29 Haziran. Saat 08.25. Yatakta oturmuş, serinliğin keyfini çıkartıyorum. Birkaç saat içinde yine dayanılmaz olacak sokaklar.. Önü topu sadece 29-30 derece ve bu bana on onbeş sene önce Fransa'da 32 derecede yüzlerce insanın öldüğü yazı hatırlatıyor.. Ne kadar da şaşırmıştık biz, 45 derecelere alışık Türkiyeliler.. 30 derecede de ölünür müymüş yahu!? Ve fakat, bugünlerde, anlıyorum ki, ölünür.... Buradaki sıcak bizim sıcağa benzemiyor. Evler ona göre yapılmamış, sıcağı içeriye hapsediyor, otobüslerin çoğunda klima yok ve sokaklar offff sokaklar... Sanıyorsun ki ağaç çok diye serin olur ama toprağın türü mü, nem basınç oranı mı, dağsızlık mı, nedir bilmiyorum, korkunç bir sarı-sıcak..

Bu sıcağın ortasında oğlum ateşli bir ishal geçirdi, belki onun psikolojisi de içimi daha da yaktı ama geçen hafta bir öğle vakti "Yarabbi, şöyle şakır şakır yağsın artık dayanamıyorum ne olursun!" dedim... Nasıl içten dediysem, 15dk sonra resmen muson yağmurları gibi indi :))) İçim temiz, dilediğim oluyor sevgili dostlar. Ama o serinlik 24 saat bile sürmedi, bu sefer üstüne nemli bir sıcakla devam....
Neyse, bana "bunu 30 derece için mi diyorsun, biz neyleyelim" diyorsanız, inanın buranın 30'u bizim 45 gibi hissediliyor diyeyim... Hatta bir de bomba, bu blogta asssla okumadığınız bir laf edeceğim: Kışı özledim yahu! Ben! Kışı! Tövbeeee......
Bu arada; 2025'in yarısının geçmiş bitmiş olduğuna ve dahi günlerin de yavaş yavaş kısalmaya başladığına inanabiliyor musunuz?! Eyvaaaah.... Kış kapıda :))
Ama önce güzelim Haziran:
Haziran'ın ilk yarısı tatildi ve biz dördümüz, annem ve babam sayesinde, Antalya'da çok güzel bir oteldeydik. Normalde ben HD otel konseptini hiç sevmem, yediğim içtiğim zaten üç şey, insandan kaçarım, aktivitelere katılmam, gece erken yatarım yani hem parama yazık, hem de sinirlerime. Fakat bundan 6-7 sene önce yine birlikte gittiğimiz Güral Premier'in havuzlu villa tipi odaları aynen butik otel hissi veren şahane bir konsept. Yine aynı yere gittik ve yine çok memnun kaldım. Otel yemyeşil, her yer havuz, yemekler gayet güzeldi ve personel hakikaten çok çok çok içten ve kibardı..
restaurant önü afiyet olsun müziği
yammmm
Bu konsepti sevmeyen ben bile çok sevdim, çok tavsiye ederim. Tabii gittiğimiz tarih sezon başı ve otel ancak %70 doluydu, Temmuz ve Ağustos'ta bambaşka bir ortam olabilir..... Bu tip oteller sezon dışı güzel oluyor. Hoş bana kalırsa, Türkiye'de her yer sezon dışı ve haftasonu dışı güzel........ İnsan yoğunluğu nasıl etkiliyor değil mi algımızı... Bunu kendime "yalnızlık sıkıntısı" duyduğumda hatırlatmalıyım! "O yalnızlık değil, desteksizlik, karıştırma" demeliyim....
Gitmeden terapistime söz vermiştim, o da yüksek sesle gülmüş, "haydi bakalım" demişti ama sözümü tuttum ve çok uyumlu, hiç mızırdanmayan, her şeye "he" diyen maskemle 8 gün hem kendime, hem çevreme güzel bir tatil yaşattım :) Çok sevimliydim çok. Hatta o kadar sevimliydim ki, eşim "ya ne olur bu tatilin bir benzerini de Ağustos'ta Yunanistan'da yapalım, annenler ve annemle" demesin!?! Adamın fantazisine gel: Benim annem, ben, benim kız, kayınvalide, bu hepsi kendi çapında birer "ana kraliçe" olan "mahşerin dört atlısı" ve tabii babam, eşim, oğlumdan oluşan, yanımızda gezen, kurbanlık koyunlarımız.. Manyak mıdır nedir yahu? Neyse ki annem golü yemedi. "Belim ağrıyor, öyle yürüyüşlü gezmeli tatiller artık bizden geçti yavrum" diye kibarca reddetti eşimi :)))) Minibüs kiralayacakmışız, 7 kişi Yunanistan'ı turlayacakmışız. Ahahahahah... Ay adam canına susamış.
hasta olduğu için oğlumsuz..
hasta oğlumlu, bu sefer de babamsız :))
bir türlü toparlanamadık..
Tatil dönüşü, eşim canım benim, bir de "kocalıktan ve babalıktan yıllık izni"ni kullanmak üzre, Arnavutluk Karadağ arasındaki dağlık araziye tatile gitti, 8 gün DAHA. Doğada survival yapıyor. Ben de iki tavşan bir köpek bir önergen ve bir hastalıktan yeni kalkmış oğlancağızla ve 30 derece sıcak havayla başbaşa ayrı bir survival içindeyim.... Benimki sayılmıyor.
yılın keyif fotoğrafı.... bikini, kokteyl, havuz, yeter, artar, çok şükür.
"Bizim hanım çok cool'dur" desin diye değil, burada malum demokrasi içinde yaşıyoruz, gitmesine laf edemiyorum, çünkü bana "e sen de git bence, ben bakarım ne olacak ki" diyor ve haklı bakar ama ben maalesef tam Türk tipi anneyim, çocuklar hastayken asla gidemem böyle.. Bir de dönüşte burnumdan geliyor, ev evlikten çıkmış oluyor, koca burnout geçirdiğini itiraf etmemeye çalışsa da cortlamış oluyor, dönüş yani çok zor oluyor fiziksel ve psikolojik anlamda, gözüm yemiyor.. İki günlük keyif için o dönüş sefaletini çekmeye...... Ama eşim döndüğünde düzen hala aynı olduğu için, elbette farkında değil. Sonra bir de anlatmaya kalksam "mükemmelliyetçisin, standartların çok yüksek..." yok canım kalsın, ben mutluyum evimde çocuklarımla, hayvanlarımla, bahçemdeki frenk üzümleriyle........ Sen git, buyur gez.
bu sene bahçeden çıkan tek ürün :( sıcaktan hiçbir meyve olmadı..
Eskiden "çocuklar büyüsün, ben de gideceğim" derdim. Şimdilerde "ben bulunduğum halimle mutluyum aslında, gitme ihtiyacım yok" diye düşünüyorum ama bu bir tür tükenmişlik ve vazgeçme mi, yoksa hakikaten içten gelen samimi hislerim bu mu, onu pek bilemiyorum. İkincisiymiş gibi geliyor ama çocuk hastalıkları ve yalnızlık yine beni aşırı zorluyor, aşırı dibe indiriyor... Desteksizlik..... Desteksiz duramıyorum galiba ben hayatta yahu :( Bunu öğrenmem lazım. Destek olmadan da nasıl dik durulur..... Evet bunu öğrenmeliyim (var mı bilgin / deneyimin?)......

Fakat itiraf edeyim. Hastalık dönemleri dışında, tek ebeveynlik aşırı hoşuma da gidiyor aslında... Herşey tamamen benim kafama göre, düzenim, planlarım.. Misal koca yokken çocuklardan birinin okul partisi vardı ve ben görev aldım, pastalar yaptık pastalar sattık. Çok sevdim tezgahta durup herkesle çene çalmayı. Yanımdaki kadın "size bayıldım, nasıl herkese tek tek özen gösterebiliyorsunuz, bu bir yetenek" dedi.... Çok hoşuma gitti utandım.... Ama evet seviyorum böyle şeyleri. Birebir insanlara dokunmayı, birebir ilişkileri çok seviyorum... Misal normalde satıyoruz o pastaları ama bir çocuk köşede izliyor parası yok anne babası yok gelmemiş, dikkatimi çekti o kalabalıkta ve hemen peçete üzerine en çikolatalısından kekler tuzlular koydum ve verdim çocuğa. "Annem yok" dedi, "ben annenle konuştum istediğini yesin dedi" dedim... Nasıl ışıldadı yüzü görmeliydin.... Saçma sapan ufacık bir detay ama dünya bunlarla dönüyor sevgili blogcuğum.... Gazzedeki çocuğa oturup ağlamak ve hiçbir şey yapamamak yerine, tam önündeki önündeki çocuğu fark edip güldürmekle.....

Bak şunu diyeceğim. Bloglarda çok okuyorum, haberleri izliyorum, izlemesem vicdanım elvermiyor, izlesem mutsuz oluyorum elimden bir şey gelmiyor diyorsun ya. Çözüm de bu..... 1 gün hiç tv izlemesen, sosyal medyaya bakmasan, deney yap mesela, bakalım kötü mü hissedeceksin, aksine iyi mi? Ama o deneyi yapmaya cesaretin var mı onu bilemem ;) Çünkü bazen kendi küçük dünyalarımızdaki sıkıntılardan kaçmanın bir yolu da, daha büyük ve çözülemez olduğunu bildiğimiz sosyal meselelerle aklımızı (kendimizi) oyalamak.... Bir tür: kolaya kaçmak.
Ağır dedim değil mi... O zaman, sessizlik :)
İşte böyleeeee. Güllerin ayı Haziran da bitti. Güller gitti. Sıcaklar bastırdı. Karpuz kabuğu denize düştü. Size tatil başladı, bize teee Ağustos'a dek okul ve iş var. Haydi o zaman Temmuz hepimiz için sakin, huzurlu, ferah bir ay olsun!
EKLEME: Bu yazımı okumanı isterim, medyayı takibi bırakamıyorsan özellikle.