4 Nisan 2010 Pazar

Tunus Seyahati

Aralık güneşinin ayazı kıramadığı bir Aralık akşamında Kartaca Havaalanı'nda başlayan ve 1 hafta süren 4x4 safari maceramızda iz bırakanlar; çölün tozlu dumanı, yüzlerce yılın biriktirdiği kültür mirası, baharat kokuları ve hurmanın ballı tadı.. Jipler Tunus'u tanımak için ideal, çünkü görülecek yerlerin hemen hepsi off-road sürüş gerektiriyor. Kışın ortasında bu maceraya atılmak oldukça akıllıca, çünkü hafif bir mont ısınmak için yeterli, uzun uzun yürümek içinse birebir.


Safarimiz deniz kıyısındaki Soussa kentinde başlıyor. Soussa'nın Medinat'ında (eski kent) sokaklarda biraz yürümek ve gören gözlerle etrafı ve insanları izlemek lazım. Hemen yakındaki antik kent El Jem'deki amfitiyatro'ya girdiğinizde, esen rüzgarın uğultusu ve unutulmuşluk-terkedilmişlik arası bir his sizi kuşatıyor. Aynı zamanda, dünyanın tüm çöllerinde kış mevsiminde güneş batışı anında da hissedilen bir histir bu: sessizce, ben gidiyorum diyen güneş.


Kıvrımlı dağ yollarında, bitki örtüsünün gittikçe seyrelip yerini kumluk alanlara bıraktığı uzun bir günün ardından, güneşin son ışıkları ile yıldız savaşları filminin çekildiği Matmata'ya vardık. Çölde geceler serin, Matmata'nın kendine özgü mağara evlerinde rüzgar ve soğuk fazla hissedilmiyor ama dışarıya çıktığınız anda parmaklar uyuşmaya başlıyor. Matmata'da yüzyıllardır bu mağara evlerde yaşayan insanlar var; bebekler açık alanlarda, üstünde otlu lahana çorbasının kaynatıldığı ateşin başında uyutuluyor, emziriliyor. Yaşam döngüsü yavaş ilerliyor, düşünmek içinse ideal. Sabah erkenden kalkın, güneş doğarken kum tepelerinden birine oturun, termosta sıcak çay, üstünüze sarılı bir pike, keçilerin çıngıraklarını, rüzgarın hafifleyen uğultusunu dinleyin. Daha dünya uyanmadan. Çöl bu.

Ertesi gün; tuz gölünün izlerini taşıyan, kilometrelerce uzayıp giden çöl kenti Douz'u geçerek, "hiçbiryer"in tam merkezine kurulu Berberi çadırlarındaki çay ikramları ve deve üstünde kum çöllerinde gezinti yapmak için verilen sayısız moladan sonra, akşama doğru Tozeur'a vardık. Chott El Jerid'deki çöl gülleri, tuzlu su birikintileri, ışığın neden olduğu oyunlar, sonsuz bir okyanus gibi parlayan serap ertesi güne damgasını vurdu. Çölde zaman öyle ağır ki, günler önemini yitiriyor.
Tozeur yine büyük bir kent, ama yorgun bir kent. Takı ve baharat pazarları gezilmeye değer. Yaşadığımız kayıp ve yitirilmişlik hissini, fransız mutfağı esintileri taşıyan bir lokantada deniz ürünleri ve şarap ile yıkadık. Ertesi gün Org El Jemel çölündeyiz, İngiliz hasta ve yıldız savaşları burada çekilmiş.


Safarinin en güzel anını Chebika bölgesinde yaşadım. Koyu bir kahvenin verdiği enerjiyle, Jipten indik ve Tamerza bölgesindeki vadileri, ufak şelaleleri yürüyerek gezdik, bol bol tırmandık, ayağımız kaydı, inanılmaz fotolar çektik. Hava o kadar güzel, serin ama güneşliydi ki, bu yürüyüş hiç bitmesin istedim! Doğaya karışmak..
Gün boyu sürüş keyfi ile Metlaoui, Gafsa, Jilma ve Kairouan kasabalarını geçtik. Bu sonuncusu islamiyetin afrikaya ilk geliş noktası olarak biliniyor ama biraz fazla batıda değil mi?!? Kentte Okba Camii'ni sadece dıştan görmek mümkün, çünkü müslüman dahi olsan, caminin içine turist alınmıyor. Tunusta bazı bölgelerde bağnazlık diz boyu. Kadın olarak camiye girmek bu ülkede pek hoş karşılanmıyor. Tesettürlü değilseniz pek de kibar olmayan şekillerde dışarı yollanıyorsunuz. Hoşgörü burada İslam Dininin bir vecibesi değil.


Uzun ve tozlu bir maceranın sonunda Hammamet'e ulaşıyoruz. Hammamet, Tunus'un deniz turizmine imza atan kenti. Kaldığımız otel avrupa standartlarında, kumsala 5dk uzaklıkta. Tabii ki sabah uyanır uyanmaz ilk işin denize koşmak oluyor, sonrasında marinayı geziyorum, kentin yavaş yavaş uyanışını izliyorum. Hammamet'ye dünyanın en büyük mozaik müzesi var ve görülmeye değer, daha sonra hemen yanındaki çarşıdan mozaik eserler satın alınabiliyor, tuhaf bir durum. Şehir merkezindeki ünlü Fransız kapısından geçilerek gezilen çarşıda hemen herşeyi bulabilirsiniz. Sadece turistik eşyalar değil, günlük yaşamdaki ihtiyaçlar da satılıyor. Ben 15dk sonra kaybolmayı başardım ama tanıştığım ve çatpat fransızca konuştuğum iki kadın bana tüm çarşıyı gezdirmekle kalmadılar, aynı zamanda akşam evlerine de davet ettiler. İnsanlar çok güleryüzlü. Dükkanda ayak üstü içilen sütlü kahve çok lezzetli.


Akşam şehrin takı ve hediyelik eşya merkezini görmek için, genel olarak Santorini havasının yaşandığı Sidi Bou Said bölgesine gittik. Bu kentte saatlerce kendinizi kaybedebilirsiniz ama en güzeli arnavut kaldırımlı sokaklarda, mavi beyaz evlerin arasında yürümek, pembe begonvillere hayran kalmak, liman manzarasına karşı oturup bir çay içmek ve bulabilirseniz hurma likörü almak.

Tunus: Benim için tüm bu kokuların, tadların çöl rüzgarında harmanlanmış hali..
Ceren - 14 Aralik 2008

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder