25 Mart 2013 Pazartesi

Doğaya terk edilen koltuklar

Yıllardır, doğanın kucağına terk edilmiş koltukları, somya ve sandalyeleri fotoğraflıyorum. Böyle bir iş edindim kendime. Kimsenin bilmediği bir uğraş.. Mutlaka dikkatinizi çekmiştir; uzun süredir mola vermeden araba kullanıyorsunuz, artık geçtiğiniz tüm köy ve kasabalar birbirini andırmaya başladı ve can sıkıntısının tavan yaptığı o noktada, yolun hemen kenarında, bazen bir ağacın gölgesinde, bir koltuk çıkıverir karşınıza! Mesela şu:


Tamam; yıpranmıştır döşemesi, solmuştur renkleri ama orada, öylece, tüm heybetiyle durur o koltuk. Genellikle 16.yy'dan kalma gibi göründüğü için Loui stili de denen, neo-klasik görüntüsü ve bordo ya da nefti yeşili renkleri ile, şok edici derecede haşmetlidir. Bazısı; dede koltuğu yani hani 60-70'lerin canlı renkleriyle ya da deri kaplı, biz kitap kurtlarının ta çocukluktan tanıyıp sevdiği, gün boyu o rahatlığın, kocamanlığın içine gömüldüğü.... Diğerleri; 80'lerin ağdalı barok stili, tahta kakmalı, yaldız döşemeli sert kumaşla kaplı fiskos koltuğu denen cinsten... Bu koltukları ne zaman görsem, doğanın tam kucağına oturmak ister, durup en azından fotoğraflarını çekerim.

Doğaya terk edilen koltukları, bizim memleketin az yağış alan sahil kesimlerinde çok sık görüyorum. Mesela ilçeden köye dönerken tam 500'üncü metrede asırlık bir palamut ağacı vardır. Bu ağacın dibinde bu tarz koltuklar hiç tükenmez. Yanında da mutlaka bir çek-yat bulunur. Bunu koyanlar, bu koltukları çöpten ya da eski evlerinden getirip buraya koyanlar, bence ehl-i keyf insanlar olmalılar. Minibüs ya da araba bekleyen köylüleri düşünen yumuşak bakışlı insanlar ya da..

Bazıları da var ki; bu koltukların bulunduğu yerlerde eyleşir, şarap içerler.

Koltuk yolun üstündeyse, gelip geçeni izlemek, yol soran turist vatandaşlarla laflamak da olası. Eminim bu koltuklara kıdem sırasına göre oturulur, köyün en yaşlı ve en yol yordam bilir kişisi cevaplar bu soruları, arada da kasketini başından çıkarıp saçsız derisini kaşır, düşünür.. Ve, mutlaka, turistlere gidecekleri, gitmeleri gereken yolları da hiç bu koltukların üzerinden kalkmadan tarif ederler.

Bu koltukların bulunduğu yerlerde adı da vardır; mesela Harnupun Dibi dediğinde, kırmızı koltuğun bulunduğu yer akla gelir. Palamutun Dibi dendiğinde alacalı bulacalı koltukla, raflı çekyatın bulunduğu yerin tarif edildiği anlaşılır.

Sadece yurtiçinde değil, insanlığın tamamına ait bu ortak kültür, özellikle Akdeniz'e kıyısı olan ülkelerde ve hatta Avustralya'da bile karşıma çıktı! Koltukların çoğu yola ya da uzaklarda ufuk hizasında birleşen denizle ovaya ya da ormanlık alanlara baksa da, henüz üstlerinde gerçek bir insana rastlayamadığımı da itiraf etmeliyim. Ama çoktan sönmüş bir ateş izi ya da koltuktaki belirgin kıvrılmalar, ben gelmeden az evvel kalkıp gitmiş insanları muştular bana.. İnanmak isterim buna. Benim gibi, senin gibi birinin az önce bu koltuğa oturup kendini, dünyasını ve belki de tanrıyı düşündüğünü hayal ederim.. Bu koltukların terk edilmediğini bilirim.

Bu koltuklardan sadece bir tanesine oturdum şimdiye dek. O da oturulmadan geçilecek bir koltuk değildi. Pek kimsenin kullanmadığı, denizden kıvrıla kıvrıla tepeye çıkan bir yolum var. İşte orada, göz alabildiğine zeytinliklerin tam ortasında, bir tekli barok koltuk durur. Rengi o kadar soluktur ki; deseni kendinden mi, doğanın azizliğinden mi bilinmez. Bir defasında, denizi fazla kaçırıp dönerken, oturup soluklanayım dedim. İki saat kalkamadım. Hava kararmasaydı ve ananem zeytinlikler arasında ne yaptığımı soracak gazabından korkmasaydım herhalde o koltukta bir öbür boyu da oturur, orada yaşlanır, orada ölebilirdim.. Öyle güzeldi.

Bu yaz gittiğimde, yeni bir fotoğrafını çekip anlatmak istedim ya; bulamadım onu bıraktığım yerde. Almış biri götürmüş koltuğumu.. Belki yaktı sobasında, belki de Dağ'ımın tepelerindeki bir yerlerdeki çöplükte yatıyor huzur içinde.. Kim bilir..

*Çağatay Abi'nin anısına. Italik kısımlar, onunla sohbetlerimizden hatıra..
Photo by Boba Jovanovic on Unsplash

2 yorum: