Tek bir kare fotoğrafın sayfalarca yazıya denk gelebilen anlatım gücünü anlamaya başladığım yaşlarda, meslek olarak savaş foto-muhabirliği çok ilgimi çekerdi. Babam o yıllarda bazı yurtdışı dergilerinin abonmanıydı ve posta yoluyla evimize gelen bu dergilerde takip ettiğim bazı fotoğrafçılar vardı. 1994 yılında o dergilerden birinde gördüğüm bir fotoğraf, arkasından koparılan yaygara ve ucunda asılı kalan ölüm hiç aklımdan çıkmıyor. Kahramanı ve kurbanı; Kevin Carter..
Aslen savaş muhabiri olan Carter, Güney Afrika'da yaşanan iç savaşı dünya gündemine taşıyan "Bang Bang Club" üyesi dört foto-muhabirden biriydi. Thokoza Township (Cape Town'daki banliyö gruplarından biri)nde yaşanan bir çatışmayı fotoğrafladıkları sırada, çapraz ateş altında kalan grup üyesi arkadaşları Oosterbroek'in ölümü ve Marinovich'in yaralanmasından etkilendiği için; savaş muhabirliğine bir süre ara vererek 1993'te Sudan'a gitti. Savaş muhabirlerinde sıklıkla görülen travma sonrası stres bozukluğu ve depresyon belirtileri veriyordu, yaşamın adaletsizliğini, beyazların sahip olduğu hak ve özgürlüklerden siyah ırkın mahrum edilmesini, açlığı, çaresizliği ve Batı'nın umursamazlığını dert ediniyordu. Bana Bir Masumun Ölümü yazımda anlattığım Christopher McCandless'ı hatırlatıyordu.. Görüntüde kahraman, içinde naifti..
Sudan'da çektiği, "çocuğu bekleyen ölüm" diye tanımlanabilecek bir fotoğraftı. Oysa ki o hiçbir fotoğrafına isim vermezdi. Fotoğraf Pulitzer ödülünü kazandı, Sudan'da yaşananları Batı'nın gündemine taşıdı, o yıllarda aklı beş karış havada bir orta okul öğrencisi olan bana dahi ulaştı. Dünyayı ayağa kaldırması gereken soru "neden bu perişanlık"tı, "ne yapılabilir"di. Ancak her zamanki gibi büyük resmi (ya da büyük fotoğrafı) görmek istemeyen gözler, küçük resme (yani bireye) odaklandı. O fotoğraftaki küçük kıza ne olmuştu, fotoğraf çekildikten sonra Carter kuşu kovalamamış, çocuğu kurtarmamış, doyurmamış, şişmanlatmamış mıydı yoksa? Nasıl lensin arkasına saklanabilir, hiçbir şey yapmadan izleyebilirdi? Gündem bu sorulara odaklandı, Carter birden kendini muhabirin temel görevi ile insanlık görevi arasındaki tartışmanın odağında buluverdi. Oysa o lensin odağında değil, lensin arkasında olmaya alışkındı. Fotoğraftaki "kurban" kadar, fotoğrafı çeken de bir "kurban"dı artık..
1994 Haziran'ında arabasında cesedini buldular. Egzoz zehirlenmesiydi ölümün adı.
Carter'ın başı üzerinde alevlenen tartışma bugün dahi savaş muhabirlerinin temel derdidir; insanlık mı, haber mi? Benim görüşüm; savaş muhabiri kullandığı kameranın bir aparatıdır, bir kordonudur, bir uzvudur. Orada bulunan bir taraf değildir, bir yardım ya da insaniyet görevlisi değildir. Onun görevi ve sorumluluğu, olan biteni bize aksetmektir. Görevini yerini getirdikten sonra yapabileceği varsa, o noktada insaniyet görevi başlar. İşte o noktada elinden geleni yapmalıdır. Bu, hepimiz gibi onun da insan olarak vicdani görevidir, fakat mesleki görevinin önünde değildir. Belki katı düşünüyorum çoğu insana göre, bilmiyorum. Zaten bu ikilemi ben de içimde tam çözemediğim için, savaş muhabiri ol(a)madım..
Görsel alıntısı / Photo taken from: Wikipedia
Çocuğu kurtarmakla fotoğrafını çekmek arasında çelişki, vicdanını kemirdi ve yaşatmadı Carter'ı. Herkes bu kadar duyarlı yaklaşmıyor ya da içinde hissetmiyor. Çok zor bir sarkacın ucunda kaldı vicdanı.
YanıtlaSil"Ne yapılabilir ki?"nin sorusuna cevap olarak "hedef şaşırtma" yapılmış ki bu en kolayı.
YanıtlaSilDünya'daki en zor işlerden birisi savaş muhabirliği olsa gerek. Ölümlere, vahşete en ön sıradan seyirci olmak. Biz ki onların çektiği fotoğraflarda savaş çocuklarının gözlerine bakamıyoruz.
Coşkun Aral savaş muhabirliği yaptığı dönemde bazen yani eğer yardım edebilecek durumdaysa bir-iki fotoğraf çekip sonra etrafındaki insanlara yardım etmeye çalıştığını, hatta bir seferinde neredeyse kendi canından olacağını anlatmıştı bir televizyon programında.
Çelik gibi sağlam bir psikoloji gerek bu iş için. Ben de senin görüşüne katılıyorum sonuçta yardım ya da savaşı bitirmek için oraya gitmiyorlar.
Çok zor iş yahu. Kendimi düşünemiyorum bile. Savaşta ölmezsem sonum Kevin Carter ile aynı olurdu.
kardeşim bi gazete makalesi gönderdi bugün, okuyunca aklıma bu yazın geldi. makalede, fotoğrafçı değil ama savaş muhabirlerinin en meşhurlarından biri, savaş muhabirliğini eleştiriyor, batı'nın bu işe bakışını anlatıyor. ben çok içten ve zekice buldum robert fisk'in anlattıklarını, belki okursun diye linkini bırakıyorum buraya.
YanıtlaSilhttp://www.independent.co.uk/opinion/commentators/fisk/robert-fisk-the-heroic-myth-and-the-uncomfortable-truth-of-war-reporting-7499735.html