3 Mart 2010 Çarşamba

İsrail ve Filistin Seyahati


İsrail’de bağımsız gezen bir turist olmanın ne denli zorlu bir mücadele olduğunu, daha İstanbul Atatürk Havaalanı’nda güvenlik kontrolü sırasında tüm bavulum alt üst edilirken ve yanımda taşıdığım bisküviler “şüpheli” bulunurken anlıyorum. Tek başıma, kız başıma, hem de kısacık boyuma bakmadan; içinde insanların kendini havaya uçurduğu, evlere tankların girdiği karma karışık o yerde, Orta Doğu’nun tam göbeğinde ne işim var?!

Uçak, TelAviv Ben Gurion Havaalanı’na doğru alçalırken, seyahatime dair tüm kaygılarım da uçsuz bucaksız çöl manzarası karşısında yitip gidiyor. Sonuçta ülkedeki tek turist değilim ya! İşte, pasaport kontrolünde tam yanımda Amerikalı hacı adayları var. Biraz arkamda “doğum hakkı” denen ve yurt dışında yaşayan her museviye tanınan, İsrail’e bir haftalık bedava ziyaretten faydalanan gençler. Hep beraber dışarıya, sıcak bir ekim akşamına doğru yürüyoruz. Sherut denen minibüs-taksilerden birine atlayıp hemen Kudüs’e doğru yola çıkıyorum. Bu kenti görmek için o kadar uzun bekledim ki, birkaç dakika daha beklemeye tahammülüm kalmadı! Sherutumuz TelAviv – Kudüs otobanında çam ormanlarının serinliği ile kıvrıla kıvrıla tırmanmaya başlıyor. Ben de kurşun geçirmez camların ardında hayallere dalıyorum: Kudüs’e gidiyorum! Dinler tarihine bir yolculuk, paylaşılamayan ama her üç dinin de kutsal saydığı kent, bugün sokaklarında yüzlerce dilin konuşulduğu canlı bir kültür müzesi.

Bu kente gelmeyi yıllardır o kadar çok istedim ki, sabah güneşin doğuşuyla uyanıp kendimi “eski kent”in dar sokaklarına atıyorum, müslümanların dükkanları halen kapalı, çünkü ramazan ayı içerisindeyiz. Eski kenti gezmenin en güzel yolu, kentin labirenti andıran dar sokaklarında kendini kaybetmek. Ancak o zaman, her köşe başında bir başka sürprizle karşılaşıyorsun; sabah ayinine koşuşturan bir rahip, dükkanlarının önünü süpüren yaşlı araplar, ellerine geçirdikleri her şeye bir oyun uydurabilen küçük ermeni çocukları.. Sokaklarda rastgele birkaç saat gezindikten sonra birden kendimi şehrin altı kapısından birinin önünde buluyorum: Jaffa kapısında. Şehrin surlarını Osmanlı Padişahı Sultan Süleyman inşa ettirmiş ve Jaffa kapısının hemen yanında tüm ihtişamıyla tipik bir Osmanlı kalesi duruyor. İçeride güzel düzenlenmiş ve bölgenin tüm tarihini kısaca dinleyebileceğimiz bir müze de var. Burada geçirdiğim bir saat bana Hz. Davut döneminden günümüze şehrin nasıl el değiştirdiğini, nasıl değerinin arttığını ve nelere şahit olduğunu söylüyor. Müzeden çıkıp, surların üzerinde yürürken tüm bunları düşünüyorum ve Orta Doğu’da savaşın neden bir türlü bitmediğini anlıyorum. Her ırk için çok fazla şey ifade eden bir kent Kudüs, bu nedenle herkes ona sahip olmak istiyor.


Surları Dung kapısında terk ederek, musevi mahallesine giriyorum. Burası müslüman mahallesinden çok farklı. Yerler temiz, binalar daha bakımlı ama başımı kaldırdığımda makinalı tüfeğini bana doğru doğrultmuş bir koruma görmek beni altüst ediyor. Beni mi koruyor, birilerini mi benden koruyor tam anlayamıyorum ama birkaç saniyelik bocalamadan sonra yürümeye devam ediyorum. İlerideki günlerde sık sık göreceğim ve ne yazık ki alışacağım bir durum bu. Musevi mahallesinde, Tevrat okullarındaki öğrencilerin sesleri pencerelerden sokaklara taşıyor, bu seslere uzaktan gelen Holy Sepulchre kilisesinin çanları ile Ramazan nedeniyle daha bir yüksek okunan Ezan sesleri karışıyor. Ve ben birden kendimi Ağlama Duvarı’nın girişindeki güvenlikte buluyorum, yine tamamen şans eseri. Zaten ilk zamanlar, harita sahibi de olsan, çözülemeyecek kadar karışık eski kent.

Ağlama Duvarı’nın kadınlar için ayrılan yarısına ilerliyorum, çevrede çok fazla asker oluşu dikkatimi çekiyor. Aralarında dolaşırken yemin töreni için duvara geldiklerini öğreniyorum. Yaşları 18 ila 25 arasında değişen kızlı erkekli bir gurup asker gülüşerek objektifime poz veriyor. Ordunun kızlara da ihtiyacı var. Liseden sonra iki sene zorunlu askerlik, temel eğitimden sonra yemin töreniyle devam ediyor. Koşuşturan küçük çocuklara annelerinin “bak asker ablalar, bizi koruyorlar işte” demesi yüreğimi burkuyor. Duvara yaklaşıp dua eden insanların arasında birkaç dakika duruyorum. Askerlerin dileklerini yazdıkları küçük kağıt parçalarını duvara sokuşturmalarını izliyorum. Onları izleyen sadece ben değilim, beyaz güvercinler yuvalanmış duvarın taşları arasına. Bu duvar Hz. Davut’un oğlu Hz. Süleyman döneminde inşa edilmiş olan ilk tapınağın günümüze kalan batı duvarı. Duvarın öte yanı müslümanlar için çok kutsal olan Haram es-Şerif, yani içerisinde El Aksa Camiinin ve Hz. Muhammet’in göğe yükseldiği Kubbet üs-Sahra’nın bulunduğu tapınak dağı. İlk olarak Babillilerin daha sonra ise Romalıların yerle bir ettiği bu kutsal tapınağın bugün müslümanların elinde olması bölgede yaşanan gerginliğin bir başka nedeni. Museviler, tapınaklarından kalan bu son duvar parçasına yüzyıllardır içlerini döküyor ve ağlıyorlar. Yüzyıllara yayılmış bu hüznün karşısında etkilenmemek mümkün değil.


Ağlama duvarından ayrılıp tekrar müslüman mahallesine dönüyorum ve bu sefer ağlama duvarının öte yanına, çok farklı bir dünyaya adım atıyorum. Haram es-Şerif’te de güvenlik kontrolü var ama bu sefer modern x-ray cihazlarıyla değil. Öğlenden sonra gayrı müslümlere girişin olmadığı bu bölgeye girebilmek için güvenliğe bildiğin arapça duaları okuyarak salavat getirmek yeterli! Bir de Türk pasaportunu göstermek ve başına bir örtü örtmek tabii. İçeride bana “ecnebi” diye bağıran ve güvenliği çağıran birçok kişi olduysa da, kısa zamanda gerçek anlaşılıyor ve asık yüzler yerini gülümsemeye ve davetkarlığa bırakıyor. Önce altın kaplama kubbesi pırıl pırıl parlayan Kubbet üs-Sahra’yı geziyorum. Türkiye’den farklı olarak, namaz vakti dışında, kadınların oturup sohbet ettikleri son derece kalabalık bir camii burası. Fotoğraf çekmeye doyamasam da, El Aksa Camii’ni ve İslam müzesini de gezdikten sonra tapınak dağını geride bırakarak, arap pazarına doğru yürüyorum.

Eski kent her ne kadar farklı mahallelere de ayrılsa, herkes iç içe. Müslüman mahallesinde koşuşturan yahudi çocukları ya da alışveriş yapan rahibeleri sıklıkla görmek mümkün. Acıkan karnım beni Via Dolorosa caddesinin girişine götürüyor. Burada çok ünlü bir humus ve falafel dükkanı var. Humus, bizden farklı olarak nohuttan yapılıyor, falafel köfteleri ise nohut ve bulgur karışımının toplar halinde yağda kızartılması ile. Yanına da bir salata ısmarlarsak, en ala akşam yemeği hazır! Çok ekonomik ve doyurucu bir ziyafetten sonra, artık yavaş yavaş kararan hava beni eski kent içinde kaldığım otelime gitmeye zorluyor. Her köşe başında güvenlik kameraları bulunsa da, gece arap mahallesinde gezmek çok güvenli değil. Jaffa kapısı yakınlarındaki mütevazi otelimin sunduğu olanaklar çok sınırlı fakat üst katındaki terasından öyle bir eski kent görüntüsüne hakim ki, başka bir yerde kalmayı gönlüm çekmiyor. Sıcak yaz gecelerinde terasta yıldızların altında uyumak da mümkün. Bir bira alıp bu manzara karşısında demlenmek ve diğer gezginlerle sohbet etmek günün yorgunluğunu hafifletse de, ertesi gün beni uzun bir gün bekliyor, çoğu hacı adayı olan gezginlerden izin isteyip odama çekiliyorum.


Ertesi sabah kilise çanları ile uyanıp hristiyan mahallesinde Papa Andrea lokantasında nefis bir manzara eşliğinde taze sıkılmış meyve suları ile şenlendirdiğim kahvaltıdan sonra, ilk hedef ermeni mahallesi. Bugün cuma, elimi çabuk tutmalıyım çünkü öğleden sonra 3 gibi Shabat, yani kutsal cumartesi başlıyor ve ertesi geceye dek sürüyor. Bu kutsal günde dindar museviler günah olduğu için elektronik hiçbir alete dokunamıyor, iş yerlerini açamıyor ve günü mümkün olduğunca hareket etmeden ve dinlenerek geçiriyorlar. Turistler için de fotoğraf çekmek çoğu alanda ya yasak ya da sakıncalı, genellikle tüm restoranlar kapalı olduğu için ve tüm ulaşım sistemi durduğu için, en iyisi sinemaya ya da TelAviv’in plajlarına gitmek. Ermeni mahallesinden geçerek eski kentin dışına çıkıyorum. Hafif bir yürüyüş ile önce Kidron vadisine varıyorum. Kutsal kitaplara göre, bu vadi kıyametin kopacağı yer. Kidron dar bir alan da olsa, vadide esen rüzgarın sesi insanı biraz ürkütüyor doğrusu. Vadinin bir ucunda, Hezekiah Tüneli var. 500 metrelik bu yer altı tüneli, eski zamanlarda kente su sağlamak için yapılmış. Yer altında oluşunun nedeni, düşmandan suyu koruyabilmek. Yer yer belimize gelen serin suda ve karanlıkta çok keyifli bir yürüyüş yapıyoruz, fakat kapalı alan korkusu olanlara önereceğim bir yer değil, ancak benim gibi haddinden fazla Indiana Jones filmi izlemiş insanların hoşlanacağı türden bir yer.

Tünelden çıkıp, biraz kuruduktan sonra, zeytinlik dağına doğru tırmanıyorum. Burada çok büyük bir musevi mezarlığı bulunuyor. Şehre hakim bir manzarada ebedi uykularını uyuyanların çoğunun varlıklı aileler olduğunu öğreniyorum. Kutsal kitaplara göre, kıyamet gününde boru çalınınca ilk uyananların bunlar olacağı söylendiği için bu mezarlıkta yatmak ciddi bir maddi külfet ve statü gerektiriyor. Mezarlıkta gezinirken, mezarların üzerine konulan taşlar dikkatimi çekiyor. Çiçeklerin geçici olduğunu düşünen museviler, mezar ziyaretlerinde küçük taşlar getiriyor ve mezarın üzerine diziyorlar. Mezarlığı geride bırakıp, Hz İsa’nın Romalı askerlerce yakalanmadan önceki gecesini geçirdiğine inanılan Gethsemane bahçelerine ilerliyorum. Buradaki bazı zeytin ağaçları tam 2000 yaşında, dolayısıyla İsa’nın zamanından kalma! İnanılır gibi değil! Hacı adaylarının ağaçlara zarar vermesini önlemek amacıyla koruma görevlileri nöbette.

Birden shabata 10 dakika kaldığının habercisi sirenler çalmaya başlıyor. Yollarda elleri kolları torbalarla dolu sakallı ve siyah giyimli ultra ortodox musevileri evlerine doğru koşarken görmek mümkün. Her nekadar shabat tüm kentte dinlenmeyle geçse de, aslında cuma geceleri İsrail’de gece hayatının da en canlı olduğu gece! Ben de bu gece TelAviv’de bir partiye davetliyim. Bu nedenle sirenlerle birlikte odama dönüp hazırlanıyor ve çalışan son Sherut-taksilerle TelAviv’e doğru yola çıkıyorum.

Gece kendim gibi gezginlerle beraber, TelAviv’in deniz kenarındaki adım başı barlarından birinde eğleniyoruz. Geleneksel Klezmer müziğinin, klarnetten gelen hem neşeli hem hüzünlü bir havası var. Sohbet koyulaştıkça ve gurup büyüdükçe, anlatılan hikayeler de çeşitleniyor. Barış konuşuluyor masada hep. Gezginler umutlu…

Ertesi sabah, yani shabat sabahı “ölü deniz” e gitmek üzere arabalara doluşuyoruz. Gideceğimiz yol West Bank üzerinden geçiyor, yani Filistin’den. Benim için çok heyecanlı olan bu yolculuk İsrailli arkadaşlar için tedirginlik verici. Doğal olarak gezgin bir arkadaşla gruptan ayrılıp Ramallah’a gitmeye karar veriyoruz. Ötekilerle daha sonra ölü deniz’de buluşacağız. Ramallah, Filistin’in en büyük ve modern şehirlerinden biri. Bu sıralar Arafat’ın kritik durumu yüzünden biraz hareketli. Bindiğimiz arap otobüsü bizi şehrin dışında kontrol noktasında bırakıyor. Daha ileri gitmesi yasak. Burada otobüsten inip, sınır olarak kabul edilen ve mayınlarla dolu olan kontrol noktasını yürüyerek geçmemiz gerekiyor. Daha sonra sınırın öbür tarafında bekleyen dolmuşlara bineceğiz. Tabii kontrol noktasından itibaren bu dolmuşların adı sherut değil, servis.

Sınırdan geçerken pasaportumuz kontrol ediliyor ve neden West Bank’e gitmek istediğimiz soruluyor. Turistik dediğimizde bize anlamsızca bakan İsrailli asker bizi fazla da umursamıyor. Önemli olan West Bank’ten bu tarafa geçiş. O zaman daha ince elenip sık dokunuyor sorulan sorular. Ramallah yolları bir önceki gece yağan yağmurdan ve kentin çevresine örülmekte olan duvardan dolayı çamurlu. Kente girdiğimiz anda, etrafımızı saran gençler hep bir ağızdan Filistine hoşgeldiniz! diye bağırıyorlar. Çevrede hiç turist olmadığı için, oldukça ilgi çekiyoruz. Bir saat yürüdükten, hükümet binasını ve pazarı gezdikten sonra ölü denize doğru yola koyuluyoruz.


Ölü Deniz, Kudüs’e 40 dakika uzaklıkta, deniz seviyesinden tam 400 metre aşağıda ve %70 i tuz olan, içinde hiçbir canlının yaşamadığı bir büyük göl. Yüzmek oldukça zevkli ama göz kapaklarımız çok acıyor. Buranın özelliği, kozmetik amaçlı kullanılan siyah çamuru. Biz de tüm vücudumuzu bu çamurla kaplayıp fotoğraflar çekiyoruz, adetten. Güzelleştik mi bilmiyorum ama, alerjik bünyelerde ciddi sorunlar yaratabiliyor bu çamur. Üstelik duşlar da tuzlu su akıttığı için, gözleri açmamakta fayda var! Çimenlerde hafif bir şekerlemeden sonra, oldukça yorgun halde Kudüs’e dönüyoruz.

Pazar günü, Hıristiyanların kutsal günü olduğu için, kiliselerin çanları daha bir canlı çalıyor. Bu günü Hz. İsa’nın izinde geçirmeye karar veriyorum. Önce Via Dolorosa’da kısa bir yürüyüş yapıyor ve omuzlarında bir metrelik tahta haçlar taşıyan hacı guruplarıyla karşılaşıyorum. Daha sonra Holy Sepulchre’a yöneliyorum. Bu kilise Hz. İsa’nın çarmıha gerildiği ve öldüğü ve göğe yükseldiği kilise olarak biliniyor ve hacı adaylarının son durağı. Daha sonra, karşı köşedeki Lutheran kilisesine gidiyorum. Burada her sene kasımın ilk haftasonu Alman Noel Marketi kuruluyor. Kilisenin avlusunda her çeşit ikinci el eşya ve noel süsleri bulmak ve büyük kazanlarda kaynatılan tarçınlı sıcak şarabı geleneksel alman kekleri eşliğinde mideye indirmek mümkün. Burada bir süre oyalandıktan sonra, çakırkeyf bir şekilde otele dönüyorum.


İsrail’deki son günümde, Yad Vashem soykırım müzesini gezmek ve sonrasında sakin bir akşam geçirmek niyetindeyim. Yad Vashem, çok güzel düzenlenmiş ve insanın kanını donduran bir müze. Burada geçirilen birkaç saatten sonra, günü unutabilirsiniz. Çünkü hiç birşey yapmak istemeyecek kadar üzgün olabilirsiniz. Ben günün geri kalanında İsrailli bir arkadaşımla ultra ortodoks musevi mahallesi Mea Sherim’i gezmeye karar veriyorum. Bu mahallede fotoğraf çekmek sakıncalı ve kadınların etek giymeden mahalleye girmeleri mümkün değil. Geleneksel dindar musevi yaşamını merak edenler için güzel bir tecrübe olabilir. Artık yavaş yavaş akşam oluyor, odama dönüyor ve kendimi ertesi sabahki uçuşa hazırlıyorum. Biliyorum ki, bana hediye olarak verilen muz reçeli güvenlikte sorun olacak, kimyasal testlere tabi tutulacak, ama yine de yüzümde bir gülümsemeyle ayrılacağım bu ülkeden. Tarihin tüm yükünü taşıyan ve Orta Doğu’nun en sıcak yerlerinden biri olan İsrail’in kalbimde her zaman çok ayrı bir yeri olacak….

(c) Ceren M. - Eylül 2003.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder