Kelimeyi resmen katlettik, böylece paylaşma kültürünü de katlettik! Ben artık bu kullanım farkına özel dikkat edeceğim! 

Söz.

Hamiş. Fotolar komşunun çöp kutusunun üstü. Kaktüs ve sukulentlerle süslemiş, bir de kaktüs çiçek açınca, çöp kutusu bile güzelleşmiş!

18 Haziran 2025 Çarşamba

İkide bir - 12

Dün Şuleciğimin kendi gibi güzel defterinde okuyunca, dedim ki, aslında son birkaç senedir çoğumuzun en büyük ikilemlerinden biri şu: “mutsuzluk böyle pompa pompa pompalanırken üstümüze, mutlu olduğumuz anlardan utanır, dile getirmeye çekinir, mutluluğu ayıpmış gibi algılar olduk”


Derin Hakikatler’de okuduğumda “toksik olumluluk ve mutluluğun nihayi bir yaşam amacı gibi gösterilmesi”ne ben de - elbette - katılmadığıma emin olmuştum; fakat özümde, kendi halime bırakıldığımda, mutlu bir insan olduğumu da düşününce, yani mutluluğun kötü, sığ, aslında “yalanmış, oyunmuş” gibi lanse edilmesine de yine de gönlüm razı gelmemiş, yine bir ikilem içinde kalmıştım.. 

İçim huzuru, sakinliği, iç dengeyi yüceltir ve ona koşullanırken, dışım, ah o dışım, o adaleti, hümanizmi, hak hukuku ve eşitliği herşeyin önünde tutan, insanları (onlara rağmen) seven dışım; o işte utanıyor “tüm bunlar” olurken mutlu ve huzurlu kalabilmeye. Mutsuzluk bu kadar yoğun pompalanırken, mutluluk bir vicdan yükü, nahiflik hatta suç gibi düşünülüyor..

Bunu tartışmak istiyorum bugün. Neden böyle hissediyoruz sizce?

Olası cevaplar: 1). sosyal politika ve özellikle medyanın “dünya aslında korkulacak, kötü bir yerdir” ana temasıyla, olumsuz yanı ağır basan bir toplum mühendisliği yapması. 2). Kültürümüzdeki nazar değer, sahip olamayanın gözü kalır, imrenir anlayışı 3). İçimizdeki aşırı komünal hümanizm nedeniyle “herkes mutlu olduğunda kendime mutlu olma hakkı görüyorum” anlayışı (ki bunun altında da bir psikolog gözüyle: çok derin bir mükemmelliyetçilik ve aslında ucu kibir küfrüne varan bir narsisizm sorunu, onun da altında karşı kutup olan özgüvensizlik, özdeğersizlik yatabiliyor aslında). Belki siz de eklemek istersiniz..

Tüm bunlar tek kapıya çıkıyor: mutlu hissetmekten utanmak, mutluluğu bırak göatermeyi, ifade etmekten  çekinmek..

Tabii karşı kutbu da var: sahte mutluluğun aşırı göze sokulması, “paylaşım” kelimesi altında aslında “gösterim”i, aşırı değer verilmesi, toksik pozitivizm, mutlu değilsen sorunlusun inancı vs. 

Ortayolu elbette her duyguya açık ve eşit mesafede olabilmek..

*

Bu nedenle; bugünkü sorum ve tartışırsak ne hoş olur dediğim konu şu: bizi mutlu hissettiğimizde bundan utanç duymaya koşullayan mekanizmanın altında yatan asıl duygu nedir sizce? Utanç çünkü “ikinci el” bir duygudur, genellikle “suç”tan kaynaklanır ama ortada suç yokken, yaşanan adaletsizlikten kendimize neden pay çıkartıyoruz, nedir kendimizi “suçlu” hissettiğimiz asıl konu ve bu ne kadar gerçekçi bir algı, ne kadar dış kaynaklar tarafından “içimize ekilmiş” bir algı ve sizce dış kaynaklar haklı mı, değilse, onlarla nasıl savaşabiliriz?

Offf amma sordum yahu :))))

Fakat cağnım Paul Auster’ım ne diyor: “Yaşamda en önemli görev, doğru soruları sormaktır” ;)

Foto: Sevgili Şuleden.

14 Haziran 2025 Cumartesi

İkide bir - 10

Mevlana’nın “Küfrün kebrinden haberin yok, imanın hakikatlerini nereden bileceksin” sözü, çok derindir; insanlara imanları ya da gerçek iman hakkında ders vermeden önce, düşün isterim..

Bazen insanların birbirlerine ders ya da nasihat vermede fazla özgüvenli ve çenebaz olduklarını düşünüyorum. Bir konuda böyle güvenle konuşabilmek için; ya o dersin içinden geçmiş olmak (ki buna “damdan düşmek” de diyebiliriz) gerekir ya da karşıtını yaşamış, yani küfrün de sonuna dek gitmiş olmak gerekir ki içindeki zehir boşalıp, yerine gerçek olan akmaya başlasın. 

Sorgulamadan, küfretmeden, aksini görmeden, sentezlemeden; imanın da, yaşanan herhangi bir deneyimin de gerçek anlamı nasıl kavranabilir ki..?

“Ve melekler şunu da fark ettiler, Tanrı, sözünü inkâr eden bu kadını, kendisine kayıtsız şartsız iman eden diğer kullarından daha çok seviyordu.”  - Rahel Tanrı’yla Hesaplaşıyor, Stefan Zweig.


12 Haziran 2025 Perşembe

İkide bir - 9

Cennet dediğimiz kavramı düşünüyorum bugün. Portakallı :) bir yer olmadığı kesin de, acaba nasıl bir his, diye düşünüyorum.



Başını yastığa koyduğun an, huzur dolu bir uyuşukluk mu? İşini görevini yapmış olmanın verdiği doygunluk mu? Ters giden birşeyleri düzeltmeye, birilerine dokunup iyileştirmeye çabaladığında hissettiğin umutlu kıvanç mı? Basit bir, evlat kokusu mu? Uzun zamandır görmeyip çok özlediğin sevdiceğe kavuşma anındaki vuslat duygusu mu? Daha yüce bir amaç uğruna verdiğin fedakarlık mı? Pişmanlıkla ettiğin tövbeye eşlik eden iki damla gözyaşı mı? 

Başka? Yazsana, nedir cennet…?

Foto. Ananeciiim beyaz duta bayılır, ne zaman yese “kiraz dermiş ki, yersen beni, sapım gibi incecik ederim seni, velev ki arkamdan dut gelmese..” derdi :) Ben kirazcıyım ama şu ağacı ve yerlere dökülen meyvelerini görünce, bu sabah dalından bir tanecik kopartıp ananem için ağzıma attım. 

Basit bir yol kenarı mıdır cennet?

Ekleme. Dünkü yazının yorumları kapalı kalmış, yeni fark ettim, bin özür.

11 Haziran 2025 Çarşamba

İkide bir - 8

Dün tuhaf bir gündü. Allah sevdiği kuluna önce eşeğini kaybettirir, sonra buldurup sevindirirmiş hikayesi.

Biraz etkilendim, o nedenle yazamadım. Ama bugün şu konuyu tartışmak istiyorum: ne için yaşadığını ömrünün sonunda mı idrak edeceksin sence, yoksa yaşarken tam bir farkındalıkla mı yaşıyorsun? Yani başarabiliyor musun şu Ricky Gervais’in ünlü önergesini aklını kaçırmadan çözebilmeyi: “Milyarlarca milyarlarca yıl yoksun. Sonra taş çatlasa 90 yıl, ki bulan çok az, varsın. Sonra yine milyarlarca milyarlarca yıl yoksun.”

O 90 senede ne yapıyorsun peki? Endişelerle kuruntularla mı geçiriyorsun bu kısacık hediyeyi, kavgalarla, küskünlükler alınganlıklarla, kafayı o şunu dediydi, bu bunu yaptıydılarla, hay şunu yapamadım izin vermedi hayat’larla.. Yoksa biraz çevrene dikkat ederek, insanları biraz anlamaya çalışarak, iyi taraf’ta kalmaya çalışarak mı (kime sorsan bunu diyecektir kesin, ama o zaman dünya neden bu noktada?)

Onu bunu geç de, sadede gel: Artık çoğunuz yarı yolu geçtik; sence bu noktada hakkını verebildin mi geçen zamanın? 

Şimdi küt diye gitsen, neler eksik kaldı sence? Ya da nedir sana “yok az daha yaşamam lazım, şunu şunu yapmam lazım” dedirten?

Sen düşün ya da yaz, ben de birde ikiye yazayım haydi..

Bunlara eğilmiş bakarken pırrrt diye minicik bir farecik çıktı içlerinden, panikle bacaklarımın arasında iki tur atıp, karşı istikamete doğru koştu gitti. Bunlar olurken hiç kıpırdamadan kalmayı başardım çok keyifli bir andı. Belki tanrı için de bizim “telaşemiz” tam olarak böyle bir şeydir :)

8 Haziran 2025 Pazar

İkide bir - 7

Tanrının varlığına inanıyor musun?

Cevap ver diye sormadım. İçinden düşün diye sordum..

Cevabın büyük ihtimalle bir yaratıcı güce inanıyorum ama bu inancın dinlerle alakası yok gibi bir şeydir, son dönemlerde herkesin bu şekilde bir inancı var sanki, Deizm mi deniyor.. Dinde son trendler..

Bense bunun diğer kutbundayım; Tanrıya kesin inanıyorum ve varlığını hissediyorum ama ben bir de buna ek olarak, tüm dinlere birden inanıyorum, hepsi birbirini tamamlar niyetlikte gibi geliyor bana. Hiçbirini birbirinden ayıramam, hepsinin içinde insana insan olma yolunda, doğru işaretleri gösteren sözler kadar, insanı adeta çıkmaz yollara sokmak için, sonradan eklenmiş olduğu aşikar saçmalıklar da var. 

Crkva Sv. Jeronoima Kasteli, Split

Hayat çünkü böyle bir şey; hem içimizde bir bilge, bir aziz yatıyor - bu kendi içimizdeki Tanrı da olabilir pekâlâ - Hem de aklımız saçma sapan adetlerle, kültürel dayatmalarla, toplulukçu beklentilerle tıka basa dolu. İkisinin arasında gidip gelip, Tanrı'yı bu duruma sessiz kalmakla suçluyor oluşumuz da cabası...

Tanrı bize hâlâ inanıyor mu acaba?

6 Haziran 2025 Cuma

İkide bir - 6

Ne acaip şey. 6.6'ya denk gelen 6. yazı :))

Bugünkü konum; okumak ve tabii yarınki de okumamak.

Nitelik nicelik konusunda, nitelik tarafındayım. Çok okuduğum dönemlerin ardından, bir uyku dönemi, sindirme dönemi ihtiyacım oluyor.Bunu yapmayan dümdüz sürekli çok okuyabilenleri anlayamıyorum, nasıl sindiriyorsunuz onca kitabı?! Okuduklarımı eskiden hop diye bünyeme katabilirken, yaşla birlikte, bir deftere not alma ihtiyacım arttı. Çok genç yaşımda okuduğum ve bende iz bırakan kitapları bile, doğru hatırlayamadığımı farkedeli beri, biraz da umutsuzlukla, en baştan okumaya başladım. Zaten bazı kitaplar 20'lerde, 45-50 arası ve 65 sonrası bence üç defa okunmalı, her dönemde bambaşka bir rengi olan kitaplar bunlar.. 

Klasikler mesela, mutlaka uzun versiyonundan, orijinalinden okunmalı çünkü kısaltma metinler arasında şimdiye dek kuşa dönüp tamamen apayrı ve tatsız bir hal almış olmayanına rastlamadım. Asla kısaltılmış metin okunmamalı... Felsefe keza, özet kitaplar belki birinci okuma için uygun olsa da, metni anlamak istiyorsan, kesinlikle yanlış seçim... Çeviride isim bırakan çevirmenleri, yayınevlerini takip etmek gerekli çünkü İlber Ortaylı'nın da çok güzel dediği gibi, İngilizceyi Fransızcayı çok güzel konuşan ama ana dili Türkçeyi konuşamayan insanlara kaldı çeviriler son yıllarda...... Tabii mümkünse orijinal dilinden okunmalı.. Meli malılarla devam etmeyeceğim, sonuçta herkese göre değişir.. Ama fikrim bu benim.

Bilimkurgu çok okuyamıyorum, hep aynı konular tekrarlanıyor gibi geliyor bana. Keza romans da aynı. Kişisel gelişim bin kitapta ancak 1 tanesi diyeceğim düzeyde kötü.. 

Açıkcası, sevdiğim yazarların tümü artık ölü :/ Güncel edebiyatta ise "edebiyat" kelimesini yerle bir etmeyen yazarlara bakıyorum. Çünkü her kitap edebiyat değildir, kimi sadece kağıt ticareti.. Öyle yazarlar var ki, yazmasa, iyi bir okuyucu olarak kalsa keşke diyor insan.... Aynen müzik gibi, herkes kendisinin müzik zevkinin en iyi olduğunu düşünür derler, bazı yazarlar için de maalesef geçerli bu.

Elbette çağdaş edebiyatta sevdiklerim hatta "çok yeniler" arasında "vay be" diye şapka çıkarttıklarım var. Ama dediğim gibi, asıl alanım klasikler, yüksek oranda felsefe içeren varoluşçu yazarlar. Ağır abi ve ablalar :) Kitap bittikten sonra, sende bir şeyi değiştirmiş olması gerek.. Bir şeyleri düşündürmüş, seni rahatsız etmiş, huzurunu bozmuş olması gerek... Yine elbette, bence.. :))

Şiir hiç okuyamam, deniyorum ama şiir kitabı bir köşede durup ayda bir açılıp bir şiir okunacak türde kitaplar gibi geliyor bana, oturup üstüste 3-4 şiir nasıl okunur bilemiyorum :)) Anılara, biyografilere araştırmacı yazarlarınkiyse çok keyifle yaklaşıyorum. Öyküler, evet.. Zor bir alan. Biraz şiirdeki sorun yaşanıyor gibi gibi..

Ve her çağımda döne döne okuduğum, bence psikolojinin de asıl babalarından biri olan yazar: Dostoyevski. Onun kadar çevrede olan bitene kör, iç dünyada olan bitene ise tanrısal düzeyde vakıf bir başka yazar da tanımadım sanırım. Bayrağı belki Zweig almış olabilir kısa süre için. Fakat sonrasında... sanırım bayrak kayboldu.. Modası geçti diyorlar... Varoluşçuluğun modası asla geçmedi çünkü günümüzde hayat o kadar anlamını yitiriyor ki, eninde sonunda YZ'ya herşeyi kaptırdıktan sonra, elimize geçen aşırı bol ama çok boş vakitte ne yapacağımıza karar veremezken, gelip ÇÖÖÖT diye kafamıza vuracak... Eninde sonunda olacak bu.. Bu hızla gidersek, inanıyorum çok az kaldı.

Tatil kitapları.. Hafif eserler.. Çıtırlar... Bana göre değil. Dedim ya, hayat bunlara zaman harcaman için çok kısa... Ama sanırım bu hayata nasıl baktığınla da ilişkili biraz. Ben sanırım hayatı bir proje olarak görenlerdenim, bir "mümkün olduğunca iyi vakit geçirme yeri" olarak değil.. ;)

Ben böyleyim.... Sen peki?

2 Haziran 2025 Pazartesi

İkide bir - 4

Netflix'te, "The Four Seasons" dizisini izledim. İlk bölümü çok sığ ve saçma gelse de, üçüncü bölümden itibaren baya bir içine aldı, sevdim. Homofobiksen, biraz zorlanabilirsin. Fakat muhteşem bir "orta yaş" dizisi.. 


8 bölümlük dizinin konusu şöyle; taaa üniversite döneminden tanışan, yaşları 45-55 arasında üç arkadaş ve eşleri, tatil dönemlerinde bir araya geliyorlar. İlk iki bölümde (bahar tatili), bir arkadaşlarının tipik ortayaş krizi yaşadığını, 20 senelik karısını terk ettiğini, genç sevgili yaptığını, buna diğer yakın arkadaşların ve karısının, çocuklarının tepkisini izliyoruz. Diğer bölümlerde, yani yaz tatili, sonbahar tatili sürecinde de; ortayaşlı çiftlerin genel evlilik krizleri, arkadaşlar arası destek ve köstekler ve kendine genç sevgili yapan arkadaşın "uyum sorunları" falan var, tipik Tina Fey esprileri, Office dizisinden tanıyıp sevdiğimiz Steve Carell'in "andropoz"u çok güzel oynaması vs. keyifli bir konu, dizi.. Bu yaşlardan geçiyorsan, orta üst sınıfın çok klasik ortayaş meseleleri ele alınmış, aşırı özdeşim kurma durumu var :) 


Fakat beni asıl çeken bu 3 arkadaşın (ve onlarla son derece uyumlu) eşlerin ilişkileri oldu.. Aşırı derecede kıskandım! Benim hayat boyu böyle bir grubum olmadı.. Fakat bu "ah kader vah kader" değil, benim kişilik tarzımla ilişkili sanırım. Ben grup arkadaşlıklarını sevmiyorum! Bir de mesela birini çok sevebiliyorsun ama eşinden hiç hoşlanmayabiliyorsun ve eşi ortamdayken rahat ve samimi olamıyorsun.. Yine bir başka neden de yaşam tarzınız değişiyor, misal sen çocuk yapıyorsun o yapmıyor ve seni heryere davet edemiyor.. Ya da sen "ay çok çılgınım" derken, gay arkadaşın seni sıkıcı bulabiliyor tecrübeyle sabit :))

Yani bir türlü o dengeyi bulamadım gerçek hayatta.. Tek tek görüştüğüm insanlar var ve onlar bile birbirini tanımıyor :))) Çok komik değil mi, çünkü çok sevdiğim iki insanı bir araya getirdiğimde genelde çok awkward durumlar içinde kaldım.. Çünkü çevremde herkes birbirinden çok farklı; ya inanç, ya hayat tarzı, ya yaş, ya kişilik olarak.... Arkadaşlarım arasında hiçbir ortak nokta ve uyum yok! Dolayısıyla Tina Fey'inki gibi bir gruba da hayat boyu sahip olamayacağım.... 

Bu, çok da büyük bir sorun değil elbette; tek tek de olsa yeterli "derin dostluklarım" var çok şükür. Fakat hani geçen seneye dek "yalnızlık" sandığım, ama meğerse aslında "desteksizlik"miş dediğim sorun var ya; işte buna neden olan da biraz sanırım, "grup arkadaşlıkları" yerine "tekli" arkadaşlıkları tercih etmiş olmam.... 

Sen peki? Tek'çi misin grup'çu mu? :)) Grupta herkesle nasıl anlaşıyorsun ya da tahammül mü ediyorsun bazılarına? Öyleyse neden tek değil çift / grup görüşüyorsun? Hadi yaz yaz!

31 Mayıs 2025 Cumartesi

İkide bir - 3

Bugünkü konu: anne olmak.

Sabah Milie'yi köpek kuaförüne götürdüm. Yıkandı, kurutuldu, tüyleri kesildi ve tüm bunlar, hayatında ilk defa yapıldığı ve zavallıyı sinir krizinin eşiğine getirdiği için, iki saatten uzun sürdü. 

Kuaför, ayın 2 haftasonu Almanya'ya gelip köpekleri traş eden, diğer zamanlar ise 15 ve 13 yaşındaki iki çocuğu, eşi ve iki av köpeği ile Varşova'da yaşayan bir Leh. Bir yandan Milie'yi düzene sokmaya çalışırken, diğer yandan da telefonun diğer ucundaki idrar yolları enfeksiyonu geçirmekte olan 15 yaşındaki oğlunu, dedesiyle birlikte hastaneye gitmeye ikna etmeye çalışıyordu. Kadıncağızın stresi hepimize bulaştı aslında ve bana kalsa çocuğuna koşması, bizi de başka bir zaman çağırması daha uygun olurdu fakat "başladık bir defa" dedi ve devam etti...

Bir ara makası yere düşürdü, ucu kırılınca da okkalı bir küfür savurup "en sevdiğim makasımdı.." diye ağlamaklı oldu.

O zaman işe el atmak zorunda hissettim ve kadına "Dur" dedim. "Dur, gel biraz ara verelim, olmadı yarım kalır, sonuçta köpek ne olacak yani.. Bir kahve yap bize haydi...."

Kadın anlamsızca yüzüme baktı bir süre. Sonra bıraktı makası falan, söz dinleyen ufak bir çocuk gibi, gitti kettle'da su ısıtmaya başladı.. İki bardakla geri döndüğünde "Almanların bir lafı var ya" dedi, "küçük çocuk küçük dert, büyük çocuk büyük dert...." Gülümseştik ve başladı ağlamaya..... "Almanya" dedi, "zor.. Oğlum iki sene önce okulda öyle büyük zorbalığa maruz kaldı ki, ya beni bu sene Polonya'ya geri götürürsün ya da 18 yaşıma gelince ben kendim kaçar Polonya'ya dönerim, dedi. Ben de düşündüm taşındım, döndük onun için.. Sanıyor ki Polonya çok kolay olacak, orada da mutsuz. Tüm gün bilgisayar karşısında, ne desem o daha iyisini biliyor, bağırmadan bir  çift söz edemiyoruz.. Bazen......" dedi sustu.

"Bazen.." dedim ve devam ettim: "Keşke hiç anne olmasaydım diyorsun, bazen herşeyi bırakıp kaçıp gitmek istiyorsun."

Yüzüme baktı gözyaşları içinde... "Evet" dedi sessizce. "Evet.... Tam olarak bu ve kimse konuşmuyor, herkes sanki en harika çocuklara sahip, en terbiyeli, en çalışkan, en sosyal, en sporda başarılı.... Bir benimkiler böyle sanki..... Kimse gerçeği konuşmuyor... Herkes çocuğunu övmek peşinde."

Biraz durduk, yerdeki tüy yumaklarına baktık, kahvelerimizi içtik.

"Boşver" dedim.... "Herkes rol yapıyor dışarıya karşı.... Aldırma."

12 sene önce, ilk defa anne olmaya doğru giderken..
3 gün sürmüştü doğurmak :))) 
zor kısım bitti sanmıştım...
peeeeeh.

29 Mayıs 2025 Perşembe

İkide bir - 2

Dün, uzun süren yağışlı bir dönemin ardından açan güneşle, sabahın erkeninde, Milie ile dışarıya fırladık. Fırladık kelimesinin anlamını tam olarak yerine getirircesine, resmen neşe içinde hoplayarak, birbirimize gülerek, şakalaşarak sokağa çıktık. Çıktık ki ne göreyim, karşıdan "O" geliyor... O kim, dersen.. Büyük harfle yazdığım bu üçüncü tekil şahıs, benim "yeni idol"üm.

55 civarı bir kadın, belki de 45tir bilmiyorum, çocuksuz kadınların yaşını pek anlayamıyorum ben. Onlar biz çocuklulardan daha farklı yaşlanıyorlar sanırım :) Daha böyle yavaş yavaş, şaraplaşarak.. Neyse, 45-55 yaş arası, kemikli fakat atletik bir vücuda, hafif yanık bir tene, elâ gözlere ve çok güzel gri uzun saçlara sahip, kolunda ufak bir dövmesi olan, çeşitli doğal taşlardan kolyeler ve bileziklerle donanmış, hafif alternatif tarzlı bir kadın bu.. Üç küçük köpeği var. Bir Jack Russell, bir Mini Aussie, bir de henüz yavru olan sarışın bir Labrador. Kadın genelde iki yetişkin köpekle yürüyor, bazen yanında partneri olduğunu düşündüğüm bir erkek ve yavru Labrador da oluyor. 

Tanışalı 3-4 hafta oldu. Kadını daha taaaa karşıdan gördüğümde, üzerinde bir sakinlik bulutu olduğu fikrine kapılıyorum ve bu bulut yaklaşıyor, yaklaşıyor, tam yanıma geldiğinde sanki beni de içine alıp tuhaf bir sakinlik, zenlik, huzur aurasına katıyor.. İşte buna hayranım......!

*

Beni tanırsan bilirsin; benim enerjim yüksektir, canlıdır, hatta bazen ateş gibidir. Bu diğer insanlara çekici gelir, benden beslenir, genelde yanımdan enerji ve neşeyle ayrılırlar. Bende de bir eksilme olmaz. Fakat kendim gibi yüksek enerjili birine denk geldiğimde, koşarak kaçasım gelir çünkü inanılmaz yorulurum bu insanların yanında. Resmen enerjim çekilir, posam kalır.. Böyle birlikteliklerden sonra, genelde geceleri uyuyamam.. Böyle birliktelikler benim üzerimde 3-4 koyu kahve etkisi yaratır..

Bu nedenle içten içe, yıllardır, çocukluğumdan beri, aradığım, beni çekenler hep "sakin insanlar"dır. Ben onlardan beslenirim, derinleşirim. Gizli gizli hep böyle bir insan olmaya özenirim. Sakin, duru, yavaş, zen.

Bazı zamanlarda, böyle bir insana dönüşmeyi başarıyorum: mesleğimde, anneliğimde ve bana kalbini açan birinin yanındayken. O zaman duruyorum, yavaşlıyorum, dinliyorum. Bir de deniz, nehir gibi akan bir suyun kenarında bambaşka bir insana dönüşüyorum. Suya bakmak, suyun içinde olmak, hiç yapamazsam ellerimi suya daldırmak, beni bambaşka bir insana dönüştürüyor: sakin, huzurlu, sakit.

 Dikili, Bademli koy.

Bence hayatımın en temel ikilemi bu: sakin, zen, huzurlu, olgun biri olmak mı yoksa canlı, enerjisi yüksek, etrafı da yükselten biri olmak mı..? 

Sen hangisisin, bundan memnun musun? Değilsen hangisi olmak istersin?

Hamiş. Ben 2. yazıdan başladım, 1'e geç kaldım, affola ;) Dedim ya, şu hayatta zamanlamayı bir türlü tutturamıyorum :)

27 Mayıs 2025 Salı

Mayıs Raporu

Bu yazıyı dört defa yazdım, beğenmeyip sildim. Bu beşincisi! 

Nedense Mayıs'ı bağlayamıyorum; hani quilt battaniyeler vardır ya, her bir parçası bağımsız ve farklıdır ama arada bir bağlantı örgüsü vardır, sonuçta ortaya düzenli bir bütün çıkar.. Tüm ay kafayı bu metafora taktım. Çünkü bu ay hislerim ve düşüncelerim çok dağınık, uçuşkan, birbirinden bağımsız.  Fakat ara örgüsünü beceremiyorum, bir türlü bağlayıp anlamlı bir bütün çıkartamıyorum yaşamıma dair.. 

Hayalim bu:

Gerçekler bu:

Ben de vazgeçtim. Dedim ki, bağlamaya uğraşma. Demek ki bu ay da böyle.. Okurken yorabilir, üzgünüm ama bu ay olan bitenleri kafama estiği gibi, madde madde yazacağım: 

1). Bel tutulması ve sonrasında yaşanan "spor devrimi". 

Belim iyileşince, güneşi selamlama rutinime geri döndüm ve bir sürprizle karşılaştım: Güneşi selamlamaya kalktığımda, Milie mutluluktan deliriyor! :)) Çünkü bu hareketler köpek dilinde: "haydi gel oynayalım" anlamına geliyor :)) Bu, yani Milie'nin gelip neşe içinde bana katılması, birlikte "köpek duruşu" falan yapmak, çok tatlı bir his.. Unutmuşum, Semo da babamla biz yoga yaparken çok mutlu olurdu.... 

Güneşi selamlamaya ek olarak, sabah rutinime 20dk. yogayı ve 10dk. meditasyonu yeniden ekledim, umarım uzun vadede belime ve ruhuma iyi gelir, dedim.

İnsan neye niyet ederse, eninde sonunda olduğuna inanıyorum. Geçenlerde izlemediğimi iddia ettiğim ama acıklı aşk sahneleri nedeniyle bir türlü vazgeçemediğim (ergenliği 85-95 arasına denk gelmiş biz kayıp kuşak için geçerli durumlar bunlar, bu tür kanırtan, kavuşulamayan aşk hikayelerine bayılırız biz) Bahar dizisinde, Bahar dedi ki: "Ben bu hayatta zamanlamayı hiç beceremedim." 

Sanırım bu benim için de geçerli. Ya istediklerim hemen oldu ve ben hazır değildim, anlayamadım önemini. Ya da o kadar geç oldu ki artık umurumda değildi, sevinemedim... Fakat bu tamamen benim kendi farkındalık ayarlarımın bozukluğuyla da ilişkili, biliyorum.. Bu konuda içim dolu dolu. Yazacağım, mayalıyorum biraz.... Fakat şöyle diyeyim, bu ay "yoga matı" bana çok iyi geldi....

hava güzelse hep bahçeye serdim <3 
burada mesela "istediğim" ile "sahip olduğum" bir..

2). Bisiklet turnuvasına katıldım.. Ben? Vallahi dünyanın sonu geldi.

Bu ay kızımın okulu Bavyera genelinde yapılan bir bisiklet turnuvasına katıldı. 6A sınıfı olarak, öğrenciler, veliler, kardeşlerden oluşan bir takım kurduk ve turnuvanın online platformuna o gün yaptığımız kilometreyi giriyoruz, 3 haftanın sonunda kazanan takıma hediyeler var.

Burada bir dur şimdi. Evet tipik Almanya klasiği: sistem tamamen güven üzerine kurulu ve sonunda ödül olmasına rağmen kimse yaptığından fazla bir rakam girmiyor sisteme! Misal biz ailecek her gün 34.2km yapıyoruz ve eşime "ya 35 yazsana, 34.2 ne, yuvarla işte" dediğimde bana öyle bir baktı ki sanırsın anayasayı yıkıyorum. Bu ülkede dolandırıcılığın olmamasının nedeni bu işte: küçücük yaştan çocuklara bu terbiye veriliyor.. Olay bir bisiklet yarışı değil; hem dürüstlük, hem sporculuk, hem de takım ruhunun kazanılması... Vay be. Biz nerdeyiz adamlar nerde bölüm 7463836.

;)))

3). Memleketim memleketim.

Türkiye'yi yine de tercih ediyorum çünkü 1). Bu kadar "doğruluk" bünyede "sıkıntı" hali yaratıyor bir noktadan sonra. Bazı şeylerin eksik, bozuk, kusurlu olması lazım insan hayatında.. Tabii bizimki gibi "neresini tutsan elimde kalıyor" hali de sıkıntılı... Bir orta yol olması lazım..... 2). Almanlık genel anlamıyla benim için gerçekten itici. hayat boyu aklımda olmayan bir şeye, olduktan 12 sene sonra, hâlâ alışamadım....

Bu ayın temalarından biri de Alman Vatandaşlığı idi benim için. Memlekete kızıp kızıp "yok bu sefer yeter artık geçiyorum Alman vatandaşlığına" diyorum ama bir iki hafta sonra yumuşayıp, "ya şu dünyada en son benden Alman olur"a varıyorum. Yine böyle haller içindeydim. Bu sefer form bile doldurdum, son dakikada iptal ettim :) Açık söyleyeyim, İtalya, İspanya falan gibi ülkelerde olsam çoktaaaan çifte vatandaşlığa geçmiştim (milliyetçi değilim yani) ama Alman... Yok ya... Ülkemiz ne kadar toksik bir koca gibi davransa da, seviyorum yahu.... Düzelir, düzelir.... 

Liam Carpenter, burada bir efsane ;))

4). Analiz, Sensei arayışım, Aktarma..

Analizde birinci sene bitti, daha çok başındayız be blog. Bu analiz zaten bir battın mı, bir daha çıkamadığın bir şey anladığım kadarıyla. Analistimle ortak bel tutulmamızdan sonra, ben dümdüz "aktarım olmasın bu" diyerek dayandım kapısına ve başladık bendeki bu "sensei arayışı" üzerine konuşmaya.. Nedir o dersen... Ananemi yitirdiğimden beri artan bir "yaşlı ve bilge insan" arayışım var. Yürüdüğüm yolda benden önce yürümüş olan, bana yol gösterebilecek, tercihen 60 yaş üstü birini arıyorum yıllardır hayatımda, bilinçsizce.... Bunun farkına geçen gün çok acaip bir şekilde vardım:

Benim Miroslav Tadic hayranlığımı bilir misin? Bilmiyorsan ayıp sana :)) Şu tanrısal müziklerin üstadı, sağdaki zat (soldaki de Vlatko Stefanovski ayrı bir üstadtır):

vaktin azsa direkt 40.07'ye atla benim için..

İşte bu Miroslav Tadic'le geçen mailleştik biz. Birkaç dizi mailleşme sonrasında da Tadic bana Temmuz konseri için özel yer ayırtacağı sözünü verdi (çünkü aslında oğlumla, yani 8 yaşındaki hayranıyla tanışmak istiyor). Sanki Holywood'un üç Ryan'ından biriyle mailleşmiş gibi bir heyecan duydum ben :)))) Dedim noluyoruz yahu. Bu salt bir müzik aşkı olamaz, birşey var bu işte. Sonra baktım aaa etrafım böyle işinde çok iyi yaşlı adam ve kadınlarla dolu (cinsiyet ayrımım yok, demek ki cinsel bir konu değil). O an karşımda oturan da analistim, kendisi de 70li yaşlarda bir adamcağız :) Bana muzip muzip gülümsüyor... 

Neyse uzun lafın kısası, ben ergenlikten beri bu tip adam ve kadınlara hayranımdır. Belli yaşa gelmiş, ununu elemiş eleğini asmış, bilgeliğiyle etrafa ışık saçan adam ve kadınlara. Tabii ki ananem. Tabii ki ananeme olan özlemim.... Ananemi bir motorsiklet kazasında yitirdim (böyle yazınca çok havalı oluyor, biraz da düşen yüzüm gülüyor... ondan bu cümleyi tercih ediyorum bir süredir). Fakat onun yokluğundan açılan boşluğu nereye "aktarayım" bilemiyorum. O kadar büyük bir boşluk ki, bir kişi yetmiyor, yoksa analiste aktaracağım.. Dolmuyor. Ben de nerede yaşlı ve bilge insan varsa hop oraya.... 

Rhododendron

Analistim benim yaşam hayalimi güzel ortaya çıkarttı: günün birinde böyle bir yaşlı olabilmek, birilerine fener olabilmek... Umarım olabilirim günün birinde, dedim.. 

O da dedi ki: şu anda da öyle birisin.... Danışanlarını düşün.

Bu konuda düşünüyorum..... Çok hoşuma gitti bu sözleri ama yine de tam oturmadı, sürekli bir "bütünleme tamamlama" isteği var içimde, yazının başında bahsettiğim gibi.. Bir sürü alakasız parçayı birbirine bağlama isteği, beklentisi... Yapamadıkça ümitsizlik hissi, başarısızlık duygusu... Hayatımın yetmeyeceği korkusu.... 

Bu ay kafam bunlarla doluydu ve dışarıda olan bitene fazla odaklanamadım.... Ama doğadaki güzellikleri fark ettim :) Onlarla bitiriyorum... Hepimize güzel, hafif, tatlı, dengeli bir Haziran diliyorum.

son leylaklar <3