Bugün ailecek kayağa gittik. Oldukça keyifli bir gün geçirdik. Burada coğrafya nedeniyle çoğu insan kayak yapar, çocuklarımız 3 yaşında başlarlar kayağa. Bu sıradan bir durumdur; pahalı kıyafetlerle, ekipmanla falan sağa sola hava basılan bir zengin sporu değildir kayak.. Olması gerektiği gibi, orta direk herhangi bir ailenin karşılayabileceği masraflara malolur, insanlar da gerçekten "eğlenmek" ve "tertemiz dağ havasında vücutlarını çalıştırmak" için yaparlar bu sporu. Diğer sporlar gibi.
Bizim ülkede kayak maalesef; hali vakti yerinde insanların yaptığı bir spor dalı diye düşünülür genellikle ve bu da (yine maalesef) genelde doğru bir düşüncedir. Özellikle benim çocukluk ve gençliğimde, yani 90'larda kayak, Bursa'da bile herkesin harcı olmayan, oldukça masraflı bir spor dalıydı.. Amaç genelde spor yapmak değil, kayak yapıyor olmak haliyle sağa sola hava atmaktı. Kayak yapanların çoğu ancak karsapanı kayar, günün çoğunu Uludağ tepesindeki açık hava barlarında sıcak şarap içerek, sucuk cızlatarak falan geçirirdi. Birkaç otel vardı, aileler orada laklak yapar, çocuklar birkaç saat özel ders alır, bunun adı da "spor yaptık" olurdu.
Sonra bir de benim gibi daha şanslı olanlar vardı. Ailem devlet memuru, okumuş yazmış insanlardı. Kendileri kayak yapmasalar da, beni küçük yaşımdan itibaren devlet bünyesindeki DSİ kamplarına yolladılar ve gerçekten bir sporcu ahlakıyla disiplinli ortamlarda, ileri düzeyde kayak öğrenmemi, ekiplere girmemi sağladılar. Bugün bu tür kamplar var mıdır, emin değilim. Devlet bünyesindeki kamplara çocuğumu yatılı göndermek ister miyim, ondan hiç emin değilim..
Fakat 90'ların DSİ yatılı kayak kampları, anlatsam roman olur denecek türde, değişik bir ortamdı. Ara tatilde ve bazı haftasonları bir araya gelir, takımca müsabakalara yönelik çalışırdık. Bu kamplarda genelde üst orta düzey aile çocukları olurdu ve özellikle küçük yaş kampları çok programlı, kontrollü ve sıkıydı. Antrenörler aşırı başarı odaklı, milli takıma sporcu yetiştirme amaçlı çalışırlardı. Uzun saatler boyu bize kök söktürür, kendi sakalları buz tutana, bizim de parmaklarımız donana dek çalıştırırlardı. Yaşımız büyüdükçe ve ergenliğe de girince, bir tür "ekip ruhu" kazanmış ve tabii sistemi lastik gibi esnetmenin, artık yıllardır tanıdığımız hocaların "yumuşak noktalarını" bulmanın ustası olmuştuk. Sistem bir kez esnedi mi don lastiği misali, bilirsin işte.... :) Tüm gün kayaktan sonra, gece hepbirlikte dışarı çıkar, aramızda kimse 18+ olmasa bile “yaşasın 90’lar” karaciğeri haşat edecek ölçüde alkol alır, otlar, sigaralar elden ele dolaşır sonra da tertemiz dağ havası ve ergenlik ateşiyle, sabaha karşı girdiğimiz yataklardan sabahın köründe uykumuzu almış vaziyette kalkar, idmana giderdik. Gün boyu kayak, gece alemler... Sözümona, böyle yetişiyor milli sporcular.. Antrenörlere de kızma, onlar ne yapsın, çoğumuzun babası nüfuzlu..
Biz böyleyken, bir de yurdumuzun çeşitli dağlık yörelerinden gelen, sporcu çocuklar olurdu aramızda. Genelde fakir ailelerden gelen fakat sporda yetenekli bulunup devlet bursuyla özel yetiştirilen bu ufacık çocuklar, her kış müsabakalarda biz Bursa ve İstanbullu "zengin bebelerini" ezer geçerlerdi. Buna hiç yerinmedim, aksine gizliden gizliye hep onlar kazansın istedim ve onlar kazandıkça hep mutlu oldum, çünkü onlar bu motivasyonu bizimkilerden daha iyi kullanıyor ve çok daha güzel bir şeylere dönüştürüyordu.. Biz senede bir yapılan milli müsabakaların dışında, aramızda Vakkorama yarışları falan düzenliyor, körler sağırlar birbirini ağırlar, herkese birer madalya, geçinip gidiyorduk zaten... Fakat bu çocuklar bazen ülkemizi yurtdışı müsabakalarda temsil ediyordu ve onlar için bu çok büyük bir deneyim ve ileriki hayatları için de çok önemli bir yatırımdı elbette.
Bu çocuklardan birini asla unutamıyorum: Erdal.
Erdal Erzurum'luydu ve o kış ekibiyle birlikte DSİ'de benim de içinde bulunduğum kayak takımının kampına denk gelmişlerdi. Sabah takımlar birbirinden ayrı olduğu için, kahvaltıdan akşam yemeğine dek görmezdik onları. Benzer saatlerde benzer pistlerde olurduk ama dikkat bile etmezdik, antrenörler bize bir tek pistte laf geçirebilirlerdi ve çok sıkıydılar. Gece ne kadar Frankeştayn da olsak, gündüz pistte insan gibi davranmamız gerekiyordu ve davrandırtırlardı. Ne babanın nüfuzu derlerdi, ne kara gözün kaşın, sporcuydun pistte, küfür de yerdin beceremeyince, hatta hocanın dediğinden çıkarsan kayak butonu kıçına bacağına nerene denk gelirse.. Tam bir "eti senin kemiği benim" durumları.. Hatta bazı hocaların kendilerine göre ceza türleri olurdu; bir önceki gece ot kokusu aldılarsa, ertesi gün hiçbirimizin kaymak istemediği dik ve buz gibi rüzgarlı pistlere çıkartırlardı. Sözsüz bir cezaydı bu, veren de alan da nedenini bilirdi. Sorgulanmazdı.
Erdal ve ekibi bizden uzak dururdu durmasına ama bir gece iş değişti. Ne oldu bilmiyorum Erdal bizle çıktı, gruptaki zengin p.çi oğlanlardan birinin oyununa gelip (ve tabii ısmarlama alkole hangi 15 yaş çocuğu hayır diyebilir) oldukça fazla içti, alışkın olmadığı için kendini kaybetti, gece kampa girerken antrenörlerden birine yakalandı ve ertesi sabah erkenden tasını tarağını toplayıp kamptan atıldı. Erzurum'a nasıl döndürüldü ne yaptı bilmiyorum ama kayakta milli olma hayali o gün orada bitti o çocuk için. Ve bizim ekip bunu hiç umursamadı bile.. Kendi suçu, biz zorla mı içirdik, içemeyecekse gelmeseydi dediler, geçtiler.
Belki onun da suçu vardı doğru. Bence ona onca birayı ısmarlayan babadan yana kodaman çocuğun daha büyük suçu vardı. Ama en büyük suç bence toplumun sosyo-ekonomik anlamda bu denli birbirinden uçurumlu olduğu bu aşağılık, pis sistemdeydi. O yaşımda bunu bir ben mi gördüm, onca antrenör, onca yetişkin bunu neden görmedi, gördüyse sesini çıkartmadı bilmiyorum ve buna bugün bile öfke duyuyorum. O ekiple birkaç sene daha gittim geldim o kamplara, iş daha da çığrından çıktı ve sonunda bir antrenör hepimizi çok geçerli bir mazeretle kovdu ve bence çok ama çok iyi etti.. Kayak "kariyeri" sona eren bizim zengin çocuklar buna omuz silkip geçtiler. Hiçbirimiz doğrudan etkilenmedik. Yeni bir ekip kuruldu, yeni milliler seçildi, her şey olduğu gibi devam etti. O çocuklar arasında bugün Türkiye'nin büyük firmalarının CEO'ları, üst düzey yöneticileri, iyi bir müzisyen, birkaç oyuncu falan var, hepsinin tuzu gördüğüm kadarıyla gayet kuru. İki üç tanesi dışında hiçbiriyle görüşmedim, görüşmüyorum, görüşmem...
Peki Erdal ne oldu? Bilmiyorum...... Bilmeye korktum yıllarca. Olan bitende benim direkt suçum olmasa da (o gece şans eseri o ekip içinde yer almamış, otelde kalmış ve Erdal'la çıkıp içmemiş de olsam) yine de üzerimde bir suçluluk duygusu kaldı nedense, adaletsizlik hissettiğim için, öyle insanlarla birlikte bir "ekip" olarak anıldığım için.. O nedenle, bir kaç sene sonra ekip olarak "kovulduğumuzda" içten içe bir "oh" çektim, "oh" dedim, "adalet yerini buldu......"
Erdal'ın soyadını öğrenmeye bile tenezzül etmediğim için, onu bulma şansım yok. Belki bir yerde başarılı, mutludur. Belki de değildir. Belki antrenör haklıdır, eğer sporcu olmak istiyorsa her yönüyle dikkatli olacaktı, sağa sola kanmayacaktı, bu tamamen kendi hatasıydı... Bunu defalarca duyduğum halde nedense kabul edemiyorum. 15 yaşında bir çocuk için sınırlar bu kadar sert olmamalıydı bence...
30 sene öncede kalan olaylar. Umarım Erdal için bu olanlar daha "hayırlı" bir şeylere vesile olmuştur, mutludur, başarılıdır.... Umut ediyorum.. Pandora'nın Kutusu bir defa açıldıysa, elimizde bir tek bu "umut" kalıyor işte....
Bugün çocuklarımla ve eşimle neşe içinde kayarken, aklıma geldi ve umarım o da çocuklarıyla böyle neşe içinde kayıyordur diye düşündüm.. Umarım.