3 Şubat 2020 Pazartesi

Çiçek Hanım

Çiçek Hanım'ı tanıdığımda, sadece 3 yaşındaydım. O yaşımda bile isminin çok güzel hatta belki de büyülü olduğunu düşündüğümü hatırlıyorum. Daha önce Gül duymuştum, Yasemin duymuştum, Mine duymuştum ama adı tüm bu isimleri kapsayan, bütünleyici ve kategorik bir Çiçek Hanım, hiç duymamıştım! Çiçek mi? Koca bebek gözlerimi yüzüne dikip "Ama hangi çiçek?" diye sorduğumu anlatırlar. Ben büyük bir ciddiyetle, son derece hayati olan soruma cevap beklerken, antikalarla ve paha biçilmez tablolarla dolu salonda bir an tüm nefesler tutulmuş ama neyse ki çok gülmüş buna Çiçek hanım.. İşte tam o an, orada başlamış dostluğumuz. 3 yaşında tek tahtası eksik diye bilinen bir bebeyle, 53 yaşında aristokrat ve mesafeli diye bilinen bir kadının dostluğu..


Bir Mayıs akşamı, evinin bahçesini öbek öbek gelinciklerin bastığı günlerde, nedensizce tansiyonu yükselmişti Çiçek Hanım'ın ve evin kahyası Arap Bacı hemen anneme koşmuştu. Tamam tamam biliyorum, "Türk filmi mi bu yahu?" diyeceksiniz ama hakikaten ilk tanışmamız bu şekilde oldu ve hakikaten Çiçek Hanım'ın gündelik işlerini gören, çocuk aklımla gerçekten de çikolatayı fazla kaçırdığını sandığım, Eritrea'dan göç etmiş bir yardımcısı vardı. Çiçek Hanım birden bayılıverince, doktorluğu ve güzelliği (sanırım sırası ters oldu) tüm mahalleye yayılan annem gelmişti akıllara ve ben de nadiren evde bulduğum annemin eteğine yapışmış, onunla paldır küldür girmiştim Çiçek Hanım'ın adından bile büyülü görünen evine.

Ev de evdi ama. 3 yaşında bir çocuğa herşey dev gibi görünür elbet ama ev, dedelerden kalma eski bir Bursa köşkünden uyanık bir damat tarafından yakın tarihte bozularak 2 katlı apartman haline dönüştürülmüş, yüksek tavanlı, kristal avizeli, rokoko işlemeli katlardan biri kiraya verilmiş, diğeri de hiç evlenmemiş, sanata ve estetiğe merakı ile tanınan, haftada bir gittiği Ahmet Vefik Paşa Tiyatrosu'nun temsilleri dışında evden sokağa adımını atmayan Çiçek Hanım'a tahsis edilmiş, muazzam bir evdi. Fenalaşıp bayıldığı o bedbaht sabaha dek, Çiçek Hanım'ın evine mahalleden kimse girmemiş fakat maddi sıkıntılar nedeniyle ara sıra elden çıkartmak durumunda kalınan bir avize, bir kakmalı ceviz yazı masası ya da ince telkari işi ve paha biçilemez elmasları ile zarif bir gerdanlık, evin içindeki yaşamın ipuçlarını meraklı mahalleliye hissettirmişti. Çiçek Hanım'dan herkes saygıyla, genelde mesafeyle ve her zaman fısıltıyla bahseder, bu da benim ilgimi çekmeye yeterdi.


Çiçek Hanım, soruma "sen en çok hangi çiçeği seviyorsun bakalım?" diyerek, soruyla karşılık vermiş, "papatya!" diyişime karşılık sarı saçlarımı okşamış, "o zaman sen de bana Papatya Teyze diyebilirsin" demişti. 3 yaş inadımla tek ayağımı hırsla yere vurmuş, kollarımı göğsümde çapraz kavuşturmuş ve "Hayır! Çiçek diyeceğim" demiş, annemden de popoma esaslı bir çimdik yemiştim. Çiçek Hanım bunu görmedi çünkü tüm bunlar o bana gümüş çikolatalığından bugün bile tadı aklımdan çıkmayan "parmak çikolata"lardan birini ikram etmek için Arap Bacı'ya talimat vermekle meşgulken olup bitti.

Popomun acısına rağmen bana uzatılan çikolataya hayır diyemedim ama kırmızı mı, mavi mi, yoksa altın baraklı parmak çikolatayı mı seçeceğime de bir türlü karar veremedim. Her zamanki gibi büyüklerin "hadi hadi"siyle aceleye gelen bu son derece elzem karar anını tam doyasıya yaşayamadım ve tabii akabinde ağlamaya başladım... Ah bu büyüklerin dünyası ne kadar hızlıydı, oysa bir yavaşlayabilseler, en önemli kararları böyle aceleye getirmeseler....

Annem kolumdan tutarak ve kulağıma fısıltıyla "seninle evde konuşucaz, yürü!" diye tıslayarak beni o büyülü evden çıkardı çıkarmasına ama, o günden sonra artık tek bir yaşam hedefim vardı: Çiçek Hanım'ın evinee tekrar ve esaslı bir taarruz yapmak ve hakkım olan o renkli baraklı kağıt "çukulata"ların hepsini yemek!


Yaz sonuna doğru 4 yaşımın ilk günlerinde, tam da katmerli yediveren güller mahallemize bütün rayihalarını buram buram salarken, az kalsın bu emelime kavuşuyordum; o nereden çıktığını anlayamadığım boz renkli koca köpek olmasaydı...

Çitten atlarken dizimi yardım, dizimi yarınca çığlık attım, köpeğin havlamaları çığlıklarıma karışınca, Arap bacı koştura koştura bahçeye çıktı, beni öyle kanlar içinde görünce, ayağındaki terliği kaptığı gibi boz canavarın üstüne fırlattı ve "kuzuuuum, yavruuuum" diye diye koştu sarıldı bana. O gün üç şeyi öğrenmiştim: 1). Boz köpekle şaka olmuyordu 2). Siyah insanlar tüm sporlarda olduğu gibi hedefi tam vurmada da biz beyaz insanlardan çok daha ileriydiler 3). Dizimin kanaması tam iki hem de altın baraklı çikolata değerindeydi. Sonraki günlerde boz canavarı kızdırıp havlatmak ve dizimi tutarak ve son perdeden bağırarak sahne sanatlarındaki kariyerimin ilk basamaklarını tırmanmak istediysem de, boz köpek ya bana alışmıştı ya da terliğin tokasının verdiği acı benim hırsız olma ihtimalimden daha gerçekti, bana aldırmamaya başladı. Böylece evin içine değil ama bahçesine istediğim zaman girip çıkma özgürlüğümü edinmiştim işte! Şimdi sırada o hiç açılmayan ağır demir kapıdan bir şekilde içeriye sızmak ve o gümüş kutudaki ganimetlere ulaşmak vardı...

Çiçek Hanım'ın çocuk aklımca bana rengarenk, gösterişli ve büyülü gelen dünyasına sızıp, hak ettiğim su götürmez bir gerçek olan parmak çikolatalara ulaşma planım tüm yaz beni, çevremdekileri ve bahçedeki boz köpeği bayağı uğraştırdı. Fakat o ağır demir kapı asla açılmıyordu.

Yine her günkü gibi kavga gürültü, karga tulumba, zorla yatırıldığım öğle uykularından birinin en tatlı yerinde öyle bir rüya gördüm ki, demir kapının anahtarının elime verildiği hissiyle uyandım. Rüyamda köşkün arka kapısının üstündeki vitrajlı küçük pencereden içeriye giriyor, çikolataları elimle koymuş gibi buluyor ve kendime emsalsiz bir şölen çekiyordum. Öyle ki, uyandığımda bu fikir benim için bir saplantı haline gelmiş, kuşluk öğünümü yer yemez dışarı fırlamış, artık başını okşamama bile izin veren boz köpekle bahçede biraz hasbihal giderdikten sonra, doğruca evin arkasına yürümüş, o küçük pencereyi gerçekten açık bulunca, heyecandan yerimde duramamıştım. Uzun mücadeleler ve pantolonumun diz yamalarının on yüz bininciye sökülmesine neden olan artistik sıçramalar sonunda, pencereye tutunmayı başardım ve cılız kollarımla kendimi yukarıya çekip pervazdan içeriye doğru kaydım ve küüüt diye tahta parkelere düşüverdim. Büyülü ev, ayaklarımın altında birden karardı, uzadı, küçüldü ve tamamen yok oldu.....


Neden sonra kendime geldiğimde Arap Bacı, elleriyle tombul dizlerini döverek "kuzuuuum, sen neylersin burada? Ne yaparsın bu karanlık odada bir başına" diye ağıt yakıyor, bir yandan da oramı buramı silkeliyor, boynuma ve enseme de avuç avuç Eyüp Sabri Tuncer kolonyasını boca ediyordu. Bense karanlık odaya ince bir ışık hüzmesi veren açık pencerenin ışığında, üstümden havaya karışan toz bulutlarının, peri tozları gibi dansedişini izliyor, evin gerçekten büyülü olduğuna artık adım gibi emin oluyordum.

Ve tüm bu cümbüşün tam ortasında Çiçek Hanım, üstünde upuzun bembeyaz bir sabahlıkla duruyor, birbirine girmiş sarı saçlarım, yırtılmış pantolonum ve utançtan kızarmış yanaklarımla, onun duru ve beyaz güzelliğine tam bir tezat oluşturuyor ve tam bu nedenle, o anı ömür boyu unutulmazlarım arasına kaydediyordum. Çiçek Hanım, "ah yavrucak, çok korktun mu?" dedi ve uzun zarif yüzünü benim yuvarlak yüzümün hizasına indirip "ne yapıyorsun bakalım bu odada?" diye sordu. O an anladım ki artık kaçarım kalmamıştı, planımı itiraf etmekten başka çarem yoktu...

İşte o günden sonra her gün, Çiçek Hanım uykusundan uyanır uyanmaz ön kapısını ardına dek açık bırakmaya başladı. Ben de keyfimce eve girip çıkar ve komodinden de istediğim renkte baraklı kağıda sarılmış çikolatayı alır, tam hayal ettiğim gibi, yavaş yavaş, keyfini çıkarta çıkarta yer oldum.


Yıllar geçtikçe ve ben büyüyüp serpilmeye, çocukluktan genç kızlığa adım atmaya başladıkça, Çiçek Hanım'la olan dostluğumuz da gelişti, olgunlaştı. Onun tavandan yerlere inen, duvarları ve odaları kaplayan geniş kütüphanesi özellikle ilgimi çekiyor ve o da bunu bildiği için, beni genellikle o odada kabul ediyordu. Flaubert'ten Karaosmanoğlu'na, Joyce'dan Kafka'ya muazzam geniş bir koleksiyonu vardı Çiçek Hanım'ın ama kitaplarını ödünç vermek konusunda gelmiş geçmiş en elisıkı, en cimri insandı. Yine de, onun yaşıma uygun gördüğü şekilde ve kitaplık odasından çıkarmamam kaydıyla, kitaplarını okuyabiliyordum. Aynen çocukluğumdaki çikolatalar gibi, bu sefer de kitapların büyüsüne kapılmış, bir gün her bir kitabı tek tek okuyacağıma yeminler etmiş, hele o boyumun hala erişmediği üst raflardaki kalın ciltli kitapları tutkuyla merak eder olmuştum. Fakat Çiçek Hanım o bölgeyi bana yasaklamış, "önce okulunu bitir bakalım" diyerek tüm taarruzlarımı püskürtmeyi başarmıştı.

O kitaplarda, içimde yeni yeni filizlenen ılık duyguların izlerini bulacağıma adım gibi emindim ve için için "Çiçek Hanım'ın gizli aşk hayatına da bakınız!" diye düşünüp, kitapların içlerinde yazanları, olan biteni hayal gücümün derinliklerinde kurup duruyor, bunu yaparken de kalbimin çarpmasına ve bedenimin verdiği tepkilere özellikle ilgi duyuyordum. Mesela eski dilden kelimelere karşı özel bir hassasiyetim olduğunu keşfetmiştim ve bazı kelimeleri tekrar tekrar aklımda dolaştırırken tuhaf bir zevk aldığımı, midemle kalbim arasında biryerlerde kelebeklerin uçuşmasına benzeyen ya da hızlı bir asansörle birden aşağı katlara doğru düşerken hissedilene benzer tuhaf ama çok keyifli bir duygu yaşadığımı keşfetmiştim. Aynı duygu, okulda ön sıramda oturan o yeşil gözlü çocukla gözgöze geldiğimde de oluyordu ama bu odada tek başımayken, çok daha yoğundu!

Yıllar sonra, o bölgenin Çiçek Hanım'ın "gizli aşk bahçesi" olmadığını, daha doğrusu aşkla ilgisi olduğunu ama benim tahminlerimin tersine muzır neşriyatla hiç alakası olmadığını hayret içinde keşfedecektim. Yukarıdaki raflardaki tüm kitaplar aslında farklı yerlerde ve zamanlarda elime geçirip çoktan okuduğum Rus klasikleriydi ve sonradan öğrendiğim üzere, Çiçek Hanım'ın ilk ve son aşkı olan denizci bir adam tarafından, çıktığı son seferden bir gün önce "bunlara en iyi sen bakarsın, döndüğümde de bana geri verirsin" diyerek ona bırakılmıştı. Adam, geri dönmemişti o seferden. Çiçek Hanım ise, en üst rafa koyduğu bu kitaplara o günden sonra hiç dokunmamıştı, kimseyi de dokundurtmamıştı. Ölümünden sonra vasiyetinde kitapların tamamını bana bıraktığında, biraz da ondan izin almadan araştırdığım için suçluluk duygusuyla karışık bir merakla, parçaları birleştirerek öğrendim bu hikayeyi.. Adamın geri dönmemesinin gerçek sebebini Çiçek Hanım hiç öğrenebilmiş miydi bilmiyorum ama, benim öğrendiğim kadarı bana yetmişti. Çiçek Hanım'ın kütüphanesinin tamamını bugün dahi evimde koruyorum ama o kalın ciltli kitapları "yıllar sonra son faizi de ödenen bir diyet gibi" yok pahasına ve büyük bir iç huzuruyla, sahafın birine hibe ettiğimi de itiraf etmeliyim.


Üniversite'de felsefe okumaya karar vermem de Çiçek Hanım sayesinde oldu aslında. Biri doktor, diğeri mühendis yani her ikisi de müsbet ilimci ebeveynlerime kalsa, felsefe karın doyurmayacağı için, hobi olarak ilgilenilmesi mümkün olan ama hayatımı kazanmak amacıyla öğrenilmesi abesle iştigal olan bir durumdu. Fakat onları bunun aksine Çiçek Hanım ikna etti. Felsefe okumanın insan üzerindeki etkisini, düşünmeyi öğrenmenin bana her alanda katkı yapacağını söylemenin yanısıra sanırım "Deniz'e burs vermek, destek olmak istiyorum, lütfen bırakın hayallerini gerçekleştirsin, baktı sevmedi, nasılsa zeki bir kız, olmadı bırakır avukatlık falan okur" deyivermesi ailemi yumuşattı ve "geçici bir sevda" olarak gördükleri ve birkaç sene boyunca ceplerinden para çıkmadan müsamaha gösterebileceklerini düşündükleri Felsefe Bölümü'ne kaydımı yaptırdılar. Yeri gelmişken şunu da belirtmeliyim ki; lisans öğrencisi olarak girdiğim bölümde şu an 33 yaşında bir Doçent olarak ders veriyorum ve felsefeye tutkum gün geçtikçe artıyor...

Fakat Çiçek Hanım'ın bana asıl katkısı; ne çikolatalar, ne kitaplar ne de hayallerimin peşinden gitmeme destek olmasıydı. Onun üzerimde bıraktığı asıl iz; onu tanıdığım 3 yaşımdan, kaybettiğim 33 yaşıma dek beni ciddiye alması, ciddiyetle dinlemesi, sorularıma çocuk, genç ya da yetişkin demeden, başından savmaya çalışmadan, benimle birlikte düşünerek ve anlamaya çalışarak cevap vermesi ve en önemlisi de, bana kapısını açması ve sadece güneşli günlerimde değil, yağmurlu, fırtınalı, karlı günlerimde de içinde kendimi güvende hissettiğim bir "büyülü ev" hediye etmesi oldu. Sırf bu nedenle de, birbirinden 50 sene arayla doğan bu iki kadının dostluğu, bence yazılmadan geçilemezdi....

Bu hikâye de "Hayatımızdaki tüm Çiçek Hanım'lara".....

1 yorum:

  1. Kahve arası blog ziyaretlerimi yaparken tesadüfen misafir oldum ve heyecanla okudum Çiçek Hanım ve Deniz kızın hikayesini. Nasıl güzel yazmışsınız, kaleminize sağlık. <3

    YanıtlaSil