3 Temmuz 2010 Cumartesi

Rusya Seyahati



Saat henüz öğleden sonra üç ama iyiden iyiye karardı hava, üstelik mezarlıkta bulunmak duruma iyice kasvetli bir bakış açısı katıyor. Ellerim iki kat yün eldivenin altında sızlamaya başladı ve yarım saatte bir tuvalete gitme ihtiyacı içindeyim. Yün beremin altından sadece gözlerimi kıpırdatarak mezarlıktaki diğer insanlara bakıyorum: Burada ne işimiz var? Bu buz gibi havada, bu kararmaya başlayan gri gökyüzünün altında, bu asık suratlı mezar bekçisinin etrafında ne yapıyoruz biz?

Rusya’ya yani beyaz geceler ülkesine, kışın en soğuk günlerinde yani siyah sabahlar döneminde gelmek aslında tamamen şu önümdeki mezarda yatan zat-ı muhteremin etkisiyle oldu. Bu öyle bir adamdır ki; romanlarında yoksulluğu, yıllarca süren savaşları, insanın içine işleyen Rus soğuğunu, bembeyaz karın altında sokak lambalarının aydınlattığı Neva nehri kıyısında buluşan sevgilileri anlatmıştır. Rusya’yı başka türlü düşünmeyi imkansız kılmıştır. Dostoyevski’nin mezarının önündeyim, bana Rusya’yı anlatan adama elimdeki taze çiçekleri sunuyorum. Romanlarına uygun bir mizansende, inceden bir kar başlıyor.


St.Petersburg, onun zamanlarında çarlık Rusya’sının başkentiymiş. İçinden Neva nehrinin geçtiği, sokaklarını kanalların ve köprülerin süslediği bu kent çarlıktan bolşevik devrimine, sosyalizmden Dolce&Gabana’ların her köşe başında mantar gibi yayıldığı günümüz metropolitanına kadar bir çok dönem görmüş, geçirmiş. Park ve bahçeleri, katedralleri ve içinde 1000’den fazla odası ile binlerce sanat eserini barındıran Hermitaj Müzesi’nin bulunduğu kışlık saray gibi tarihi yerleri gezmek en az 3-4 gününüzü alıyor. Tüm bunları neredeyse 6 saate dek inen gün ışığı altında ve eksi 15’lerde seyreden sıcaklıklarda yapmaya çalışmak da ayrı bir mücadele. Neyse ki kanal kıyılarında, bizim “Köşem Meyhanesi” tipinde ufak kafeler size sıcacık kahve ve rus kurabiyeleri eşliğinde tekrar yola düşme gücü veriyor.

St.Petersburg’da klasik bir gün, sabah karanlığında başlıyor. Bizdeki trafik problemi, Rusya’da yerin altında. Metro istasyonları işbaşı ve iş çıkışı saatlerinde gerçekten problemli yerler. Fakat St.Petersburg’un tadına varmak, aslında metro kullanmayı hiç gerektirmiyor. Eğer kalın giyindiyseniz ve her saat başı sıcak içecek takviyesi yaparsanız, benim gibi tüm gün asfaltı tepebilir ve şehir merkezi Nevsky Prospect’ten kanal boylarını takip ederek geniş daireler çizebilir ve turist otobüsleriyle göreceklerinizden çok daha fazlasını yaşayabilirsiniz.


Kaçırılmaması gerekenler; İsa’nın Dirilişi Kilisesi ve önündeki bit pazarı ile en az bir tam gününüzü alacak Hermitaj Müzesi ve kentin sağına soluna serpiştirilmiş köprüler, kiliseler, mezarlıklar. Cuma akşamları onlarca gelin-damadın toplanıp şampanya patlattığı kızıl renkleriyle göze batan sütunların bulunduğu Vasilevsky adası’nın doğu ucuna gidip kışlık sarayın mavi-yeşil ışıklarına bakmak gerçekten soğuğa ve rüzgara değiyor. Ayrıca akşam az bir para harcayarak yediğiniz kapuska sonrasında, her köşe başında satılan konser/opera/bale biletlerinden satın alabilir ve keyifli bir gece geçirebilirsiniz.

St.Petersburg’dan başkent Moskova’ya trenle gitmek çok keyifli ama bileti alabilmek tam bir uzmanlık işi. Rusya’da yabancı dil kullanımı yaygın değil, zor durumda kalırsanız şansınızı gençler üzerinde deneyin, ya da rusça sözlüğü yanınızdan eksik etmeyin. Aksi halde tren biletini almanız tam 7 saat sürebilir ve kimsenin oturmayacağı en kötü koltukta ve en ters saatlerde yolculuk yapmak zorunda kalabilirsiniz.


Moskova metrosunun bitmek bilmeyen yürüyen merdivenlerinden şehre doğru yükselirken, bu metronun aynı zamanda sığınak olarak inşa edildiği için dünyanın -70 metredeki en derin metrosu olma sıfatını taşıdığını hatırlıyorum. Hayalimdeki kar altındaki sakin Rusya’dan çok farklı bir görüntü karşılıyor yine beni. Noel arifesinde heryere asılmış olan renkli ışıklı süsler, devasa çam ağaçlarını aydınlatıyor. Bunlara McDonald’s ın ışıkları ekleniyor. Elimde olmadan bembeyaz karla kaplı caddelerde sürülen at arabalarını, siyah peleriniyle gözlemleyen Dostoyevski’yi ya da sobasının kenarında ısınmaya çalışan ve son sonetini mırıldanan Tchaikovski’yi düşünüyorum. Heryerde kafeler var ama Rus tarihini anlatan bir tek özgün döşenmiş mekan yok. Kiril alfabesi ile yazılan sokak isimleri de olmasa insan kendini dünyanın herhangi bir yerindeki herhangi bir şehirde gibi hissedebilir. Biraz hayal kırıklığı yaşıyorum..

Ruslar ilk bakışta son derece soğuk insanlar, gülümsemenize karşılık vermeyen bir çok insan görebilirsiniz. Fakat öğrencilerin bulunduğu bir kafede tanıştığım Moskovalı ve Sibiryalı gençler muhabbet koyulaştıkça bunun sosyalist sistemin bir getirisi olduğunu, insanların sert ve iş yönelimli mizaçları olduğunu anlatıyorlar. Bu sert mizaçlı insanlar birkaç kadeh vodka ve her zaman yanında gelen taze sıkılmış meyve suları sonrasında bana sarılarak otelime uğurluyorlar.


Moskova’nın olmazsa olmazları; kızıl meydanda ellerinizi hissetmeyene dek dolaşmak, St.Basil kilisesinin labirente benzeyen odalarında gezinmek, ulusal müzenin koleksiyonunu incelemek, Kremlin’in girebildiğiniz her köşesine girip çıkmak, Lenin’in mumyalanmış bedenini görüp “sanki ayaklanacak gibi..” diye düşünüp ürpermek, Gogol ve Rubinstein’ın mezarlarını bulabilmek için siyah bir gölge gibi mezar aralarında gezinmek, onun yerine Molotov’un mezarını bulup molotov kokteylini düşünmek, oradan serbest çağrışımla vodkaya geçmek ve günü çakırkeyf bir şekilde Bolşov Tiyatrosu’nda uçuşan kuğuları izleyerek bitirmek. Daha sportif bir yapıdaysanız, şehrin ortasına kurulan buz pateni alanlarında figürlerinizi sergileyebilir ya da 5 yaşındaki ufaklıklardan özel ders alabilirsiniz.

Ertesi sabah: heryer bembeyaz. Rusya’ya kısıtlı bir zaman süresince gelmiş olmasaydım, yapmayı mutlaka isteyeceğim Trans-Sibirya Ekspresi’nde gezgin arkadaşlara yer buluyoruz. Moskova’dan Çin’e uzun ve beyaz bir yolculuk onları bekliyor. Ben ise son günümde Dostoyevski’nin beş dakika bile oturmaya dayanamayacağı bir kafede oturup son moda pop müzikleri dinlerken, ay çöreğimi kahveme batırıp Rusya’nın çağlar boyunca gördüğü tüm o medeniyetleri, tüm altın çağı ve yoksulluğu, beyaz geceleri ve kuzey ışıklarını, şeker gibi rengarenk katedralleri düşünüyorum. Ya tüm o medeniyetten geriye kalan güçlü binalar ve sanat eserleri olmasaydı diyorum… O zaman kim inanırdı bu ülkede bir zamanlar at arabalarının seslerinde, odun sobasının ısısında, kar tanelerinin kapladığı kanal boylarında bu kadar yoğun yaşanmış bir tarih olabileceğine? Bembeyaz Rusya’yı geride bırakırken, ne yazık ki içimde burukluk ve biraz da hayal kırıklığı var..

Ceren - 2008.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder