Kadının tuhaf bir huyu - daha - vardı. Ona bir atasözü öğretirseniz, onun geçerliğini sınamak için bazen yıllar boyu istatistiki bilgiler toplar, çoklu regresyon analizine tabi tutar, ve hatta sonunda bilimsel açıdan gayet nesnel ve genellenebilir sonuçlara varırdı. Mesela "ayva çok, kış uzun olacak" demeye görün, beş sene boyunca ayva üretimi ile havanın derecesini takip eder, notlar alır, kararlar verirdi. Öyleydi o, değiştiremezdiniz.
Adamsa.... O da ayrı hikaye ya, kısaca, kadının aksi gibiydi ama kağıt üzerindeki, hesap kitap defterlerindeki aksi değil, aynadaki aksi. Birbirlerini bulmaları 50 senelerini aldı ama, kader... Bilirsiniz, böyle insanlar önünde sonunda birbirlerini bulur.
Adam çaycıydı. Hayır bayım hayır, çayhane işletmecisi değil, çay tiryakisiydi. Kadınsa..... O ayrı hikaye ya, kısaca, sade Türk kahvesi içerdi kadın. Ama tek bir tane, o da mutlaka kahve-altı. Afyonu patlasın diye. Hayata rağmen, hayata tahammül edebilsin diye.
Adamla kadın, birbirlerini buldukları dünya üzerindeki ortak 50. senelerinde, birlikte çok çaylar ve kahveler içtiler. İstanbul'un altını üstüne getirdiler. Oranın çayı buruk, buranın kahvesi telveli derken derken; ufacık bir esnaf sokağında, demircilerin hemen gerisinde, her tür kırtasiye malzemesini bulduğunuz o tuhaf tuhafiyecinin hemen karşısında hem çayının hem de kahvesinin kusursuz olduğu ufacık tefecik, içi dolu turşucuk bir "cafe" buldular. Adı hoşlarına gitmedi, günler boyu hayali adlar takıp hikayeler yazdılar ama, alıştılar sonunda. İnsan nelere alışmıyor....
İkisinin ortak tuhaf huyu - bir de - kitap koklamaktı. Bunu ilk buluşmalarında farkettiler. Adamın getirdiği kitabı kadının eline alır almaz koklamasıyla oldu bu da. Adamın çatık kaşları hafifçe oynadı, dudakları belli belirsiz kıpırdadı onu izlerken. Kadınsa, bundan bir hafta sonra ikinci buluşmalarında fark etti bu huylarının ortak olduğunu. Adamın kitabına - kadın kendisine verilen hiç bir hediyenin altında kalmak istemezdi - karşılık getirdiği kendi kitabına uzanan adamın, kitaba teşekkür bile etmeden önce burnuna götürüp koklamasından anladı. Bu ilişki fırtınalı olacaktı.
Dünya üzerinde 50 sene geçiren insanların anlayışlı halleri vardı adamda. Halbuki aynı haller kadında olunca, yorgunluk olmuştu adı. Düpedüz haksızlıktı ya; kır saçların erkekler ve kadınlar için farklı betimlenmesi gibi, bu haksızlığa da alışmıştı kadın. Dedim ben; insan çok şeye, belki de her şeye alışıyor, önünde sonunda.
Kadınla adam, birbirlerini sevdiler elbet ama farklı sevdiler. Kadın, kadınca sevdi. Adamsa adamca. Ortada buluşmak mümkün olmadı. 51. yaşlarına ikisi de yalnız girdiler. Halbuki aynı günde, aynı şehirde - ve uydurdukları hikayelerine inanırsak, aynı hastanenin doğum kliniğinde biri Zeynep diğeri Kamil künyesiyle - doğmuşlardı ve "bundan sonra hep birlikte kutlayalım doğum günlerimizi" diye söz vermişlerdi birbirlerine. Olmadı.
Saçma bir meseleden büyük fırtınalar çıkardılar bir gün. Kalktı gitti kadın, dönüşü mümkün olmadı. Gel demedi adam. Adama göre aralarında konuşulacak hiç bir şey kalmamıştı. Kadın da alıştı buna. Artık siz de biliyorsunuz; nelere alışılmıyor ki...
Adam 30, kadınsa - ülke genelinde yapılan istatistiklere uygun olarak erkekten ortalama 2 sene uzun - tam 32 sene daha yaşadı bu dünyada. İkisi de, iki yıl farkla aynı günde göçüp gitti. Ama bu tuhaf ve dahi genellenemeyen istatistiki bilgiden kimsenin haberi olmadı. Bu satırları yazan kişi, bu hikayeyi sadece hayal etti belli ki..
..
.
Belki de, paralel bir evrende hiç gitmedi kadın, geri dön dedi adam, özlüyorum dedi, sensiz çayın bile tadı yok dedi. İşte o an koşarak döndü kadın, bir sade kahve söyledi, sustu, başka bir şey söylemedi. Koydu elini adamın yanağına, onu ilk defa öptüğü günki gibi öptü.
Tam 30 sene birlikte yaşadılar. İki yıl arayla aynı günde göçüp gitmelerini "aşktan bilen" ise, bari bir çocuğu okutalım diyerek liseden doktoraya kadar okuttukları, haftasonları yurttan yanlarına kalmaya gelen, birine demli bir çay, diğerine sade bir kahve ve üç kişilik masaya da siyah zeytinli, kızarmış ekmekli, beyaz peynir ve üstüne kekik serpilmiş domatesli mükellef bir kahvaltıyı "tatlılarııım, haydi, kahvaltı hazııııııır" diyerek hazırlayan o kız evlat? Elif.
Elif diye bir kızımız olsun. Romantik bir filmin gösterildiği bir sinema dönüşü olsun o da.
Ya da bir bale dönüşü. Bunu istiyorum ben.
Sen ne güzel bir Elif doğurursun. Başına kırmızı kurdeleler bağlarsın.
Evet, Elif. *
Elif karşılaştırmalı edebiyat alanında doktorayı bitirdikten sonra, hikayeler yazmaya başladı. Ve tam bugün, aynı gün doğan ve aynı gün ölen koruyucu ebeveynleri hakkında bu hikayeyi yazdı. Herkesin haberi olsun diye. ..ve oldu.
*Cemal Süreya, on üç günün mektupları.
28 Ocak 2020 Salı
18 Ocak 2020 Cumartesi
Haşhaşlı çörek
Daha gün "aymadı" ama içimdeki ses fısıldamıyor, bağırıyor bu karanlıkta: "bugün güzel bir gün olacak!". Ne demiştik; o vazgeçip güzel olana dek, inadına söyleyeceğim bunu. Birazdan havuz açılacak. Büyük ihtimalle bir saate yakın olimpik kısımda, hep yaptığım gibi soldan bir önceki kulvarda tek başıma yüzeceğim. Sonra gün başlayacak, etrafımdaki herkes ve herşey metronom hızında akarken, ben olan bitenin tam ortasında kalmış şaşkın bir salyangoz gibi izleyeceğim, dinleyeceğim, hikayelerimi toplayacağım ve şanslıysam, bugün, sonunda, yeniden, kendim gibi yazmaya başlayacağım..... Ve bu yazı; uzun süre sonra ilk defa, silinmeden kalacak. Hissediyorum.
*
Bizim ailede çok fazla kültür var. Saymaya kalksam en az 10 farklı ırk, dil, din. En büyük aile zenginliğimizin bu çok renklilik olduğunu düşünüyor, her birini gururla taşıyorum içimde. Ama bu çoklu kültürden benim "kendi kültürümü bulmamı sağlayan" biri var ki; onun yeri ayrı. Ananem. Anneannem değil hayır, özellikle, üstüne basa basa: ananem!
Ne yapsa güzel yapan kadınlardandı ama cevizli haşhaşlı çöreği ayrı bir enfes olurdu. Çocukken hiç sevmezdim; görüntüsü hoşuma gitmezdi, kokusu ağır gelirdi, içindeki cevizleri buruk, haşhaşı ise tuhaf, egzotik ve çocuk aklınca "uzak durulması gereken" bir gıda maddesi ilan ettiğimden, ne zaman pişse suratım asılırdı. Halis zeytinyağı ile piştiği için, kokusu da kendi gibi sertti. Mümkünatı yok bana yediremezlerdi: "Kızım bi dilinin ucuyla tat, hiç tatmadan nasıl sevmem dersin?"
Ananemin her yaptığında ailede olay olan, hele babamın pişmesini parıldayan gözlerle, ufacık bir çocuk gibi mutfağın kenarında ve "haşhaşlı çörek varsa başka şey yenmez, beklenir" diyerek gün boyu aç beklediği Haşhaşlı çöreği ben ilk defa yediğimde 31 yaşındaydım! Fırından yeni çıkmıştı, sıcacıktı, yanına demlenen çayla kokusu harmanlanıyor ve insana gitmediği uzak diyarların, çocukluğunda okuduğu resimli çizgi romanların, hatta uzun Ağustos gecelerinde balkona serilen halının üzerine kurulan çocuk yatağında dedesinden dinlediği büyülü seyahat masallarının kokusunu hatırlatıyordu. Hatta denizin sesini.... En çok da denizin sesini. Yoksa 31 senelik inadımı kırar mıydım hiç?
Çörek ağzımda dağılırken, çok zevk aldığım tüm anlardaki gibi gözlerimi kısmış ya da tamamen kapatmış olmalıyım çünkü lokmam bitip de kendime geldiğimde, ailedeki herkes dikkatle yüzüme bakıyor ve muzipçe gülümsüyordu. Haşhaşlı çörek, ailedeki son kalesini de eline geçirmiş, hükümdarlığını ilan etmişti. Çaresiz, bir çay daha koydum...
Ananemin vefatından sonra, gerek teyzelerim, gerek annem, hatta babam bile çok denedi. Onun yaptığı gibi asla olmadı, olamadı.. Aysan'ın sorusuna cevap; gittiğinde onunla birlikte gidiyor herşey, doğru. Ama kalmak... Bıraktığı boşluğa rağmen yaşamak.. En zoru o.
*
Bizim ailede çok fazla kültür var. Saymaya kalksam en az 10 farklı ırk, dil, din. En büyük aile zenginliğimizin bu çok renklilik olduğunu düşünüyor, her birini gururla taşıyorum içimde. Ama bu çoklu kültürden benim "kendi kültürümü bulmamı sağlayan" biri var ki; onun yeri ayrı. Ananem. Anneannem değil hayır, özellikle, üstüne basa basa: ananem!
Ne yapsa güzel yapan kadınlardandı ama cevizli haşhaşlı çöreği ayrı bir enfes olurdu. Çocukken hiç sevmezdim; görüntüsü hoşuma gitmezdi, kokusu ağır gelirdi, içindeki cevizleri buruk, haşhaşı ise tuhaf, egzotik ve çocuk aklınca "uzak durulması gereken" bir gıda maddesi ilan ettiğimden, ne zaman pişse suratım asılırdı. Halis zeytinyağı ile piştiği için, kokusu da kendi gibi sertti. Mümkünatı yok bana yediremezlerdi: "Kızım bi dilinin ucuyla tat, hiç tatmadan nasıl sevmem dersin?"
Ananemin her yaptığında ailede olay olan, hele babamın pişmesini parıldayan gözlerle, ufacık bir çocuk gibi mutfağın kenarında ve "haşhaşlı çörek varsa başka şey yenmez, beklenir" diyerek gün boyu aç beklediği Haşhaşlı çöreği ben ilk defa yediğimde 31 yaşındaydım! Fırından yeni çıkmıştı, sıcacıktı, yanına demlenen çayla kokusu harmanlanıyor ve insana gitmediği uzak diyarların, çocukluğunda okuduğu resimli çizgi romanların, hatta uzun Ağustos gecelerinde balkona serilen halının üzerine kurulan çocuk yatağında dedesinden dinlediği büyülü seyahat masallarının kokusunu hatırlatıyordu. Hatta denizin sesini.... En çok da denizin sesini. Yoksa 31 senelik inadımı kırar mıydım hiç?
Çörek ağzımda dağılırken, çok zevk aldığım tüm anlardaki gibi gözlerimi kısmış ya da tamamen kapatmış olmalıyım çünkü lokmam bitip de kendime geldiğimde, ailedeki herkes dikkatle yüzüme bakıyor ve muzipçe gülümsüyordu. Haşhaşlı çörek, ailedeki son kalesini de eline geçirmiş, hükümdarlığını ilan etmişti. Çaresiz, bir çay daha koydum...
Ananemin vefatından sonra, gerek teyzelerim, gerek annem, hatta babam bile çok denedi. Onun yaptığı gibi asla olmadı, olamadı.. Aysan'ın sorusuna cevap; gittiğinde onunla birlikte gidiyor herşey, doğru. Ama kalmak... Bıraktığı boşluğa rağmen yaşamak.. En zoru o.
17 Ocak 2020 Cuma
Revnak Hanım ve Revaklar
Revnak / Revak farkı üzerine ufak bir hikâye :)
Sevdiğim ilk kadın beni terk ettiğinde, 3 yaşındaydım ve dünyadan haberim yoktu. Uzun süre söylemediler bana; "teyzenlere gitti, biraz hava alacak, dönecek" dediler, "dün gece sen uykudayken geldi, yanaklarından öptü, sabah da sen uyanmadan, erkenden gitti" dediler. Annemin gittiği yerden geri dönmeyeceğini, istese bile dönemediğini anladığımdaysa, 5 yaşındaydım.
Onu yakından tanımayanların Leylak hanım sandıkları annemin gerçek adı Revnak Hanım'dı. Nadir rastlanan adının anlamı gibi olağanüstü, ışıltılı bir kadındı. Simsiyah, dalga dalga omuzlarına inen saçları, kömür gibi parlak gözleri, kadife gibi ama bembeyaz bir cildi vardı. Ancak ondan kalan resimlerde öğrendiğim bu özelliklerini değil ama, upuzun ipince ellerini hatırlıyorum ben; sarı bebek saçlarımı okşayan, yaptığım tüm yaramazlıklara rağmen beni kucağına alıp sarmalayan uzun şefkatli ellerini.. Bir de kokusunu değil ama, sıcaklığını hatırlıyorum. Ağır yün yorganların altında yine de buz kesen ayaklarımı, arasına soktuğum çıplak bacaklarının sıcaklığını. Beni uyudu sandığı ve kendi de yanımda uyuyuverdiği gecelerde hafifçe inip çıkan nefesinin sıcaklığını. En çok da "hadi gel oğlum, çorbanı iç" dediğinde gözlerinden akan sıcaklığı. Buz kesen camlardan dışarı bakarak onu beklediğim kışlar boyunca, bu hatıraları canlı tutan tek güç, odada yanan odun sobasının uzaktan yanağıma vuran aldatıcı sıcaklığı oldu. Yüzümü çevirdiğim anda yitip giden, sıcak bir nefes gibi..
Orta Anadolu'ya özgü revaklı bir avlusu olan, avlusunda ufak, fıskiyeli bir şadırvanı, şadırvanın ucunda da üzgün bir kavak ile bezgin bir salkım söğüt ağacı olan, geniş ailelerin bir kaç kuşak bir arada yaşadığı türden, geleneksel bir evde annesiz büyüdüm ben. Anneannem ve teyzelerim bu evi çekip çevirir, büyük abla dediğimiz kuzenler bizimle ilgilenir, babam, dayılarım ve büyük abiler, sabah erkenden çıkıp gece geç döndükleri işlerine koşar, biz ailenin güç dengesinin en alt basamağı olan oğlan çocukları da tüm günümüzü bahçedeki böceklerle, haylazlıkla geçirirdik. Gündüzler biz küçük çocuklar için eve gelen öğretmenlerimizle; türlü hesaplar, okuma yazma, cebir geometri ve benim hiç anlamadığım dilleri öğrenmekle geçer, öğlen yemeğinden sonraki bir saatlik zorunlu uyku işkencesini de atlattık mı, akşamları en sevdiğimiz işimiz olan oyuna, hele ki revak içinde çember koşturduğumuz, kovalamaca hatta saklambaç oynadığımız o kızıl saatlere kavuşurduk.
Bu revak, bahçeye açılan bu avlu ve gerisindeki bozkır; çocuk dünyamın merkeziydi. Sadece oyun için değil, ne zaman annemi özlesem yine buraya sığınırdım. Revakların insanı anne gibi üstten kuşatan, güvencede hissetmesini sağlayan mimarisi ile, annemin adındaki fazladan bir N eki arasındaki ilişki de belki beni buna itiyordu.. Tam hikayesi ne olursa olsun; sanırım böyle bir çocukluktan çıkıp, okuyup, ailenin ilk mimarı olup, bugün sönmeye ve unutulmaya yüz tutmuş revak mimarisini modern tasarımlarla birleştirip tekrar gündeme gelmesini sağlayan işlerin altına imza atmamın en önemli nedeni; işte bu olsa gerek..
16 Ocak 2020 Perşembe
Nur tenli
Photo: Cristian Newman, Unsplash
Nurten teyze.. Anneannemin 45 senelik komşusu. Hemen bizim evin gerisinde, onun da Ege'ye bakan bir evi var. Şimdilerde 80’li yaşlarının ortalarında. Balkonunun köşesinde oturup, gün boyu denize, evlerimizin arasındaki yoldan gelen geçene bakıyor. Haziran 2019'da kaybetti 60 yıllık eşi, Orhan Amca’yı. Gözleri denize dalıp gidiyor, sanki “Orhan balıktan dönecek”miş gibi..
Yüzü güneşten hafif kararmış, kısa saçları yüzüne tezat bembeyaz. Buralılar başörtüsü, ayıp, kaçmak falan bilmezler. Yüzü de elleri gibi çillerle dolmuş; gözlerinin kahvesi, kataraktın maviliğiyle buğulanmış. Balıktan ya da zeytinden diyorlar uzun yaşamalarının sırrını ya.. Ama ben biliyorum; asıl sırları muhabbettir, komşuluktur, kahvaltı arkası kahvealtı’dır..
Önce dedem göçtü; Nurten Teyze ananeme tam 17 sene yoldaşlık yaptı. Sonra ananem.. Şimdi de Orhan amca.. Ona yoldaşlık yapan kimse kalmadı. Gelinler var ama sevmez onları; buralılar sevmez gelinlerini, kız çocuk isterler! Olmayınca da koyamazlar gelini onun yerine. Gelinler de ağızlarıyla kuş tutsalar yaranamazlar kayınvalidelerine. Buralıların işi zordur..
Nurten Teyze kaldı öyle bir başına, balkon köşesinde. Neler düşünür, düşünür mü yoksa sadece eskileri mi anar? Eskiden adı gibi nur olan tenini, beneksiz ellerini, ananemle gülüşlerini, eşiyle sevişmelerini.. Kim bilir?
Ben giderim. Yolu geçer, ağır demir kapıyı açar, bahçe içinden kıvrılarak geçen dar yolu tırmanır, kapısı hep açık olan (bu küçük köyde kapılarımız hep açıktır bizim) evine girer, balkonda değilse “Nurten Teyzeeeee” diye bağırır, ziyaret ederim. Bu benim görevim değil; O bana ananemden yadigar, ondan giderim. Onu görünce, burnuma ananemin kokusu geldiği için..
15 Ocak 2020 Çarşamba
Elma ile sevgi arasındaki ilişki
40 yıllık serüvenim boyunca hayatıma giren, çıkan ve şu an itibarıyla hayatımda bulunan, yaşı 1'den 70'e tüm erkeklerin ortak özelliği; elma sevmeleri. Ya da belki ben elma seven adamları seviyorum, tam emin değilim. Ama bu bir gerçek; erkeğin elma seveni düşüyor bahtıma.
Diğer ortak özellikleri; çabuk üşütüp burunlarının sık sık tıkanması ya da bahar ve yazbaşı dönemde alerjik hapşırıklar aksırıklar ve kutularca selpak mendile talim etmeleri. Bir de ellerinin çok güzel olması. Ama bunun konuyla alakası yok, konumuz: elma.
42 yıllık evlilikleri boyunca, babam istisnasız her akşam anneme "bıçak ucuna saplanmış elma dilimi" sunmuştur. Japonların çay seremonisi gibi, elmanın sunuluşunun da bir merasimi vardır bizim evde. Elmalar mevsimiyse bahçedeki ağaçtan, değilse en kaliteli, kütür kütür ve parlak olanlar arasından seçilir. Küçük yeşil yaz elmaları ve içi pembe beyaz Amasya elmalarını saymazsak, genellikle iri koyu kırmızı elmalar evimize girmeye hak kazanır. Günün hiç bir vakti değil, sadece akşam yemeğinden sonra, bulaşıklar kaldırılmış, çay konmuş, aile efradı televizyon karşısında kendine özel koltuğunda yer almışsa, babam birden ayağa fırlar ve elma kesmeye ortadan kaybolur.
Elma kesmek, törenseldir. Babam genel cerrah olmanın getirdiği sanatsal bir yaklaşımla, elmayı neredeyse sıfıra yakın zayiat yani çekirdek ve sap dışında neredeyse hiç bir kısım ziyan olmayacak şekilde keser. Kabuklarını, yine sağlıkçılıktan özellikle soymaz ve her sefer "baba bu kadar elmayı kim yiyecek?" dediğimiz şekilde, devasa bir elma tabağı yapıp, önümüze sürer. Ama iş onunla da bitmez, eğer elmalara uzanmadığımızı görürse, birer birer bıçağın ucuna takıp, burnumuza kadar uzatır.
Yıllarca bunun sevgiyle ilişkisi olduğunu anlamadım ben ve "ya ben elmayı ısırarak yemeyi seviyorum" diye bir de dilimlenmiş elmaya surat yaptım. Ta ki dün babamla esrik ilişkiler üzerine konuşur ve fikrini sorarken "sana bir elma kessin, ya da sen ona kes" diyene dek.. Birden anladım. Elma kesmek, bıçağın ucuna saplayıp "elma?" diye birine uzatmak, bizatihi sevgi demek.. Açık açık seni seviyorum demek yerine, "elma çok güzel, sana kestim" diyebilmek.
Ve bir küçük hikâye:
Onu ilk defa gördüğümde bahçedeki elma ağacının altındaydım. Küçücük ağacın elmaları öyle çoktu ki, ağaç taşıyamamış, yerlere bırakmıştı.O gün şansa bak, yerlere düşen elmaları toplayıp eteğimin içine doldurabildiğim, çiçek desenli upuzun basma bir elbise giymiştim. Elim kolum elma doluydu ve neşe içinde etrafımda gördüğüm ilk insana - O'na - "elmalara bak, ne kadar güzeller!" diye seslenmiştim, sevincim içimden taşıp başka bir insana akmıştı. Gülümsemiş, yardıma gelmişti. Topladığımız kucak dolusu elmanın birkaçını, merdivenin en alt basamağına oturup beraberce dişlerken, sohbet sohbeti açmış, "artık eve gitmeliyim" diye ayağa kalktığımdaysa, elmadan bile yeşil gözlerini yüzüme dikmiş, sonra birden kalkıp beni belimden tutup kendine çekmiş, kimselerin görmediği o kuytu merdiven altında öpmüştü ilk defa. Ellerimdeki, eteklerimdeki elmalar düşmüş, saçılmıştı her yere... Daha dün gibi. Oysa üstünden neredeyse 15 sene geçmiş.
Kırıldı bana. Ne yapsam fayda etmiyor. Yeşil gözleri sarıya dönmüş, sonra bal rengine.. Belli, uzak düşmüşüz birbirimizden. Aradaki mesafeyi aşmak istemiyor, artık denemek ve yeniden yanılmak da istemiyor. Bense onu izliyorum, karşısındaki koltuktan, dağınık aklından öpesim geliyor. Öyle çok seviyorum ki. Yapamıyorum. Dokunamıyorum. Usulca kalkıyorum yerimden, mutfağa gidiyor, en sevdiği yeşil elmalardan birini alıyorum. Yıllarca babamın cerrah ellerini izlerken öğrendiğim şekilde, hiç zayiat vermeden, dört eşit mükemmel parçaya kesiyorum elmayı. Birini bıçağın ucuna saplıyorum. Yanına gidip, uzatıyorum bir bıçak mesafesinden ona... "Elma," diyorum, "çok güzel, senin için kestim, ister misin?"
Diğer ortak özellikleri; çabuk üşütüp burunlarının sık sık tıkanması ya da bahar ve yazbaşı dönemde alerjik hapşırıklar aksırıklar ve kutularca selpak mendile talim etmeleri. Bir de ellerinin çok güzel olması. Ama bunun konuyla alakası yok, konumuz: elma.
42 yıllık evlilikleri boyunca, babam istisnasız her akşam anneme "bıçak ucuna saplanmış elma dilimi" sunmuştur. Japonların çay seremonisi gibi, elmanın sunuluşunun da bir merasimi vardır bizim evde. Elmalar mevsimiyse bahçedeki ağaçtan, değilse en kaliteli, kütür kütür ve parlak olanlar arasından seçilir. Küçük yeşil yaz elmaları ve içi pembe beyaz Amasya elmalarını saymazsak, genellikle iri koyu kırmızı elmalar evimize girmeye hak kazanır. Günün hiç bir vakti değil, sadece akşam yemeğinden sonra, bulaşıklar kaldırılmış, çay konmuş, aile efradı televizyon karşısında kendine özel koltuğunda yer almışsa, babam birden ayağa fırlar ve elma kesmeye ortadan kaybolur.
Elma kesmek, törenseldir. Babam genel cerrah olmanın getirdiği sanatsal bir yaklaşımla, elmayı neredeyse sıfıra yakın zayiat yani çekirdek ve sap dışında neredeyse hiç bir kısım ziyan olmayacak şekilde keser. Kabuklarını, yine sağlıkçılıktan özellikle soymaz ve her sefer "baba bu kadar elmayı kim yiyecek?" dediğimiz şekilde, devasa bir elma tabağı yapıp, önümüze sürer. Ama iş onunla da bitmez, eğer elmalara uzanmadığımızı görürse, birer birer bıçağın ucuna takıp, burnumuza kadar uzatır.
Yıllarca bunun sevgiyle ilişkisi olduğunu anlamadım ben ve "ya ben elmayı ısırarak yemeyi seviyorum" diye bir de dilimlenmiş elmaya surat yaptım. Ta ki dün babamla esrik ilişkiler üzerine konuşur ve fikrini sorarken "sana bir elma kessin, ya da sen ona kes" diyene dek.. Birden anladım. Elma kesmek, bıçağın ucuna saplayıp "elma?" diye birine uzatmak, bizatihi sevgi demek.. Açık açık seni seviyorum demek yerine, "elma çok güzel, sana kestim" diyebilmek.
Ve bir küçük hikâye:
Onu ilk defa gördüğümde bahçedeki elma ağacının altındaydım. Küçücük ağacın elmaları öyle çoktu ki, ağaç taşıyamamış, yerlere bırakmıştı.O gün şansa bak, yerlere düşen elmaları toplayıp eteğimin içine doldurabildiğim, çiçek desenli upuzun basma bir elbise giymiştim. Elim kolum elma doluydu ve neşe içinde etrafımda gördüğüm ilk insana - O'na - "elmalara bak, ne kadar güzeller!" diye seslenmiştim, sevincim içimden taşıp başka bir insana akmıştı. Gülümsemiş, yardıma gelmişti. Topladığımız kucak dolusu elmanın birkaçını, merdivenin en alt basamağına oturup beraberce dişlerken, sohbet sohbeti açmış, "artık eve gitmeliyim" diye ayağa kalktığımdaysa, elmadan bile yeşil gözlerini yüzüme dikmiş, sonra birden kalkıp beni belimden tutup kendine çekmiş, kimselerin görmediği o kuytu merdiven altında öpmüştü ilk defa. Ellerimdeki, eteklerimdeki elmalar düşmüş, saçılmıştı her yere... Daha dün gibi. Oysa üstünden neredeyse 15 sene geçmiş.
Kırıldı bana. Ne yapsam fayda etmiyor. Yeşil gözleri sarıya dönmüş, sonra bal rengine.. Belli, uzak düşmüşüz birbirimizden. Aradaki mesafeyi aşmak istemiyor, artık denemek ve yeniden yanılmak da istemiyor. Bense onu izliyorum, karşısındaki koltuktan, dağınık aklından öpesim geliyor. Öyle çok seviyorum ki. Yapamıyorum. Dokunamıyorum. Usulca kalkıyorum yerimden, mutfağa gidiyor, en sevdiği yeşil elmalardan birini alıyorum. Yıllarca babamın cerrah ellerini izlerken öğrendiğim şekilde, hiç zayiat vermeden, dört eşit mükemmel parçaya kesiyorum elmayı. Birini bıçağın ucuna saplıyorum. Yanına gidip, uzatıyorum bir bıçak mesafesinden ona... "Elma," diyorum, "çok güzel, senin için kestim, ister misin?"
12 Ocak 2020 Pazar
Anlamsız bir gece
Üçümüz çıktık. İki elimiz kanda olsa, 6 senedir ayda mutlaka bir geceyi birbirimize ayırıyoruz. Yoksa balatalar yanar. Üçümüzün de temel derdi aynı; mızmız çocuklar, iş yükü, anlamsız küçük günlük dertler. Basite indirgersem; beyaz, eğitimli, üst sed kişisinin yeryüzündeki insanların %90’ına anlamsız gelecek birinci dünya sorunları. Ölesiye sıkıcı olmaktan kurtaran, üçümüzün de birbirinden renkli kişiliği. 6 senedir bu kadınlar olmasa bir çok defa sıyırmıştım..
Japon mutfağını sevmeyen ve Almanya dışında yaşayan birine hiç bir anlam ifade etmeyecek kelimeler topluluğunu içeren “hesap çeki”ne halâ gülüyorum. “Ne yediniz ne içtiniz yahu?!” derseniz, açıklayabilirim. Ramen, japonların içinde makarna sebze ve isteğe bağlı hayvanat olan ünlü çorbası. Edamame, benim öle bayıla ayıklaya ayıklaya yediğim buharda pişmiş yeşil fasülye taneleri, Buta Karameru domuzlu sulu bir yemek ve Gyoza da uzakdoğunun genelinde yapılan bizdeki mantının uzak akrabası, içi sebzeli ya da etli olabiliyor, buharda pişiyor soya sosuna daldırılarak yeniyor. İçeceklere gelirsek; wein schorle beyaz şarap ile soda karışımı, Almanya’da biradan sonra özellikle kadınlar tarafından en çok içilen içki. Paulaner Spezi yine Alman buluşu cola ile fanta karışımı, Radler yine Alman buluşu bira ile sprite karışımı. Hiç ivvvvrenç demeyin, içtiğinizde “vay Aleman tekniiik” diyorsunuz :) Yani “anlamsız” faturamızın açıklaması bu.
Ama gece anlamlıydı. Birimiz açık evlilik yaşıyor (eşler arası anlaşmalı başka insanlarla flört etme durumu), diğerimiz (spezi içen) ağır depresyon tedavisinde olduğundan alkolü kesmiş, ben de Allah ne etsin beni bilmem.. Bu sıralar ben de bi tuhafım doğrusu. Odaklanamıyorum, içine giremiyorum sanki hayatın. Herşeyim varken, neden bu huzursuzluk..?
Tuhaf fatura etrafındaki tuhaf kadınlar.. Zaman zaman gerekiyor böyle kadınlar; yargısız, kabul edici, ihtiyacın olduğunda hazır..
Yazan: Anti-C.
Japon mutfağını sevmeyen ve Almanya dışında yaşayan birine hiç bir anlam ifade etmeyecek kelimeler topluluğunu içeren “hesap çeki”ne halâ gülüyorum. “Ne yediniz ne içtiniz yahu?!” derseniz, açıklayabilirim. Ramen, japonların içinde makarna sebze ve isteğe bağlı hayvanat olan ünlü çorbası. Edamame, benim öle bayıla ayıklaya ayıklaya yediğim buharda pişmiş yeşil fasülye taneleri, Buta Karameru domuzlu sulu bir yemek ve Gyoza da uzakdoğunun genelinde yapılan bizdeki mantının uzak akrabası, içi sebzeli ya da etli olabiliyor, buharda pişiyor soya sosuna daldırılarak yeniyor. İçeceklere gelirsek; wein schorle beyaz şarap ile soda karışımı, Almanya’da biradan sonra özellikle kadınlar tarafından en çok içilen içki. Paulaner Spezi yine Alman buluşu cola ile fanta karışımı, Radler yine Alman buluşu bira ile sprite karışımı. Hiç ivvvvrenç demeyin, içtiğinizde “vay Aleman tekniiik” diyorsunuz :) Yani “anlamsız” faturamızın açıklaması bu.
Ama gece anlamlıydı. Birimiz açık evlilik yaşıyor (eşler arası anlaşmalı başka insanlarla flört etme durumu), diğerimiz (spezi içen) ağır depresyon tedavisinde olduğundan alkolü kesmiş, ben de Allah ne etsin beni bilmem.. Bu sıralar ben de bi tuhafım doğrusu. Odaklanamıyorum, içine giremiyorum sanki hayatın. Herşeyim varken, neden bu huzursuzluk..?
Tuhaf fatura etrafındaki tuhaf kadınlar.. Zaman zaman gerekiyor böyle kadınlar; yargısız, kabul edici, ihtiyacın olduğunda hazır..
Yazan: Anti-C.
5 Ocak 2020 Pazar
CBD yağı nedir, faydaları / zararları?
Konumuz "kontrollü çılgınlıklar" olunca.. CBD yağı Türkiye'yi ele geçirdi mi, bilmiyorum. Buraları son üç senedir kasıp kavuruyor. Nedir bu CBD yağı, ne işe yarar, zararı var mıdır?
Bizim lügatta kenevir, cannabis ya da marijuana denen bitkinin içindeki keyif verici (kafa yapıcı) THC maddesinin alınması ile geride kalan yağa CBD yağı (Cannabidiol) deniyor. Bizzat kullandığım, memnun kaldığım ve sorana tavsiye ettiğim "takviye"lerden biri olduğu için bahsetmek istiyorum. Anksiyete yani endişe ve günlük gerginliklerden, uyku bozukluklarına, ağrı kesici özelliğine ve hatta kanserin doğal-takviye tedavilerine kadar CBD her alana yayılmış vaziyette. Sağaltıcı etkisi gerçekten var mı yoksa tamamen "placebo" etkisi yani psikolojik inanç yoluyla rahatlama mı veriyor derseniz; ben etkisi olduğuna inananlardanım.
CBD Yağı, yaşadığım ülkede tamamen serbest ve sağlık alanında yaygın olarak kullanılıyor. Türkiye'de ise, kenevir üretimi özel izne tabi ve CBD yağı halen yurtdışından getirtiliyor ve özel amaç ve uygulamalarda kullanılıyor. Aktarlarda satılan "kenevir tohumu yağı" ile CBD yağının alakası yok. Bu yağların içindeki CBD oranı son derece az olduğu için hiç bir olumlu etkisini göremezsiniz. Türkiye'deki yasal son durumu buradan takip edebilir, reçete ile getirtebilirsiniz.
Terapist olarak CBD yağını (CBD içeriği %2-10 arası (ideal:%5) olmalı) danışanlarıma öneriyorum çünkü özellikle endişe (anksiyete) ve gerilime bağlı migren ağrılarında harikalar yarattığına bizzat şahit oldum. Bağımlılık ya da kafa yapması söz konusu değil çünkü uyuşturucu madde içermiyor, tamamen rahatlama amaçlı doğal tedavi olarak kullanılıyor. CBD'nin beyindeki nörotransmitterler üzerinde etkin gücü var, dopamin ve serotonin düzeylerini arttırarak anksiyete ve depresyonu düzenlemeye, doğal antioksidan oluşu nedeniyle de bağışıklık sistemini güçlendirmeye yarıyor. Ayrıca çeşitli araştırmalarda migren ve kas ağrılarında da olumlu etkisi olduğu kanıtlanmış. Ayrıca içeriğinde THC bulunmadığı için, esrar kullanımında görülen paranoyak düşünceler, bağımlılık gibi yan etkilere de rastlanmıyor.
Kısaca CBD yağı ya da cannabidiol için; danışanlarıma önerdiğim ve psikolojik olarak kendimi gergin ve yorgun hissettiğim dönemlerde bizzat kullandığım mucizevi bir "hayat yardımcısı" diyebilirim.
*Terapist C.
Bizim lügatta kenevir, cannabis ya da marijuana denen bitkinin içindeki keyif verici (kafa yapıcı) THC maddesinin alınması ile geride kalan yağa CBD yağı (Cannabidiol) deniyor. Bizzat kullandığım, memnun kaldığım ve sorana tavsiye ettiğim "takviye"lerden biri olduğu için bahsetmek istiyorum. Anksiyete yani endişe ve günlük gerginliklerden, uyku bozukluklarına, ağrı kesici özelliğine ve hatta kanserin doğal-takviye tedavilerine kadar CBD her alana yayılmış vaziyette. Sağaltıcı etkisi gerçekten var mı yoksa tamamen "placebo" etkisi yani psikolojik inanç yoluyla rahatlama mı veriyor derseniz; ben etkisi olduğuna inananlardanım.
CBD Yağı, yaşadığım ülkede tamamen serbest ve sağlık alanında yaygın olarak kullanılıyor. Türkiye'de ise, kenevir üretimi özel izne tabi ve CBD yağı halen yurtdışından getirtiliyor ve özel amaç ve uygulamalarda kullanılıyor. Aktarlarda satılan "kenevir tohumu yağı" ile CBD yağının alakası yok. Bu yağların içindeki CBD oranı son derece az olduğu için hiç bir olumlu etkisini göremezsiniz. Türkiye'deki yasal son durumu buradan takip edebilir, reçete ile getirtebilirsiniz.
Terapist olarak CBD yağını (CBD içeriği %2-10 arası (ideal:%5) olmalı) danışanlarıma öneriyorum çünkü özellikle endişe (anksiyete) ve gerilime bağlı migren ağrılarında harikalar yarattığına bizzat şahit oldum. Bağımlılık ya da kafa yapması söz konusu değil çünkü uyuşturucu madde içermiyor, tamamen rahatlama amaçlı doğal tedavi olarak kullanılıyor. CBD'nin beyindeki nörotransmitterler üzerinde etkin gücü var, dopamin ve serotonin düzeylerini arttırarak anksiyete ve depresyonu düzenlemeye, doğal antioksidan oluşu nedeniyle de bağışıklık sistemini güçlendirmeye yarıyor. Ayrıca çeşitli araştırmalarda migren ve kas ağrılarında da olumlu etkisi olduğu kanıtlanmış. Ayrıca içeriğinde THC bulunmadığı için, esrar kullanımında görülen paranoyak düşünceler, bağımlılık gibi yan etkilere de rastlanmıyor.
Kısaca CBD yağı ya da cannabidiol için; danışanlarıma önerdiğim ve psikolojik olarak kendimi gergin ve yorgun hissettiğim dönemlerde bizzat kullandığım mucizevi bir "hayat yardımcısı" diyebilirim.
*Terapist C.
1 Ocak 2020 Çarşamba
Üç yıl sonra, merhaba!
Bu bloğa son yazımı Kasım 2016'da yazmışım, yani 3 senenin de üzerinde bir zaman önce. Peki neden yeniden ve neden bugün? Ve hatta neden ismimi "Kontrollü Çılgınlıklar" olarak değiştirdim?
Çünkü içimde önüne geçilemez bir yazma, ifade etme, kendimden geriye kelimelerin izini bırakma isteği var. 3 sene önce neden gittiysem, şimdi de o nedenle döndüm. İçimdeki 3 farklı kadın (anne / terapist / çılgın bayan C.) kâh birbiriyle savaş halinde, kâh birbirini tamamlama derdinde..
Beni bunca zaman sonra bu halimle kabul edecek misiniz bilmem sevgili okuyucularım. Göreceğiz.
Haydi o zaman daha fazla oyalanmayalım, hemen başlayalım.. Tekrar hoş bulduk!