7 Aralık 2013 Cumartesi

Yabancı

Albert Camus'nün "Yabancı" isimli romanını okuyanlarımız daha iyi anlar belki ne demek istediğimi ama burda özetle bahsettiğim; insanın kendine, kendi içinde ve kendi dışında olup bitenlere anlam verememesi, vermek istememesi: Yabancılaşmak. Sanki herşeyin bizim dışımızda olup bitmesi, kendimizi bu devinimin dışında ve uzağında hissetmemiz. Yaşamın akıp gitmesi, bizim yerimizde durmamız. Hani hızlı çekim oynayan bir filmde garda bekleyen, etrafında insanlar kaotik bir şekilde her yöne ve durmaksızın akıp giderken kendi sabit duran bir adam gibi.

Yabancılaşmak benim sık hissettiğim bir duygu. Birden bire geliverir, beni hazırlıksız yakalar. Bir an, sanki ben ben değilim de kendimi biryerlerden izliyorum gibi. Ya da uçup gitmişim de, olan biteni bir roman okur gibi okuyorum. sadece bedenime, dışımda olup bitenlere değil, tüm varoluşa karşı yabancılaşıyorum. Aynen Kafka'nın kitaplarında, bize lütfedip ismini bile söylemediği kahramanları gibi.. Hani tüm yaşamları ve tüm yaptıkları anlamsız olan, romanın kahramanının (kahraman? ya da hiç kimse?) kendisine de, bize de anlamsız gelen "devinim"leri. Akıp gitmek..

2003'ten beri okul, iş, seyahat amacıyla gel-git türünde yurtdışındayım, son 5 senedir ise artık resmen bilfiil yurdun dışında yaşamımı sürdürüyorum. Türkiye'den kendime bakınca; eşim "yabancı", kızımı kendi uğraşımla Türk nüfusuna da kaydetmemiş olsam, o da "yabancı". Burada kendime bakınca; burada ben "yabancı"yım. Oysa mutlu olduğum, evim bildiğim, hayatımın bir anlam ve amacı olduğunu hissettiğim ve ait olduğumu düşündüğüm bir yerde yaşıyorum. Buranın "yabancı"sı olduğum halde, değerlerim, inançların ve yaşam hayallerim burayla uyumlu olduğu için buralı gibi hissediyorum. Halbuki, asıl doğduğum ve yaşamımın çeyrek asrını geçirdiğim yere, Türkiye'ye "yabancı" gibiyim. Ülkeyi idare edenleri ve onlara oy verenleri anlamıyorum diyorsunuz zaten siz de, ama ben sizi de anlamıyorum, bazen konuştuklarınızı ve düşündüklerinizi de anlamıyorum. Değişen çağla değişen dil, adetler, inanç ve gelenekler değil bahsettiğim. Deli gibi sosyal medyayı, gazeteleri takip ederseniz, o anlamda "yabancılaşma"nız, bu çağda pek mümkün değil. Demek istediğim şu; ben doğduğum ülkenin insanlarını anlayamıyorum. Değerleri anlayamıyorum. Dost bildiğin insanların arkandan konuşmasının normal sayıldığı, işyerinde ayağının kaydırılmasına mobbing işte canım denip geçilmesini, yüzüne gülünüp de sevgiline, afiyetine, sahip olduklarına göz dikilmesini, kıskançlığı, fesatlığı, asık suratları, ufacık şeyler için çıkan kavgaları anlayamıyorum. Burada yok mu derseniz; elbet var ama yapana karşı sosyal dışlama var, ceza var. Bizdeki gibi "normal işte, insanların huyu suyu değişti" diye kabullenmek yok.

Türkiye'ye çok fazla gidip gelmiyorum ama ne zaman gitsem daha havaalanından dışarı çıkarken kavgalar, çocuk azarlamalar, gürültü başlıyor. Siz buna "hareketlilik" diyip geçer olmuşsunuz, bana ağır geliyor. Herkesin birden konuşması, kimsenin birbirini dinlememesi, devamlı bir yerlere koşturmak, devamlı geç kalmak, bunlar da "bizim ülke canlı canlı, fıkır fıkır" olmuş. Öyle değil aslında, düpedüz yorucu. Türkiye yoruyor beni. Türkiye'de ben de ister istemez kaosun içinde buluyorum kendimi, az zamanda bir sürü insanla buluşmam gerekiyor, aylarca e-mail yazmamış, hal hatır sormamış insanlar bile "aramazsan gücenirim" beklentisine giriyorlar. Sosyal etiketleri unutmuşum, düz yaşamaktan kıvırtmayı ve kandırmayı unutmuşum, "küsme"leri anlamaz olmuşum, "naz"lılık kavramına yabancılaşmışım, "çok ayıp"ları fark edemez olmuşum.. Düpedüz doğduğum kültürün yabancısı olmuşum.

Oysa burda farklı, asıl buranın "yabancısı" olduğum halde, kendimi evde hissediyorum burada. Almanya'da değil sadece, Türkiye dışında her yerde.. "Türkiye'yi sevmiyorsun, ırkçı!" demeyin hemen, seviyorum çünkü. Sadece denizini, güneşini, ormanlarını değil. İnsanların sabah birbirine günaydın! dediği küçük sahil kasabalarını, daha bakkal açılmadan fırıncı tarafından bakkalın dışardaki dolabına bırakılmış ekmeğin parasını dolaba koyup, dolaptan bir ekmek almadaki güveni, ailecek kahvaltıya oturulduğunda elden ele dolaşıp geri bana dönen domates, zeytin, ekmek tabaklarının yolculuğunu izlemeyi, girdiğiniz her dükkanda ve her devlet dairesinde çay ikram etmelerini, soyadımı her sefer yanlış yazmalarını ya da "abla senin türk soyadın yok mu onu de" diyip söylediğimde "owww bu daha zormuş" demelerini, kadınların saçlarını edalı edalı savurmalarını, erkeklerin kendilerini zeus olarak gördükleri için tüm hallerinde baskın gururu, çocukların haşarı ve gürültülü oluşunu (bile!) seviyorum. Belki de benim sorunum; ben içinde yaşadığımız zamanı değil de, "o güzel insanların o güzel atlara binip, çekip gittikleri" zamanı seviyor ve kendimi bu zamana ait hissetmek istiyorum.

9 yorum:

  1. Al benden de o kadar. Şu bahsettiğin, gardaki hızlı çekim sahnesi var ya, kendimi sık sık orada görüyorum ben de. Bu duruma üzülmüyor değilim ama ben de ülkemde yabancı hissediyorum çoğu zaman kendimi. Bir tek ülkeme de değil aslında, tüm insanlığa yabancı. Sanırım benim yabancılaşma sorunum kronikleşmiş durumda. Üff kaçıp gidesim gelmiyor değil buralardan ama nasılı var, nedeni var, var da var. Yorum yapacam diye içimi döktüm :))

    YanıtlaSil
  2. Bu aslında doğduğun topraklara yabancılaşmak dışında bence, kalıplardan uzaklaştıkça ''kendine yakınlaşmak'', ben olmak, kendini tanımak, ne istediğini sevdiğini anlamak... Başkalarını tanıdıkça, aslında yaşamanın, arkadaş olmanın, akraba olmanın tek bir yolu, bir doğrusu olmadığını anladıkça; insan kendine yakın olanları tanıma, anlama, sevme ve benimseme şansını buluyor. Seninki benimki bu bence. Ve biliyor musun aramızda kalsın, 'çok güzel' =) .. Aç kollarını bekle, kalkıp gelecek bir gün kargaşalar içinden bu kızcağız da, koşarak, kaçarak, coşkuyla =P

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Yalnızlık ve yalnız olmak arasındaki ince çizgi, bizim için ne kadar belirli ama :) Seviyorum ikincisini, ilkinden de hiç korkmadan üstelik!

      Sil
  3. Sizin hiç olmazsa ait hissettiğiniz bir ülke var. Ben bu ülkede doğdum büyüdüm ama yine de yabancı hissediyorum. Dediğiniz sokak ortasında çocuk azarlamalardan, dindar geçinip vıdı vıdı sürekli dedikodu yapanlardan, yüksek lisans yaptığımı duyup da kocan nasıl izin veriyor diyen komşulardan, çocuğu belli bir yaşa kadar sadece hayatta kaldı diye çocuk büyüttüm diyip bana bebeğimi nasıl büyütmem gerektiğini anlatanlardan çok ama çok sıkıldım. Geçen ay kapadokyaya geziye gittik yerli turist yok denecek kadar azdı inanın nefes aldım. Mağaraların önünde herkes sakin sakin sıra bekliyor, müzede tek bebek bizimkiydi hemen hemen herkes yol verdi, mıncıklamadan, kucağımızdan çekip almadan, dokunmadan, öpmeden kıyafetlerine güzel şeyler söyleyerek sevdiler. Ama malesef dışarıda gezdirelim illa fırça yiyoruz bu kadar bebeğin dışarıda ne işi var, üşüteceğiz, bizim bebeğimiz hiç kıymetli değil zaten biz psikopat ebeveynleriz hava aldırma kisvesinde bebeğimizi hasta etmek istiyoruz ya da tam uykuya dalacak çocuk çığlık çığlığa sormadan etmeden dalıyorlar çocuğun yanaklarına, kızınca da yine biz suçlu. Daha anlatacak çok sey var ama yeterince abarttım Ceren hanım kusura bakmayın ben de içimi döktüm sayenizde. Sevgiler... Işık V.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Ah Işık :) Ben bu konularda daha doluyum. öyle doluyum ki hatta sırf bu konuda başka bir blog yazıyorum, orada da beklerim.. Bizim insanımız başkasına laf edene kadar kendine baksa ve özeleştiri yapabilse zaten bu durumda kalmazdık bu çağda. Ne diyeyim, Allah sabır versin :)

      Sil
    2. :) amin cümlemize Ceren.Diğer blogundan haberdarım sıkı takipçisiyim üstelik ben de giriştim blog işine çok yeni daha pek bişey yazamadım ama ilk fırsatta içimi dökeceğim ya da bebekle ilgili yaşadıklarımı, deneyimlerimi paylaşmayı düşünüyorum. Ben de beklerim :)

      Sil
    3. aaa adresi nedir, takip etmek isterim :)

      Sil
    4. http://yarianne-yariinsan.blogspot.com/ adresim bu fakat sadece tanışma yazım var. Şu an ailemin yanında şehir dışındayım malesef pek fırsat olmuyor görüşmek üzere...

      Sil