21 Ekim 2020 Çarşamba

yazasım..

Dün Derin'i yazdıktan dakikalar sonra içime bir sıkıntı düştü ve yazıyı sildim. Yazılarımı ve bazı hikâyelerimi siliyorum bu normal ama sildikten sonra bile kalan sıkıntı duygusu yeni ve tuhaftı. Benim ne zaman içim sıkılsa, bir nedeni çıkar. Bu sabah 9 gibi Ç.'den email aldım. "Derin'i okudum.." diyordu (halbuki emindim kimse okumadan sildiğime, kaldı ki Ç. okusun! Beni okuduğunu bile bilmediğim eski dost Ç..) "Derin'e ne olduğunu bilmiyorsun belli ki ve bunu sana yazmalı mıyım ben de onu bilmiyorum.." diye başlıyordu email. Tam bu cümle ile. Ve aslında o an anlamıştım Derin'in öldüğünü. Yine de okudum. Okudum okudum okudum...

Derin kendini öldürmüştü. Aşırı çekingenlik ve sosyal uyumsuzluk sandığımız şey, zamanla büyümüştü. Sosyal anksiyete bozukluğundan psikoza ağır bir süreç izlemiş ve Derin'i 2 sene önce - tuhaf bir şekilde, üstelik tam da bugünlerde - kaybetmiştik. Kendi seçimi ile. 

Daha önce intihar eden arkadaşlarım oldu. Mesleğim nedeniyle zaten alışık olduğum bir kavram intihar. Fakat yine hazırlıksız yakalandım. Bunca sene sonra Derin'i düşünmek, onu anlatma isteği, sonra bir sıkıntı ve sabaha Ç.nin emaili. 

Dedim ya, ben Derin'e hayrandım. 16 yaşımın tüm deli doluluğu içinde Derin, çok farklı bir "şey"di. Çok güzel bir kızdı bir kere. Gördüğüm en güzel kızdı sanırım. Ve kimseye benzemiyordu Derin. Tamam uyumsuzdu, aşırı içine kapanıktı, bazılarının dediği gibi sıkıcı ve tuhaftı ama bana göre "bulmaca" gibiydi; merak, anlama isteği, çözme isteğiydi. Belki de terapist olmamın nedenlerinden biridir Derin...... 

Ve ben bir hikâye yazdım. Oturdum 1,5 saat içinde yazdım bu aşağıdakini. Bu Derin'in hikâyesi değil. Ama bana bu hikâyeyi yazdıran Derin. Ondan bir şey kalsın istiyorum. Bu blogda.. Bu dünyada.. Bu yaşamda. Bu zor bir hikâye ve uzun bir hikâye ve düzeltilmeden tek seferde yazılmış bir hikâye. Okuması zor biliyorum ama okunmasa da, yazasım vardı.... Yazasım, çok fazlaydı. Öyle işte.......

*

ASU DEĞİL ASUMAN

BÖLÜM 1.

Dar, karanlık bir koridorun sonuna varıp, açmak için davrandığımda elime ağır gelen kalın tahta kapıyla mücadelemi görünce, gülümseyerek "ses geçirmemesi için özel yaptırıldı ama insan geçirmiyor" dedi. Elimde olmadan ben de gülümsedim. 60larında, gümüş rengi saçları boynuna kıvrık küt kesilmiş. Beklediğim şekilde, gözlüklü. Beklemediğim şekilde, sıcak ve yumuşak bir kadın. Benim 7. terapistim. Daha doğrusu, benimle ne yapacağını bilemeyen son terapistimin "Revnak Hanım'a yönlendirmek istiyorum seni Asu, durumun konusunda benden çok daha deneyimlidir kendisi. Ayrıca seveceğini, benden daha rahat açılacağını düşünüyorum. Senin için daha yararlı olacaktır" diyerek beni bir top gibi fırlattığı son kale.

Yıllardır tek bir arpa boyu kadar yol katedemediğim terapi serüvenimde, evet, son kalem. Bunu kimseye söylemedim henüz ama yoruldum artık. Revnak hanım, Sümbül hanım ya da Siklamen Bey, umurumda değil artık. Tükendim.

Yıllardır koymadıkları teşhis kalmadı. Depresyonla başladık herkes gibi. Sonra o dönemin modası bipolar bozukluğa döndük. Oradan bir dönem şizoid kişilik üzerinden uçarak, en son - büyük harflerle elbet - Borderline (Sınırda) Kişilik Bozukluğu, mutlaka parantez içinde küçük harfle "tanımlanmamış alt tip" teşhisine konduk. Hepimiz birlikte, terapistlerim, psikiyatrlarım, ailem, dönem dönem hayatıma giren çıkanlar ve.... en son da ben. Kendim. Asuman. Kısaca Asu. Çünkü adımı söylemek bile, zaman kaybı...

Revnak Hanım'a neden geldiğimi bilmiyorum. Kararımı vermiştim aslında. Bıkmıştım artık hepsi birbirinin aynı ve gittikçe daha koyu bir griye dönüşen sabahları beklemekten. Sanırım merak. Adı, çocukluğumdan sıcak ve yumuşak birşeyi hatırlattığı için, bu adı taşıyan kadını merak ettiğim için.

Revnak Hanım, işini iyi yapan - ya da tüm parasını orijinal bir Eames koltuğuna yatırmakta bir tuhaflık görmeyen, ya da ne fark eder, her ikisi de aynı kapıya çıkmıyor mu? - tüm terapistler gibi, paranın alabileceği en "brand" tasarımlara sahip ofisinin orta yerindeki, birbirine kusursuz 45 derecelik açıyla konuşlanmış iki koltuktan üzerinde görünmez bir "danışan" yazanını, oturmam için eliyle bana gösterdi, diğerine de kendisi yerleşti. Yerleşir yerleşmez kollarını kavuşturan terapistlerden olmayışı hoşuma gitti. Açık bir kadın demek ki, beden dili, "konuş benimle" diyor. Üstelik bağırmadan, fısıldayarak..

10 senedir konuşuyorum.. Tamamı gözlüklü, bir kısmı top sakallı, bazısı topuzlu, çoğu düşünürken çenesiyle oynayan 6 terapistle sayısız saatler konuştum. Rengarenk ilaçlar yuttum, ana odaklanma meditasyonlarından, bilişsel davranışçı ödevlere, gözlerimi bir sağa bir sola oynatmak dışında bir işe yaramayan emdr tekniklerinden, anamı babamı didik didik ettiğimiz sonsuz uzunluktaki psikoanaliz seanslarına (ki çoğu simsiyah giyinen bu psikanalistler bence en eğlenceli olanlardı, en azından koltuk yerine divana uzanmanın rahatlığı oluyor, pahalı divanlarda sırtıma kıyak çektiğim, sınırsız lüksle kuşaltılmış rahatlama anlarını beleşe yaşayabiliyordum). Uyudum bile bazısında! Kısaca, gördüğünüz gibi, ailemin "yeter ki düzelmem" için akıttığı paranın üstüne uzanarak (ya da 45 dereceyle oturarak) yapılabilecek herşeyi denedim. Revnak Hanım'ın tüm bunlardan sonra, bana daha başka ne sunabileceğini doğrusu merak ediyordum.

Eames koltuğuna ilk oturuşum değil elbet. Normal bir (elbet büyük harfle) Harvard Hukuk Profesörü'nden daha fazla zamanımı Eames koltuklarında geçirdim, bunu hak etmek içinse sadece delirdiğim düşünülürse, fena bir durum değil bu delilik bence. Ha bu arada delilik demeyelim lütfen, terapistlerin tamamı bu kelimeye alerjik reaksiyon veriyorlar. Uyum bozukluğu ya da yaşanılan sosyal yapıya ait olamamak dersek, rahatlıyorlar. Hissettiklerime en baştan "bir takım sıkıntılar" dediğimde ise, onlardan mutlusu yok. Nereden mi biliyorum, dedim ya, insan sağlığına yıllarını vermiş insanların divanlarında yıllarımı verdim. Analistleri analiz eden bir meta çalışma yapmış olmak isterdim, delirmekten daha kolay olurdu mutlaka..

Revnak Hanım bana bakıyor. Ben Revnak hanıma bakıyorum. Bir terapistin ilk cümlesi, bir romanın ilk cümlesi kadar önemli benim için. "Nedir rahatsızlığınız?" diyen çömezlerden tutun, bir el işareti ya da boğaz temizlemeyle beni konuşturmaya çalışanlara dek, neler gördüm. Artık en iyi giriş cümlesinin "buyrun... sizi dinliyorum" olduğunu düşünüyorum. Ama aynen romanlarda olduğu gibi, mükemmel bir giriş cümlesi, aramızdaki ilişkinin devamını garantileyemiyor. Bazı insanlara saatler boyu susmak dışında ne anlatabilir ki insan? Karşımda kendi susamayıp konuşmaya ya da benimle susmayı becermeye çalışırken esnemeye hatta uyuklamaya başlayan, aramızdaki sessizlikten duyduğu rahatsızlığı devamlı kıpırdanarak hatta "susmak için geldiyseniz, size ücretimin hiç de anımsanacak düzeyde olmadığını hatırlatmama izin verin, herhangi bir konuda konuşalım lütfen, aklınıza ne gelirse, açabilirsiniz, evet bekliyorum" diyip 45 dakika boyunca konuşmamı bekleyen.. Terapistler, tuhaf insanlar. İnsan bazen onların karşısındayken kendini normal bile hissedebiliyor.

Revnak Hanım. Evet.. Ağzını açtı. Bekliyoruz...

"Asuman mı Asu mu demeliyim, hangisini tercih edersiniz?" diyor birden. Beklemediğim bir soru, elimde olmadan kaşımı çattığımı hissediyorum. Elimi fark etmez anlamında hafifçe sallıyorum. "Genelde Asu derler". Bakışı, gözlerindeki merak ve ölçülü gülümsemesi değişmediği için, yeniden konuşmak zorunda hissediyorum: "Asuman derseniz aslında daha rahat hissederim".

Ve sonra ne oluyor bilmiyorum. Sonraki 50 dakika boyunca; Revnak Hanım, küt kesilmiş gümüş saçları, kenarı yeşilimsi kemik gözlüğü, ofisindeki afrika heykelciklerinin topluca ikea'dan alınmadığına beni ikna eden aynı tarz el işi ve otantik takıları, merino yününden grimsi boğazlı kazağı, siyah pantolonu, kolej tipi topuksuz sade ve cilalı ayakkabıları ve elindeki Legal Pad denen klasik sarı çizgili not defteri ile, sanırım beni bir şekilde içine alıyor. Ya da belki tam tersi, ben onu içime alıyorum. Ve haftalardır ilk kez, ofisinden çıkarken "belki de bu sefer...." diye düşünüyorum, "biri ne demek istediğimi anlayacak......"

BÖLÜM 2.

Tam bir hafta sonra, planladığımız ikinci seansıma gitmek üzere Ihlamur'daki evimden çıktığımda, bana kış ortasında oluşumuzu unutturacak denli ılık bir sonbahar havasıyla karşılaştım ve Revnak Hanım'ın Nişantaşı'ndaki ofisine kadar yürümeye karar verdim. Yol boyunca düşünceler aklımın içinde uçuştu, hatta bir ara "ben tek bir beden içindeki düşünceleri boşaltamazken, Revnak Hanım gün boyu bir çok danışanı ardı ardına dinledikten sonra aklını, kalbini boşaltmayı nasıl başarıyor ki?" diye bile düşündüm. Bir çok terapistin madde, alkol ya da az rastlanan tuhaf bağımlılıkları olduğunu, daha iyi terapistlerin ise koşu ya da kardio gibi ter ve dert attıran sporlar yaptığını, kendilerinden daha deneyimli bir terapiste içlerini döktüklerini ve buna da süpervizyon gibi süslü bir isim verdiklerini duymuştum ama Revnak hanım'ın uzmanlığında ve yaşında biri için bu seçenekler pek olası gelmedi bana. Birazdan gireceğim seansta bunu ona sormak istedim ama terapistler hakkınızda toplu iğne ucu kadar bile bir sır kalmadan herşeyi öğrenmek isterken, kendileri hakkında ser verip sır vermedikleri için, gereksiz geldi; vazgeçtim.

Revnak Hanım geçen haftaki seanstan sonra, üstümde tuhaf bir etki bırakmıştı doğrusu. Bir yanım ona güvenmeyi isterken, diğer yanım "neyine yarayacak ki? sen kararını çoktan verdin..." diyordu. Karar evet, sonu karanlık bir yola gireli çok olmuştu ve artık bu yolun bitmesini, karanlıkta el yordamıyla yürümeyi bırakmayı istiyordum. Tüm bu isteklerimin tek kelimelik karşılığı: İntihar-dı. Revnak hanım ilk seansta tüm iyi terapistlerin yapması gerektiği gibi,  intihar konusundaki düşüncelerimi sorup "yoklamıştı" beni, ben de "yok"lamıştım onu. Zaten "var" desem ne olacaktı, bir sonraki soruda takılacaktık; hayır henüz kesin bir planım yoktu, duruma bakacaktım.. Açık söyleyeyim, yılın ilk karını bekliyordum, bembeyaz pamuk gibi karın her yeri kaplamasını ve karın içinde kıpkırmızı bir nokta olarak yaşamımı sonlandırmayı.. Bunu düşünüyordum, bu düşünceyle oynamak hoşuma gidiyordu. Ama kahretsin ki, küresel ısınma nedeniyle en azından Şubat'ın ilk haftasını beklemem gerekecekti ve henüz Aralık ortasındaydık. Önümüzdeki 1,5 ay süresince her hafta yani toplamda 6 seans daha demekti bu; şu Revnak Hanım'ı biraz incelemek ve Eames koltuğunda biraz vakit geçirmek için bir fırsat; neden olmasın ki?

Tüm bu düşüncelerin seline kapılarak, Ihlamur'dan Nişantaşı'na bir inip bir çıktığın tuhaf tepelerden hızla geçerek ofise girdim, koltuğa oturdum ve Revnak Hanım'ın sözü açmasını bekledim. Oysa Revnak hanım kalkıp pencereyi açtı, odaya ılık sonbahar havası hakim olurken de birden bana dönüp: "işte karşımızda İstanbul'un akılalmaz saçmalıklarından biri daha; üzerinde bir tane bile sakız ağacı olmayan "Sakızağacı Sokak"! Üstelik bu coğrafyada yetişmez de bu meret, "işimiz gücümüz hayâlcilik.. Memlekette bu kadar çok şair olmasına şaşmamalı" dedi. Sonra sakince gülümseyerek koltuğuna oturdu ve "Hayâl kurar mısın, Asuman?" diye sordu.


Hayâllerim? Vardı elbet. Bir zamanlar.. Hastalığımın ilk yıllarında, deli gibi aşık olduğum, gözlerine bakarken uçsuz bucaksız hayâllere dalabildiğim bir adam vardı mesela. Neydi adı Murat mıydı, Mehmet mi? Önü topu üç hafta birlikte olduk çünkü benim manik dönemlerden depresif dönemlere ani iniş çıkışlarıma ancak bu kadar dayanabildi Mustafa. Ama ne deli gibi bir aşktı o üç hafta! Aşkın kendisine delilik derler ama deli birinin aşkı, gerçek bir hikaye oluyor. Ya da trajedi, emin değilim.

Üç hafta boyunca eve kapandık, yataktan dahi çıkmadık Mazhar'la. Sabah uyanır uyanmaz ilk işimiz sevişmekti, sonra Mahir çayı koyardı, ben duşa koşardım. Memduh kahvaltımı yatağıma getirir, kitabımı elime tutuşturur, kendi de yazmakta olduğu romana dalar giderdi. Ah nasıl izlerdim onun tıkır tıkır çalışmasını, aklım durmaz, o dursa ellerim durmaz, adamı tam oracıkta ayartırdım yeniden. Öğlene dek böyle.. Sonra işe giderdi o. E insan sadece yazmakla kazanamıyor hayatını, illâ ki bir işin de olacak paralel; değil mi? Yoksa gerçek yazarların hiç birinin ikinci işinin olmaması mıydı sorun? Bilmiyorum ama Melih'in işe gitmesi gerkiyordu...

O gidince, ortalığı topluyor ve onu özlemeye başlıyordum. Sonra yapmam gereken metin çevirilerine dalıyor, iki üç saat duraksız çalışıyor ve sonra daha büyük bir özlemle pencere önünde oturarak, elimde kahve, onu bekliyordum. Biraz gecikse aklıma kanlı trafik kazası sahneleri ya da daha beteri, karısına geri dönmeye karar verdiğini kısacık bir sms ile haber verip beni terk ettiği falan geliyordu aklıma. Öyle üstüme üstüme geliyordu ki bu düşünceler, sonunda dayanamıyor, koşarak yatağa giriyor, yorganın altına gizleniyor, o gelene dek başımı çıkarmıyordum dışarıdaki tekinsiz dünyaya. O geldiğinde beni bu şekilde buluyor, nedensiz ağlamalarıma anlam veremiyor, buna dengesizlik diyordu. Ve bir gün "hastasın sen" dedi, çıktı gitti....

O gittikten kısa süre sonra, bana günlerdir ulaşamayan ailemin evime yaptığı "Geleneksel 1. Ihlamur Çıkartması" yaşandı. Evin ya da benim (hangisi bugün bile emin değilim) halimi beğenmeyen annemin zoruyla ilk terapistimle tanıştım. Adamın adı: Murat! Yoksa Mehmet miydi, bilmiyorum. Ama danışan-terapist karşıt transferansı mı ne diyorlarmış, ona yakalandık. Kaliteli meşeden masasının üstünde benimle sevişmeyi gayet etik bulan Mustafa'nın aslında iddia ettiği gibi doktor değil sadece bir kişisel gelişimci ve üstelik erken boşalma sorunu olduğu anlaşılınca (sanırım sırası ters oldu bu anlaşılmaların), apar topar seanslar yarım bırakıldı, Muammer Türk Psikologlar Derneği'ne şikayet edildi, dernek "yaşam koçlarının hizmet alanları dışında olduğu gerekçesiyle bir şey yapamayacağını" belirtti. Macit aynı ofisinde hiç bir şey değişmeden çalışmaya devam etti, bense yeni terapistime doğru yola düştüm.

Yeni terapistim, yine annemin bu sefer daha dikkatli bir eleme sonucunda (kadın olması ön koşuluyla) seçtiği, Uzman Psikolog Şebnem Hanım, hakikaten klinik psikologdu ama... Amasını ne sen sor ne ben söyleyeyim, memlekette mantar gibi türeyen özel üniversitelerin herhangi bir özelliği olmayan, üstelik hayatta fazla bir emek vermeden heryere gelebileceğine emin olan seçme mezunlarından biriydi Şebnem Hanım ve benim depresyonumu bastırmaya çalışıp, manik özelliklerime ise "işte hayatın güzel günleri" demeye ısrar etmeseydi, iyi de gidiyorduk ama manik krizlerimin "yürrü be seni kim tutar"cı Şebnem tarafından şişirilmesi, bir gece kendimi acilde bulmamla sonuçlandı. Çünkü İstanbul'un en seçkin tiyatrolarından birinde rezalet çıkarmış, sahneye pırıl pırıl kıyafetlerim ve "bu oyun böyle oynanmaz, çevirisi böyle olmaz" diye fırlamış ve tiyatrocuları korkutmuş, kendimi rezil etmiştim ve annem Şebnem Hanım'ı baroya şikayet etmek istiyordu - psikologların baroya bağlı olmadığını anlatacak gücüm yoktu çünkü manik dönem geçmiş, depresyonun en derininde utancımdan konuşacak cesareti bile bulamamış, hayatımın ilk ve malesef tek olmayacak bir seçilmiş dilsizlik sürecine girmiştim. Sessizliğim 10 gün sürdü ve daha da sürerdi, hastanedeki oda arkadaşım Çisem hayatıma girmeseydi..

BÖLÜM 3.

Çisem, şizofrenikti ve yaşadığı akut atağın peşinden apar topar hastaneye kaldırılmış, oda sıkıntısı nedeniyle benim yani bir "konuşmamakta inat eden manik depresifin" yanına konulmuştu. Çisem olmasaydı ben ne yeniden konuşacak gücü bulabilir, ne de sonunda (büyük harflerle) "Borderline Kişilik Bozukluğu" doğru teşhisime kavuşabilirdim, çünkü Çisem..... kendi değimiyle "high functioning schizophrenic" yani oldukça zeki ve şizofrenisini bu zamana dek başarıyla saklayabilmiş, toplum içinde kendini ve hastalığını fark ettirmeden yaşayabilen şizofrenlerdendi. 23 yaşındaki bu kızcağız "sürüye uyabilmek" için öyle çaba sarfetmiş, kendini psikoloji, felsefe ve psikopatoloji alanında öyle bir yetiştirmişti ki, final haftasında stresten atak geçirmemiş ve sınıf arkadaşlarının üzerine maket bıçağıyla saldırmamış olsa, bugün en önde gelen klinik psikologlardan biri olacağına şüphe duymazdınız. Ama, stres ve insanın yaşam yolunu değiştiren sonuçları tam da bu işte.....

Çisem ilk bir hafta boyunca sedate edildi yani yanımda öylece, ölü gibi yattı. Tavana sabitlediğim bakışlarımı arada ona yöneltip bembeyaz yüzüne tezat duran kırmızı-pembe yanaklarını, dipsiz kuyular gibi simsiyah saçlarını, huzurla uyuyormuş hissi vererek hafif inip çıkan göğsünü, yatağa kelepçeyle bağlı uzun parmaklı zarif ellerini izlerken, "Pamuk Prenses'i yanıma verdiler" diye düşündüğümü hatırlıyorum. Karar veremediğim, 7 cüceden hangisi olduğumdu sadece.... Sonra uyandırdılar onu.

Çisem uyandığında hiç bir şey hatırlamıyordu ya da deliliği açığa çıkan hepimiz gibi, üzerinden bir yük kalktığı için, ruhu neşeli ve hafifti. Ona cevap vermediğimi, vermeyeceğimi bile bile benimle konuşmaya çalışıyor, yerli yersiz şakalar yapıyor, bazen de hiç konuşmadan yüzüme bakarak saatler geçiriyordu. Böyle geçen saatlerin sonunda, bir gece "Biliyor musun, en iyisini yapıyorsun. Konuşmamak bir asalet belirtisidir, konuşsan ne diyeceksin, desen kime duyuracaksın, duyursan ne değişecek ki? İşte olduğumuz yer, yolun sonu." dedi ve arkasını dönüp uyumaya başladı. O gecenin sabahında, onu ölü buldu hemşireler çünkü akşam yemeği tabağına yanlışlıkla plastik bıçak yerine konan metal bıçakla bileklerini kesmişti ve gece boyu kendi kanından sıcak bir battaniye içinde, sessizce uyumuştu yanımda.


Hemşirelerin çığlıkları, koşturmaları arasında yanıma gelen doktora 10. günün sonunda kullanılmamaktan kısılmış çatal sesimle "bu hastaneden çıkmak için ne yapmam gerekiyor?" dedim. 3 ay sonra hastaneden "düzelmiş" olarak çıktığımda, yanımda yaşam boyu kullanmam gereken bir torba ilaç ve Umut adında mavi gözlü bir çocuk vardı. Sorun şuydu ki; o çocuğu benden başka gören yoktu, ben de sadece ilaçlarımı düzenli aldığım güneşli günlerde görebiliyordum onu.

İlaçlarla geçen 3 seneyi nasıl anlatayım bilmiyorum. Duygusal iniş çıkışlarım, öfke patlamalarım ve kendimi değersiz hissetme krizlerim son bulmuştu bulmasına da, onlarla birlikte sanki tüm renklerim de terk etmişti sahneleri. Hiç bir duyguyu yaşayamıyordum. Üzülemiyordum mesela, haber bültenlerini izleyen milyonlar gibi. Ya da en yakın arkadaşımın bebeğini kollarıma verdiklerinde, kedi yavrusu tutar gibi bir ürkeklik duyuyor ama sevinemiyordum. Evlenmeye kalktım bu arada, cinsellik gibi önemsiz ve ufak bir ayrıntı dışında her konuda uyumlu olduğum bir adamla hayatımı birleştirmeye kalktım. Çünkü defalarca farklı adamlarla ve hatta kadınlarla da denemiş, eskiden kolaylıkla ulaştığım orgazmın yakınına bile yanaşamamıştım ve artık aşk kelimesinin takım ruhu, sevgi ve saygı ile eş anlamlı olduğunu düşünmeye başlamış, bu tarife uygun bir adamı bulunca da, teklifine "neden olmasın?" deyivermiştim. "Neden olmasın?"la çıkılan yol, "neden olsun?"la bitiyor elbet ama ilaçların beni adım adım getirdiği bu noktanın ayırdına, beyaz gelinlikler içinde nikah masasında varmam, kötü oldu tabii.

Gelinliği çıkarıp soluğu 4. terapistin ofisinde aldım ve "ilaç kullanmak istemiyorum, lütfen bana ilaçsız bir yol gösterin" dedim.

BÖLÜM 4.

Borderline Kişilik Bozukluğu'nun (alıştınız artık, tabii ki büyük harflerle) ilaçsız tedavi seçeneği fazla yok. Tam kanıtlanmamış, deneysel bazı uygulamalar var elbette. Diyalektik Davranışçı Terapi ile de bu sayede tanıştım. İnsanlararası ilişkiler ve duygusal tepkilerin yeniden yapılandırılması esaslı bu terapi ilk başta özellikle stres düzeyini düşürmede işe yarar gibi göründüyse de, terapi blokları arasındaki boşluklarda özellikle de her yerden mantar gibi bitmeye başlayan kişisel gelişimcileri mutlu etmek adına serpiştirildiğini düşündüğüm "farkındalık eğitimi" geri tepti ve Murat (ya da Mehmet)'in ofisindeki kaliteli meşe masada kişisel kişisel geliştiğim dönemler üstüme üstüme gelmeye başladı. Terapistlere güvenim yoktu ve terapiye yoga, meditasyon, zen yaşam sanatı gibi son dönemlerde apartman görevlisi Hayrullah Efendi'nin bile günde bir saatini ayırdığı, bana göre dönemsel uzakdoğu modası öğelerinin eklenmesini sadece "zaman geçirmek, göz boyamak, modaya uymak" olarak görüyor, güneşi selamlarken aynı zamanda da "bu dünyadaki insanların tüm sorunu, seks yapmak yerine yoga yapmaları" diye düşündüğümden, hiç bir yere varamıyordum.


Ayrıca, ilaçları doktor kontrolünde yavaş yavaş kesmeme rağmen, dengesizliğim geri gelmişti ve manik dönemlerde ceset duruşunda kalamıyor, meditasyon yaparken kurtlanıyor, kıpırdanıp duruyor, çevremden tepki alıyordum. Grup çalışmalarına katılmamaya, bireysel terapiyle yoluma devam etmeye karar verdim. Bu da beni 5. terapistim olan Prof.Dr. Adnan Bey'e getirdi.

Prof.Dr. Adnan Bey, kişilik bozukluklarının tedavi edilebildiğini düşünen az sayıda terapistten biriydi ve aileme gereğinden fazla umut verdi. Sanırım o günlerde annem hala durumumun geçici bir kötü hissetme olduğunu düşünüyor ve belki de çocukluğumda aramızda yaşanan ve bana haksızlık yaptığını düşündüğü bir kaç konuyu çözümlendirebilirsek, herşeyin tekrar normale döneceğini sanıyordu. Adnan Bey'in aslında en büyük katkısı da bu oldu: asla, hiçbir zaman, hiç bir surette bunun olamayacağını annemin kabul etmesini sağlamak.

Tabii terapistin görevi bu değildi. Neydi terapistin görevi: beni iyileştirmek. Yaptığı ne oldu: hastalığımı kabullenmemi, ailemin asla düzelmeyeceğime inanmasını sağlamak. Bir nevi; Anti-terapistti bu Prof.Dr. Adnan Bey. Türk psikoloji dünyasının antagonisti, anti kahramanı, Joker'i.. Neden bıraktım onu; çünkü Adnan Bey annemle "çıkmaya" başladı ve konserler, sinemalar, şarap tadımları derken, evde yalnız kalmaktan korkup, ses olsun diye anneme gittiğim bir gece, Adnan Bey'i banyo kapısını kapamadan işerken görünce..... Yine "etik bariyeri"ne toslamıştık ama bu sefer annem ne "baro'ya", ne de Türk Psikologlar Derneği'ne şikayette bulundu, ben de o gece üstümde pijamalarla apar topar sokağa çıkıp bir daha da annemde kalmadım...

Pijamalarla annemin Etiler'deki evinden döne döne Ortaköy'e inişimi unutamıyorum. Koşarcasına.. Ekip aracı, hastane, atak.. Bunları ise hayal meyal hatırlıyorum. Bu sefer uzun sürdü sessizliğim. 6 ay. Elektro-şok tedavisiyle de o dönemde tanıştım. Ünlü elektro şokçu Dr. Sinan Bey'le de. Her sabah burnuma dayatılan dopamin arttırıcı muz, B vitamini eksikliği giderici yulaf lapası, kalsiyum kaynağı yoğurt ile de. Bana gizlice birazcık tarçın veren, masmavi gözleri deniz deniz bakan o yufka yürekli psikoloji asistanı Canan'la da.... 6 ay sonra, kısık sesle, "teşekkür ederim Canan" dediğimde, gözleri yaşlarla dolan o zarif ruhlu, terapist olamayacak kadar merhametli Canan'la.

BÖLÜM 5.

Canan hastanedeki en düşük rütbeli askerdi; kuyruğunun kuyruğu idi. Aşık olduğu kliniğe cesurca dalmış, derinlere yüzmüş ama dalgalar boyunu aşınca korkmuş, kıyıya geri dönemeyeceğini fark etmiş, denizden çıkabilmek için fırtınanın durmasını, dalgaların dinmesini bekler hale gelmiş, boğulacağını fark edememiş binlerce çömez psikoloji mezunundan biriydi. Ama onu benzerlerinden ayıran, o yumuşak bakışları ve bir kaşık tarçını düşünebilmek gibi ufak incelikleriydi..

Sadece Canan'la konuşacağımı duyan Dr. Sinan Bey küplere bindi. Ama artık beni cezalandırmak için uyguladığı şok terapisini sürdürebilmesi için gerekli tek neden ortadan kalkmıştı: konuşuyordum. Derhal heyet toplandı ve Canan'ın süslü süpervizyon kelimesi eşliğinde terapistim olmasına karar verildi. Canan yaprak gibi titrerdi, bir hata yapsa intihar edeceğimi sanardı yavrucak. Sesi gider gelirdi, söylediklerinden asla emin olamazdı. Halbuki, keşke bilseydi, söyledikleri kimin umurunda? Bazen insan sadece karşısında nazik bir insanla, insani duygulara sahip bir insanla oturmak ister... Ama onun başarısız olduğunu düşünür de terapistçilik oyunumuza son verirler diye, insan üstü bir çaba gösteriyor, oyuna tüm benliğimi koyuyor, seyirciden alkış aldıkça coşuyor, görüntüde bir mucizeyi gerçekleştirerek hızla iyileşiyordum. Ama ben de acemiydim, Canan kadar.... Bir gün, taburcu edildim. Elimde yine bir torba ilaçla, bu sefer mavilere açık yeşiller ve uçuk sarılar da eklenmişti. Bir de haftada bir evimde beni "ziyaret" edecek Dolores Claiborne kılıklı psikiyatri hemşiresi...

Dolores Nihal hanım öyle sertti ki, sonunda felç geçirdi ve emekliye ayrıldı. Yoksa mazallah gerçekten iyileşecektim, az kalmıştı.. Ama Nihal Hanım'ın bana yararı da oldu gerçekten. Biri tarafından kontrol edilmek, ilaçlarımı düzgün kullanmamı ve yaşam kalitemi korumak için belli görevler ve sorumluluklar almamı da Nihal Hanım sağladı. Bu sayede tekrar işe dönebildim, uzun süredir görüşmediğim ama hala benden umudu kesmemiş birkaç arkadaşımla ilişkimi yeniden kurabildim. Aşık bile oldum birkaç kişiye, tek sorun aynı anda olmam olsa da.. Yeni dönem ilaçların yan etkilerinin azlığı nedeniyle, yatakta ve bilimum mobilya üzerinde yeniden ayaklarım yerden kesilmeye başladı. Ve bu birkaç sene sürdü..

Ta ki... Ozan'la karşılaşana dek. Ozan'a aşık olduğumu düşünüyordum, bu da tanıdığım sularda keyifle yüzmek demekti. Ama sonra, bir sabah, Ozan çok sıradan ama tüm hayatımı değiştiren bir şey yaptı. Ben uyanmadan hatta gün bile doğmadan önce işe gitmesi gerekiyordu ve bir önceki gece arkadaşının doğum günü partisi nedeniyle çok fazla içmiştik.. Sabah uyandığımda, üzerinde ufacık bir kalp bulunan bir kağıt parçası buldum baş ucumda ve kalbim atmaya başladı... Notları sevmezdim. İçinde "gidiyorum" yazan notları hele, hiç sevmezdim ve adım gibi emindim, Ozan gidiyordu ve hatta gitmişti bile..... Titreyen parmaklarla açtım notu.


"Dün geceden sonra vücudun çok susuz kalmış olmalı, lütfen koca bir bardak suya bu vitamin tabletini atmayı ve bir dikişte içmeyi unutma, e mi gözbebeğim?" yazıyordu o notta. Ve ancak o zaman gördüm yatağımın başucundaki bardağı ve yanında duran kocaman tableti... Hayır aşk değildi bu sefer. Bu adamı seviyordum ve korkarım, o da beni seviyordu......

Elim kolum birbirine dolandı. O akşam, o sabah, diğer akşamlar, diğer sabahlar ve o gidene dek her gün seviştim onunla, tüm ruhumla, sadece ayaklarım değil tüm bedenim yerden kesilene, Martı Jonathan'a dönüşene dek seviştim.. Ama yine de gitti. Sonu geldi, her ilişkide olduğu gibi ve Ozan gitti...

Tuhaf ama onun gidişinden sonra, herşey normaldi benim için. Ağlamadım, üzülmedim, kabul ettim, zaten başka türlü ne olabilirdi ki... Benden ne çıkabilirdi? Ozan bunu anlamış ve gitmişti işte.. Şaşırmadım bile. Ama her zaman yaptığım ufak şeyler bozulmaya, kenarından köşesinden eksilmeye, kopmaya başladı. Mesela Ozan'a tam ayarında yaptığım rafadan yumurtayı bir türlü tutturamıyordum, ya çok cıvık ya çok katı oluyordu. Ya da banyo suyu.. Dolduruyordum, yanında otursam bile birden taşıveriyordu! Tüm banyo karoları su içinde kalıyordu, kaç defa alt komşudan azar işittim... Olmuyordu işte. Bir şey kırılmıştı ve yeniden yapışmıyordu. Annem hayatıma yeniden girmişti çünkü ödenmeyen faturaların cezası ona kesiliyordu ya da gitmediğim kontrollerin haberi ona veriliyordu ve annem mutlu değildi. Annem mutlu değilse, başım belâda demekti.

Ve bu beni bu noktaya getirdi. Sizin ofisinize. İsminizin anlamını bildiğim, bana çocukluğumdan sıcak birşeyleri çağrıştırdığı için geldim ofisinize ve ilk seansta adımı doğru söylemeniz, etkiledi beni. Bir de saçlarınız. Belki Afrika heykelleriniz... Bilmiyorum. Ama evet, 7. terapistimsiniz.. Söyleyin bana, peki şimdi ne olacak?

..
.
Son.

18 Ekim 2020 Pazar

Sushi, sake ve bir takım 4 haneli rakamlar

Vallahi peşinen söyleyeyim; ancak kırk yılın başı köpüklü beyaz şarap içen biri olarak, dört bardak sakeyi devirmiş halde, çakırkeyfin bir tık üstünde yazıyorum bu yazıyı, o nedenle sürç-ü lisan edeceksem peşin peşin affola. Üstelik tek kabahatim de o değil; göstere göstere yeme içme işleri ve sağ elin yaptığını sol eli bırak, dış kapının mandalının gözüne sokmalar falan hiç benlik işler değil ama.. Ama! Bunu yazmazsam ayıp bence, çünkü çok güzel bir işe imza attık. Attım yani, fikir benden çıktı, hazırlıklar benden, sonuç tabii "takım ruhu". 

Bir süredir gönüllü bazda işler yapıyorum. Çok keyifli olduğu kadar psikososyal hatta fiziksel sağlığa da etkisi büyük ama buyrun yazılmışı var şimdi o konuya girmeyeyim. Bu gönüllü işlerin bazıları "para toplamak" oluyor ve projeler yarışıyor. Şimdi benim çevremde parası bol olan ama nedense eli pek açık olmayan (para bollaştıkça el açıklığı azalıyor belki de?) bazı insanlar var - isimleri lazım değil :) Bu insanlar - şen dullar diyelim - 6 kişiler ve kocalarının cenazeleri dışında ayda yılda bir biraraya geliyorlar. Her biraraya gelişleri ayrı bir olay oluyor çünkü lüks lüks yerlerde (misal Fransa'da bir şatoda) buluşup saçma sapan istakoz yeme işleri, bizler gibi köpüklü şarap değil Champagne (r) içmeler, butler'larına ufak bir arabacık hediye etmeler falan gibi abesle iştigâl işler içine giriyorlar. 

Şimdi burada bu kadınları 70+ yaşlarında sosyalizm, hak hukuk adalet ve eşit haklar gibi fikirlerle tanıştırmak beni aşar sevgili blogger'cıklarım çünkü bazı şeyler "böyle gelmiiiiş, böyle gidecek". Fakat işte "farkındalık" arttırmak, paralarının "bol kaçan" kısmını anlamlı işlere harcatmak gibi uğraşlar içindeyim. Bazen de hızımı alamayıp kendi eşitlikçi geçmişimi anlatmaya başlıyorum ki gözlerinde bir nevi Jean d'arc gibi ışıldadığımı sanarken "ay C.ciğim neden banka havalesiyle halletmedin" gibi elitist sorularla yıkılıyorum. Ama vazgeçmiyorum. Baya yol katettim ve şimdi anlatacağım hikâye de (konuya bir girebilirsem) bunun kanıtı.

Gönüllü çalıştığım kuruluş bizden "yaratıcı projeler" istedi çünkü banka havalesi gerçekten ruhsuz bir yardım yöntemi (bakın "az giyilmiş temiz kıyafetleri vermek" ve "köy çocuklarına atkı örmek" demedim bile..). Ben de "zengine zenginliğini hissettireceğn ki gaza gelip keseyi açsın" mottosuyla yola çıkıp, bizim şen dullara bodoslama daldım. 

Benim Japon bir arkadaşım var ve bu kızcağız bana ne zamandır "gel sushi saralım, sake içelim" diyip duruyordu. Onu aradım dedim ki "6 adet şen dulum var, onlara evde ufak bir bağış partisi düşünüyorum, malzemeleri ben alırsam bize sushi yapmayı öğretir misin?". Bağış yapacağımız yeri sordu, anlatınca hoşuna gitti ve "tamam malzemeler benden" dedi. Neyse uzun ve kök söktürücü uğraşlarla şen dulların, benim ve sushi ustamızın ajandalarında ortak bir gün belirlendi ve bu öğlen "sushili ve sakeli bağış partisi"ni sonunda gerçekleştirdik!


Aman ne güzeldi. Nasıl eğlendik. Önce şen dullar böyle benim kafam kadar pırlanta yüzüklerini falan çıkardılar, fönlü saçlarını topladılar, benim gözaltına sürmeye kıyamadığım el kremlerini yıkayıp temizlediler falan :)) Sonra sushi sarmalar, wasabi yapmalar, hazır alınan (o nedenle pörsük pörsük çıkmış fotoğrafta) zencefil turşusu vs. hazırlandı. Bir yandan sarıyoruz, bozuk saran sake içiyor derken tabii kikirdemeler kahkahalara dönüştü. 6'sı 70+ 8 kadın bir araya gelip bir de içince tabii konu erkeklere döndü, 1960-70'lerin son derece "free" ortamında yapılanlar falan derkeeeen vallahi ufkum açıldı :))) Son olarak hazırladığımız sushilerin "yenebilir" şekilde olanlarını bir tabağa koyup süsledik, ben birkaç fotoğraf çektim gönüllü merkezimizin yıllık aktivite sergisi için ve sushilere dalmadan önce aklıma ufak bir fikir geldi. 


Fotoğrafta gördüğünüz resimli kartların her birinin arkasına şen dullarımızın isimlerini yazdım ve herkese birer tane verdim. Dedim ki "bu kağıdın üzerindeki isim hakkında düşündüklerinizi birkaç cümle ile yazın ve altına da projemize ne kadar bağışlaması gerektiğini düşündüğünüzü yazın, eğer bu kişi bunu kabul ederse o rakamın altına imzasını atsın, etmezse de üstünü çizip kendi belirlediği rakamı yazsın ve öyle imzalasın". Biliyorum çok riskli bir fikirdi bu ama işe yaradı! Kimse o rakamın altına düşmediği gibi, iki kişi üstünü çizip az bile yazmışsın diyip rakamı yükseltti!

Ve sonuçta 6 kadından projeye 4 haneli (euro olarak düşünelim) bir rakam geldi ki, bunu inanın ben bile beklemiyordum. Sanırım evden banka yoluyla havale et desen bu rakamı tutturamazdık. Biraz "sosyal baskı" biraz "gösterme isteği" :) Hin miyim biraz..... Ama sonuca bakalım biz.... 

kendini dansederek kutlayan ben, temsili :))

Dediğim gibi, bu post biraz yediğini içtiğini yaptığını gösterme postu oldu ama yapılanın değil de fikrin paylaşılması olarak düşünüyorum ve bilmiyorum belki de aramızda toplandığımızda oynayabiliriz bu oyunu? Belki bu kadınlar gibi kafam kadar pırlantalarımızı çıkarmayız, belki sushi yerine kısır yaparız, belki 4 haneli değil 3 haneli rakam olur ama hem keyifli bir gün olur hem de "birlikten güç doğar"; belki bir kız çocuğu okuturuz, belki bir oğlan çocuğunun babasının eskimiş ceketini yenilemiş oluruz.. yani bir banka havalesinden belki bir adım daha kişisel bir şey olur... Hem biz güzel vakit geçirmiş oluruz, hem de bu vaktin karşılığı güzelleşir. Ev hanımlarının altın günü gibi ama altını kendinize almayıp ihtiyacı olan birine verdiğinizi düşünün :) Daha güzel değil mi???? 

İlk fotoğraf: Clayton Robbins unsplash, Kimonolu fotoğraf: Eea Ikeea unsplash, diğerleri benim :)

14 Ekim 2020 Çarşamba

Üç renk SoMbahar

Birdenbire oldu..

Aynen ilkbaharda olduğu gibi, yine birdenbire oldu. Aylardır aynı tonlarda oynaşan yapraklar, sanki sadece ağaçların kulağına fısıldanan bir mesajı almışçasına.. Birdenbire. Birkaç gün içinde önce sarılar, sonra turuncu tonları, kırmızılar ve koyu morlar beliriverdi. Her sene olur ama.. ben de her sene boş bulunup, birdenbire şaşırırım işte. Evet evet, "herşey birdenbire oldu..*"

O çocuklar, o yapraklar,
Onlar da olmasalar, benim gayrı kimim var?**

Sonra, bunlar birdenbire.. Her sabah camın önüne gelir oldular yeniden. Sadece sincaplar mı? Kirpiler, börtü böcek.. Herkes, hepsi.. bir hazırlık içinde. 


Sadece gölgeler yavaşladı, onlar uzayıp gidiyor. Ağustos sonunun bitmek bilmeyen öğlesonları yerini Ekim'in kısacık ikindilerine, adım adım uzayan akşam vakitlerine bırakıyor. Bağbozumlarının kızıl ışığı çoktan geçti, ekinler çoktan biçilip sarışın püskülleri ahırlara, kilerlere depolandı. Doğa, bu coğrafyayı aylar boyu gri ve beyaza boyamadan önce, son bir görsel şölen sunma telaşında. 

Sadece ağaçlar değil, evler de üstten alta doğru kızarıyor bu sene.


Ve tabii mevsimin assolisti, balkabakları yine her köşebaşında. İçlerinde ufak mumlar yanar geceleri, tabii sağanak yağmur fırsat verirse.. Kötü ruhları - ve çocukları - korkutmaya yarar.


Dışı seni, içi beni yakan balkabakları, hokkaido kabakları, bizdeki Side / Manavgat yöresine özgü, eskiden bebek şeklinde süslenip turistlere satılan o su kabakları çeşit çeşit tariflerle sofralarımızı da süslemeye başladıysa.... Sonbahar / SoMbahar gelmiştir!

kremalı hokkaido ya da sadece tavuk suyuna patatesli..

Yavaş yavaş ısısı arttırılan kalorifer peteklerinin üzerine koyduğun mandalina kabuklarının kokusu, yumuşacık renkli örgü battaniyelerin davetkârlığı, şanslı azınlıktaysan soba üzerinde çıt çıt çıtlayan kestanelerin sakinleştiren etkisi, zencefilli tarçınlı kış çayları.. 

Sevdiğin yanındaysa, boynuna burnunu sokup kokusunu içine çekebilmek.. Renkli eldivenler ve kaşkollerin şehri istilası! Erkeklerin kasketleri, kadınların süslü ponponlu bereleri.. Ah hele o ufacık eldiven tekleri, sağda solda önüne çıkan bu "turuncunun aşka durduğu duvarda" meselâ; göz hizası üzerine bırakılmış, minik sahibinin geri dönmesini bir umutla bekleyen o yalnız eldiven tekleri..

go ahead chris için, buraya tıktık

Sonbahar diyorum, güzel be sevgili..

* Orhan Veli Kanık - Birdenbire.
** Can Yücel - Yaprak Dökümü.
*** SoMbahar isimde bir dergi çıkardı bir zamanlar.. 
**** Fotoğrafların içine şarkı sakladım sanki. Becerebildiysem :)

9 Ekim 2020 Cuma

Bloglar, ağaçlar, zamansız ölümler ve kabullenmeler üzerine

DÜZELTME: Ağacımın etkisi ya da bisiklet tekerimi tek başıma tamir  edebilmemin; keyfim geldi ve yazıyı biraz değiştirdim. Bu güneşli Cuma gününde, sinmedi içime. 


Blog dostlukları ne güzel oluyor; insanların kendilerince dışa açtıkları dünyalarına, bir pencereden bakar gibi bakmak. Bu pencerelerin önünde durup iki çift laf etmek, bazısına hızla geçerken uğrayıp pencere arkasından el sallaşmak, neşeli ve aceleye getirilmiş bir "günaydın" çakmak, diğerine uzun uzun durup hâl hatır, çocukların okulunu, annesinin sağlığını sormak, bazısının pencere önündeki sardunyalarına hayran olmak, kiminin hafif rüzgârla uçuşan tül perdelerine ya da mutfak tezgahından yükselen tarçınlı kek kokusuna, kiminin radyosundan çalınan o güzel müziğe.. Bazısına da çat kapı kahveye gidecek kadar yakınlaşmak... 

Evet blog dünyasını betimlemem gerekirse, sanki aynı sokakta yaşayan kapı komşuları gibiyiz.. Hepimizin evlerinde ayrı hikâyeler ama ortak binalar, ortak ağaçlar, ortak gökyüzü.. Seviyorum sizi.

Pelin Pembesi gibi ben de "sahibi belki geri döner.." diye, uzun süredir yazmayan bazı bloglardan bir türlü vazgeçemiyordum ama bu sabah anî ve birazcık duygusal da bir kararla hepsini sildim. Hattâ 14 sene önce benim ısrarımla ortak açtığımız, benim amatör, onun profesyonel yazılarının olduğu, 11 senedir de okura kapalı ve bomboş duran bloğunu / bloğumuzu da sildim. Ne kadar kolaymış. "Bloğu kaldır". "Emin misin?" "Evet". Bu kadar..

Bu kararı alıp hızla uyguladıktan sonra, hazırlanıp çıktım. Bazı ufak aksilikler oldu; oğlumun sabah mızmızlığı, bisikletimin tekerinin yarılması, içindeki sivri cam parçasını çıkarırken elimi kesmem, biraz gözyaşı derken sabahki danışanım da iptal edince, kendimi "ağacım"ın yanında buluverdim.

Ağacımı hatırlıyor musunuz? Hani şu 3 kaburga kemiği kırma macerası, altında öleyazdığım ağaç. Hani Tanrıyla yapılan anlaşmalar.. "Ne olur biraz daha zaman" diye yalvarışım, ambulansın altına kadar gelip durduğu ana dek, yapraklarından gözümü ayıramadığım, hayatın çok basit görünüverdiği, bana herşeyi açıkça gösteriveren şu ağaç.... Ona gittim. Ara sıra gidiyorum ona ben. Oturuyorum kucağına, anlatıyorum köklerine dallarına derdimi, sevincimi, heyecanlarımı, aşklarımı, umutlarımı.. Gelip geçen ne der umursamıyorum. Üzerine biri kalp çizmiş, birşeyler yazmış, okunmuyor.. Öyle bakıyorum işte... Bana "ek" verilen süre için teşekkür ediyorum ve "değdi ama.." diyorum, "aramızdaki anlaşmadan ikimiz de memnunuz, haydi biraz daha uzatalım" diyorum. Cevabın "evet" olmasını umud ediyorum. Öyle işte......

Herkes gibi benim de bir ağacım var şu dünyada.. Üstelik sihirli bir ağaç, konuşabilen bir ağaç bu. ya da daha doğrusu, siz onunla konuşup içinizi açtığınızda, içinize doğru cevapları gönderebilen bir ağaç.

Ağacıma dedim ki; "farkında mısın, benim bitmelerle ilgili sorunlarım var"; güzel birşeylerin bitişini çok zor kabulleniyorum ben.. Güzel bir kitabı elinden bırakamazsın ya. Ya da sevdiğin bir yiyeceği küçük parçalar halinde yersin. Ya da çok keyif aldığın bir yaşam dönemini, uzatmak istersin. 

Ağaç da bana dedi ki: "Ama herşeyin bir başlangıcı, bir de bitişi var. Nesnenin kanunu bu. İlişkiler, güzel dönemler, zorluklar ya da sahip olduğunu sandığın herşeyin - ve hattâ zamanın, en çok da zamanın; bir sonu var. Bitiyor".

Son bir senedir bitmeler konusundaki algım üzerinde çalışıyorum. Yani bitişleri, ayrılıkları, ölümleri ve sonlanmaları "hayâlimdeki ben" gibi, tevekkül ile karşılamayı öğrenmeye çalışıyorum. Oldukça zorlanıyorum fakat bu öğlen fark ettim ki, ben çok büyük bir yol katetmişim. Eski ben hüznümü içime atmaya çalışır, kendimde suç arama meyli gösterir, kabullenemez ama dile de getiremez, bazen yıllar boyu ölümün haksızlığına takılır, o yarayı hiç iyileştiremezdim. Şimdi ise şunu düşünüyorum: ölüm, sadece bir an. Bitiş, ayrılış, son bulma; bunlar hep "an". Fakat öncesi var; hatıralar var, yaşananlar, hissedilenler, paylaşılanlar var. Bunlar hep benimle, bunları benden kimse alamaz. Özlersem kaparım gözlerimi, o ana geri ışınlayıveririm kendimi. Bir koku çalınır burnuma, bir şarkı dolar kulağıma ve geliverir özlediğim kişi, tutuverir elimi.. Bunu benden kimse alamaz!

Bu insanı ferahlatan bir düşünce, biliyor musun..... Özlemek de sonuçta belki "ışınlanmayı başaramamak" sadece?

Hem başaramadığın anlarda da; cam kırıkları ve patlak lastikler, kesilmeyi bekleyen soğanlar ve göze kaçan tozlar neden var ki? :)

5 Ekim 2020 Pazartesi

Mantarlar hakkında

Sonbahara hızlı bir giriş yaptık. Son 2 haftadır hava oldukça serin (8-14 derece arası geçişler oluyor) ve yağışlı, dolayısıyla mantarların yetişmesi için elverişli bir dönemdeyiz. Kızım botaniğe çok meraklı ve 7 yaşında olmasına rağmen bazı bitkileri tamamen kendi merakıyla benden çok daha iyi bildiğini fark edince, bu haftasonu onu botanik okulunun yürüyüşüne yazdırdım. Yanımızda bir sepet getirmemizi, çünkü mantar toplayacağımızı söylediler. Ben hayatımda hiç mantar toplamadığım gibi, mantardan korktuğumu da saklamayacağım, çünkü mantar zehirlenmesiyle ciddi rahatsızlanan insanlar tanıdım.. Hattâ belki biliyorsunuzdur, Buddha bile mantardan zehirlenerek ölenlerden..

Ayrıca bu canlının ne bitki ne hayvan sınıfına ait olmaması, bazı türlerinin 5km uzaktaki hemcinsleriyle "iletişim" halinde olduklarının keşfedilmesi gibi nedenlerle, açık söyleyeyim mantar bende "uzaylı bu" fikri yaratıyor ve çekiniyorum kendisinden.

Fakat keyifliydi. 5km'lik ormanlık alanda sepetler elimizde, uzun ip belimizde yürümek ve bulduğumuz mantarların fotoğrafını çekip, onlar hakkında bilgi edinmek çok güzeldi. 

Mantarların ekmek, bira ve şarap gibi ürünleri fermente etme özelliği olduğunu bilmiyordum meselâ. Ben şu gözle görünmeyen daha çok maya ya da küf dediğimiz minik mantarlara atfetmiştim bu özelliği ama büyük, şapkalı mantarların da küliner etkisi büyükmüş! Ve tabii ki mantar tüketimi ile "bağışıklık güçlendirme" arasında hatırı sayılır bir ilişki var, biliyorsunuz..

Mantarlar spor yaratarak ve bunu böcekler ve rüzgar yardımıyla açık alanlara yayarak çoğalıyor. Bitki köklerinden ve topraktan su ve suda çözülen minerallerle besleniyor. Aslında temel döngüsü büyüme, üreme, ölüm olan bir canlı. Fakat gerek "mayalama" özellikleri, gerekse "antibiyotik" gibi insan sağlığı için çok önemli maddelerin oluşmasındaki etkileri açısından aslında mantarlar ekosistemin önemli bir parçası. 65.000 çeşidi olan mantarın bizler tarafından en çok tüketilen çeşidi olan "kültür mantarı" ise, tamamen insan elinde ve şaşıracaksınız ama 1950'lerde ortaya çıkartılmış! 

Diğer "çok sevilen" fakat daha doğal mantar türleri arasında ise: Morchella (kuzu göbeği), porçini, İmparator mantarı (gelincik), Tirmit mantarı, İstiridye mantarı (kayın sırtında yetişen çok lezzetli bir türdür), Bal mantarı (çiçek gibidir), Sığır dili mantarı (oldukça etli ve büyüktür), Türf ya da karaorman mantarı (şitake mantarı) en yüksek fiyatlarla alıcı bulan (ve sadece bir tür kaniş / teriyer kırması köpek tarafından bulunurmuş eskiden!), kükürt mantarı (ağaç kabuklarında yetişir) ve Bolu yöresine özgü bir de cincile mantarı.. Fakat fotoğraflara güvenip lütfen tek başınıza toplayıp yemeye kalkmayın, mantarlar birbirlerine çok benziyor ve bazıları (bakınız: köy göçüren (!) mantarı) çok zehirli olabiliyor.

içine azıcık kaşarla fırında, mmmmh

Yürüyüşümüz boyunca kuzu göbeği, bal mantarı ve istiridye mantarına rastladık ve nazikçe topladık. Fakat mantardan mı, serin dağ havasından mı bilmem benim gece baya bir midem ağrıdı (evde neyseki başka kimsenin ağrımadı) ve uykumda konuşup durmuşum :)) Acaba diyorum "shrooms" ya da "sihirli mantar" denen türe mi denk geldim ben çaktırmadan? :))) Çünkü şu güzelliğe de bakar mısınız, pembe pembiş? :))))) 

1 Ekim 2020 Perşembe

Gri öncesi son renkler

Eskiler Ekim ve Kasım aylarını birlikte "Teşrin" diye anarlar; Ekim'e "Teşrin-i evvel" ya da 1. Teşrin, Kasım'a ise "Teşrinisâni" ya da 2. Teşrin derlerdi. Bugün Teşrin aylarının ilk günü. Ekim ve Kasım aylarını içeren önümüzdeki 45-50 günlük dönem hakikaten görmeyi bilen bir göz için, tablo gibi.. Fakat ben bugün sizleri "biten yaz"ın son renkleriyle ve onlara eşlik ettiğini düşündüğüm müzikleri ile başbaşa bırakmak istiyorum.

Bu yazımı kendisine söz verdiğim gibi, sevgili Ters Pabuçlar'a ithaf etmek istedim. Fotoğrafların üstüne tıklayıp şarkıları size dinletebilmeyi de sevgili Handan'dan öğrendim öhöm ya da öğrenemedim..  Bakalım bahçemdeki hangi çiçeğim bana hangi sonbahar şarkısını hatırlatmış..

Tropaeolum ile başlayalım; 
bu minnak kendi kendine bitti (ilk başta tanıyamadım, az kalsın söküp atacaktım!)
şarkısı için buraya tık tık

Bu; horozibiği pek narin, pek edalı.. 
Nasıl bakacağım, uzun süreli yaşatabilecek miyi hiç bilmiyorum! 
Şarkısı için buraya tık tık

Krizantemlerim daha yeni yeni açıyor; ne de olsa Kasım'a sevdalı onlar
Şarkısı için buraya tık tık

Ahududu, böğürtlen ve yabanmersinlerim bu yaz coştu coştu. 
Her sabah bir avuç topladık her birinden.. 
Şarkısı için buraya tık tık 

Almanlar bunu "ayçiçeği" sanıyor. Çekirdeksiz ayçiçeği mi olurmuş? 
Üstelik arşa doğru uzayıp sonra yerçekimine yeniliyor!
Şarkısı için buraya tık tık

Fakat hiçbiri, beni komşunun salkım söğütü kadar "etkilemiyor", yalan yok.. 
Bayılıyorum bu ağaca, rüzgârda salınmasına. 
Şarkısı için buraya tık tık

Bu sene bahçeme güzel baktım, o da bana son bir "sarmaşıktan C." yaparak teşekkür etti sanırım! :) Ya da; insan görmek istediğini görür..

O zaman bu son şarkı da kendime ;) buraya tık tık