18 Haziran 2025 Çarşamba

İkide bir - 12

Dün Şuleciğimin kendi gibi güzel defterinde okuyunca, dedim ki, aslında son birkaç senedir çoğumuzun en büyük ikilemlerinden biri şu: “mutsuzluk böyle pompa pompa pompalanırken üstümüze, mutlu olduğumuz anlardan utanır, dile getirmeye çekinir, mutluluğu ayıpmış gibi algılar olduk”


Derin Hakikatler’de okuduğumda “toksik olumluluk ve mutluluğun nihayi bir yaşam amacı gibi gösterilmesi”ne ben de - elbette - katılmadığıma emin olmuştum; fakat özümde, kendi halime bırakıldığımda, mutlu bir insan olduğumu da düşününce, yani mutluluğun kötü, sığ, aslında “yalanmış, oyunmuş” gibi lanse edilmesine de yine de gönlüm razı gelmemiş, yine bir ikilem içinde kalmıştım.. 

İçim huzuru, sakinliği, iç dengeyi yüceltir ve ona koşullanırken, dışım, ah o dışım, o adaleti, hümanizmi, hak hukuku ve eşitliği herşeyin önünde tutan, insanları (onlara rağmen) seven dışım; o işte utanıyor “tüm bunlar” olurken mutlu ve huzurlu kalabilmeye. Mutsuzluk bu kadar yoğun pompalanırken, mutluluk bir vicdan yükü, nahiflik hatta suç gibi düşünülüyor..

Bunu tartışmak istiyorum bugün. Neden böyle hissediyoruz sizce?

Olası cevaplar: 1). sosyal politika ve özellikle medyanın “dünya aslında korkulacak, kötü bir yerdir” ana temasıyla, olumsuz yanı ağır basan bir toplum mühendisliği yapması. 2). Kültürümüzdeki nazar değer, sahip olamayanın gözü kalır, imrenir anlayışı 3). İçimizdeki aşırı komünal hümanizm nedeniyle “herkes mutlu olduğunda kendime mutlu olma hakkı görüyorum” anlayışı (ki bunun altında da bir psikolog gözüyle: çok derin bir mükemmelliyetçilik ve aslında ucu kibir küfrüne varan bir narsisizm sorunu, onun da altında karşı kutup olan özgüvensizlik, özdeğersizlik yatabiliyor aslında). Belki siz de eklemek istersiniz..

Tüm bunlar tek kapıya çıkıyor: mutlu hissetmekten utanmak, mutluluğu bırak göatermeyi, ifade etmekten  çekinmek..

Tabii karşı kutbu da var: sahte mutluluğun aşırı göze sokulması, “paylaşım” kelimesi altında aslında “gösterim”i, aşırı değer verilmesi, toksik pozitivizm, mutlu değilsen sorunlusun inancı vs. 

Ortayolu elbette her duyguya açık ve eşit mesafede olabilmek..

*

Bu nedenle; bugünkü sorum ve tartışırsak ne hoş olur dediğim konu şu: bizi mutlu hissettiğimizde bundan utanç duymaya koşullayan mekanizmanın altında yatan asıl duygu nedir sizce? Utanç çünkü “ikinci el” bir duygudur, genellikle “suç”tan kaynaklanır ama ortada suç yokken, yaşanan adaletsizlikten kendimize neden pay çıkartıyoruz, nedir kendimizi “suçlu” hissettiğimiz asıl konu ve bu ne kadar gerçekçi bir algı, ne kadar dış kaynaklar tarafından “içimize ekilmiş” bir algı ve sizce dış kaynaklar haklı mı, değilse, onlarla nasıl savaşabiliriz?

Offf amma sordum yahu :))))

Fakat cağnım Paul Auster’ım ne diyor: “Yaşamda en önemli görev, doğru soruları sormaktır” ;)

Foto: Sevgili Şuleden.

16 Haziran 2025 Pazartesi

İkide bir - 11


Bugün ağır konulara girmeyeceğim söz :) 

Dört gündür bir çok insanla uyum içinde yaşadığımız cennet, dün akşam saatlerinde bir tanecik kaba saba adamın aramıza katılmasıyla cehenneme döndü. Dünyada sadece kendisinin yaşadığına inanan, çirkin, hantal bir adam. Bir “silverback gorili” eşimin değimiyle :)) 

Uzak durmak ve önemsememek istiyorum ama keçinin sevmediği ot, her an burnunun dibinde işte…. Böyle tiplerden mental olarak nasıl uzak tutabiliyorsun kendini? Müzik dinliyorum, kitap okuyorum, Azeri Türkçesini anlamamazlığa geliyorum, sataşmalara cevap vermiyorum ama her anlamda adam tam karşıtım ve sürekli tam karşımda! Ay daraldım, insan içine çıkmaya çıkmaya unutmuşum, gözünü seveyim söyle, nasıl kurtuluyorsun bu adam ve kadınlardan, imdaaat!

*

Foto. Çocukken ailemle Antalya’ya sık gelirdik ve hemen bir çocuklar çetesi kurar, karşı çeteyle bitmek bilmeyen bir savaşa girişirdik. Bu Mazı bitkisinin topları en güçlü cephanemizdi. Yemin ediyorum toplayıp bir yere gizlenesim, pasif agresif öfkemi adamın devasa göbeğine doğru ata ata gideresim var :)))

14 Haziran 2025 Cumartesi

İkide bir - 10

Mevlana’nın “Küfrün kebrinden haberin yok, imanın hakikatlerini nereden bileceksin” sözü, çok derindir; insanlara imanları ya da gerçek iman hakkında ders vermeden önce, düşün isterim..

Bazen insanların birbirlerine ders ya da nasihat vermede fazla özgüvenli ve çenebaz olduklarını düşünüyorum. Bir konuda böyle güvenle konuşabilmek için; ya o dersin içinden geçmiş olmak (ki buna “damdan düşmek” de diyebiliriz) gerekir ya da karşıtını yaşamış, yani küfrün de sonuna dek gitmiş olmak gerekir ki içindeki zehir boşalıp, yerine gerçek olan akmaya başlasın. 

Sorgulamadan, küfretmeden, aksini görmeden, sentezlemeden; imanın da, yaşanan herhangi bir deneyimin de gerçek anlamı nasıl kavranabilir ki..?

“Ve melekler şunu da fark ettiler, Tanrı, sözünü inkâr eden bu kadını, kendisine kayıtsız şartsız iman eden diğer kullarından daha çok seviyordu.”  - Rahel Tanrı’yla Hesaplaşıyor, Stefan Zweig.


12 Haziran 2025 Perşembe

İkide bir - 9

Cennet dediğimiz kavramı düşünüyorum bugün. Portakallı :) bir yer olmadığı kesin de, acaba nasıl bir his, diye düşünüyorum.



Başını yastığa koyduğun an, huzur dolu bir uyuşukluk mu? İşini görevini yapmış olmanın verdiği doygunluk mu? Ters giden birşeyleri düzeltmeye, birilerine dokunup iyileştirmeye çabaladığında hissettiğin umutlu kıvanç mı? Basit bir, evlat kokusu mu? Uzun zamandır görmeyip çok özlediğin sevdiceğe kavuşma anındaki vuslat duygusu mu? Daha yüce bir amaç uğruna verdiğin fedakarlık mı? Pişmanlıkla ettiğin tövbeye eşlik eden iki damla gözyaşı mı? 

Başka? Yazsana, nedir cennet…?

Foto. Ananeciiim beyaz duta bayılır, ne zaman yese “kiraz dermiş ki, yersen beni, sapım gibi incecik ederim seni, velev ki arkamdan dut gelmese..” derdi :) Ben kirazcıyım ama şu ağacı ve yerlere dökülen meyvelerini görünce, bu sabah dalından bir tanecik kopartıp ananem için ağzıma attım. 

Basit bir yol kenarı mıdır cennet?

Ekleme. Dünkü yazının yorumları kapalı kalmış, yeni fark ettim, bin özür.

11 Haziran 2025 Çarşamba

İkide bir - 8

Dün tuhaf bir gündü. Allah sevdiği kuluna önce eşeğini kaybettirir, sonra buldurup sevindirirmiş hikayesi.

Biraz etkilendim, o nedenle yazamadım. Ama bugün şu konuyu tartışmak istiyorum: ne için yaşadığını ömrünün sonunda mı idrak edeceksin sence, yoksa yaşarken tam bir farkındalıkla mı yaşıyorsun? Yani başarabiliyor musun şu Ricky Gervais’in ünlü önergesini aklını kaçırmadan çözebilmeyi: “Milyarlarca milyarlarca yıl yoksun. Sonra taş çatlasa 90 yıl, ki bulan çok az, varsın. Sonra yine milyarlarca milyarlarca yıl yoksun.”

O 90 senede ne yapıyorsun peki? Endişelerle kuruntularla mı geçiriyorsun bu kısacık hediyeyi, kavgalarla, küskünlükler alınganlıklarla, kafayı o şunu dediydi, bu bunu yaptıydılarla, hay şunu yapamadım izin vermedi hayat’larla.. Yoksa biraz çevrene dikkat ederek, insanları biraz anlamaya çalışarak, iyi taraf’ta kalmaya çalışarak mı (kime sorsan bunu diyecektir kesin, ama o zaman dünya neden bu noktada?)

Onu bunu geç de, sadede gel: Artık çoğunuz yarı yolu geçtik; sence bu noktada hakkını verebildin mi geçen zamanın? 

Şimdi küt diye gitsen, neler eksik kaldı sence? Ya da nedir sana “yok az daha yaşamam lazım, şunu şunu yapmam lazım” dedirten?

Sen düşün ya da yaz, ben de birde ikiye yazayım haydi..

Bunlara eğilmiş bakarken pırrrt diye minicik bir farecik çıktı içlerinden, panikle bacaklarımın arasında iki tur atıp, karşı istikamete doğru koştu gitti. Bunlar olurken hiç kıpırdamadan kalmayı başardım çok keyifli bir andı. Belki tanrı için de bizim “telaşemiz” tam olarak böyle bir şeydir :)

8 Haziran 2025 Pazar

İkide bir - 7

Tanrının varlığına inanıyor musun?

Cevap ver diye sormadım. İçinden düşün diye sordum..

Cevabın büyük ihtimalle bir yaratıcı güce inanıyorum ama bu inancın dinlerle alakası yok gibi bir şeydir, son dönemlerde herkesin bu şekilde bir inancı var sanki, Deizm mi deniyor.. Dinde son trendler..

Bense bunun diğer kutbundayım; Tanrıya kesin inanıyorum ve varlığını hissediyorum ama ben bir de buna ek olarak, tüm dinlere birden inanıyorum, hepsi birbirini tamamlar niyetlikte gibi geliyor bana. Hiçbirini birbirinden ayıramam, hepsinin içinde insana insan olma yolunda, doğru işaretleri gösteren sözler kadar, insanı adeta çıkmaz yollara sokmak için, sonradan eklenmiş olduğu aşikar saçmalıklar da var. 

Crkva Sv. Jeronoima Kasteli, Split

Hayat çünkü böyle bir şey; hem içimizde bir bilge, bir aziz yatıyor - bu kendi içimizdeki Tanrı da olabilir pekâlâ - Hem de aklımız saçma sapan adetlerle, kültürel dayatmalarla, toplulukçu beklentilerle tıka basa dolu. İkisinin arasında gidip gelip, Tanrı'yı bu duruma sessiz kalmakla suçluyor oluşumuz da cabası...

Tanrı bize hâlâ inanıyor mu acaba?

6 Haziran 2025 Cuma

İkide bir - 6

Ne acaip şey. 6.6'ya denk gelen 6. yazı :))

Bugünkü konum; okumak ve tabii yarınki de okumamak.

Nitelik nicelik konusunda, nitelik tarafındayım. Çok okuduğum dönemlerin ardından, bir uyku dönemi, sindirme dönemi ihtiyacım oluyor.Bunu yapmayan dümdüz sürekli çok okuyabilenleri anlayamıyorum, nasıl sindiriyorsunuz onca kitabı?! Okuduklarımı eskiden hop diye bünyeme katabilirken, yaşla birlikte, bir deftere not alma ihtiyacım arttı. Çok genç yaşımda okuduğum ve bende iz bırakan kitapları bile, doğru hatırlayamadığımı farkedeli beri, biraz da umutsuzlukla, en baştan okumaya başladım. Zaten bazı kitaplar 20'lerde, 45-50 arası ve 65 sonrası bence üç defa okunmalı, her dönemde bambaşka bir rengi olan kitaplar bunlar.. 

Klasikler mesela, mutlaka uzun versiyonundan, orijinalinden okunmalı çünkü kısaltma metinler arasında şimdiye dek kuşa dönüp tamamen apayrı ve tatsız bir hal almış olmayanına rastlamadım. Asla kısaltılmış metin okunmamalı... Felsefe keza, özet kitaplar belki birinci okuma için uygun olsa da, metni anlamak istiyorsan, kesinlikle yanlış seçim... Çeviride isim bırakan çevirmenleri, yayınevlerini takip etmek gerekli çünkü İlber Ortaylı'nın da çok güzel dediği gibi, İngilizceyi Fransızcayı çok güzel konuşan ama ana dili Türkçeyi konuşamayan insanlara kaldı çeviriler son yıllarda...... Tabii mümkünse orijinal dilinden okunmalı.. Meli malılarla devam etmeyeceğim, sonuçta herkese göre değişir.. Ama fikrim bu benim.

Bilimkurgu çok okuyamıyorum, hep aynı konular tekrarlanıyor gibi geliyor bana. Keza romans da aynı. Kişisel gelişim bin kitapta ancak 1 tanesi diyeceğim düzeyde kötü.. 

Açıkcası, sevdiğim yazarların tümü artık ölü :/ Güncel edebiyatta ise "edebiyat" kelimesini yerle bir etmeyen yazarlara bakıyorum. Çünkü her kitap edebiyat değildir, kimi sadece kağıt ticareti.. Öyle yazarlar var ki, yazmasa, iyi bir okuyucu olarak kalsa keşke diyor insan.... Aynen müzik gibi, herkes kendisinin müzik zevkinin en iyi olduğunu düşünür derler, bazı yazarlar için de maalesef geçerli bu.

Elbette çağdaş edebiyatta sevdiklerim hatta "çok yeniler" arasında "vay be" diye şapka çıkarttıklarım var. Ama dediğim gibi, asıl alanım klasikler, yüksek oranda felsefe içeren varoluşçu yazarlar. Ağır abi ve ablalar :) Kitap bittikten sonra, sende bir şeyi değiştirmiş olması gerek.. Bir şeyleri düşündürmüş, seni rahatsız etmiş, huzurunu bozmuş olması gerek... Yine elbette, bence.. :))

Şiir hiç okuyamam, deniyorum ama şiir kitabı bir köşede durup ayda bir açılıp bir şiir okunacak türde kitaplar gibi geliyor bana, oturup üstüste 3-4 şiir nasıl okunur bilemiyorum :)) Anılara, biyografilere araştırmacı yazarlarınkiyse çok keyifle yaklaşıyorum. Öyküler, evet.. Zor bir alan. Biraz şiirdeki sorun yaşanıyor gibi gibi..

Ve her çağımda döne döne okuduğum, bence psikolojinin de asıl babalarından biri olan yazar: Dostoyevski. Onun kadar çevrede olan bitene kör, iç dünyada olan bitene ise tanrısal düzeyde vakıf bir başka yazar da tanımadım sanırım. Bayrağı belki Zweig almış olabilir kısa süre için. Fakat sonrasında... sanırım bayrak kayboldu.. Modası geçti diyorlar... Varoluşçuluğun modası asla geçmedi çünkü günümüzde hayat o kadar anlamını yitiriyor ki, eninde sonunda YZ'ya herşeyi kaptırdıktan sonra, elimize geçen aşırı bol ama çok boş vakitte ne yapacağımıza karar veremezken, gelip ÇÖÖÖT diye kafamıza vuracak... Eninde sonunda olacak bu.. Bu hızla gidersek, inanıyorum çok az kaldı.

Tatil kitapları.. Hafif eserler.. Çıtırlar... Bana göre değil. Dedim ya, hayat bunlara zaman harcaman için çok kısa... Ama sanırım bu hayata nasıl baktığınla da ilişkili biraz. Ben sanırım hayatı bir proje olarak görenlerdenim, bir "mümkün olduğunca iyi vakit geçirme yeri" olarak değil.. ;)

Ben böyleyim.... Sen peki?

4 Haziran 2025 Çarşamba

İkide bir - 5

Dün, "Birde iki"yi, "benim için ilişkilerde güven çok önemli, o zaman yarın güvenle devam edelim" diyerek bitirmiştim. Haydi edelim.

Güven isminde bir sevgilim olmuştu bundan teeee 20 sene önce. Çok iyi bir insandı ama yürümedi, ayrıldık. Aradan bir zaman geçti, tabii hiçbir selamımız sabahımız yok (ben ilişkiler bitince arkadaş kalalım'cı değilimdir, arkadaş ve sevgili çok kesin sınırlarla ayrı benim için) fakat mesleklerimiz yakın. Dolayısıyla birkaç sene sonra, ben emaille kendisine bir konuda danışmak istedim. Açıkcası birebir çocuğumla ilgili bir konuydu ve hakikaten Güven'e mesleğinde çok güvenirdim, aklıma ilk o gelmişti. 

Fakat emailime soğuk bir cevap yazmış. İlk başta şaşırdım ama okey yani olabilir, ben de bir şey yazmadım. Fakat sonra bir email daha yazıp "neden bana yazıyorsun, niyetin tam olarak ne?" dedi! :))) Ay şimdi gülüyorum ama o an vallahi başımdan kaynar sular boşaldı.. Yahu ne niyetim olabilir, sen evli ben evli, çocuklarımız var... Önce şaşırdım ve üzüldüm bu tepkiye ama sonra şeytan dürttü, ben de yazdım aynen "yahu ne diyorsun, sana mesleki anlamda saygı ve güven duyuyorum ilk aklıma gelen sen olduğun için yazdım" falan diye savunmaya geçtim. O da sanırım durumu anladı, rahatladı, "işte ben alanda çalışmıyorum artık" falan gibi bişeyler dedi tamam oldu bitti, bir daha da ömür billah yazmam aman tövbe..

Fakat bu beni baya etkilemişti yani hem adı, hem mesleği, hem de tanıdığım kişiliği gereği biraz daha geniş görüşlü olmasını beklediğim bir Türk erkeği bile, kadınlarla olan ilişkisinde bu kadar güvensizdi! O zaman daha iyi anlamıştım, bizim toplumumuzun büyük çoğunluğu kadına asla arkadaş gözüyle bakamıyor, nokta. O yaşıma dek okuldan olsun, işten olsun, assssla cinsellik içermeyen erkek arkadaşlarımın olmuş olması da demek ki sadece şansmış! Ben bu şansımı genellemişim, ne büyük hataymış! Açık söyleyeyim, o gün bugündür de yeni Türk erkek arkadaşı edinemedim, benim de içimde bu şokun etkileri ve güvensizliği kaldı sanırım. Aman yanlış anlaşılır aman aman... 

Neyse Almanya'da edinebiliyorum erkek arkadaş :))) Almanlar uçanı kaçanı yapıştırma derdinde değiller çok şükür, kadınlar da daha özgür olduklarından niyetler daha açık ayan beyan ortada oluyor ve bu da erkeklerde güvene ve rahatlamaya neden oluyor, "bu kadın benden ne istiyor" şüphesi duymuyorlar yani... Ki zaten erkekler işin içinde cinsellik yokken bile "kadınların ne istediği" konusunda son derece güvensizken :)))))

Kısacası; çevremde çocukluktan kalan 2-3 erkek arkadaşım var çok şükür ve keşke yetişkin yeni Türk erkek arkadaşlarım da olabilseydi ama "sadece arkadaş olma konusunda" artık ben de güvenmiyorum kendilerine, risk almaya korkuyorum ve uzak duruyorum. Fakat kız erkek arkadaşlıklarını açık söyleyeyim çok da özlüyorum... 


İnşallah kızım da benim kadar şanslı olur erkek arkadaşlar konusunda ve onun şansı Alman toplumunda yaşayacağı için, umarım devam da eder.... Yetişkin dostlukları da çok iyidir çünkü erkeklerin, çok iyidir.....

Yarın, adet olduğu üzre :) Günün Tortusu'nda aynı konunun ters yüzüyle devam edeceğiz. 

2 Haziran 2025 Pazartesi

İkide bir - 4

Netflix'te, "The Four Seasons" dizisini izledim. İlk bölümü çok sığ ve saçma gelse de, üçüncü bölümden itibaren baya bir içine aldı, sevdim. Homofobiksen, biraz zorlanabilirsin. Fakat muhteşem bir "orta yaş" dizisi.. 


8 bölümlük dizinin konusu şöyle; taaa üniversite döneminden tanışan, yaşları 45-55 arasında üç arkadaş ve eşleri, tatil dönemlerinde bir araya geliyorlar. İlk iki bölümde (bahar tatili), bir arkadaşlarının tipik ortayaş krizi yaşadığını, 20 senelik karısını terk ettiğini, genç sevgili yaptığını, buna diğer yakın arkadaşların ve karısının, çocuklarının tepkisini izliyoruz. Diğer bölümlerde, yani yaz tatili, sonbahar tatili sürecinde de; ortayaşlı çiftlerin genel evlilik krizleri, arkadaşlar arası destek ve köstekler ve kendine genç sevgili yapan arkadaşın "uyum sorunları" falan var, tipik Tina Fey esprileri, Office dizisinden tanıyıp sevdiğimiz Steve Carell'in "andropoz"u çok güzel oynaması vs. keyifli bir konu, dizi.. Bu yaşlardan geçiyorsan, orta üst sınıfın çok klasik ortayaş meseleleri ele alınmış, aşırı özdeşim kurma durumu var :) 


Fakat beni asıl çeken bu 3 arkadaşın (ve onlarla son derece uyumlu) eşlerin ilişkileri oldu.. Aşırı derecede kıskandım! Benim hayat boyu böyle bir grubum olmadı.. Fakat bu "ah kader vah kader" değil, benim kişilik tarzımla ilişkili sanırım. Ben grup arkadaşlıklarını sevmiyorum! Bir de mesela birini çok sevebiliyorsun ama eşinden hiç hoşlanmayabiliyorsun ve eşi ortamdayken rahat ve samimi olamıyorsun.. Yine bir başka neden de yaşam tarzınız değişiyor, misal sen çocuk yapıyorsun o yapmıyor ve seni heryere davet edemiyor.. Ya da sen "ay çok çılgınım" derken, gay arkadaşın seni sıkıcı bulabiliyor tecrübeyle sabit :))

Yani bir türlü o dengeyi bulamadım gerçek hayatta.. Tek tek görüştüğüm insanlar var ve onlar bile birbirini tanımıyor :))) Çok komik değil mi, çünkü çok sevdiğim iki insanı bir araya getirdiğimde genelde çok awkward durumlar içinde kaldım.. Çünkü çevremde herkes birbirinden çok farklı; ya inanç, ya hayat tarzı, ya yaş, ya kişilik olarak.... Arkadaşlarım arasında hiçbir ortak nokta ve uyum yok! Dolayısıyla Tina Fey'inki gibi bir gruba da hayat boyu sahip olamayacağım.... 

Bu, çok da büyük bir sorun değil elbette; tek tek de olsa yeterli "derin dostluklarım" var çok şükür. Fakat hani geçen seneye dek "yalnızlık" sandığım, ama meğerse aslında "desteksizlik"miş dediğim sorun var ya; işte buna neden olan da biraz sanırım, "grup arkadaşlıkları" yerine "tekli" arkadaşlıkları tercih etmiş olmam.... 

Sen peki? Tek'çi misin grup'çu mu? :)) Grupta herkesle nasıl anlaşıyorsun ya da tahammül mü ediyorsun bazılarına? Öyleyse neden tek değil çift / grup görüşüyorsun? Hadi yaz yaz!