Temmuz ayını devirdik, önümüz Ağustos. Yeşil, yerini sarının tonlarına bırakacak yavaş yavaş. Açık mavi, koyu maviye. Baharın renkleri ürkek, fakat yazın olgunlaşmış renklerini öyle seviyorum ki.. Yaşadığım coğrafyada bu renklere upuzun kış boyu, yani neredeyse 8 ay hasretiz. Dolayısıyla renkler geri döndüğünde, ben de rengârenk oluyorum.
Bu sabah bahçem bana bu yukarıdaki glayörleri verdi. Öyle heyecanlandım ki; yeni doğmuş bebeği tutar gibi, tek omzum yukarıda tutmuşum :) Üstelik daha da morun tonları var sırada ama henüz toplamaya kıyamadım:
Geçen haftasonu, sanırım bu coğrafyadaki cenneti bulduk! Ufacık bir gölet, bir Monet tablosu gibi dalgalanan tepelikler, dar toprak bisiklet yolları ve tam Bavreya bayrağına özgü mavi-beyaz bir gök.
Dahası, kamp yapmak isterseniz, arazinin sahibi sizi güleryüzle karşılamakla kalmıyor, bir de akşamki kamp ateşi için kestiği keresteleri veriyor. Sadece huzur değil, tek bir insan evladının olmadığı yeşille mavinin tam ortasında engebelik arazi bence "ferah" kelimesinin yeryüzündeki tanımı da.. Yıldızlar mı....? Hiç sormayın!
Yeterince huzura doyamam sandığım için yanıma kenevir çayımı da almıştım :)
Ama asıl böyle bir geceye mutluluk veren, bu sıra listemde dönüp duran "ah bu şarkılar.." oldu. Benim öyle tek başıma müzik dinleyebildiğim saatlerim yok malesef, ama şu son haftalarda kısa zamana ferah ve huzurlu bir "ohhhhh" sığdırmak istediğimde, vazgeçemediklerim bunlar - belki de aynıdır listelerimiz ya da belki dinleyip sevip eklemek istedikleriniz olur, olamaz mı, olabilir ;)
Caro Emerald - A night like this (kıpır kıpır bir yaz gecesi değilse nedir?)
Oi va voi - Yesterday's mistakes (bu adam ne diyor bilmiyorum ama ruhuma işliyor....!)
Mabel Matiz - Gel gönlümü yerden yere vurma güzel (şarkıya öyle yavaş yavaaaaş giriş ve sonra öyle dertli'ye öyle usulca geçiveriş... oooof of.)
Andrea Motis - Pela luz dos olhos teus (sanki bir woody allen filmindeyiz!)
Bohemian Betrays - Kelen Shavo (çünkü fazla hüzün bünyeye zarar!)
Armenian public radio - Hinkala (arabayla güneye iniyormuşsun da, kollarını açık camdan dışarıya uzatıyormuşsun da, mutluymuşsun da...)
Cold Play - dont panic (çünkü hayat bu, akıyor işte..)
Billie Eilish - bury a friend (aman allah korusun da.. yok zaten ben sadece seth everman'ın yorumuna bakmaya gelmiştiiiim)
Lola Marsh - what am i (çünkü o konsere gideceğim!)
Daði Freyr - Think about things (yürü be iceland! video çok matrak bu arada, sanırım tüm iceland halkının tamamı oynuyor videoda)
Hamiş. Bir sonraki yazı, bir de bakmışsınız Türkiye'den!!!! :)) Sağlıkla inşallah..
25 Temmuz 2020 Cumartesi
Teknede
Hiç düşündün mü; koca dünya üzerinde kendini en özgür hissettiğin yer neresi? Benimki küçücük gulet teknemin baş güvertesi. Ama tepemde bol yıldızlı bir gece ve mutlaka kara tarafından esen hafif bir meltem de olacak. Teknem yuvarlak tabanlı değil de derin V tabanlı olduğundan, bu meltem usul usul sallayacak beşiğimi. Yastığımla renkli battaniyemi güverteye çıkartmış olacağım. Nemin az, bulutunsa hiç olmadığı bir gecede iç kamaraya kim iner ki? Milyarlarca yanıp sönen yıldızın, kayan meteorların altında, denizin bordaya hafif hafif dokunuşunu dinleyerek hayâllere dalmak dururken?!
Yine böyle bir gece işte. Tepemde gökkubbe; sınırsız, soluksuz, simsiyah, boğum boğum, üstü değerli pırlantalarla, yakut ve zümrütlerle işlenmiş kadife bir kumaş gibi. Baş güverteye ince yün şiltemi sermişim. Denizin ortasında dahi olsam konforumdan vazgeçmeyişimin mizahî kanıtı, kuştüyü yastığım başımın altında. Üstümde ananemden yadigâr renkli yün battaniyem. Kara insanlarının en bunaltıcı dediği yaz gecelerinde bile, deniz insanının içine güvertenin gece soğuğu işler..
Demir attığım koyda benden başka kimsecikler yok. Oysa gün boyu turist tekneleri, katamaranlar girip girip çıktı. Bangır bangır müzikleri, çöp şiş, makarna ve bir yerli içkiden oluşan öğle yemekleri, delikanlıların genç kızları etkilemek için vardavela başından yaptıkları artistik (ve bazen de göbekleme) atlayışları, buna karşılık kızların rengarenk bikinileri içinde edalı çalımları.. neyse ki dindi. Kara insanları, ne kadar denize sevdalı olurlarsa olsunlar (genelde diyelim haydi, ayıp olmasın) gece karasına çalan denizden tedirginlik duyuyorlar. Karanlık, bilinmezlik, kontrol edilemez kıpırtılar onları ürkütüyor. Hele deniz kuzulamaya başladığında, hemen havluları omuzlarına pelerin eder, tuz yemiş kaskatı paşmilalara sarınır, güneş gözlükleri ardından endişeyle olan biteni izlerler. Aman kaptan, gün batımından hemen sonra iskelede olalım, daha duş alıp eğlenceye koşacağız..
Bense, tüm bu olan biteni sakince izler; onlar koydan ayrılınca denizimle kulaç kulaç hasret giderir, yüzümle saçlarıma depodan tatlı su çarpar, şile bezi elbisemin üstüne bir hırka alır ve inmekte olan geceyi karşılamak ve akşamki rızkımı çekmek için, ön güvertedeki yerimi alırım. En güzel saatler başlar işte..
Rızkım beni çok bekletmez genelde ama bazen de hiç gelmez! O zaman dolaptan meyve, biraz peynir, birkaç dilim ekmek alır, ufak tahta tepsim içinde dönerim güverteme. Bazen bir iki kadeh birşey de içerim ama sık değil. Denizin sağı solu belli olmaz, tek başınayken aklını bulandırmamalı, dengesini bozmamalı, sağlığına dikkat etmeli insan. Bu kadar iç disiplin bende de yoktu elbette ama dumanlı ve düşünceli geçmiş bir gecenin sabahında buz gibi güvertede uyanıp sürüklendiğimi, çapa zincirinin bir şekilde dümen palasına dolandığını ve güverteden de soğuk denize hemen o an atlamazsam, başımın derde gireceğini anladığım bir seferden sonra... Öğrendim.
Hoş, itiraf edeyim şimdi; bazı sabahlar henüz güneş doğmadan, sırf ikidebir dolan ve boşaltılması için de o hiç sevmediğim gürültülü kasabaların birinin limanına demir atmamı gerektiren tuvaleti kullanmaya üşendiğim için, elimi yüzümü denizde yıkadığım da olur.. Çişimi de salıveririm doğaya, uykumu da, düşüncelerimi de, sıkıntılarımı da, özlemlerimi de.. İnsan daha gün doğarken denizdeyse, vardır bir özlemi elbet... Kaderi denize yazılmış tüm deniz insanları gibi.
İşte böyle.. Uzun lafın kısası; hayatta en güvende ve en özgür hissettiğim yer, teknem.. Peki seninki?
Fotoğraflar sırayla: Martinik Adası, hatırlayamadığım bir okyanus köşesi, Filipinler ve Umman.
Dinleme önerisi: Estas Tonne - Perception. Link.
İzleme önerisi: All is lost (2013). Link.
Okuma önerisi: The old man and the sea. Link.
Bilimkurgu önerisi: The dead Sea, Tim Curran. Link.
22 Temmuz 2020 Çarşamba
Bir Temmuz gecesi masalı
Bir Temmuz gecesi düşlesene.. Hani akşam üstleri birden çıkıverip, İstanbul'da yaşayan hepimizin şikâyetçi olduğu boğucu yaz nemini sakince süpürüp atan yıldız-karayel rüzgârı vardır ya.. Onu da kat bu düşe. Sonra senle beni al, Aşıyan'ın oradaki kıvrımlı yokuşlardan birine koy. İniyor muyuz, çıkıyor muyuz sen karar ver; benim için ikisi de uygun. Sonra etrafımıza birkaç ıhlamur ağacı, kısa boylu top akasyalar ve Arnavut kaldırımlı dar sokaklara sağlı sollu sepiştirilmiş rengârenk badanalı küçük evlerin dış bahçe duvarlarından yollara sarkan yasemenler ve hanımelleri serpiştir. Tenimizden buharlar tütsün, dilimize de bir güzel sohbet eyle... Tamam mı? İşte cennet o.
Hatırlar mısın bilmem; kütüphane köşelerinde unuttuğumuz zamanı, ancak o kıvrım kıvrım yoldan denize doğru koşturursak yakalayabileceğimizi düşünürdük. Ah o yasemenlerin, hanımellerinin tüm rayihasını saldığı "Yarim" Haziran'lar, "Tam bu işe göre olduğu düşünülen" Temmuz geceleri..
Hâlâ orada mıdır bilmem, okuldan denize kıvrım kıvrım inen o yol üzerinde, sık ağaçlar nedeniyle kolayca görünmeyen ve bu nedenle isimlerinin önünde hep bir "gizli" ya da "saklı" eki olan ufak mekânlar vardı. Geniş bahçesinde narenciye ağaçları olan bu saklı bahçelerden özellikle biri, büyülü gelirdi bana. Sık ağaçların arasından sadece yedi tepesi, beş köşesi görünen o mavi gözlü şehri izlerken, ağaç altlarına serpiştirilmiş renkli geniş minderlerin rahatlığında bize pırıl pırıl gözüken geleceğimizle ilgili rüyalara dalardık. Şehrin bu kadar içinde olmamıza rağmen, bu kadar şehir hayatından uzak kalmayı başarabilmemizi sessiz ve sakince kutlar; gürültüsü hiç dinmeyen bu kentte, Ağustos böcekleri dışında tek bir ses olmayan bu kuytu köşeyi bulabilmenin büyük şans olduğunu düşünürdük. Ve ben özellikle de o gece, tam o anda, sanırım deniz fenerlerini düşünüyordum; sanılanın aksine "ben buradayım" değil de, "benden uzak dur" deyişlerini..
Tam o anda başlamıştı işte. Önce bir tane ufacık, güçsüz, varla yok arası, ürkek bir ışık göründü; karanlıklar arasında. Sonra tam aksi yönde yeşilimsi, bir başka ürkek ışık daha. Dikkatimi çeker çekmez, hızla arttı sayıları; üç beş ve sonunda o kadar çoktular ki, saymak imkânsız! "Ateş böcekleri!" diye bağırdı arkamdan bir kız.. Halbuki bence onlar "minik gece fenerleri"ydi.
Şimdi düşünüyorum da; o zamanlar insana "bir hoş sadâ imiş.." dedirten masal gibi zamanlardı..
Şimdi o gecelerin birinde olmak isterdim. Kallavi ağbilerin tok sesleriyle "kapatıyoruz gençler.." deyişlerini duyana dek o narenciyelerin altında oturmak, engin lacivertin ucundaki kıpırtılara bakmak, sonra başımı göğe kaldırıp biraz da kanatları gümüş gümüş ışıldayan gece martılarını izlemek, sonra köprünün denize düşen ışıklı aksini.. Sahi, o kafelerde hiç müzik çalınmazdı, hatırlar mısın? Müziksiz soneler, doğanın aryaları, cırcır böceklerinin bitmek tükenmek bilmeyen aşk çığlıkları... Yeterdi. Hepimize. Sahi ne oldu o ufak kafelere, o insanlara ve de tabii, bana?
Bir yerde, birileri için hâlâ devam ediyor mu o masal?
* Bir zamanların Temmuz gecelerine, hasretle..
Hatırlar mısın bilmem; kütüphane köşelerinde unuttuğumuz zamanı, ancak o kıvrım kıvrım yoldan denize doğru koşturursak yakalayabileceğimizi düşünürdük. Ah o yasemenlerin, hanımellerinin tüm rayihasını saldığı "Yarim" Haziran'lar, "Tam bu işe göre olduğu düşünülen" Temmuz geceleri..
Hâlâ orada mıdır bilmem, okuldan denize kıvrım kıvrım inen o yol üzerinde, sık ağaçlar nedeniyle kolayca görünmeyen ve bu nedenle isimlerinin önünde hep bir "gizli" ya da "saklı" eki olan ufak mekânlar vardı. Geniş bahçesinde narenciye ağaçları olan bu saklı bahçelerden özellikle biri, büyülü gelirdi bana. Sık ağaçların arasından sadece yedi tepesi, beş köşesi görünen o mavi gözlü şehri izlerken, ağaç altlarına serpiştirilmiş renkli geniş minderlerin rahatlığında bize pırıl pırıl gözüken geleceğimizle ilgili rüyalara dalardık. Şehrin bu kadar içinde olmamıza rağmen, bu kadar şehir hayatından uzak kalmayı başarabilmemizi sessiz ve sakince kutlar; gürültüsü hiç dinmeyen bu kentte, Ağustos böcekleri dışında tek bir ses olmayan bu kuytu köşeyi bulabilmenin büyük şans olduğunu düşünürdük. Ve ben özellikle de o gece, tam o anda, sanırım deniz fenerlerini düşünüyordum; sanılanın aksine "ben buradayım" değil de, "benden uzak dur" deyişlerini..
Tam o anda başlamıştı işte. Önce bir tane ufacık, güçsüz, varla yok arası, ürkek bir ışık göründü; karanlıklar arasında. Sonra tam aksi yönde yeşilimsi, bir başka ürkek ışık daha. Dikkatimi çeker çekmez, hızla arttı sayıları; üç beş ve sonunda o kadar çoktular ki, saymak imkânsız! "Ateş böcekleri!" diye bağırdı arkamdan bir kız.. Halbuki bence onlar "minik gece fenerleri"ydi.
Şimdi düşünüyorum da; o zamanlar insana "bir hoş sadâ imiş.." dedirten masal gibi zamanlardı..
Şimdi o gecelerin birinde olmak isterdim. Kallavi ağbilerin tok sesleriyle "kapatıyoruz gençler.." deyişlerini duyana dek o narenciyelerin altında oturmak, engin lacivertin ucundaki kıpırtılara bakmak, sonra başımı göğe kaldırıp biraz da kanatları gümüş gümüş ışıldayan gece martılarını izlemek, sonra köprünün denize düşen ışıklı aksini.. Sahi, o kafelerde hiç müzik çalınmazdı, hatırlar mısın? Müziksiz soneler, doğanın aryaları, cırcır böceklerinin bitmek tükenmek bilmeyen aşk çığlıkları... Yeterdi. Hepimize. Sahi ne oldu o ufak kafelere, o insanlara ve de tabii, bana?
Bir yerde, birileri için hâlâ devam ediyor mu o masal?
* Bir zamanların Temmuz gecelerine, hasretle..
21 Temmuz 2020 Salı
Bağıramıyorsan, ya yaz ya da İzlanda'ya git.
İlk terapistlik yapmaya başladığım sene, bir kız çocuk getirmişlerdi. 14 yaşlarında, rızası olmadan cinsel baskıya maruz kalmış bir çocuktu bu. Engeli de vardı. Klasik "kızın gönlü vardı" savunmasına karşı, kızın psikolojik durumunu anlamaya çalışıyordu ekip. Ben aralarında en çömezleriydim ama katılmam gerekiyordu, eğitimimin bir parçası olarak.
Adli psikiyatri benim çalışabileceğim bir alan değil. Bunca zaman sonra hâlâ değil. Ama daha yeni giriştiğim meslek yaşamımın o ilk günlerinde.. Kızın defalarca anlatmaktan "hissizleştiği" olayları kuru bir ses tonuyla hızlı hızlı anlatışı, arada durdurulup yeniden başa döndürülmesi, kızın aynı tepkisizlikle yeniden aynı kelimelerle... Defalarca anlatışı.
Mesai bitince kaçarcasına çıkar, küçük siyah arabama kapanır, kontağı çevirmeden avazım çıktığı kadar bağırırdım. Hatta bir iki defa da, mesai arkadaşlarımla doluşup o ufacık arabaya, kampüsün tenha bir köşesine çekip, topluca bağrışmıştık. Şimdi düşünüyorum da, Psikiyatri servisinin bir uzman doktoru, iki asistan doktoru ve ben klinik psikoloğu; arabanın içine girmiş, bağrışıyoruz. Doğrusu komik geliyor.. Ama, ne rahatlamış oluyorduk!
Aslında bağırmak anlık olarak katarsis yaratsa da, itiraf edeyim uzun dönemde bağırmak değil de konuşmak ihtiyacı duyuyor insan. Anlatmak, anlaşılmak ve bir bilene sormak "Neden?" diye.. Neden bunlar yaşanıyor ya da ben neden bu mesleği seçtim. Buna süpervizyon deniyor ama bundan 10 sene önce süpervizyon Türkiye'de çok sorunlu bir işti.
Süpervizyon alacağıma bağırmış vaziyette eve geldiğimde, genelde başım ağrıdan çatlıyor olurdu, canım yemek yemeyi istemezdi, bazen yatağa yığılır uyuyakalırdım. Bazen de.... Elime bir tomar kağıt bir de kalem alır, sayfalarca yazar ve sonra içimdeki dalgalar durulunca, buruşturur atardım. Hayatımın en çok yazdığım dönemiydi o yarım sene.
Bir de şu son yarım sene. Çünkü yine içimde aynı boğucu çığlıklar var. Deniz'e dökemediğim için, taslaklara kaydediyorum ve dalgalar durulunca da silip yerine işte çiçekler, çocuklar, tavşanlar, sümüklü böcekler hakkında yazılar yazıyorum. Blog çiçek sepetine, Polyanna'nın yazlık evine falan dönüyor. Tuhaf bir dönemden geçiyorum. Bazen insan "seni seviyorum" diyemez de, "ceketini aldın mı hava serin" der misâli.. "Bunaldım" diyemiyorum da "aslında hayatın güzellikleri de var" diyorum. Bakalım nereye kadar.. Sanırım Eylül'de her şey normale dönene dek, çığlıkları içimize gömüp, çiçek böcek devam edeceğiz.
Fakat dün gördüm; sahi bir de İzlanda var!!
İzlanda hükümeti "daraldığınızı, kısıtlanmış hissettiğinizi, bunaldığınızı biliyoruz, İzlanda tam size göre" mesajını çaktıktan sonra, izleyiciye bomboş doğal alanların görüntülerini sunuyor ve "İzlanda'ya seyahat etmenin tam zamanı" diye bitiriyor bu seneki ülke tanıtım filmini. Bir takım uyanıklar bunu görünce, tutmuş şu videoyu çekmişler:
Bence çok iyi fikir. Yani demişler ki: Daraldığınızı, dolduğunuzu, taştığınızı biliyoruz. Siz İzlanda'ya gidip de rahatlayamasanız bile, içinizde tuttuğunuz çığlıklarınızı sayfamızda kaydedin, biz çığlıklarınızı İzlanda'ya götürelim! Fikir de video da güzel aslında, ama İzlanda'lılar "çığlıkların salındığı ülke olmak" konusunda ne düşünür bilemem :)
Foto: https://www.nationalgeographic.com/travel/destinations/europe/iceland/
18 Temmuz 2020 Cumartesi
Ağaca dönüştürmek
Dün ağlattı beni. İstemedi aslında, niyeti ağlatmak değildi. Ama oldu işte. Oldu ve.. iyi geldi.
Corona günlerinde, hayatımda ilk defa mantı yaptım. Hamurunu elimde açtım, kıymasını baharatını kafamdan uydurdum; bizimkiler - biraz da mantı nedir bilmediklerinden, çok sevdiler, tekrar tekrar istediler. Siz bildiğiniz için güleceksiniz bu fotoğrafa:
Evet benim mantı dediğim şey bu. Görüntü berbat ama tadı gerçekten güzel. Ananemi düşünüyorum açarken hamuru. Hızlı hızlı ve incecik açar; börekler, mantılar, farklı farklı güzellikler yaratırdı.. Onu izlemeye doyamazdım; hamurun ucundan tırtıkladığımda şakadan kızması, "kızım çiğ yumurta var, karnın ağrır" demesi, yoğururken hikâyeler anlatışı, kokular, tatlar... Hamur açarken bunları düşünüyordum. Boğazım yanıyor, gözlerim sulanıyordu. Soğandandır.. diyordum.
"Ananem görse, şu halimi..." dedim, sessizce. "Gurur duyardı" dedi, gülümseyerek. "Dalga geçerdi" dedim gülerek, "eciş bücüş bu ne biçim yemek derdi, beğenmezdi..". "Önce öyle derdi evet ama sonra ucundan bakardı ve tadını beğenir, şaşırır, gurur duyardı" dedi.. Tutamadım daha fazla. Başladım ağlamaya... Evet öyle olurdu, tam öyle. Görebilseydi.
Bazen, diktiği tohumların ağaca dönüştüğünü göremez insan. Senin gördüğün minicik bir tohumdur, incecik bir daldır. Neye dönüşeceğini hiç bilmeden, üstelik ömrünün yetmeyeceğini de bile bile dikersin bazen.. Sadece umarsın işte; şu bezini bağladığın, her şeyiyle sana mahkûm ufacık et yığınının bir gün büyüyüp bir insana dönüşeceğini, dahası senin onu sevdiğin gibi, onun da bir gün birilerini seveceğini umarsın. Bazen göremezsin, bazen de "daha dünkü bebek, şimdi kucağında kendi bebekleri" der, şaşırırsın.
Bazen zamanından erken gidersin... Planda yokken. Geride kalanlar seni düşünür, hüzünlenir, özler.
Peki sen? Onların "büyük adam"lar, "kadın"lar olduğunu hiç görememiş sen. Hep çocuk bildiklerinin nasıl değiştiğini, senin tanıdığın "şımarık çocuk"tan bazen 180 derece farklı yetişkinlere dönüştüklerini hiç göremeyen sen..... Ah bu ne büyük acıdır.
İşte hayâl kurmak, bunun için insana verilmiş bir hediye.. Bunun için bazen yüzüne bakınca dalıp gidersin, hiç göremeyeceğin olasılıkları ancak hayâl edebilirsin. Ufacık bir tohumu dikersin toprağa ve bazen onun nasıl bir çiçeğe dönüştüğünü asla göremezsin........
Fotoğraflar: Bahçemdeki bazı çiçeklerimin isimlerini şu yazısından öğrendiğim sevgili Mehtap'a teşekkürlerimle.. Sırasıyla: karanfil, güzel hatun çiçeği, (soldan sağa) dalya çiçeği, mor zambak, küpe çiçeği, yaban asması (clematis) ve henüz gonca halindeki glayörlerim..
Corona günlerinde, hayatımda ilk defa mantı yaptım. Hamurunu elimde açtım, kıymasını baharatını kafamdan uydurdum; bizimkiler - biraz da mantı nedir bilmediklerinden, çok sevdiler, tekrar tekrar istediler. Siz bildiğiniz için güleceksiniz bu fotoğrafa:
Evet benim mantı dediğim şey bu. Görüntü berbat ama tadı gerçekten güzel. Ananemi düşünüyorum açarken hamuru. Hızlı hızlı ve incecik açar; börekler, mantılar, farklı farklı güzellikler yaratırdı.. Onu izlemeye doyamazdım; hamurun ucundan tırtıkladığımda şakadan kızması, "kızım çiğ yumurta var, karnın ağrır" demesi, yoğururken hikâyeler anlatışı, kokular, tatlar... Hamur açarken bunları düşünüyordum. Boğazım yanıyor, gözlerim sulanıyordu. Soğandandır.. diyordum.
"Ananem görse, şu halimi..." dedim, sessizce. "Gurur duyardı" dedi, gülümseyerek. "Dalga geçerdi" dedim gülerek, "eciş bücüş bu ne biçim yemek derdi, beğenmezdi..". "Önce öyle derdi evet ama sonra ucundan bakardı ve tadını beğenir, şaşırır, gurur duyardı" dedi.. Tutamadım daha fazla. Başladım ağlamaya... Evet öyle olurdu, tam öyle. Görebilseydi.
Bazen, diktiği tohumların ağaca dönüştüğünü göremez insan. Senin gördüğün minicik bir tohumdur, incecik bir daldır. Neye dönüşeceğini hiç bilmeden, üstelik ömrünün yetmeyeceğini de bile bile dikersin bazen.. Sadece umarsın işte; şu bezini bağladığın, her şeyiyle sana mahkûm ufacık et yığınının bir gün büyüyüp bir insana dönüşeceğini, dahası senin onu sevdiğin gibi, onun da bir gün birilerini seveceğini umarsın. Bazen göremezsin, bazen de "daha dünkü bebek, şimdi kucağında kendi bebekleri" der, şaşırırsın.
Bazen zamanından erken gidersin... Planda yokken. Geride kalanlar seni düşünür, hüzünlenir, özler.
Peki sen? Onların "büyük adam"lar, "kadın"lar olduğunu hiç görememiş sen. Hep çocuk bildiklerinin nasıl değiştiğini, senin tanıdığın "şımarık çocuk"tan bazen 180 derece farklı yetişkinlere dönüştüklerini hiç göremeyen sen..... Ah bu ne büyük acıdır.
İşte hayâl kurmak, bunun için insana verilmiş bir hediye.. Bunun için bazen yüzüne bakınca dalıp gidersin, hiç göremeyeceğin olasılıkları ancak hayâl edebilirsin. Ufacık bir tohumu dikersin toprağa ve bazen onun nasıl bir çiçeğe dönüştüğünü asla göremezsin........
Fotoğraflar: Bahçemdeki bazı çiçeklerimin isimlerini şu yazısından öğrendiğim sevgili Mehtap'a teşekkürlerimle.. Sırasıyla: karanfil, güzel hatun çiçeği, (soldan sağa) dalya çiçeği, mor zambak, küpe çiçeği, yaban asması (clematis) ve henüz gonca halindeki glayörlerim..
15 Temmuz 2020 Çarşamba
Bir denize kaç dalga sığar?*
"Sana da oluyor mu, sen de mutlu olduğun zaman sanki bir şeylere ihanet ediyormuşsun gibi hissediyor musun?" demiş Şenay. Bu soru havada asılı kaldı. Çok düşündüm, "mutlu olma ihaneti" üzerine.. Hayır. Mutlu olmayı ihanet olarak görmüyorum. Etrafımızda bu kadar korkunç, umutsuz olay yaşanırken mutlu olabilmek; gamsızlık, merhametsizlik, vurdumduymazlık mıdır? Yoksa bir nevi "dengelenme ihtiyacı" mıdır?
Ben mutluluğa olan açlığımı gizlemiyorum. Elimden geldiğince kendimi mutlu etmeye çalışanlardanım. "Entelektüel insan mutlu olamaz!" fikrine karşı çıkıyorum. Entelektüel insan, kendini herhangi bir koşulda ve durumda yine de mutlu edebilmeyi başaran, bunun için aktif olarak çalışan insandır bence.
Psikoterapide "karşıtlıktan kaçınma kuramı" vardır. "Çok güldük, şimdi kesin ağlarız!" tanıdık gelmiştir mutlaka. Bu bir ruminatif bozukluktur, düşünce ve duygu bozukluğudur. Böyle düşünen insanlar "duygusal dalgalanma yaşamaktan endişe duyan", negatif durumlar kadar pozitif durumlara da tahammül eşiği düşük olan insanlardır. Hepimizin içinde olan "ne olumsuz, ne olumlu, dengeli bir ruh haline ulaşma" dürtüsü, bu insanlarda aşırı çalıştığı için "olumsuzluk kadar olumluluğu da bir tehdit olarak görme" davranışı gelişir ve bu insanlar kendini normal sınıra döndürmek için "endişe"yi kullanmaya başlarlar. "Çok güldüm, ağlayacağım". "İyi konuştum, nazar değecek" ya da "Kesin talihim dönecek, hayal kırıklıkları, yenilgiler köşebaşında beni bekliyor".....
Hayır bu normal psikolojideki bir insanın düşünceleri değildir. Kendinizde bu düşünce tutulmalarını sık sık yakalıyorsanız, bu düşünce tutulmaları yaşam kalitenizi etkiliyor (fazla gülmeyeyim, fazla dans etmeyeyim, neşemi belli etmeyeyim, ağırbaşlı durayım), bazı kararları alırken sizi durduruyor (herkes coronadan korkarken ben tatile gitmeyeyim, ayıp), sosyal ilişkilerinize zarar veriyor (aman ona anlatmayayım nazarı değiyor onun) ise daha önceki yazımda bahsettiğim "gizli depresyon"dan muzdarip olabilirsiniz, genellenmiş anksiyete bozukluğu yaşıyor olabilirsiniz.. Dikkat etmeli...
Evet dünyada korkunçluklar var, adaletsizlikler, yenilen haklar, akıl almaz üzüntüler var. Fakat dünyada sevgi, merhamet, şefkât, karşılık beklemeden yardımseverlik de var. Dünyada hastalıklar kadar iyileşmeler de var, ölümler kadar yeni gelenler de var. Bunların içindeki "denge"yi görmeyi başaramazsak; "Tanrı neden tüm bu kötülüklere izin veriyor?" dersek meselâ... Bir arpa boyu yol aşamayız. Hayat; denge'dir....
Şimdi söyle bana; bir denize kaç dalga sığar?*
Bence: Milyonlarca... Tek bir yaşam içinde, milyonlarca yaşam yaratmak da, mutlu olmak da sadece bize bağlı, e o zaman? Mutlu olmaktan korkmayalım ne olur....
(*) Murathan Mungan - Kadırga şiirinden
Yazan: Terapist C.
Fotoğraflar ve video: Seyyah C. "Bir başıma sakin bir nehir gezisi ve akan düşünceler...."- 12.07.20, Altmühltal. Sesi açarsanız, kuş cıvıltıları çok güzel...
Bugün Düşünbil’de güzel bir yazıya denk geldim, buraya ekliyorum
13 Temmuz 2020 Pazartesi
Zevkler ve renkler - steampunk
Tartışılmaz biliyorum. Nasıl ben Kore dizilerini ve müziklerini bir türlü sevemediysem, size de şimdi yazacaklarım çok iç gıcıklayıcı gelebilir. Ama işte zevk bu.. Oldu bi'kere. Ben steampunk seviyorum a dostlar!
Aslında sevdiğim şeyin steampunk olduğunu bilmeden sevdiğim zamanlarda, yani hafızamın en derin köşesindeki ilk steampunk figürüm: Jules Verne'dir! Çocukken bayılırdım kitaplarına. Saatlerce okuyup, geri kalan saatlerde de hayâller kurardım: gizemli haritalar, heyecanlı yolculuklar, tuhaf buluşlar, acaip makinalar, hele o dürbünler, kalın camlı uçuş gözlükleri, 1850'lere özgü o kaba saba aletler.. Evet çocukken aradığım her şeyi Jules Verne'de bulabilirdim; kendine özgü bilimkurgu anlayışı ile tarihin ilk "steampunk" figüründe..
Sonra Mad Max serisi, Wild Wild West, Miyazaki'nin "Howl's Moving Castle"ı ve Fritz Lang'ın "Metropolis"i (1927 olan), bir de Robert Downey JR. ve Jude Law'lu Sherlock Holmes.. Ve tabii ki "bu sene kaynadı ama seneye!" dediğim Burning Man Festival :) Bunların hepsinin ortak yanı; 1850'lerin tarzı hantal, ağır metal işleri, vidalar, mercekler, tuhaf icat ve teknolojiler.. İçinde sıfır plastik olan bir dünya.. Tabii aynı oranda da esneklik, yumuşaklık.. Bunu neden seviyorum bilmem :) Sanırım içindeki mekânik zekâ'ya ve "macera ruhu"na tutkun olduğum için... Devinime, buharlı makinalara (trenler... vapurlar.. ah!) ait olup, günümüzdeki "kullan at" anlayışına tam zıt oldukları için. Çünkü bu makinalar hantal ama tank gibi, bozulmuyor.. Steampunk tarzı bir arabayla bugün dahi taaa Afrika'ya gider, dönersiniz meselâ....
Steampunk (ya da bazılarının tercihiyle retrofuturistic sci-fi) beni büyülüyor evet. Ama içine fantasy girmeyecek lütfen yani hem metal hem kanatlı peri gibi figürler olmasın bir zahmet. Bence realist, buharlı makinalar, hantallık, yabanilik yeter de artar bize...
"Kız amma sana benziyor" diye zorla izlettiler: Mortal Engines - çok sevdim ama kız saçları ve huysuzluğu dışında bence bana hiç benzemiyor :))
"Fena değil, bi bak istersen" diye zorla izlettiler: Snowpiercer - sevdim ama çok ağır ilerlediği için dayanamadım, ne olacak bu işin sonu hemen öğreneyim diye Kore versiyonunu izleyeyim dedim (Yön. Bong Joon Ho) ve dedim ya... Ben Kore "şeysleri" sevmiyorum..... Sevemiyorum. Zevkler ve renkler işte, tartışılmıyor..
10 Temmuz 2020 Cuma
Saat üçe doğru bir Temmuz gününde*
Yazıların "coşkunluğundan" da anlaşılıyor aslında. Orhan Veli'yi mahveden havaların bendeki karşılığı başladı.. 23 derece, yer yer bulutlu, güneşli havalar. Ah bu Temmuzlar çok zor... Aşk, hayâller, özlemler, hepsi içiçe bu güzel havalarda. Bu havalar ki insana sayfalarca yazı yazdırabilir, aşık edebilir, mutluluktan kör edebilir. Saatlerce yürütebilir de hiç bir yere vardıramaz!
Ben Likya Yolu'nu yürümeyi çok istiyorum biliyor musun.. Hayâlim bu benim. Sadece Türkiye'nin değil, dünyanın en güzel "göç yolları"ndan biridir Likya yolu. Düşüne düşüne yürüdüğümü düşünsene; ortalama 20-30 gün boyunca. Huysuz Prens mi yazmıştı, "yürürken yanımda kimse olmasın isterim" diye? Ona yakıştırdım belki de, ama adam huysuz da olsa bazı konularda haklı.. İnsan zaten kimseleri istemez ki böyle bir yolda. Tek başına yürümek kadar tatlısı da; hiç konuşmadan yanyana yürümek... Saatlerce. Böyle insanlarınız var mı? Varsa sıkı sıkı sarılın onlara. Yoksa da yapacak bir şey yok; kendi kendine, adım adım ardına.
Geceleri ıssız, kuytu bir köşeye kamp kurup, sonsuz yıldızları, ışıl ışıl denizi izlediğimi düşünsene.. Yemyeşille masmavinin ortasında, Ağustos böceklerinin seslerini dinleyerek uyuya kaldığımı. Kimsecikler olmasa. Sadece gökyüzü, sadece ben. Korkar mıyım? Ben öyle kolay korkmam arkadaşım.. Ama belli de olmaz, işte öyle bir an gelir.. Belki bir yoldaş isterim.. Kim istemez ki?!
Likya yolunda yürüyemesem de, köy yollarında yürüdüm dün yine. Bu sefer fazla düşünecek konu yoktu, ondan salına salına, ancak 20km yapmışım. Şelâle tam bir sürpriz oldu ve etraf bomboş olduğu için hiç düşünmedim bile, cup diye atladım :) Serin serin, öyle güzeldi ki..
Sudan çıktıktan sonra, daha da güzel bir sürpriz beni bekliyordu: yabani çilekler! Dağ çileği de denir Türkiye'de; ufacık ve eciş bücüş olurlar ama tadına doyum olmaz. Bir avuç topladım, o sırada ormandan eli sopalı bir adam çıktı, ona da "fotoğrafımı çekersen sana 3 tane çilek veririm" dedim. Güldü, cevaben "ileride de böğürtlenler var, onları da kaçırma" dedi. Yürüdü gitti sonra.
Ben de yürüdüm gittim..
Önce ormanlık alandan, sonra çiçek tarlaları arasından geçtim. "Kendin kopart, parasını da kumbaraya at" sistemi var burada. Eve döndüğümde, kulağımda Tad Jennings - Bellyache (orj. Billy Eilish), elimdeyse bunlar vardı.....
* Cahit Külebi, Temmuz
** İlk foto (Likya Yolu) buradan.
8 Temmuz 2020 Çarşamba
Yaz geceleri dere boylarında..
Önceden uyarayım. Bu yazı, içindeki şiir nedeniyle +18. Eh yine de okumaya devam ediyorsanız, günah benden gitti..
Dışarıda öyle bir hava var ki! İnsana Turgay Fişekçi'nin "Asmaların Dansı" şiirini hatırlatıyor. Uzun ve haddinden fazla erotik bir şiir olduğu için, ben Yeni Türkü'nün "Bahar Şarkısı"na da aldığı (ve bence besteyi aceleye getirip mahvettiği) kısmını yazacağım size:
"Yağmurlu günlerde seviş benimle
Kuşlar çinko damı gagalarken
Tenimin kokusunu değiştiren yağmurlarda
Sıcak öğle sonlarında seviş benimle
Buhurlar tüterken tenimden
Yanan toprağın buğusu soluğumken
Bahar günleri dereboylarında seviş benimle
Kestane saçlarımda kelebekler asılıyken
Yaz geceleri kurumuş dere yataklarında
Sıcak kumlar yatağımız, söğütler çatımız, duvarımızken
Sonra, ilk kez görür gibi algılaman için
Her sabah öylece bırakayım seni dünyaya.."
Ben şiir bilmem sevgili.. Ama bak, bir hikâyem var:
Kadın, ilk aşık olduğu günden son aşık olacağı güne dek, her Temmuz adama yeniden aşık olacağını nasıl anladı biliyor musun? Hani bir cılız dal kalmış o fesleğen vardı ya... Adına, Umut demişti kadın. O cılız fesleğen kadının elinde şuna evrilince anladı kadın..
"Benden pes!" dedi, içinden. Bu aşkın (en azından kadının cephesinde) bitmeyeceği belli oldu. Durumu kabullendi kadın. Barıştı adama karşı hissettikleriyle. Bu aşka rağmen yaşadı. Yaşıyor.
Peki ya adam? Kadın "al, bununla yaşa yaşayabilirsen.." dedikten sonra yaşayabildi mi?
Bilinmez.
6 Temmuz 2020 Pazartesi
Ayaklarımla düşünmek
Dün benim "izin günüm"dü. Annelikten, eşlikten, arkadaşlıktan, terapistlikten, kısacası tüm görev ve sorumluluklardan izinli olduğum bir gündü. Ben de tüm bunlardan geriye kalanı alıp, hem düşüneyim hem yürüyeyim istedim. 30km yürümüşüm.
Yolun büyük bir kısmında Türkiye'yi ve sevdiklerimi düşündüm. Bundan bir kaç ay önce "ben gelince hem yürürüz, hem çay içeriz, konuşmayız bile" deyişimi düşündüm. "Belki 2 gün başbaşa bir yere kaçarız, güneye meselâ" deyişimi, "Seninle o bahçeye gideriz yine ve ayaklarımızı çocukken yaptığımız gibi yine o dut ağacından sallandırırız" deyişimi, "Sen bize gelemezsen de ben çocukları annemlere kitler, mutlaka gelirim yaaa" deyişimi, "Seni çok özledim, nasıl sarılasım var" deyişimi.. Tüm bunları kolayca dediğim onca insanı nasıl da özlediğimi düşündüm..
Sakınarak, korkarak yaşamak bana göre değil. Keşkeler, imkânsızlıklar da değil. Kendim için değil.. 40 yaşıma dek hiç yapmadım, bundan sonra da yapmam. Ama işin içine başkaları girince, bu denklem karışıyor. Türkiye'ye gitmesine giderim, hasta olmayacağıma eminim (ikinciye geçiren hiç duymadık, hastalık birkaç ay sürebiliyor, bu ikinciye geçirilmiş gibi algılanıyor diyorlar uzmanlar) ama üstümde başımda taşımak ve sevdiklerime zarar vermek olasılığı?
Yürürken, zihnim berrâklaşınca, birden "saçmalıyorsun C." diyen bir ses yükseldi içimden. Sonuçta annemle babam doktor, riski biliyorlar. Buna rağmen onların tarzı da sakınarak korkarak yaşamak değil; maskelerini takıp dışarı çıkıyorlar, sevdikleri insanlarla mesafe koyarak görüşüyorlar, yazlığa gittiler, orda pazara çıkmışlar, annem kuaföre bile gitmiş ayol! Ben kraldan çok kralcı!
Bu arada ayaklarım beni göl kenarına taşımış, haberim yok! Kafamı kaldırdıysam gördüğüm görüntü kirliliğine inanamadım:
Havayı güzel bulan kendini göl kenarına atmış. Korkunç bir görüntü.. İçimde bikinim, çantamda matım, suyum, meyvelerim ama bu görüntüyle karşşılaşınca kaçan keyfim. Ben normalde de sakinliği, doğada yalnızlığı severim, Corona'dan sonra iyice insandan uzak durur oldum. Ama görülüyor ki herkes benim gibi değil. Neyse kısa bir yürüyüşle burayı buldum:
Resmen saklı cennet ve etrafta ot içen iki sevimli ergen sevgili ve üstsüz güneşlenen yaşlı bir alman teyze dışında kimseyi görmeyince, hemen matımı serdim, önce sessizliğin keyfini çıkarttım, "ah sen de burada benimle olsaydın.." dedim hayattaki tek keşke'me... Sonra yüzdüm, yüzdüm, yüzdüm. Buz gibi su, suda büyüyen nilüferler (lotus)... Sakinlik, sessizlik...
Sudayken zihnime annemle babamın sesleri doluştu. "Gerekli önlemi alıyoruz, e sosyalleşmeye ve fiziksel aktiviteye de ihtiyacımız var, öyle saçmalık mı olur" dediler. E haklılar.. Almanya'daki 70'liklerin yapabildiğini neden Türkiye'dekiler yapamıyor? İçimdeki ses "çünkü kentler kalabalık değil, Almanlar zaten fazla sosyal değiller, zaten mesafeli insanlar" diye fısıldıyorsa da, karşıt ses yine "nereye kadar sakınacaksın, hep korkarak mı yaşayacaksın? nereye dek erteleyeceksin?" diyor ve sanırım duygu mantığın önüne geçiyor..
İşte sorun tam bu; ben aslında mantık ağırlıklı, sadece sevdiklerim söz konusu olduğunda duygusal yanını dinleyen biriyimdir. İçimdeki çatışmanın tam nedeni de bu: Mantıklı düşününce hayır, duygusal düşününce evet diyor olmam.... İşte yürüyüşün 10.km'sinde bunu anlayınca, "konu sevdiklerimle ilgili, o zaman beynimi değil kalbimi dinleyeceğim ve gideceğim..." dedim. Çünkü; Corona olmasa başka şey olabilir, yine yitirebilirim sevdiklerimi, o zaman? O zaman birlikte geçen her an bir hediye! Gidiyorum :) Sudan çıktım.
Bu konuya karar verince.. Biraz güneşte ısınıp, bir elma yiyip, toparlandım ve yeniden yola düştüm. İkinci yarıda artık düşünmedim, kendimi doğaya saldım. Daha çok baktım, daha çok gördüm, daha çok fotoğraf çektim. Ve; şükrettim, gerçekten güzel bir şehirde yaşadığım için.. Güzelliklerin farkına varabildiğim için..
Yolun büyük bir kısmında Türkiye'yi ve sevdiklerimi düşündüm. Bundan bir kaç ay önce "ben gelince hem yürürüz, hem çay içeriz, konuşmayız bile" deyişimi düşündüm. "Belki 2 gün başbaşa bir yere kaçarız, güneye meselâ" deyişimi, "Seninle o bahçeye gideriz yine ve ayaklarımızı çocukken yaptığımız gibi yine o dut ağacından sallandırırız" deyişimi, "Sen bize gelemezsen de ben çocukları annemlere kitler, mutlaka gelirim yaaa" deyişimi, "Seni çok özledim, nasıl sarılasım var" deyişimi.. Tüm bunları kolayca dediğim onca insanı nasıl da özlediğimi düşündüm..
Sakınarak, korkarak yaşamak bana göre değil. Keşkeler, imkânsızlıklar da değil. Kendim için değil.. 40 yaşıma dek hiç yapmadım, bundan sonra da yapmam. Ama işin içine başkaları girince, bu denklem karışıyor. Türkiye'ye gitmesine giderim, hasta olmayacağıma eminim (ikinciye geçiren hiç duymadık, hastalık birkaç ay sürebiliyor, bu ikinciye geçirilmiş gibi algılanıyor diyorlar uzmanlar) ama üstümde başımda taşımak ve sevdiklerime zarar vermek olasılığı?
Yürürken, zihnim berrâklaşınca, birden "saçmalıyorsun C." diyen bir ses yükseldi içimden. Sonuçta annemle babam doktor, riski biliyorlar. Buna rağmen onların tarzı da sakınarak korkarak yaşamak değil; maskelerini takıp dışarı çıkıyorlar, sevdikleri insanlarla mesafe koyarak görüşüyorlar, yazlığa gittiler, orda pazara çıkmışlar, annem kuaföre bile gitmiş ayol! Ben kraldan çok kralcı!
Bu arada ayaklarım beni göl kenarına taşımış, haberim yok! Kafamı kaldırdıysam gördüğüm görüntü kirliliğine inanamadım:
Havayı güzel bulan kendini göl kenarına atmış. Korkunç bir görüntü.. İçimde bikinim, çantamda matım, suyum, meyvelerim ama bu görüntüyle karşşılaşınca kaçan keyfim. Ben normalde de sakinliği, doğada yalnızlığı severim, Corona'dan sonra iyice insandan uzak durur oldum. Ama görülüyor ki herkes benim gibi değil. Neyse kısa bir yürüyüşle burayı buldum:
Resmen saklı cennet ve etrafta ot içen iki sevimli ergen sevgili ve üstsüz güneşlenen yaşlı bir alman teyze dışında kimseyi görmeyince, hemen matımı serdim, önce sessizliğin keyfini çıkarttım, "ah sen de burada benimle olsaydın.." dedim hayattaki tek keşke'me... Sonra yüzdüm, yüzdüm, yüzdüm. Buz gibi su, suda büyüyen nilüferler (lotus)... Sakinlik, sessizlik...
Sudayken zihnime annemle babamın sesleri doluştu. "Gerekli önlemi alıyoruz, e sosyalleşmeye ve fiziksel aktiviteye de ihtiyacımız var, öyle saçmalık mı olur" dediler. E haklılar.. Almanya'daki 70'liklerin yapabildiğini neden Türkiye'dekiler yapamıyor? İçimdeki ses "çünkü kentler kalabalık değil, Almanlar zaten fazla sosyal değiller, zaten mesafeli insanlar" diye fısıldıyorsa da, karşıt ses yine "nereye kadar sakınacaksın, hep korkarak mı yaşayacaksın? nereye dek erteleyeceksin?" diyor ve sanırım duygu mantığın önüne geçiyor..
İşte sorun tam bu; ben aslında mantık ağırlıklı, sadece sevdiklerim söz konusu olduğunda duygusal yanını dinleyen biriyimdir. İçimdeki çatışmanın tam nedeni de bu: Mantıklı düşününce hayır, duygusal düşününce evet diyor olmam.... İşte yürüyüşün 10.km'sinde bunu anlayınca, "konu sevdiklerimle ilgili, o zaman beynimi değil kalbimi dinleyeceğim ve gideceğim..." dedim. Çünkü; Corona olmasa başka şey olabilir, yine yitirebilirim sevdiklerimi, o zaman? O zaman birlikte geçen her an bir hediye! Gidiyorum :) Sudan çıktım.
Bu konuya karar verince.. Biraz güneşte ısınıp, bir elma yiyip, toparlandım ve yeniden yola düştüm. İkinci yarıda artık düşünmedim, kendimi doğaya saldım. Daha çok baktım, daha çok gördüm, daha çok fotoğraf çektim. Ve; şükrettim, gerçekten güzel bir şehirde yaşadığım için.. Güzelliklerin farkına varabildiğim için..