2012'de yanaklarımız sağlıktan al al, gözlerimiz neşeden pırıl pırıl, kalbimiz aşkla pıtır pıtır olsun. Yatağımıza girdiğimizde huzur bizi bulsun ve mışıl mışıl uyutsun. Kararsızlıklarımız yaşam felsefemiz, seçeneklerimiz zenginliğimiz olsun. Sevgi hayatımızın merkezinde olsun; midemiz kelebeklerle dolsun. Hayatımızda oyuna, sanata, seyahate daha çok yer olsun. İşyerinde, trafikte ve sıkıcı insanların yanında zaman daha hızlı geçsin. Günbatımları kıpkırmızı olsun. Hergün en az birkaç kez kahkaha atacağımız nedenlerimiz olsun. 2012; yaşadıklarının değerini bilen ve mutluluğu yayan herkes için çok güzel bir yıl olsun!
İşte benim 2012 Wish List'im :)
1. Maya takvimi safsata çıksın; henüz seyahat etmek istediğim ülkeler, denemek istediğim maceralar, yaşamak istediğim güzellikler var!
2. Deniz kıyısında daha çok zaman geçirebileyim; kulaklarım dalga sesiyle dolsun.
3. Sokaklarda daha çok kucaklaşan ve öpüşen insan olsun.
4. Elimden kayıp düşen tüm reçelli ekmeklerin reçelli kısmı üste gelsin.
5. Bu sene de biricik aşkım tarafından 365+1 kez öpülerek uyandırılayım.
6. Doktora raporlarımı yazarken bilgisayarım çökmesin ya da ilahi bir güç beni her iki dakikada bir dürtsün de yazdıklarımı sık sık kaydedeyim, hatta yedekleyeyim.
7. İki tekerlek, raylar ya da bulutlar üzerinde katettiğim yollar, dört tekerlek üzerindekinden daha çok olsun.
8. Beyaz eldivenlerimi bembeyaz tutabilecek, üzerine dökülen kırmızı şarabı çıkarabilecek (aynı zamanda da çevre dostu) ulvi bir deterjan icad edilsin; ya da her beyaz giydiğimde üzerime kırmızı renkli bişeyler dökülmesin.
9. Ananoşumun ekşili köftesini, annemin enginarını, babamın buğulama balığını, küçük teyzemin biber dolmasını, büyük teyzemin ayşekadın fasülyesini, kuzenimin ıspanaklı istiridyesini onlarla birlikte daha sık yiyebileyim.
10. Sanat düşkünü kocamın beni sürükleyip durduğu, iç içe geçmiş plastik borular ya da bana göre tersten asılması gereken yağlıboya tablolardan oluşan "comtemporary art" sanat eserlerine "bu ne ya? bişeye benzemiyo" diyecek gücü bulayım.
11. 2011 biterken; Spiritz aperol denen 70'lere özgü o mide bulandırıcı kavuniçi içki ve buna eşlik eden kibarcası kahverengi (aslı kaka rengi) araba modası tedavülden kalksın; her ikisinin de kokusu burnumdan uçsun gitsin.
12. Aşı olmayayım, kan aldırmayayım, iğne hiç hiç hiç olmayayım.
13. Bu sene atılan kartoplarını tam enseme yemeyeyim, yediysem de sırtıma doğru kayarak içime inmesinler.
14. Kiraz, kereviz, kekik, çipura ve yeşil elma bu sene bol olsun.
15. Otobüs yolculuklarında psikolog olduğumu söylediğimde insanlar hemen sorunlarını anlatmaya başlamasın ya da muhabbetin bir noktasında "görüyosun işte ben de bi nevi psikolog oldum" demesin.
16. Bu sene içtiğimiz biralar göbek yapmasın.
17. İnsanlar kışın daha rengarenk giyinsin; heryerde siyah ve gri olmasın.
18. Koşu bandında rahatça koşabildiğim 20dk'yı doğada neden koşamadığımı bana açıklayabilecek bir insan evladıyla tanışayım. Ya da doğada da koşabileyim yahu.
19. Bu sene bulunduğum üniversite, banka, vatandaş büroları gibi devlet mercilerinde çok sıra beklemeyeyim, müdürün odasındaki deri koltuğa davet edileyim, işim halledilirken "ne içersiniz?" diye sorulduğunda "bir cin-tonik lütfen" diye cevap verebileyim ve tam o sırada uyanıvermeyeyim.
20. Bu sene çok değişik heyecanlar, mutluluklar, keyifler ve yeni yeni maceralar yaşayayım. Blogum neşeli ve keyifli yazılarla dolsun :)
MUTLU YILLAR!
31 Aralık 2011 Cumartesi
17 Aralık 2011 Cumartesi
Dini bütün, yarım, çeyrek; nasıl alırsınız?
Kulaktan dolma din bilgime göre, bizim dinde peygamberi görmek kutsal kabul edilir; birçok dindar insan bu umutla hatimler indirirmiş. Ben dindar değilim; ama evet Kuran'ı da diğer kutsal kitapları okuduğum gibi okumuşluğum var. Ama bundan değildir sanmıyorum, belirli aralıklarla Hz. Muhammed ile sohbet ediyoruz. Oldukça karizmatik biri olduğunu söylemeliyim, ayrıca üzerinden buram buram çok büyük bir sevgi hissi geliyor insana, sanki bir büyük ağabeyle sohbet ediyorsunuz, çölün ortasında biryerlerde kamp ateşinin başında.. (Bu arada, Hz.Muhammed ile çöpşişlere geçirilip ateşte közlenmiş marşmelov yemek nasıl bir psikopati göstergesidir?!?) Ben tabii fırsattan istifade kendisine soruyorum neden başörtüsü? neden kurban? gibi çözemediğim konuları ve sürmeli gözleri uzaklara dalıyor "çok yanlış anladılar, işlerine geleni anladılar" derken.. Yoruma açık, sonuçta rüya değil mi? Herneyse, yine de güzel bir rüyalar serisi bu. Sizlere de nasib olsun inşallah.
Dindar olmadığım ve 10 senelik seküler nöro-psikoloji ve klinik eğitimi aldığım için, beni asıl rüyaların ters yüz olmuş hali ilgilendiriyor. Neydi bu, benim bilinçaltımda bunun yansıması ne olabilir demeyi seviyorum. Evet hafif psikopati var mizacımda ve belki de bu nedenle bilinçaltım renkli ve hareketli; Apollo 11 ile uzayda turlamışlığım, haçlı seferlerinde toplu giyotinle öldürülmüşlüğüm, LA'daki bir rock konserinde sahneden seyircilerin üzerine atlamışlığım, Cousteau ile sohbet ede ede denizler altında 20.000 fersah almışlığım, uçmaktan helak olup uyandığımda kas ağrısı çekmişliğim (psikosomatik tabii ki), ne ararsanız var. Gerçekte yaşayamadıklarımızı bize tattıran güzel hayat / hayal deneyimleri rüyalar..
Bir de dün geceki var, yine uçmuşum da uçmuşum. 2012 yeni yıl gecesindeyiz, bir partiden dönüyoruz, kalabalıkta birlikte olduğum insanları kaybediyorum, başka (ve sıklıkla olduğu gibi tanımadığım) insanlar var yanımda. Mesela simsiyah upuzun bir cübbesi ve upuzun incecik parmakları olan bir pilot var, saçları gün batımı renginde bir kız var, uzun saçlarıyla Spinoza var bir de, düşünceli. Kalabalıkta yürüyorum bu insanlarla, hepimiz bir yerlerde kaybolmuşuz, evi bulmaya çalışıyoruz. Bir kapı var, orda bir adam duruyor, inanılmaz yakışıklı bir adam, okyanus rengi gözleri var. Muhteşem bir gülümsemesi var. Ben kapıdan geçerken, birden saçımdan bir tutam koparıyor ve cebine atıyor! Acımıyor ama o şokla şaşırıyorum ve o zaman Spinoza diyor ki "olamaz, şeytandı o, bu gece tam 12'de bir savaş olacak, iyilerle kötüler arasında ve şeytan insan ırkından birini seçecek bu gece, onunla ya da ona karşı savaşmak için" ve tüm gece beklediği o kapıda, birini seçtiğinde, onun saçından bir tutam alacak, saat tam 12'de onu tanıyabilmek için.
Dehşete kapılıyorum. Ve birden tüm o kalabalık ve pilot ve saçları gün batımı rengi kız ve Spinoza kayboluyor ve yapayalnızım ve korkuyorum ve üşüyorum. Üşüyorum ve düşünüyorum, şeytanla ya da ona karşı olmayı. Neden ben? (Rüyalardaki bu benmerkezci eğilime bayılıyorum, beyin nasıl bir kimya içinde, nasıl bir nöropsikolojik dalgalanma oluyor da tüm dünya sadece rüya sahibinin çevresinde dönüyorsa).
İstenmeyen bir durumdan kaçış olmadığını anladığımız anda, kendi beden ve ruh sağlığımızı koruyarak bu durumdan nasıl çıkabileceğimize dair beyin mekanizmalarımız işlemeye başlar. Metronom hızında olur biter herşey; binlerce fikir uçuşur, elenir, seçilir ve uygulanır. Tüm bunlar olup biterken şeytanın lacivert gözleri kırmızıya, üzerindeki Armani suit ateşten bir pelerine dönüşüyor, saçlarımın dibinden ayaklarımın altına dek ürperiyorum. Şeytana karşı durabilme olasılığının saçmalığı karşısında.
O an geliyor herşey gözümün önüne uçuşarak geliyor ve ben kazanıyorum savaşı. Çünkü içimden birşerden doğup yayılan inanılmaz bir güç var, sıcak birşey, belki dopamin patlaması, belki sevgi. Ben tanrıya inandığımı ve bir şekilde onun benim yanımda olduğunu hissediyorum ve komik geliyor birden herşey, şeytan, pelerini, son savaş ve ben.. Komik geliyor, saçma geliyor, uyanıyorum o anda.
Belki de dindar biriyim..
Dindar olmadığım ve 10 senelik seküler nöro-psikoloji ve klinik eğitimi aldığım için, beni asıl rüyaların ters yüz olmuş hali ilgilendiriyor. Neydi bu, benim bilinçaltımda bunun yansıması ne olabilir demeyi seviyorum. Evet hafif psikopati var mizacımda ve belki de bu nedenle bilinçaltım renkli ve hareketli; Apollo 11 ile uzayda turlamışlığım, haçlı seferlerinde toplu giyotinle öldürülmüşlüğüm, LA'daki bir rock konserinde sahneden seyircilerin üzerine atlamışlığım, Cousteau ile sohbet ede ede denizler altında 20.000 fersah almışlığım, uçmaktan helak olup uyandığımda kas ağrısı çekmişliğim (psikosomatik tabii ki), ne ararsanız var. Gerçekte yaşayamadıklarımızı bize tattıran güzel hayat / hayal deneyimleri rüyalar..
Bir de dün geceki var, yine uçmuşum da uçmuşum. 2012 yeni yıl gecesindeyiz, bir partiden dönüyoruz, kalabalıkta birlikte olduğum insanları kaybediyorum, başka (ve sıklıkla olduğu gibi tanımadığım) insanlar var yanımda. Mesela simsiyah upuzun bir cübbesi ve upuzun incecik parmakları olan bir pilot var, saçları gün batımı renginde bir kız var, uzun saçlarıyla Spinoza var bir de, düşünceli. Kalabalıkta yürüyorum bu insanlarla, hepimiz bir yerlerde kaybolmuşuz, evi bulmaya çalışıyoruz. Bir kapı var, orda bir adam duruyor, inanılmaz yakışıklı bir adam, okyanus rengi gözleri var. Muhteşem bir gülümsemesi var. Ben kapıdan geçerken, birden saçımdan bir tutam koparıyor ve cebine atıyor! Acımıyor ama o şokla şaşırıyorum ve o zaman Spinoza diyor ki "olamaz, şeytandı o, bu gece tam 12'de bir savaş olacak, iyilerle kötüler arasında ve şeytan insan ırkından birini seçecek bu gece, onunla ya da ona karşı savaşmak için" ve tüm gece beklediği o kapıda, birini seçtiğinde, onun saçından bir tutam alacak, saat tam 12'de onu tanıyabilmek için.
Dehşete kapılıyorum. Ve birden tüm o kalabalık ve pilot ve saçları gün batımı rengi kız ve Spinoza kayboluyor ve yapayalnızım ve korkuyorum ve üşüyorum. Üşüyorum ve düşünüyorum, şeytanla ya da ona karşı olmayı. Neden ben? (Rüyalardaki bu benmerkezci eğilime bayılıyorum, beyin nasıl bir kimya içinde, nasıl bir nöropsikolojik dalgalanma oluyor da tüm dünya sadece rüya sahibinin çevresinde dönüyorsa).
İstenmeyen bir durumdan kaçış olmadığını anladığımız anda, kendi beden ve ruh sağlığımızı koruyarak bu durumdan nasıl çıkabileceğimize dair beyin mekanizmalarımız işlemeye başlar. Metronom hızında olur biter herşey; binlerce fikir uçuşur, elenir, seçilir ve uygulanır. Tüm bunlar olup biterken şeytanın lacivert gözleri kırmızıya, üzerindeki Armani suit ateşten bir pelerine dönüşüyor, saçlarımın dibinden ayaklarımın altına dek ürperiyorum. Şeytana karşı durabilme olasılığının saçmalığı karşısında.
O an geliyor herşey gözümün önüne uçuşarak geliyor ve ben kazanıyorum savaşı. Çünkü içimden birşerden doğup yayılan inanılmaz bir güç var, sıcak birşey, belki dopamin patlaması, belki sevgi. Ben tanrıya inandığımı ve bir şekilde onun benim yanımda olduğunu hissediyorum ve komik geliyor birden herşey, şeytan, pelerini, son savaş ve ben.. Komik geliyor, saçma geliyor, uyanıyorum o anda.
Belki de dindar biriyim..
15 Aralık 2011 Perşembe
Kanlı canlı yılbaşı ağacı
Evet dostlar, uzun süren savaşımda mağlub oldum: ne dediysem ne yaptıysam olmadı ve eve yılbaşı ağacı alındı. Bir önceki yazımda bahsetmiştim, noel zamanının en önemli geleneksel heyecanlarından biri; çam ağacının seçilip beğenilmesi, alınıp eve getirilmesi, kurulup süslenmesi. Bizde de yılbaşı için yapılan, aslında kökeni pagan kültürüne dayanan bir adet bu (ama biz milletçe plastik hayranı olduğumuz için ağaçlarımız da süslerimiz de plastik). Oysa burda plastik ağaç pek tercih edilmiyor, hatta içerdiği PVC nedeniyle insan sağlığına ve ekolojik olarak doğaya daha fazla zarar verdiği de hesaplanmış. Ayrıntılı bilgiyi buradan edinebilirsiniz.
Son bir aydır, eşim bu adetten kesinlikle taviz vermeyeceğini açıkladığından beri evde bitip tükenmek bilmeyen ağaç tartışmaları yaşanıyor. Şaka gibiyiz; her gece yemekten sonra en az bir saat bu ağaç konusunun tarihi, ekolojik, sosyolojik ve psikolojik yönlerini tartışıyoruz. Benim argümanlarım sırf dekorasyon için bir canlının katledilmesinin yanlışlığı üzerine kurulu, eşiminki ise "ama çoooook güzel, hem çok güzel kokuyo, hem insanı mutlu ediyooooo" üzerine kurulu. Ben şu modern yaşamda pagan adetlerini bırakmamız gerektiğini, ekolojik olarak doğayı yaraladığımızı, ağacı getirip pencere önüne dikip süsleyerek bizden fakir durumda olup ağaç alamayan insanları sosyolojik açıdan üzeceğimizi savunurken, eşim "ama, ama çoooook güzel, hem çok güzel kokuyo, hem insanı mutlu ediyooooo" ya devam. Ben konuyu bizim kurban kesme adeti ile karşılaştırmaya kadar vardırdıysam da, sonuçta kendi kendime gazel okuyup durduğum ortaya çıktı, çünkü şu yukarıda gördüğünüz ağaç üç gündür burnumun bir karış uzağında. Üstelik, evet, süsledim de ben onu.. Evet güzel de kokuyo gerçekten.. Geceleri sadece onun üzerindeki minik sarı lambalarla ve birkaç mumla aydınlatıyoruz evi, çok da romantik bir atmosfer oluyor doğrusu. Ama vicdanım sızlamıyor desem yalan olur; resmen zombi sahibi olduk, yaşayan bir ölü var evimizde..
Tek yapabildiğim, iki günde bir alttan su vermek.
Son bir aydır, eşim bu adetten kesinlikle taviz vermeyeceğini açıkladığından beri evde bitip tükenmek bilmeyen ağaç tartışmaları yaşanıyor. Şaka gibiyiz; her gece yemekten sonra en az bir saat bu ağaç konusunun tarihi, ekolojik, sosyolojik ve psikolojik yönlerini tartışıyoruz. Benim argümanlarım sırf dekorasyon için bir canlının katledilmesinin yanlışlığı üzerine kurulu, eşiminki ise "ama çoooook güzel, hem çok güzel kokuyo, hem insanı mutlu ediyooooo" üzerine kurulu. Ben şu modern yaşamda pagan adetlerini bırakmamız gerektiğini, ekolojik olarak doğayı yaraladığımızı, ağacı getirip pencere önüne dikip süsleyerek bizden fakir durumda olup ağaç alamayan insanları sosyolojik açıdan üzeceğimizi savunurken, eşim "ama, ama çoooook güzel, hem çok güzel kokuyo, hem insanı mutlu ediyooooo" ya devam. Ben konuyu bizim kurban kesme adeti ile karşılaştırmaya kadar vardırdıysam da, sonuçta kendi kendime gazel okuyup durduğum ortaya çıktı, çünkü şu yukarıda gördüğünüz ağaç üç gündür burnumun bir karış uzağında. Üstelik, evet, süsledim de ben onu.. Evet güzel de kokuyo gerçekten.. Geceleri sadece onun üzerindeki minik sarı lambalarla ve birkaç mumla aydınlatıyoruz evi, çok da romantik bir atmosfer oluyor doğrusu. Ama vicdanım sızlamıyor desem yalan olur; resmen zombi sahibi olduk, yaşayan bir ölü var evimizde..
Tek yapabildiğim, iki günde bir alttan su vermek.
1 Aralık 2011 Perşembe
Aralık; şıkır şıkır!
Aralık ayı; yılın sonu oluşu, havanın tadının kaçması, denizin bozması, doğanın uykuya geçmesi, kış depresyonlarının kendini hissettirmeye başlaması, metabolizmaların yavaşlaması, insanların huysuzlaşması gibi nedenlerle yılın en sevimsiz ayı olması münasebetiyle; kendini bizlere beğendirebilmek için ancak süslenip püslenerek, giderayak bizi heyecanlandırmak istermiş gibi ışıltılı şekillerde karşımıza çıkar. İşte yine şıkır şıkır geldi önümüze.
Yine etrafı bir alışveriş heyecanı sardı; aslında böyle kendi içinde anlam çelişkisine kurban verdiğimiz "herkese" özel yani "sıradan" günlerde hediye değiş-tokuşunu hiç sevmem. Ama çocukluktan beri ağaçlı, çikolatalı, kurabiyeli, bol hediyeli bir noel kültürü içinde büyümüş olan kocam, 32 diş meydanda "noel geliyoooo" diyerek ellerini çırpıp durduğu için de içim kıyım kıyım kıyılıyor. Şu esnada kendi içimde sosyalist öğreti ile afrika'daki aç çocuklar bir yanda; kocamın kırmızı kurdeleli, altın ve gümüş yaldızlı, tarçın kokan masum hayalleri öteyanda.. Emperyalizmin oyununa geldim evet, bu sabah itibarıyle noel kutlama şenliklerimizin resmi açılışını yaptık.
Daha önce Avrupa'da okurken buz gibi bir havada sıcak şarap ve süslü noel marketleri ile çok hoş deneyimlerim olmuştu tabii ama noel "aile" demek, o yüzden içselleştiremediğim o noelleri saymıyorum. Avustralya'da noel okyanus kıyısında bikiniler içinde, serin birşeyler içerek kutlanıyor, ondan da bişey anlamadık biz. Geçen seneki noeli de Zambiya'da şelale tepelerinde kutlamıştık, o da sayılmaz. Çift kültürlü bir evliliğimiz olduğu için, her iki kültürün de güzel adetlerini kutluyoruz biz. Bunu zenginlik sayıyoruz. Dolayısıyla; bu benim ilk noelim..
Henüz ortada ağaç yok çünkü haftasonu bir çiftliğe gidip ordan birtane seçip beğenip almamız gerekiyor. Aslında bu konuda çok yaygara koparttım, nasıl olur da bir ağacı öldürürüz, ne barbarca adet diye.. İlk başta köklü bir ağaç alıp yazın balkonda bakmayı ya da biryere dikmeyi düşündüysek de, ağırlığı nedeniyle vaz geçtik. Ama noel ağaçsız olmuyor dostlar ve alternatifi olan plastik ağacın çevreye verdiği zarar da az değil.. Müzakereler sürdüğü için henüz ağaç yok ortada.. Ama; noel kandillerimiz, noel takvimlerimiz ve ev yapımı tarçınlı, kakulili ve mis gibi portakal kokulu sıcak şarabımız (en üstteki fotodaki gibi) hazır!
Bu yandaki Noel kandilimiz (Almanca'da Adventskranz) aslında noel'den önceki dört haftayı simgeliyor. Altındaki çam düzenlemesini bahçecilik ya da çiçekçilik yapan yerlerden alıyorsunuz ve üzerini siz süslüyor, mumları istediğiniz gibi koyuyorsunuz. Aralık'ın ilk pazar günü ilk mum yakılıyor ve takip eden her hafta bir mum daha yakılarak bu adet devam ettiriliyor. Tabii mumlar devamlı yanmıyor, ancak akşamları işten geldiğinizde, ufak birşeyler atıştırırken, tv izlerken falan hoş bir koku ve ışık veriyor ortama.
Bu yandaki ve alttaki fotolar ise noel takvimlerimiz (Almancası Adventskalender). Tabii ki daha şık gözüken tasarımcı kocamın bana tasarladığı, bol renkli ve akdeniz ruhlu olan alttaki de benim ona hazırladığım takvim. Kocamınki kalın bir kurdeleye iliştirilmiş ve camdaki askıya tutturulmuş 24 hediyecik paketinden, benimki ise mantar panoya iliştirilmiş paketçiklerden oluşuyor. Noele dek her sabah, günaydın öpücüğünden sonra ilk işimiz bu paketlere koşturmak. Bugün ilk paketleri açtık bile! İçlerinde hayal gücünüzün genişliğine uygun herşey olabiliyor. Sürprizi bozmamak için söylemiyorum ama en çok şekerlemeler, ufak hediyelik eşyalar, beraber yapılacak bazı aktiviteler için elde hazırlanmış davet kartları falan olabiliyor ;)
Bunlar bizim noel hazırlıklarımız. Komşularda da tek tük noel ağaçları, ışıklı cam süslemeleri, bacalardan sarkan koca popolu noel babalar belirmeye başladı. Henüz kar yok ama gece eksi 8-10 dereceyi bulan soğukta sıkıca giyinip şehrin çeşitli yerlerinde kurulan noel marketlerine ağaç süslemesi, ufak tefek hediyelik eşya almaya ve sıcak şarap içmeye gitmek, evdeki fırında kestane kebap yapmak, mandalinaların kabuklarını kalorifere koyduğunuzda yayılan o mis gibi koku var. Kısacası; sevimsiz Aralık ayını sevimli hale getirmek için çeşitli maymunluklar yapıyoruz işte ama işe de yarıyor, tavsiye ederim!
Yine etrafı bir alışveriş heyecanı sardı; aslında böyle kendi içinde anlam çelişkisine kurban verdiğimiz "herkese" özel yani "sıradan" günlerde hediye değiş-tokuşunu hiç sevmem. Ama çocukluktan beri ağaçlı, çikolatalı, kurabiyeli, bol hediyeli bir noel kültürü içinde büyümüş olan kocam, 32 diş meydanda "noel geliyoooo" diyerek ellerini çırpıp durduğu için de içim kıyım kıyım kıyılıyor. Şu esnada kendi içimde sosyalist öğreti ile afrika'daki aç çocuklar bir yanda; kocamın kırmızı kurdeleli, altın ve gümüş yaldızlı, tarçın kokan masum hayalleri öteyanda.. Emperyalizmin oyununa geldim evet, bu sabah itibarıyle noel kutlama şenliklerimizin resmi açılışını yaptık.
Daha önce Avrupa'da okurken buz gibi bir havada sıcak şarap ve süslü noel marketleri ile çok hoş deneyimlerim olmuştu tabii ama noel "aile" demek, o yüzden içselleştiremediğim o noelleri saymıyorum. Avustralya'da noel okyanus kıyısında bikiniler içinde, serin birşeyler içerek kutlanıyor, ondan da bişey anlamadık biz. Geçen seneki noeli de Zambiya'da şelale tepelerinde kutlamıştık, o da sayılmaz. Çift kültürlü bir evliliğimiz olduğu için, her iki kültürün de güzel adetlerini kutluyoruz biz. Bunu zenginlik sayıyoruz. Dolayısıyla; bu benim ilk noelim..
Henüz ortada ağaç yok çünkü haftasonu bir çiftliğe gidip ordan birtane seçip beğenip almamız gerekiyor. Aslında bu konuda çok yaygara koparttım, nasıl olur da bir ağacı öldürürüz, ne barbarca adet diye.. İlk başta köklü bir ağaç alıp yazın balkonda bakmayı ya da biryere dikmeyi düşündüysek de, ağırlığı nedeniyle vaz geçtik. Ama noel ağaçsız olmuyor dostlar ve alternatifi olan plastik ağacın çevreye verdiği zarar da az değil.. Müzakereler sürdüğü için henüz ağaç yok ortada.. Ama; noel kandillerimiz, noel takvimlerimiz ve ev yapımı tarçınlı, kakulili ve mis gibi portakal kokulu sıcak şarabımız (en üstteki fotodaki gibi) hazır!
Bu yandaki Noel kandilimiz (Almanca'da Adventskranz) aslında noel'den önceki dört haftayı simgeliyor. Altındaki çam düzenlemesini bahçecilik ya da çiçekçilik yapan yerlerden alıyorsunuz ve üzerini siz süslüyor, mumları istediğiniz gibi koyuyorsunuz. Aralık'ın ilk pazar günü ilk mum yakılıyor ve takip eden her hafta bir mum daha yakılarak bu adet devam ettiriliyor. Tabii mumlar devamlı yanmıyor, ancak akşamları işten geldiğinizde, ufak birşeyler atıştırırken, tv izlerken falan hoş bir koku ve ışık veriyor ortama.
Bu yandaki ve alttaki fotolar ise noel takvimlerimiz (Almancası Adventskalender). Tabii ki daha şık gözüken tasarımcı kocamın bana tasarladığı, bol renkli ve akdeniz ruhlu olan alttaki de benim ona hazırladığım takvim. Kocamınki kalın bir kurdeleye iliştirilmiş ve camdaki askıya tutturulmuş 24 hediyecik paketinden, benimki ise mantar panoya iliştirilmiş paketçiklerden oluşuyor. Noele dek her sabah, günaydın öpücüğünden sonra ilk işimiz bu paketlere koşturmak. Bugün ilk paketleri açtık bile! İçlerinde hayal gücünüzün genişliğine uygun herşey olabiliyor. Sürprizi bozmamak için söylemiyorum ama en çok şekerlemeler, ufak hediyelik eşyalar, beraber yapılacak bazı aktiviteler için elde hazırlanmış davet kartları falan olabiliyor ;)
Bunlar bizim noel hazırlıklarımız. Komşularda da tek tük noel ağaçları, ışıklı cam süslemeleri, bacalardan sarkan koca popolu noel babalar belirmeye başladı. Henüz kar yok ama gece eksi 8-10 dereceyi bulan soğukta sıkıca giyinip şehrin çeşitli yerlerinde kurulan noel marketlerine ağaç süslemesi, ufak tefek hediyelik eşya almaya ve sıcak şarap içmeye gitmek, evdeki fırında kestane kebap yapmak, mandalinaların kabuklarını kalorifere koyduğunuzda yayılan o mis gibi koku var. Kısacası; sevimsiz Aralık ayını sevimli hale getirmek için çeşitli maymunluklar yapıyoruz işte ama işe de yarıyor, tavsiye ederim!
26 Kasım 2011 Cumartesi
Aşk ve Şans
Dün gece bir arkadaşımızın fotoğraf sergisinin açılışına katıldık. Yanda gördüğünüz davetiyenin üzerindeki gibi, seri çekim portrelerden oluşan serginin konusu "aşk ve şans"tı. Sanatçı, projeye katılan kadın ve erkeklerle yaklaşık yarım saatlik ropörtajlar gerçekleştirmiş ve sonunda onlara "şimdi gözlerinizi kapatın ve kendinizi şanslı gördüğünüz bir hatıranızı zihninizde yeniden canlandırın" demiş. Deklanşöre basmış. Birkaç dakika sonra bu sefer "aşk sizce nedir, bunu düşünün" demiş. Yine deklanşöre basmış.
Ortaya çıkanlar şaşırtıcı ve hayranlık verici. Ama beni en çok etkileyen, iki ifade arasındaki belirgin farklar. Şöyle ki, "şanslı an" portrelerinde belirgin bir rahatlama, dudaklarda hafif bir gülümseme, durgun bir ifade var. Tüm portrelerde gözleri kapalı tüm o insanlar şanslı bir anlarını hatırlamış, o anı tekrar yaşayabilmiş, tüm içtenlikleriyle sanatçıya yansıtabilmiş. Öteyandan, "aşk nedir?" portreleri belirgin bir biçimde gergin, dudaklar kısılmış, kaşlar hafif çatılmış ya da tamamen boş bir yüz ifadesi var.
Arkadaşıma gözle görülür bu farkın nedenini sordum; acaba insanlar aşkı olumsuz ya da çift yönlü duygularla mı yaşıyorlar, bu ifadelerine bu şekilde mi yansıyor? Yoksa dümdüz yaşanan hayatın içinde birden biri "aşk nedir?" diye sorduğunda, aslında kafaları mı karışıyor, dolayısıyla yüzde beliren o "ne bileyim ben?" ifadesi mi? Tabii bir de "aşk" ile "sevgi" kelimesinin Alman dilindeki anlambilimsel kaosunu da düşünmek lazım, çünkü İngilizce'deki gibi bu dilde de her iki kelime için tek bir kelime kullanılıyor. Dolayısıyla "şans" ve "sevgi" kelimelerindeki olumlu havaya karşılık "aşk"; aslında daha çok tutku, acı çekme, hatta bazen akıntıya karşı kürek çekme gibi nötr ya da olumsuz kavramlarla ilişkilendiriliyor. Bu da birebir anlık ifadelere yansımış. Kısa gecenin karı; nörolinguistik açıdan hoş bir tartışma oldu..
Münih'te yaşıyorsanız ve sergiyi görmek isterseniz şu adreste bulabilirsiniz:
"Glück Liebe - Severin Vogl, Portraitserien zu Glück und Liebe;
25.11./11.12.2011 (Cts saat 15-18, Pazar 10-12, 15-18 arası)
St.Raphael Kilisesi Sergi Salonu, Lechelstr.54, Münih".
Ortaya çıkanlar şaşırtıcı ve hayranlık verici. Ama beni en çok etkileyen, iki ifade arasındaki belirgin farklar. Şöyle ki, "şanslı an" portrelerinde belirgin bir rahatlama, dudaklarda hafif bir gülümseme, durgun bir ifade var. Tüm portrelerde gözleri kapalı tüm o insanlar şanslı bir anlarını hatırlamış, o anı tekrar yaşayabilmiş, tüm içtenlikleriyle sanatçıya yansıtabilmiş. Öteyandan, "aşk nedir?" portreleri belirgin bir biçimde gergin, dudaklar kısılmış, kaşlar hafif çatılmış ya da tamamen boş bir yüz ifadesi var.
Arkadaşıma gözle görülür bu farkın nedenini sordum; acaba insanlar aşkı olumsuz ya da çift yönlü duygularla mı yaşıyorlar, bu ifadelerine bu şekilde mi yansıyor? Yoksa dümdüz yaşanan hayatın içinde birden biri "aşk nedir?" diye sorduğunda, aslında kafaları mı karışıyor, dolayısıyla yüzde beliren o "ne bileyim ben?" ifadesi mi? Tabii bir de "aşk" ile "sevgi" kelimesinin Alman dilindeki anlambilimsel kaosunu da düşünmek lazım, çünkü İngilizce'deki gibi bu dilde de her iki kelime için tek bir kelime kullanılıyor. Dolayısıyla "şans" ve "sevgi" kelimelerindeki olumlu havaya karşılık "aşk"; aslında daha çok tutku, acı çekme, hatta bazen akıntıya karşı kürek çekme gibi nötr ya da olumsuz kavramlarla ilişkilendiriliyor. Bu da birebir anlık ifadelere yansımış. Kısa gecenin karı; nörolinguistik açıdan hoş bir tartışma oldu..
Münih'te yaşıyorsanız ve sergiyi görmek isterseniz şu adreste bulabilirsiniz:
"Glück Liebe - Severin Vogl, Portraitserien zu Glück und Liebe;
25.11./11.12.2011 (Cts saat 15-18, Pazar 10-12, 15-18 arası)
St.Raphael Kilisesi Sergi Salonu, Lechelstr.54, Münih".
13 Kasım 2011 Pazar
Bear Grylls'in Bıçağı ve Kalıcı Makyaj
Evet, yukarıdaki başlığı nasıl bağlayacağımı itiraf edeyim henüz ben de bilemiyorum..
Bir önceki yazıyı yazdıktan sonra aklıma şu çılgın fikir takıldı; olası bir ekonomik krizde nasıl hayatta kalırız? Tabii ki bir Bear Grylls bıçağı ile! Bu mucizevi aletin ününü bilen biliyor, facebook fan klübü bile var bıçağın.. Bear abimiz her nevi "Man vs. Wild" ortamda bu bıçak ile "survive" ediyorsa, vardır bir nimeti dedim ve sizin için araştırdım kuzucuklarım. Tanesini 59,99$'a (normalde 79.99 olup, sırf kara gözünüzün aşkına %20 iskontosu bulunmaktadır) Gerber bıçakları distribütörlerinden edinebilirsiniz.
not. Bu arada, Bear Grylls'in kendisinin ne kadar ettiğini de Google Gereksiz Bilgiler Ansiklopedisinden öğrenmiş bulunuyorum: Bölüm başına 60 bin $'cık alan abimiz (O kadar börtü böcek yemesine rağmen! Şaşırdım!) nette de 6 milyon $ ediyormuş (celebrity karaborsasindaki fiyatı budur yani). Bilginize..
Gelelim başlığı bağlamaya.. Blog fazla maskülen olmasın, feminen ögeler de taşısın endişesindeyim de. O nedenle şunu eklemek istiyorum; kalıcı makyaj olayına müthiş sinir oluyorum. Öylesine belirtmek istedim. Hayır, Allah muhafaza sevdiğimiz birini kaybetsek, komple makyaj cenazede?!? Hayır olmayacak iş değil, alt komşunun başına geldi, o nedenle yazıyorum. Hoş; olası bir ekonomik krizde kalıcı makyaj da avantajlı olabilir doğrusu (...diyor ve konuyu da nasıl bağlıyorum ama! Pes!)
Bir önceki yazıyı yazdıktan sonra aklıma şu çılgın fikir takıldı; olası bir ekonomik krizde nasıl hayatta kalırız? Tabii ki bir Bear Grylls bıçağı ile! Bu mucizevi aletin ününü bilen biliyor, facebook fan klübü bile var bıçağın.. Bear abimiz her nevi "Man vs. Wild" ortamda bu bıçak ile "survive" ediyorsa, vardır bir nimeti dedim ve sizin için araştırdım kuzucuklarım. Tanesini 59,99$'a (normalde 79.99 olup, sırf kara gözünüzün aşkına %20 iskontosu bulunmaktadır) Gerber bıçakları distribütörlerinden edinebilirsiniz.
not. Bu arada, Bear Grylls'in kendisinin ne kadar ettiğini de Google Gereksiz Bilgiler Ansiklopedisinden öğrenmiş bulunuyorum: Bölüm başına 60 bin $'cık alan abimiz (O kadar börtü böcek yemesine rağmen! Şaşırdım!) nette de 6 milyon $ ediyormuş (celebrity karaborsasindaki fiyatı budur yani). Bilginize..
Gelelim başlığı bağlamaya.. Blog fazla maskülen olmasın, feminen ögeler de taşısın endişesindeyim de. O nedenle şunu eklemek istiyorum; kalıcı makyaj olayına müthiş sinir oluyorum. Öylesine belirtmek istedim. Hayır, Allah muhafaza sevdiğimiz birini kaybetsek, komple makyaj cenazede?!? Hayır olmayacak iş değil, alt komşunun başına geldi, o nedenle yazıyorum. Hoş; olası bir ekonomik krizde kalıcı makyaj da avantajlı olabilir doğrusu (...diyor ve konuyu da nasıl bağlıyorum ama! Pes!)
Oyun kuramı ve Nash'in bozulan dengesi
Matematik, ekonomi, psikoloji ya da felsefe bilimlerinden her hangi birine biraz ilginiz varsa ya da nobel ödüllü kuramcı John Nash'in şizofreni ile deha arasında gidip gelen hayatını anlatan 2001 tarihli "Beautiful Mind"ı izlediyseniz; ünlü "Oyun Kuramı"nı da bilirsiniz. Aslında Nash'ten 10 yıl önce, Neumann ve Morgenstern tarafından 1944'te kaleme alınan Oyun Kuramı; temelde bir kişinin kazandığı, diğerinin kaybettiği yani sonucu 1-0 olan oyunlara dayanır ve tek boyutlu düşünce sisteminde, ilkel sosyal yapılarda geçerlidir. Mesela; daha uzun süre eğitim gören bireyin iş yaşamında daha fazla kazanç sağlaması. Sosyal yaşamda bu denli durağan bir yapı elbette olanaksızdır çünkü bireyin iş yaşamındaki kazancı sadece eğitime değil; kişilik yapısı, çoklu alanlardaki yetenekleri ve hatta şans faktörü gibi birçok değişkene bağlıdır. Ayrıca gerçek hayatta herkesin kendinden beklenildiği gibi davranma olasılığı mümkün olsa bile, bu sistem kısa zamanla tekdüzelik ve kısırdöngü yaratacaktır. Dolayısıyla evrimsel açıdan sürdürülebilir değildir. Bu nedenle Nash ortaya şu kuramı attı; kişiler oyunda en yüksek kazancı sağlamak için, sadece kabul gören en uygun stratejiyi seçmezler. Aynı zamanda diğer oyuncuların stratejileri de göz önünde bulundurulur ve çoğu zaman az kazançlı ama garantili bir denge yaratılır. Bu fikir ve devamındaki çalışmalar, Nash'e nobel ödülünü, ekonomiye başta olmak üzere temel ve sosyal bilimlere de farklı bakış açıları getirdi. Teoride en azından..
Gerçekte ise, şu an içinde bulunduğumuz ekonomik sistemin çivisi çıkmış vaziyette ve bunu kısmen Nash'in dengesinin bozulmasına bağlayanlar da var. Şöyle ki, günümüzde birçok devlette bankalar sistemi tamamen özgür ve merkezi bir sistem tarafından denetlenmiyor. Bu da bankaların kendi belirledikleri platformlarda diledikleri gibi at koşturmalarını sağlıyor. Buna en güzel örnek; önüne gelene kredi kartı, ihtiyaç kredisi vs. sağlamak. Nash dengesine göre ideal hayatta her iki tarafın da kazandığı (win-win) sistemler, gerçek bankacılık dünyasında mümkün değil. Bankalar her şekilde kazanan taraf oluyor. Örneğin; riskli kişiye kredi verirken, kişinin ekonomik krize gireceği ve krediyi geri ödeyemeyeceği durum, klasik sistemde bankanın da batması anlamına gelecektir. Bu nedenle banka kendi iyiliğini düşünerek, riskli kişiye kredi vermez. Fakat günümüz sisteminde riskli kişi, banka için çok daha kıymetli kişidir, çünkü banka sistemi kendini sigorta denen sistemle destekler ve kişi batsa bile sigortadan kendini kurtarır. Bu durum banka için "win-win" sistemidir ve kişiye ne olduğu artık önemsenmez. Fakat günümüzün global sisteminde, bankalar gittikçe zenginleşirken, sigortalar sistemi batmakta; dolayısıyla çaktırmadan adım adım küresel ekonomik krizin eşiğine gelinmektedir.
Basından takip ediyorsanız, ufak satır aralarında küresel ekonomik kriz lafları ediliyor bir süredir. Avrupa Birliği'ndeki ülkeler bir bir iflasın eşiğinde olduklarını itiraf eder oldular. Ekonomistler Mayıs 2012'de ciddi bir kriz beklentisini uluorta konuşmaya başladılar. Bazı yaşlı Avrupalıların evlerine erzak ve nakit depolamaya başladıkları söyleniyor. Bu belki abartılı bir durum ama şu da bir gerçek ki, sigorta sistemi çöktüğü takdirde, borçların olmayan bir kaynaktan ödenemeyeceği anlaşıldığında, yine sıradan insanı ciddi bir ekonomik kriz bekliyor olacak. Bu ne zaman olacak, orası kestirilemiyor.
Beni sarsan bir başka gerçek ise, denetleme mekanizmalarının bu kadar zıvanadan çıkmış olması. Yani düşünün bir, bankalara ya da ülke ekonomilerine yönelik bazı derecelendirme sistemleri var ve bunu koca dünyada 3-4 kurum gerçekleştiriyor. Bu kurumların üst düzey yönetimine bakıldığında, bankalarla ya da politikayla iç içe isimler varken, kurumların bağımsızlığından ne kadar söz edilebilir? Ya da geçenlerde Fransa'da yaşanan kriz mesela; derecelendirme kurumlarından birinin yaptığı "ufak" bir sistem hatasıyla, Fransa'nın derecesi mesela AA yerine A notu almış. Uzmanlar hemen fark edip de itiraz edip düzelttirene kadar, Fransız şirketlerinin küresel pazardaki değerleri düşüş gösterdi ve birkaç saat içinde ülkedeki işletmeler ciddi sıkıntı yaşadılar. Yani denetleme mekanizması, gerçekte olmayan bir kriz çıkarttı ve bu gerçek bir krize dönüştü. Şimdi böyle bir sistem varsa, sistemle bu kadar iyi oynayabilen insanlar bunu kendileri için win-win durumuna neden dönüştürmesinler? Zaten dönüştürüyorlar, biz uyurken...
Herneyse, ben anlamam ekonomiden ve büyük olasılıkla burada yazdıklarımın bir kısmı da yanlıştır, bana güvenip Eurolarınızı yastık altı falan etmeyin. Zira ben de inanmıyorum bu çapta küresel bir krizin yaşanacağına ve hepimizin aç ve açıkta kalacağına (benim kişisel apokaliptik hayalim aslında ekonomiden çok virütik temalar içeriyor, yani küresel bir virüsün hepimizi bitirmesi hali bence daha gerçekçi.. Buna da bir ara değinir hepimizi gererim, merak etmeyin). Ama ekomik krizin nedenleri konusunda güzel bir belgesel var, ekonominin kuru dilinden çok uzakta ve bilgilendirici, hatta ürkütücü - Inside Job - tavsiye ederim.
Gerçekte ise, şu an içinde bulunduğumuz ekonomik sistemin çivisi çıkmış vaziyette ve bunu kısmen Nash'in dengesinin bozulmasına bağlayanlar da var. Şöyle ki, günümüzde birçok devlette bankalar sistemi tamamen özgür ve merkezi bir sistem tarafından denetlenmiyor. Bu da bankaların kendi belirledikleri platformlarda diledikleri gibi at koşturmalarını sağlıyor. Buna en güzel örnek; önüne gelene kredi kartı, ihtiyaç kredisi vs. sağlamak. Nash dengesine göre ideal hayatta her iki tarafın da kazandığı (win-win) sistemler, gerçek bankacılık dünyasında mümkün değil. Bankalar her şekilde kazanan taraf oluyor. Örneğin; riskli kişiye kredi verirken, kişinin ekonomik krize gireceği ve krediyi geri ödeyemeyeceği durum, klasik sistemde bankanın da batması anlamına gelecektir. Bu nedenle banka kendi iyiliğini düşünerek, riskli kişiye kredi vermez. Fakat günümüz sisteminde riskli kişi, banka için çok daha kıymetli kişidir, çünkü banka sistemi kendini sigorta denen sistemle destekler ve kişi batsa bile sigortadan kendini kurtarır. Bu durum banka için "win-win" sistemidir ve kişiye ne olduğu artık önemsenmez. Fakat günümüzün global sisteminde, bankalar gittikçe zenginleşirken, sigortalar sistemi batmakta; dolayısıyla çaktırmadan adım adım küresel ekonomik krizin eşiğine gelinmektedir.
Basından takip ediyorsanız, ufak satır aralarında küresel ekonomik kriz lafları ediliyor bir süredir. Avrupa Birliği'ndeki ülkeler bir bir iflasın eşiğinde olduklarını itiraf eder oldular. Ekonomistler Mayıs 2012'de ciddi bir kriz beklentisini uluorta konuşmaya başladılar. Bazı yaşlı Avrupalıların evlerine erzak ve nakit depolamaya başladıkları söyleniyor. Bu belki abartılı bir durum ama şu da bir gerçek ki, sigorta sistemi çöktüğü takdirde, borçların olmayan bir kaynaktan ödenemeyeceği anlaşıldığında, yine sıradan insanı ciddi bir ekonomik kriz bekliyor olacak. Bu ne zaman olacak, orası kestirilemiyor.
Beni sarsan bir başka gerçek ise, denetleme mekanizmalarının bu kadar zıvanadan çıkmış olması. Yani düşünün bir, bankalara ya da ülke ekonomilerine yönelik bazı derecelendirme sistemleri var ve bunu koca dünyada 3-4 kurum gerçekleştiriyor. Bu kurumların üst düzey yönetimine bakıldığında, bankalarla ya da politikayla iç içe isimler varken, kurumların bağımsızlığından ne kadar söz edilebilir? Ya da geçenlerde Fransa'da yaşanan kriz mesela; derecelendirme kurumlarından birinin yaptığı "ufak" bir sistem hatasıyla, Fransa'nın derecesi mesela AA yerine A notu almış. Uzmanlar hemen fark edip de itiraz edip düzelttirene kadar, Fransız şirketlerinin küresel pazardaki değerleri düşüş gösterdi ve birkaç saat içinde ülkedeki işletmeler ciddi sıkıntı yaşadılar. Yani denetleme mekanizması, gerçekte olmayan bir kriz çıkarttı ve bu gerçek bir krize dönüştü. Şimdi böyle bir sistem varsa, sistemle bu kadar iyi oynayabilen insanlar bunu kendileri için win-win durumuna neden dönüştürmesinler? Zaten dönüştürüyorlar, biz uyurken...
Herneyse, ben anlamam ekonomiden ve büyük olasılıkla burada yazdıklarımın bir kısmı da yanlıştır, bana güvenip Eurolarınızı yastık altı falan etmeyin. Zira ben de inanmıyorum bu çapta küresel bir krizin yaşanacağına ve hepimizin aç ve açıkta kalacağına (benim kişisel apokaliptik hayalim aslında ekonomiden çok virütik temalar içeriyor, yani küresel bir virüsün hepimizi bitirmesi hali bence daha gerçekçi.. Buna da bir ara değinir hepimizi gererim, merak etmeyin). Ama ekomik krizin nedenleri konusunda güzel bir belgesel var, ekonominin kuru dilinden çok uzakta ve bilgilendirici, hatta ürkütücü - Inside Job - tavsiye ederim.
3 Kasım 2011 Perşembe
Peynirli biber dolması
"Kocamı nasıl zehirledim?" serisinden yine, yepyeni bir tarifle karşınızdayım sevgili blogger'cıklarım. Önceki şahane tarifler için bakınız: Guacamole çalışması, limonlu tart ustalık eseri, Chili Con Carne çılgınlığı, Asparagus (Kuşkonmaz) Sendromu.
Dün uzun süredir evde geçirdiğim ilk gündü ve bunun şerefine dolapta yavaştan büzülmeye başlayan malzemelerden (hiç yemek atamam, huyum kurusun ama aklıma Afrika'daki çocuklar geliyor, n'apayım) haydi bir yemek yapayım koca efendime dedim. Evdeki malzemeler: üçü de ayrı renk (sarı kırmızı ve yeşil) üç adet dolmalık biber, lor peyniri, maydonoz ve ufalanmış badem. Normal bir insan evladı bu malzemelerle ne yapar bilinmez. Ama ben Türk olmayan bir kocaya sahip olmanın getirdiği pişkinlikle, bu tip durumlarda "klasik" Türk yemekleri "icad etmeyi" bir huy haline getirdim (bu huyumun da kuruması ananemin temennisidir, zira kadın benim abuk subuk yemeklerimi Flo'nun Türk Yemeği diye öğrenmesi hadisesine fena halde kafayı taktı, beni kıtalararası ayıplamakta). Herneyse.. Ben bu alakasız malzemelerle, Osmanlı'dan günümüze sofralarımızı süsleyen, güz akşamlarının vazgeçilmez lezzeti "peynirli biber dolması"nı yapmaya karar verdim.
Öncelikle, biberlerin sapını ve çekirdeklerini kesip ayırdım, pişmeyecekleri paranoyasına kapılarak kendilerini azıcık suda 10-15dk kaynattım. Lor peynirine (Fransızların dediği gibi; güzel yemeğin sırrı Le beurre, le beurre, le beurre olduğu için) biraz tereyağ, ince kıyılmış maydonoz, azıcık fesleğen ve kıyılmış iç bademi ekledim, biraz tuz biraz da acı olmayan kırmızı biberle karıştırdım ve bu karışımı sudan alıp süzdüğüm dolmaların içine dürttüm. Daha sonra sevgili dürtülmüş biberlerimizi, sıcak ve misafirperver fırınımıza sürdüm. Yumuşayıncaya kadar (bilimsel olarak, 200 derecede yarım saat) pişirdim. Aslında lor peynirli karışıma biraz da (bilimsel olarak, iki tatlı kaşığı) bal katacaktım çünkü bir dergide bunun çok güzel bir tat dengesi yarattığını okumuştum (hayır Almanca dergi değildi, okuduğumu yanlış algıladığımı iddia edemezsiniz) ama balı tezgahın üzerine hazırlasam da valla son dakikada unutmuşum - belki de Allah tarafından engellenmiş de olabilirim.. "Allah kocayı test malzemesi gibi kullananları sevmez" (kısım 112, ayet 112).
Baktım dolmalar fırında gayet afiyetteler, keyifleri yerinde, saunaya girmiş hatunlar gibi terleyip duruyorlar. "Haçan bunun yanına ne edivereyüm?" diye düşünmeye başladım. Yanına da bir pilav edüverdüm. Valla fena da olmadı "kafadan atma peynirli biber dolması" denemem, akşama afiyetle yedik kendilerini, bugün de zehirlenme emareleri göstermediğimiz için size rahatlıkla tarifini verebiliyorum. Sevgili yaratıcı kocam bu icadıma renkerinden ötürü "trafik lambası dolması" adını verelim dediyse de, ben arama motorlarında şak diye karşınıza çıkabilmesi için klasik "peynirli biber dolması" demeyi uygun gördüm. Görüntü üstte, tadı da hafızalarda keyifle yer etti sevgili blogger'cıklarım. Şiddetle önerilir.
Son olarak; benim gibi ayda yılda bir yemek yaparsanız, sonuç ne olursa olsun, zavallı kocacığınız da bir kıymet verir, bir mutlu olur ki evlere şenlik! Bu da hikayenin kıssadan hissesi; Ceren'den Püf Noktası. Deneyin görün :P
Dün uzun süredir evde geçirdiğim ilk gündü ve bunun şerefine dolapta yavaştan büzülmeye başlayan malzemelerden (hiç yemek atamam, huyum kurusun ama aklıma Afrika'daki çocuklar geliyor, n'apayım) haydi bir yemek yapayım koca efendime dedim. Evdeki malzemeler: üçü de ayrı renk (sarı kırmızı ve yeşil) üç adet dolmalık biber, lor peyniri, maydonoz ve ufalanmış badem. Normal bir insan evladı bu malzemelerle ne yapar bilinmez. Ama ben Türk olmayan bir kocaya sahip olmanın getirdiği pişkinlikle, bu tip durumlarda "klasik" Türk yemekleri "icad etmeyi" bir huy haline getirdim (bu huyumun da kuruması ananemin temennisidir, zira kadın benim abuk subuk yemeklerimi Flo'nun Türk Yemeği diye öğrenmesi hadisesine fena halde kafayı taktı, beni kıtalararası ayıplamakta). Herneyse.. Ben bu alakasız malzemelerle, Osmanlı'dan günümüze sofralarımızı süsleyen, güz akşamlarının vazgeçilmez lezzeti "peynirli biber dolması"nı yapmaya karar verdim.
Öncelikle, biberlerin sapını ve çekirdeklerini kesip ayırdım, pişmeyecekleri paranoyasına kapılarak kendilerini azıcık suda 10-15dk kaynattım. Lor peynirine (Fransızların dediği gibi; güzel yemeğin sırrı Le beurre, le beurre, le beurre olduğu için) biraz tereyağ, ince kıyılmış maydonoz, azıcık fesleğen ve kıyılmış iç bademi ekledim, biraz tuz biraz da acı olmayan kırmızı biberle karıştırdım ve bu karışımı sudan alıp süzdüğüm dolmaların içine dürttüm. Daha sonra sevgili dürtülmüş biberlerimizi, sıcak ve misafirperver fırınımıza sürdüm. Yumuşayıncaya kadar (bilimsel olarak, 200 derecede yarım saat) pişirdim. Aslında lor peynirli karışıma biraz da (bilimsel olarak, iki tatlı kaşığı) bal katacaktım çünkü bir dergide bunun çok güzel bir tat dengesi yarattığını okumuştum (hayır Almanca dergi değildi, okuduğumu yanlış algıladığımı iddia edemezsiniz) ama balı tezgahın üzerine hazırlasam da valla son dakikada unutmuşum - belki de Allah tarafından engellenmiş de olabilirim.. "Allah kocayı test malzemesi gibi kullananları sevmez" (kısım 112, ayet 112).
Baktım dolmalar fırında gayet afiyetteler, keyifleri yerinde, saunaya girmiş hatunlar gibi terleyip duruyorlar. "Haçan bunun yanına ne edivereyüm?" diye düşünmeye başladım. Yanına da bir pilav edüverdüm. Valla fena da olmadı "kafadan atma peynirli biber dolması" denemem, akşama afiyetle yedik kendilerini, bugün de zehirlenme emareleri göstermediğimiz için size rahatlıkla tarifini verebiliyorum. Sevgili yaratıcı kocam bu icadıma renkerinden ötürü "trafik lambası dolması" adını verelim dediyse de, ben arama motorlarında şak diye karşınıza çıkabilmesi için klasik "peynirli biber dolması" demeyi uygun gördüm. Görüntü üstte, tadı da hafızalarda keyifle yer etti sevgili blogger'cıklarım. Şiddetle önerilir.
Son olarak; benim gibi ayda yılda bir yemek yaparsanız, sonuç ne olursa olsun, zavallı kocacığınız da bir kıymet verir, bir mutlu olur ki evlere şenlik! Bu da hikayenin kıssadan hissesi; Ceren'den Püf Noktası. Deneyin görün :P
1 Kasım 2011 Salı
Cadılar bayramı
Dün Halloween yani cadılar bayramıydı, benim için ilk .. ve son oldu! Allah düşmanıma vermesin, kabus gibi bir gündü. Anlatayım, dinleyin: Bu Halloween denen bayram, aslen İrlanda ve Amerika'da kutlanır fakat son yıllarda popüler kültürün bir yansıması olarak bazı sonradan görme ülkelere de yayılmıştır (bkz. Türkiye'deki Cadılar Bayramı kutlamaları). Aslen hıristiyanlıktaki ölüler yortusuna denk gelen bu bayramda, fakir insanlar kapı kapı gezerek yiyecek toplar, o evdekilerin ölüleri için dua ederlermiş. Zamanla bu gelenek, "korkunç" kostümlere bürünen mahalleli çocukların "trick or treat" (şeker ya da şaka) çığlıkları eşliğinde kapı kapı gezmelerine dönüşmüş. Yani çocuklar kapınıza geliyor, siz şeker veriyorsunuz ya da bir "bööö" yapıyorsunuz falan. Sevimli bir durum aslında, komşuluk ilişkileri falan gelişiyor..
Herneyse.. Ben hiç cadılar bayramı yaşayamadım, Amerikan filmlerindeki çocukların yaptığı gibi ev ev gezinip "trick or treat" diye serzenişlerde bulunamadım.. İçimde kalan(!) bu ukdemi, dün itibarıyle sonunda gerçekleştirmeye niyetliydim. Başıma gelenler ise, pişmiş tavuğun başına gelmedi.. İlk aksilik, Almanya'da cadılar bayramının kutlanmıyor oluşunu öğrenmemle başladı. Neyse ki bizim yaşadığımız mahalle Münih'in zengin ve paralarını her türlü abuk subuk fikre saçmaya açık tiplerinin yaşadığı bir bölge. Burdaki insanlar kapılarının önlerine iki hafta önceden balkabaklarını dizip, çocuklarına kostüm alma yarışına girdikleri için, ben de haklı olarak mahalle sınırlarında küçük çaplı bir festivale kendimi hazırladım. Sabah erkenden kalkıp marketten birkaç çeşit şekerleme aldım, özenle oyulmuş ve içine mum yerleştirilmiş balkabağımı kapıya oturttum. Sarı ve kırmızı yapraklardan bir aranjman yaptım ve akşamki atraksiyon öncesi okuluma gitmek üzere evden çıktım.
Bu sıra doktora çalışmamın yan dalı için bazı makalelere dalmış haldeyim, bazı sorularım oluyor haliyle, onun için hocayla randevulaştık, ona gideceğim. Benim yan dalım olan "Kültürlerarası İletişim" (IKK) bölümü taaaaa şehrin öbür ucunda, ulaşabilmek için en az bir saat yol tepiyorum. Teptim o yolu. Girdim binaya. Etrafta garip bir sessizlik hakim. İkinci kata çıktım, işler daha ürkütücü bir hal aldı. Loş bir ışık koridorda, in cin top oynuyor! Üçüncü kat, aynı.. Sekreterlik, kitli. Bölüm tatilde! Koca üniversite çalışıyor, IKK tatilde! Hay ben böyle bölümün.. Bre adam, madem tatildesiniz, bana ne diye randevu veriyorsun?! Kısacası Kültürlerarası İletişim bölümü tamamen Almanca eğitim verdiği için ne kültürlerarası, ne de iletişim becerilerine sahip. Bu bölüme mail yazarsınız, bir hafta sonra cevap alırsınız "bu sorunuzu lütfen öğrenci işlerine sorunuz".. Neyse. Sinir oldum, çıktım. Eve döneceğim, tren yok. Raylardan biri yerinden çıkmış, neyse ki zamanında fark edilmiş, ama tüm sistem çökmüş, trenler durmuş. Kısacası, ben 4 saatimi boşa harcamış ve sinirlenmiş halde eve vardım.
Eve girdim. Susuzluktan dilim damağıma yapışmış. Bizim burda musluk suyu içiliyor, musluğun kolunu kaldırmamla, kol elimde kaldı. Ben şok içinde, elimde demir, foşur foşur fışkıran su.. Önce bir umut dürttüm kolu geri yerine, tabii ortadaki metal parça kopmuş, ne kol yerine giriyor ne musluk kapanıyor. O panikle Flo'ya telefon ettim "kol elimde kaldı, musluktan su fışkırıyor, yetiş!" diye. Adam şehrin öbür ucunda, işyerinde.. Ne yapsın? Neyse vanayı buldum, kapattım. Bu arada adamlar hem banyoya hem mutfağa ayrı vanalar koymuş, buna şaşırdım ve sevindim. Çünkü saniyenin onda biri kadar zamanda, gözümden evin su basmış, komşunun sinir krizi geçirmiş görüntüleri ya da daha beteri suyun iptal edilmesi ve bizim banyosuz kalmamız olasılığı falan da geçmişti. Herneyse.. Kocam annesini aradı, annesi tamirciyi aradı, tamirci nazlandı, kayınvalide bastırdı, tamirci 3 gün sonraya randevu verdi, tamirci 400 euro civarı masraf çıkarttı (şaka gibi, bizim Türkiye'nin gözünü seveyim! Bu metal parçayı değiştiriverirsin olur biter, ama burda öyle değil; tüm armatür değişecek, ayrıca adam trafikte eve gelme süresini de çalışma saatinden sayıyor falan). Ne yaparsın, tamam dedik, elimiz mahkum. "Resmen bir i-pad fiyatı!" dedik kocamla (malum bizim nesil fiyatları ancak elektronik aletlerin fiyatıyla karşılaştırarak algılayabiliyor).
Tüm bunlar olup biterken akşam olmuş (saatlerin bir saat geri alınması hiç iyi olmadı, erkenden kararıveriyor ortalık). Flo'nun annesi aradı, uğrayıp bakacak. Zil çaldı. Ben tabii heyecan içinde atıldım kapıya, Elf soyundan gelme kayınvalidemin sarı kafası ve mavi gözlerini bekliyorum.. Kapıyı açmamla dudaklarından kan sızan, baştan aşağı simsiyah pelerinli bir Dracula ile karşılaştım ve akabinde öyle bir çığlık attım ki, tüm mahalle inledi.. Çocuk da ben de bir süre kendimize gelemedik, ta ki çocuk titrek bir ses ve yoğun bir alman aksanıyla "trick ODER treat" diyene dek.. Aldığım tüm şekerlemeleri çocuğa verdim, kapıyı kapattım ve kitledim. Sanırım çocuk da aldığı tüm şekerlerle koşarak evine gitmiş ve annesine sarılmıştır.
İşte böyle bir cadılar bayramı deneyimim oldu, yok bundan sonra bidaha da almıyım ben.. Allah düşmanıma dahi vermesin!
Herneyse.. Ben hiç cadılar bayramı yaşayamadım, Amerikan filmlerindeki çocukların yaptığı gibi ev ev gezinip "trick or treat" diye serzenişlerde bulunamadım.. İçimde kalan(!) bu ukdemi, dün itibarıyle sonunda gerçekleştirmeye niyetliydim. Başıma gelenler ise, pişmiş tavuğun başına gelmedi.. İlk aksilik, Almanya'da cadılar bayramının kutlanmıyor oluşunu öğrenmemle başladı. Neyse ki bizim yaşadığımız mahalle Münih'in zengin ve paralarını her türlü abuk subuk fikre saçmaya açık tiplerinin yaşadığı bir bölge. Burdaki insanlar kapılarının önlerine iki hafta önceden balkabaklarını dizip, çocuklarına kostüm alma yarışına girdikleri için, ben de haklı olarak mahalle sınırlarında küçük çaplı bir festivale kendimi hazırladım. Sabah erkenden kalkıp marketten birkaç çeşit şekerleme aldım, özenle oyulmuş ve içine mum yerleştirilmiş balkabağımı kapıya oturttum. Sarı ve kırmızı yapraklardan bir aranjman yaptım ve akşamki atraksiyon öncesi okuluma gitmek üzere evden çıktım.
Bu sıra doktora çalışmamın yan dalı için bazı makalelere dalmış haldeyim, bazı sorularım oluyor haliyle, onun için hocayla randevulaştık, ona gideceğim. Benim yan dalım olan "Kültürlerarası İletişim" (IKK) bölümü taaaaa şehrin öbür ucunda, ulaşabilmek için en az bir saat yol tepiyorum. Teptim o yolu. Girdim binaya. Etrafta garip bir sessizlik hakim. İkinci kata çıktım, işler daha ürkütücü bir hal aldı. Loş bir ışık koridorda, in cin top oynuyor! Üçüncü kat, aynı.. Sekreterlik, kitli. Bölüm tatilde! Koca üniversite çalışıyor, IKK tatilde! Hay ben böyle bölümün.. Bre adam, madem tatildesiniz, bana ne diye randevu veriyorsun?! Kısacası Kültürlerarası İletişim bölümü tamamen Almanca eğitim verdiği için ne kültürlerarası, ne de iletişim becerilerine sahip. Bu bölüme mail yazarsınız, bir hafta sonra cevap alırsınız "bu sorunuzu lütfen öğrenci işlerine sorunuz".. Neyse. Sinir oldum, çıktım. Eve döneceğim, tren yok. Raylardan biri yerinden çıkmış, neyse ki zamanında fark edilmiş, ama tüm sistem çökmüş, trenler durmuş. Kısacası, ben 4 saatimi boşa harcamış ve sinirlenmiş halde eve vardım.
Eve girdim. Susuzluktan dilim damağıma yapışmış. Bizim burda musluk suyu içiliyor, musluğun kolunu kaldırmamla, kol elimde kaldı. Ben şok içinde, elimde demir, foşur foşur fışkıran su.. Önce bir umut dürttüm kolu geri yerine, tabii ortadaki metal parça kopmuş, ne kol yerine giriyor ne musluk kapanıyor. O panikle Flo'ya telefon ettim "kol elimde kaldı, musluktan su fışkırıyor, yetiş!" diye. Adam şehrin öbür ucunda, işyerinde.. Ne yapsın? Neyse vanayı buldum, kapattım. Bu arada adamlar hem banyoya hem mutfağa ayrı vanalar koymuş, buna şaşırdım ve sevindim. Çünkü saniyenin onda biri kadar zamanda, gözümden evin su basmış, komşunun sinir krizi geçirmiş görüntüleri ya da daha beteri suyun iptal edilmesi ve bizim banyosuz kalmamız olasılığı falan da geçmişti. Herneyse.. Kocam annesini aradı, annesi tamirciyi aradı, tamirci nazlandı, kayınvalide bastırdı, tamirci 3 gün sonraya randevu verdi, tamirci 400 euro civarı masraf çıkarttı (şaka gibi, bizim Türkiye'nin gözünü seveyim! Bu metal parçayı değiştiriverirsin olur biter, ama burda öyle değil; tüm armatür değişecek, ayrıca adam trafikte eve gelme süresini de çalışma saatinden sayıyor falan). Ne yaparsın, tamam dedik, elimiz mahkum. "Resmen bir i-pad fiyatı!" dedik kocamla (malum bizim nesil fiyatları ancak elektronik aletlerin fiyatıyla karşılaştırarak algılayabiliyor).
Tüm bunlar olup biterken akşam olmuş (saatlerin bir saat geri alınması hiç iyi olmadı, erkenden kararıveriyor ortalık). Flo'nun annesi aradı, uğrayıp bakacak. Zil çaldı. Ben tabii heyecan içinde atıldım kapıya, Elf soyundan gelme kayınvalidemin sarı kafası ve mavi gözlerini bekliyorum.. Kapıyı açmamla dudaklarından kan sızan, baştan aşağı simsiyah pelerinli bir Dracula ile karşılaştım ve akabinde öyle bir çığlık attım ki, tüm mahalle inledi.. Çocuk da ben de bir süre kendimize gelemedik, ta ki çocuk titrek bir ses ve yoğun bir alman aksanıyla "trick ODER treat" diyene dek.. Aldığım tüm şekerlemeleri çocuğa verdim, kapıyı kapattım ve kitledim. Sanırım çocuk da aldığı tüm şekerlerle koşarak evine gitmiş ve annesine sarılmıştır.
İşte böyle bir cadılar bayramı deneyimim oldu, yok bundan sonra bidaha da almıyım ben.. Allah düşmanıma dahi vermesin!
Kütüphane Fantazisi
Bu fotoğrafta gördüğünüz yer cennet değil, Stockholm Kütüphanesi. Beni buraya kilitleseniz, hiç sorunsuz birkaç sene geçirebilirim - eğer bir ömür değilse.. Kütüphanelere ilgim çok küçükken başladı; okumayı söker sökmez, kitapların o keskin kokusu genzimi yakmaya ve bu koku çikolatalı süt kokusundan bile daha çok hoşuma gitmeye başladığı zaman. Ailem her yaz beni ananemle dedemin yazlığına taşırken, nerdeyse kendi ağırlığımda bir bavul kitabımı da taşırdı. Yatağımın başucundaki göze koyardım, iki kule; biri okunacaklar, diğeri okunanlar. İki kule ki; biri eksilirken diğeri yükselen. Aralarından da deniz gözükür.
Muhteşem koleksiyonlarım vardı; sadece hikaye kitapları değil, çizgi romanlar da. Vardı dedim; hala içim titrer hatırladıkça.. Annem evde kullanılmayan eşya sevmez, bir yaz oyuncaklarımla kitaplarım yok oldular. Büyümüşüm..... Onları ihtiyacı olan çocuklara vermişiz, onlar oynayacaklarmış oyuncaklarla (tamam bu iyi, zaten sıkılmıştım o çocukça şeylerden) ama kitaplar??? Annem de pişman oldu tabii ama nerden bilsin kadın, onun için çizgi roman okunur biter, çizgi romanın koleksiyonu mu olurmuş?? Oysa bendeki REDKITler şimdi inanılmaz değerli, bendekilerde RED sigara içiyor, saçı sarı.. Sonra saçını siyaha boyadı, sigarayı bıraktı. Neyse ayrıntılarda kaybolmayalım, giden gitti.
Bu bana ders oldu. Sonraki yıllarda kitaplarımı özenle biriktirir, ilk sayfasına adımı ve kitap bittiğinde hangi şehirde olduğumu yazar, alfabetik sırayla kitaplığıma dizer oldum. Evet biraz takıntılı bir uğraş ama küçük yaşta öğrendiğim kaybetme korkusu beni bu hallere soktu sevgili blogger'cıklarım, herkesin bir tuhaf huyu oluyor işte. Benimki(lerden biri) de bu "kütüphane fantazisi". Böyle bir hayalim var, birgün kocaman bir kütüphanem olacak evimde. Bir rahat kocaman koltuk, bir okuma lambası ve binlerce kitabım. Bursa'daki odama girenleri şimdiden "hooo" dedirten ufak çaplı bir kitaplığım oldu bile; sanırım 300-400 civarına ulaştım. Bir de ek dergiler, seyahat kitapları falan var, onları saymıyorum. Bazen odama gelen konuklar "bunların hepsini okudun mu?" türünde anlamsız bir yorum yapsa da (yok kiloyla aldım ben onları, dekoratif amaçlı), genellikle odaya girenler hemen kitaplığa yöneliyor ve kısa süre sonra "aaa ben de çok severim bu yazarı, aaa benim de başucu kitabımdır, aaa bunu sen de okudun mu acaip bişeydi dimi" sözleri uçuşuyor havada. Keyifli.
Bursa'daki kitaplığı Münih'teki evime taşıyamadım. Bunun nedeni; kitaplar çok ağır, kutulamak, kargo falan yapmak lazım, biraz pahalıya mal olacak ve biz her 2 senede bir ülke değiştirdiğimiz için henüz güvenemedim kendime. Ama özlüyorum kitaplığımın kokusunu.. Münih'in en sevdiğim kitapçısı ise Hugendubel; çünkü hem kocaman hem de oturma alanları var. Alıyorsunuz kitabı elinize, bakıyor, kokluyor, okuyorsunuz hatta. Aynen Boston Cambridge'deki gibi. Orda da kitapçılar böyle bir hizmet sunuyorlar; bazı kitapların kabı açılmış oluyor, onları kitapçıdan dışarı çıkarmadığınız ve hasar vermediğiniz sürece gidip gelip o kitapçının okuma koltuğunda okuyabiliyorsunuz. Kendi kitaplığım olana dek, benim için güzel bir avuntu..
Muhteşem koleksiyonlarım vardı; sadece hikaye kitapları değil, çizgi romanlar da. Vardı dedim; hala içim titrer hatırladıkça.. Annem evde kullanılmayan eşya sevmez, bir yaz oyuncaklarımla kitaplarım yok oldular. Büyümüşüm..... Onları ihtiyacı olan çocuklara vermişiz, onlar oynayacaklarmış oyuncaklarla (tamam bu iyi, zaten sıkılmıştım o çocukça şeylerden) ama kitaplar??? Annem de pişman oldu tabii ama nerden bilsin kadın, onun için çizgi roman okunur biter, çizgi romanın koleksiyonu mu olurmuş?? Oysa bendeki REDKITler şimdi inanılmaz değerli, bendekilerde RED sigara içiyor, saçı sarı.. Sonra saçını siyaha boyadı, sigarayı bıraktı. Neyse ayrıntılarda kaybolmayalım, giden gitti.
Bu bana ders oldu. Sonraki yıllarda kitaplarımı özenle biriktirir, ilk sayfasına adımı ve kitap bittiğinde hangi şehirde olduğumu yazar, alfabetik sırayla kitaplığıma dizer oldum. Evet biraz takıntılı bir uğraş ama küçük yaşta öğrendiğim kaybetme korkusu beni bu hallere soktu sevgili blogger'cıklarım, herkesin bir tuhaf huyu oluyor işte. Benimki(lerden biri) de bu "kütüphane fantazisi". Böyle bir hayalim var, birgün kocaman bir kütüphanem olacak evimde. Bir rahat kocaman koltuk, bir okuma lambası ve binlerce kitabım. Bursa'daki odama girenleri şimdiden "hooo" dedirten ufak çaplı bir kitaplığım oldu bile; sanırım 300-400 civarına ulaştım. Bir de ek dergiler, seyahat kitapları falan var, onları saymıyorum. Bazen odama gelen konuklar "bunların hepsini okudun mu?" türünde anlamsız bir yorum yapsa da (yok kiloyla aldım ben onları, dekoratif amaçlı), genellikle odaya girenler hemen kitaplığa yöneliyor ve kısa süre sonra "aaa ben de çok severim bu yazarı, aaa benim de başucu kitabımdır, aaa bunu sen de okudun mu acaip bişeydi dimi" sözleri uçuşuyor havada. Keyifli.
Bursa'daki kitaplığı Münih'teki evime taşıyamadım. Bunun nedeni; kitaplar çok ağır, kutulamak, kargo falan yapmak lazım, biraz pahalıya mal olacak ve biz her 2 senede bir ülke değiştirdiğimiz için henüz güvenemedim kendime. Ama özlüyorum kitaplığımın kokusunu.. Münih'in en sevdiğim kitapçısı ise Hugendubel; çünkü hem kocaman hem de oturma alanları var. Alıyorsunuz kitabı elinize, bakıyor, kokluyor, okuyorsunuz hatta. Aynen Boston Cambridge'deki gibi. Orda da kitapçılar böyle bir hizmet sunuyorlar; bazı kitapların kabı açılmış oluyor, onları kitapçıdan dışarı çıkarmadığınız ve hasar vermediğiniz sürece gidip gelip o kitapçının okuma koltuğunda okuyabiliyorsunuz. Kendi kitaplığım olana dek, benim için güzel bir avuntu..
29 Ekim 2011 Cumartesi
Banyo Fantazisi
Balık burcu olduğum için sulak alanlara aşırı sempatim var; yaşadığım kentte deniz, yoksa göl, o da yoksa bari şırıl şırıl akan bir dere olmasına özen gösteriyorum. Etrafımda bir su sesi, akışkanlık, daimi bir dalgalanma olması lazım. Su benim için önemli. Duşumu almadan tam anlamıyla uyanamam, kendime gelemem. Yağmur altında yürümeyi, donuma kadar ıslanmayı, kış günü bile ıslak saçla dışarı çıkmayı severim. Sinirli olduğumda tabak çanağı bulaşık makinesinden çıkarıp yıkadığım, endişeli olduğumda mutlaka sıcak sulu birşeyleri yudumladığım, sıkıntılı zamanlarımda küveti doldurup, kitabımı falan alıp su soğuyana dek içinde kaldığım çok olur. Kısaca: ben suyu seviyorum.
Dolayısıyla yaşam alanlarımda benim için en önemli mekanlar banyolar. Banyo dediğin geniş, ferah, aydınlık, minimalist ve yumuşak renklerle döşenmiş olmalı. Yerleri mutlaka kuru, halısız kilimsiz, saç telsiz, kireç lekesiz, tertemiz olmalı. Banyo kesinlikle serin olmamalı ama havasız da kalmamalı. Orda burda gereksiz eşya ve süs olmamalı, makyaj malzemeleri falan dolaplarda tutulmalı. Misafirler için kağıt havlu ve gerektiğinde kolayca yetişilebilecek yedek tuvalet kağıtları bulunmalı.
Banyonun benim için en önemli elementi ise duş tabii ki. Duş kesinlikle gür akmalı, hani şu az suyu bolmuş gibi gösteren ekonomik ve de ekolojik sistemler var ya. Geniş başlıklı duş sistemleri insana şelalenin altındaymış hissi verdiği ve ayrıca omuzlara masaj yaptığı için iyi seçimler. Gevşek, plastik ve yerinde durmayan, tıkalı deliklerinden sağa sola su fışkırtan duş başlıkları dayanılmaz bir azap. Bir de mutfakta su açıldığında suyun birden buz gibi akması sendromu vardır bazı evlerde, delirtir beni..
Yer müsaitse, kocaman bir küvet günün bütün stresini alıyor gerçekten. Avustralya'da yaşarken evimiz 14. kattaydı ve yere kadar inen pencerenin hemen önünde şu yandaki fotodakine çok benzeyen muhteşem bir jakuzi duruyordu. Mumlar eşliğinde şehrin gece ışıklarını izlerken bir yandan şarap yudumlamak, öteyandan suyun içinde olmak tarifi imkansız bir duyguydu. Avustralya'dan döneli beri özlediğim tek şey bu küvet! Almanya'da banyolarda küvet ve duş ayrı oluyor, bu da aslında güzel bir durum, ama burdaki küvete değil 190 boy ortalamasıyla almanlar, 160 (tamam tamam 1.58'lik) boyumla ben bile zor sığıyorum, iki büklüm halde dört duvara bakarak şarap yudumlamak ya da Genç Werther'in Acıları'nı falan okumak da pek keyifli değil doğrusu.
Şu hayattaki temel hedeflerimden biri, bahçeye irice bir jakuzi gömdürmek ve etraf karla kaplıyken ailecek içine girip sohbet etmek, sıcak sahlep içmek falan. Şimdilik hayal olsa da inanıyorum günün birinde bu aristokrat hedefime ulaşacağım..
Dolayısıyla yaşam alanlarımda benim için en önemli mekanlar banyolar. Banyo dediğin geniş, ferah, aydınlık, minimalist ve yumuşak renklerle döşenmiş olmalı. Yerleri mutlaka kuru, halısız kilimsiz, saç telsiz, kireç lekesiz, tertemiz olmalı. Banyo kesinlikle serin olmamalı ama havasız da kalmamalı. Orda burda gereksiz eşya ve süs olmamalı, makyaj malzemeleri falan dolaplarda tutulmalı. Misafirler için kağıt havlu ve gerektiğinde kolayca yetişilebilecek yedek tuvalet kağıtları bulunmalı.
Banyonun benim için en önemli elementi ise duş tabii ki. Duş kesinlikle gür akmalı, hani şu az suyu bolmuş gibi gösteren ekonomik ve de ekolojik sistemler var ya. Geniş başlıklı duş sistemleri insana şelalenin altındaymış hissi verdiği ve ayrıca omuzlara masaj yaptığı için iyi seçimler. Gevşek, plastik ve yerinde durmayan, tıkalı deliklerinden sağa sola su fışkırtan duş başlıkları dayanılmaz bir azap. Bir de mutfakta su açıldığında suyun birden buz gibi akması sendromu vardır bazı evlerde, delirtir beni..
Yer müsaitse, kocaman bir küvet günün bütün stresini alıyor gerçekten. Avustralya'da yaşarken evimiz 14. kattaydı ve yere kadar inen pencerenin hemen önünde şu yandaki fotodakine çok benzeyen muhteşem bir jakuzi duruyordu. Mumlar eşliğinde şehrin gece ışıklarını izlerken bir yandan şarap yudumlamak, öteyandan suyun içinde olmak tarifi imkansız bir duyguydu. Avustralya'dan döneli beri özlediğim tek şey bu küvet! Almanya'da banyolarda küvet ve duş ayrı oluyor, bu da aslında güzel bir durum, ama burdaki küvete değil 190 boy ortalamasıyla almanlar, 160 (tamam tamam 1.58'lik) boyumla ben bile zor sığıyorum, iki büklüm halde dört duvara bakarak şarap yudumlamak ya da Genç Werther'in Acıları'nı falan okumak da pek keyifli değil doğrusu.
Şu hayattaki temel hedeflerimden biri, bahçeye irice bir jakuzi gömdürmek ve etraf karla kaplıyken ailecek içine girip sohbet etmek, sıcak sahlep içmek falan. Şimdilik hayal olsa da inanıyorum günün birinde bu aristokrat hedefime ulaşacağım..
19 Ekim 2011 Çarşamba
Kanserle gelen mutluluk
Hayat çok kırılgan. Geçtiğimiz hafta bir arkadaşıma meme kanseri teşhisi konulduğunu ve memesini aldıklarını öğrendim. Neyse ki artık meme kanseri tedavisi mümkün olan, göreceli olarak daha az zarar verici kanser türlerine giriyor. Basit bir elle kontrol ve tıbbi tarama ile de erken devrede yakalanıyor. Arkadaşım da şanslılardan biri, bugün neşe saçarak "şimdi iyileşme dönemindeyim, hayatın keyfini çıkartıyorum" dedi.
Kanser gibi ciddi bir ölüme yaklaşma deneyimlerinden sonra, hastalığı yenen insanların büyük çoğunda bir "psikolojik gelişim ve olgunluk" görülüyor. Psikolojide ve sağlık alanında bir çok makale var bu konuda. İnsanlar hayatın kırılganlığının farkına varıyor ve kalan zamanlarını dolu dolu yaşamaya yöneliyorlar. Birçok insanın kanser ile mücadele döneminde aile bireyleriyle ilişkileri yakınlaşıyor, duygularını daha kolay paylaşmaya başlıyorlar, artık hayatı eskisi kadar fazla ciddiye almadıklarını ve eskiye nazaran daha mutlu insanlar olduklarını belirtiyorlar. Bu güzel. Ama daha güzeli sanırım kanser olmadan bunu anlayabilmek..
Kanser gibi ciddi bir ölüme yaklaşma deneyimlerinden sonra, hastalığı yenen insanların büyük çoğunda bir "psikolojik gelişim ve olgunluk" görülüyor. Psikolojide ve sağlık alanında bir çok makale var bu konuda. İnsanlar hayatın kırılganlığının farkına varıyor ve kalan zamanlarını dolu dolu yaşamaya yöneliyorlar. Birçok insanın kanser ile mücadele döneminde aile bireyleriyle ilişkileri yakınlaşıyor, duygularını daha kolay paylaşmaya başlıyorlar, artık hayatı eskisi kadar fazla ciddiye almadıklarını ve eskiye nazaran daha mutlu insanlar olduklarını belirtiyorlar. Bu güzel. Ama daha güzeli sanırım kanser olmadan bunu anlayabilmek..
Oğlunu kurban etmek
Tek tanrılı dinlerin tümünün kitaplarında geçen bir hikaye vardır; Hz. İbrahim'in oğlu İsmail'i "neredeyse" kurban etme hikayesi. Bu hikaye benim çok eskiden beri tüylerimi ürperten, içindeki gizli anlamı bir türlü yakalayamadığım, farklı dinlerden birçok inanan ve din adamıyla tartıştığım halde bir türlü anlamadığım bir hikayedir. Hani doluya koydum olmadı, boşa koydum olmadı türünde..
Dinlere göre ufak tefek farklar var hikayede ama özetle; Hz. İbrahim birkaç gece üst üste Tanrı'nın onu test etmek için oğlunu kurban etmesini buyurduğunu görüyor. Sonunda bu dürtüye ya da buyruğa daha fazla karşı gelemeyerek, oğlunu alıp dağın tepesine çıkıyor (dağ tepeleri tanrıya yakın yerlerdir bilirsiniz). Tam oğlunun boğazına bıçağı dayamışken (oğlu da babasına bir koyun gibi itaat ederken) Tanrı onu durduruyor ve oğlunun yerine bir koyun yolluyor ve onu kesmesini istiyor. İşte bizim kurban bayramı böyle doğmuş. Aslında islamdan, hıristiyanlıktan ve yahudilikten çok önce, bir pagan adeti olarak. Diğer dinler bu adeti çeşitli nedenlerle (yahudilerde kurban edilen tapınağın yıkılması, hıristiyanlarda ise İsa'nın bir final mahiyetinde kendini kurban etmesiyle) sonlandırmışlar, fakat müslümanlar hala devam ettiriyor. Benim gibi birçok insan için dayanılmaz bir "bayram", kabul edilemez bir sorun, ama devam ediliyor. Hatta kurban bayramı dışında, olmasını istedikleri dilekleri için canlı hayvan adayan fanatikler de var.
Benim yazmak istediğim kurban fenomeni ya da bunun antropolojik kökenleri değil. Bu konuda daha fazla okumak için buraya tıklayabilirsiniz. Benim kafamı kurcalayan, bir babanın öz evladını kurban etmesi temelinde yatan patoloji ve inanç - etik sorunsalı. Çocuğum yok ve nasıl bir histir bilemem ama eğer olsaydı, içimden bir ses öyle emrediyor diye boğazına bıçağı dayamazdım. Hayır bu bir şizofreni belirtisi olduğu için değil, bana tüm benliğiyle inanan ve güvenen bir canlıya kıyamayacağım için. İsmail'in babası boğazına bıçağı dayadığında ne hissettiğini çok düşündüm. Tanrı için kurban edilmek.. Varlığını görmediğin, duymadığın, sadece inandığın bir kavram için, öz baban tarafından ihanete uğramak. İsmail son dakikada bıçaktan kurtulmuş ama bu deneyimle tüm bir yaşamını nasıl devam ettirmiş, bilmiyoruz. Babasına güvenebilmiş mi, Tanrı'nın amacını anlayabilmiş mi? Ben anlayamıyorum, aklım almıyor.. Bana göre; bu da dilden dile anlatılırken değişmiş, anlamını kaybetmiş, ürkütücü bir hal almış, amacını yitirerek sadece korkutma ve sindirme aracına dönüşmüş hikayelerden biri.
Bu hikayeyi bugün tekrar düşündüm, çünkü bu sabah gazetelerde "24 şehit ve 15 ölü ele geçirme" manşetleri ile sarsıldı Türkiye. Çok acı, gencecik çocuklar inançları ya da daha kötüsü inandırıldıkları kavramlar için ölüyorlar. Her iki tarafın da ciğerleri yanıyor yıllardır ama bitmiyor bu acı. Hiçbir sonuca ulaşmayan politikalar, agresif ve yıkıcı askeri adımlar, toplumların birbirine duyduğu öfke, nefret ve dialog eksikliği böyle devam ederse asla da bitmeyecek. Artık dünyadaki birçok ülke profesyonel orduya geçiyor, askerlik zorunlu hizmet olmaktan çıkıyor. Bizim ülkemizde, diğer ülkelerden çok daha fazla hissediliyor profesyonel ordu ihtiyacı, çünkü bizim doğuda politik problemlerimiz var. Çok büyük problemler, bir türlü çözül(e)meyen problemler bunlar. Çok yazdım bu konuda, artık ben bile sıkıldım.
Ama bugün bu manşetleri, köşe yazılarını ve arkadaşlarımın facebook status'lerini gördükçe, yukarıdaki hikayeyi düşündüm durdum. Çünkü çok benziyor. Bize yukardan bir ses, "oğlunu ver, oğlunu ver" diyor, biz düşünmeden, koşulsuz veriyoruz oğullarımızı. Piyon gibi.. Yeşil ya da kahve kamuflaj kıyafetinde birbirinin tıpkısı olan oğullar, halbuki normal hayatlarında benzersiz, bir eşi daha yok. Ölüme gidiyorlar. Silah tüccarları, askercilik oynamayı seven politikacılar, çete liderleri onları kurban olarak alıyor, her iki taraftan da. Aynen Hz. İbrahim gibiyiz, bir ses duyuyoruz, bir rüya görüyoruz, sorgusuz kabulleniyoruz. Yoksa başka nasıl açıklarsınız "oğlum devlete feda olsun"u, nasıl bir baba söyleyebilir bunu, nasıl bir inançtır, sorgulanmadan kabul edilir?
Acı olan ne biliyor musunuz, bizden oğul isteyen bu sefer şefkatli bir tanrı değil. Son dakikada durdurmuyor bizi. Aldığı oğullar yetmiyor, hep daha fazlasını alıyor..
Oğullarımıza oyuncak silah almayalım, arkadaşları onu tartaklarsa onun da bir yumruk atmasını öğretmeyelim, "göze göz, dişe diş" diyerek çocukların hepsini kör etmeyelim ve başkasının oğlunu öldürmesi için askere yollamayalım. Şu anki sistemde ne yazık ki seçimimiz yok ama olmalı. Herkes asker olmamalı, tüm çocuklar "eti senin kemiği benim" düsturu ile orduya armağan edilmemeli. Çünkü belki de sırf bu nedenle, yani sonsuz bir insan kaynağının garantisi ile, bizim iç ve dış politikamız da giderek agresifleşiyor, çözüm odaklı olmaktan uzaklaşıyor. Bunun önünü almak için hepimiz sesimizi yükseltelim, biz orduya destek kaynağı değiliz, biz düşünülmeden boğazına bıçak dayanan koyunlar değiliz, biz anlamadığımız bir oyunun piyonları değiliz!
Dinlere göre ufak tefek farklar var hikayede ama özetle; Hz. İbrahim birkaç gece üst üste Tanrı'nın onu test etmek için oğlunu kurban etmesini buyurduğunu görüyor. Sonunda bu dürtüye ya da buyruğa daha fazla karşı gelemeyerek, oğlunu alıp dağın tepesine çıkıyor (dağ tepeleri tanrıya yakın yerlerdir bilirsiniz). Tam oğlunun boğazına bıçağı dayamışken (oğlu da babasına bir koyun gibi itaat ederken) Tanrı onu durduruyor ve oğlunun yerine bir koyun yolluyor ve onu kesmesini istiyor. İşte bizim kurban bayramı böyle doğmuş. Aslında islamdan, hıristiyanlıktan ve yahudilikten çok önce, bir pagan adeti olarak. Diğer dinler bu adeti çeşitli nedenlerle (yahudilerde kurban edilen tapınağın yıkılması, hıristiyanlarda ise İsa'nın bir final mahiyetinde kendini kurban etmesiyle) sonlandırmışlar, fakat müslümanlar hala devam ettiriyor. Benim gibi birçok insan için dayanılmaz bir "bayram", kabul edilemez bir sorun, ama devam ediliyor. Hatta kurban bayramı dışında, olmasını istedikleri dilekleri için canlı hayvan adayan fanatikler de var.
Benim yazmak istediğim kurban fenomeni ya da bunun antropolojik kökenleri değil. Bu konuda daha fazla okumak için buraya tıklayabilirsiniz. Benim kafamı kurcalayan, bir babanın öz evladını kurban etmesi temelinde yatan patoloji ve inanç - etik sorunsalı. Çocuğum yok ve nasıl bir histir bilemem ama eğer olsaydı, içimden bir ses öyle emrediyor diye boğazına bıçağı dayamazdım. Hayır bu bir şizofreni belirtisi olduğu için değil, bana tüm benliğiyle inanan ve güvenen bir canlıya kıyamayacağım için. İsmail'in babası boğazına bıçağı dayadığında ne hissettiğini çok düşündüm. Tanrı için kurban edilmek.. Varlığını görmediğin, duymadığın, sadece inandığın bir kavram için, öz baban tarafından ihanete uğramak. İsmail son dakikada bıçaktan kurtulmuş ama bu deneyimle tüm bir yaşamını nasıl devam ettirmiş, bilmiyoruz. Babasına güvenebilmiş mi, Tanrı'nın amacını anlayabilmiş mi? Ben anlayamıyorum, aklım almıyor.. Bana göre; bu da dilden dile anlatılırken değişmiş, anlamını kaybetmiş, ürkütücü bir hal almış, amacını yitirerek sadece korkutma ve sindirme aracına dönüşmüş hikayelerden biri.
Bu hikayeyi bugün tekrar düşündüm, çünkü bu sabah gazetelerde "24 şehit ve 15 ölü ele geçirme" manşetleri ile sarsıldı Türkiye. Çok acı, gencecik çocuklar inançları ya da daha kötüsü inandırıldıkları kavramlar için ölüyorlar. Her iki tarafın da ciğerleri yanıyor yıllardır ama bitmiyor bu acı. Hiçbir sonuca ulaşmayan politikalar, agresif ve yıkıcı askeri adımlar, toplumların birbirine duyduğu öfke, nefret ve dialog eksikliği böyle devam ederse asla da bitmeyecek. Artık dünyadaki birçok ülke profesyonel orduya geçiyor, askerlik zorunlu hizmet olmaktan çıkıyor. Bizim ülkemizde, diğer ülkelerden çok daha fazla hissediliyor profesyonel ordu ihtiyacı, çünkü bizim doğuda politik problemlerimiz var. Çok büyük problemler, bir türlü çözül(e)meyen problemler bunlar. Çok yazdım bu konuda, artık ben bile sıkıldım.
Ama bugün bu manşetleri, köşe yazılarını ve arkadaşlarımın facebook status'lerini gördükçe, yukarıdaki hikayeyi düşündüm durdum. Çünkü çok benziyor. Bize yukardan bir ses, "oğlunu ver, oğlunu ver" diyor, biz düşünmeden, koşulsuz veriyoruz oğullarımızı. Piyon gibi.. Yeşil ya da kahve kamuflaj kıyafetinde birbirinin tıpkısı olan oğullar, halbuki normal hayatlarında benzersiz, bir eşi daha yok. Ölüme gidiyorlar. Silah tüccarları, askercilik oynamayı seven politikacılar, çete liderleri onları kurban olarak alıyor, her iki taraftan da. Aynen Hz. İbrahim gibiyiz, bir ses duyuyoruz, bir rüya görüyoruz, sorgusuz kabulleniyoruz. Yoksa başka nasıl açıklarsınız "oğlum devlete feda olsun"u, nasıl bir baba söyleyebilir bunu, nasıl bir inançtır, sorgulanmadan kabul edilir?
Acı olan ne biliyor musunuz, bizden oğul isteyen bu sefer şefkatli bir tanrı değil. Son dakikada durdurmuyor bizi. Aldığı oğullar yetmiyor, hep daha fazlasını alıyor..
Oğullarımıza oyuncak silah almayalım, arkadaşları onu tartaklarsa onun da bir yumruk atmasını öğretmeyelim, "göze göz, dişe diş" diyerek çocukların hepsini kör etmeyelim ve başkasının oğlunu öldürmesi için askere yollamayalım. Şu anki sistemde ne yazık ki seçimimiz yok ama olmalı. Herkes asker olmamalı, tüm çocuklar "eti senin kemiği benim" düsturu ile orduya armağan edilmemeli. Çünkü belki de sırf bu nedenle, yani sonsuz bir insan kaynağının garantisi ile, bizim iç ve dış politikamız da giderek agresifleşiyor, çözüm odaklı olmaktan uzaklaşıyor. Bunun önünü almak için hepimiz sesimizi yükseltelim, biz orduya destek kaynağı değiliz, biz düşünülmeden boğazına bıçak dayanan koyunlar değiliz, biz anlamadığımız bir oyunun piyonları değiliz!
7 Ekim 2011 Cuma
Anne kokusu
Anne kokusu başka bişeydir ya, özellikle gurbet ellerde falan (hüzün hali). Benim kafamda anne kokusu, Nina Ricci'nin "L'Air du Temps"i ile eş. Çünkü çok küçükken annem bunu kullanırdı; böyle sabunsu, çok güzel bir kokusu vardı. Kutusu da çok hoşuma giderdi çocukken, bembeyaz, pamuk şeker gibi, sade ama zevkli bir kutuydu. 80'li yılların alacalı bulacalı abartılı modasına ters. Annem sabunlarını da alırdı, çamaşırların içine koyardı. Ben tüm çekmeceleri karıştırır, sonunda saklı sabunu bulur, burnuma dayar, gözlerimi kapar, koklar dururdum. Geçenlerde bu L'Air du Temps parfüm kutularından biri çıktı çekmecelerden birinden. Çok heyecanlandım ama, sonuç hayal kırıklığı oldu; kutunun içi boştu..
L'Air du Temps hala üretiliyor mu, üretiliyorsa aynı koku mu bilmiyorum ama bu koku dün gibi burnumun ucundadır, her yerde tanırım ve aklıma hemen annem gelir..
L'Air du Temps hala üretiliyor mu, üretiliyorsa aynı koku mu bilmiyorum ama bu koku dün gibi burnumun ucundadır, her yerde tanırım ve aklıma hemen annem gelir..
26 Eylül 2011 Pazartesi
Vişne - Şeftali
Soğuk içecek dolabının önünde kararsız bir şekilde dikiliyorum. Cola, diet cola, cola zero, portakal suyu, armut nektarı, karpuzlu soda, narlı bilmemne.. Her sene ismi ve içeriği biraz daha karmaşık bir hal alıyor gibi görünen bu post-modern soğuk içecekler arasından birini seçebilmek, yeniyetmelerle bebelerin bile 1-2 saniyesini alırken, benim için "Genç Werther'in Acıları" ayarında bir işkenceye dönüyor. Her sefer böyle bu.
Bazen marketlerde burun buruna geldiğim yaşıtlarımda da aynı kararsızlığı gözlemliyorum. Bizden sonra raflara erişen fıkır fıkır ergenler enerji içeceklerine, "emo" tabir edilen "içli" akranları organik meyve sularına, daha küçük çocuklar cola veya fantaya doğru hemen hamle yapabilirken; biz 30+ kuşağı Matrix filmindeki silah seçme sahnesindeki gibi sonsuza doğru uzayan meyve suyu raflarının önünde ecel teri döküyor ve sonunda avuç içlerimizi iki yana açıp, utangaç bir gülümsemeyle omuzlarımızı silkiyoruz birbirimize. Genellikle de vişne ya da portakal suyu alıp koşar adımlarla çıkıyoruz marketten.
Neden böyle bu? Biz çocukken fazla gazlı içecek verilmezdi bize. Ailelerimiz "10-100-1000 baloncuk"a kuşkuyla yaklaşırdı. Fazla içenin midesi patlayıverirdi mazallah. Çocuklar kahve de içmezdi; kararır, zenci çocuk oluverirdik. Çernobil sonrası çay da azaldı ve o acımsı kekremsi ithal çaya "zehir gibi" denildi. Neden zehir içelim ki? Evde yapılan, içi üzümlü, sıcacık, mis gibi kokan kurabiyelerin yanında koca bir bardak süt içerdik. Sütler öyle yağlı olurdu ki, ayran gibi bıyık yapardı üst dudağımızda.
Meyve suları ise ayrı bir hikaye.. İki gurup çocuk vardı: vişne severler ve şeftali suyu severler. Bu iki grup da sevilen meyve suyuna karşı sanki gizli bir cemaate üyeymişçesine bir tutku ile bağlıydı. Vişneciler, şeftalicileri biraz muhallebi bebesi olmakla suçlardı. Biraz doğruluk payı da vardı bu suçlamanın. Bu çocukların evinde muhallebi pişmezdi pek, çünkü anne babaları çalışıyor olurdu ama arada sırada muhallebiciye giderlerdi. Ama bundan değil bu ismin yakıştırılması.. Doğrusu; şeftaliciler genellikle beyaz yaka kesimin çocukları olurdu ve bu çocukların sırtında her daim hazır bulunan ve oyunun en can alıcı ve en hareketli anında, annenizin ya da bakıcınızın adınızı camdan haykırması ile değiştirilmesi ve sizi diğer çocuklara madara etmesi gereken bir "terbezi" fenomeni olurdu.
Vişneciler ise biraz azılıydılar. Cilli (cam bilye) oyununda şeftalicilerin en güzel cillilerini, hatta bazen pembe etekli bebeklerini ya da mini arabalarını ganimet olarak toplarlardı. Bazen vişnecilerin anneleri geri iade ederdi bu ganimetleri ama şeftalicilerin anneleri kazanılmış haklar konusunda kimsenin anlam veremediği bir nutuk çeker ve bu oyuncakları vişnecilere hediye edebilirlerdi. Şeftalicilerin anneleri ilginç tiplerdi.
Vişnecilerin ağzındaki kekremsi tadı her şeftali çocuğu bilirdi ama bilmezden gelirdi. Şeftaliciler anne-babalarıyla gittikleri "lokal"de şeftalinin olmaması durumunda ısrarlara dayanamayarak vişneyi denemiş ve yüzlerini mutlaka ekşitmiş olurlardı. Fakat vişneciler şeftaliye karşı inanılmaz bir nefret duyar, adını duydukları anda alaylarına başlarlardı. Oysa vişnecilerin şeftali suyu içerken yakalanması ayıp değildi, hatta şeftaliciler onları kendi aralarına katma konusunda bilinçli (ve gizli) bir kampanya yürüttüklerini bugün itiraf etmektedirler.
Çocukken sadece vişne ve şeftali yoktu elbet. Kayısı suyu da vardı - kimse sevmezdi o ekşi kıvamı aslında ama şeftalicilerin bazılarına anne babaları yuttururdu. Kayısıda "K" vitamini var diye. Bugün bile merak ederim bu K vitaminini.. Sonraki yıllarda E'den öteye geçemediğim için, bu aradaki tüm harfleri atlayıp, alfabenin ortasından bize nanik çeken vitamini..
Şeftalicilerin çoğu geçen yıllarda vişneci oldu. Bazısı ise radikalleşerek portakala döndü. Bunun nedeni de, Tamek meyve suyu fabrikasının o kahverengi cam şişeleri üretmeyi bırakması ve Cappy'nin janjanlı metal kutusu içindeki bol şekerli ve kekremsiliği azaltılmış vişne suyunun gönülleri fethetmesi. Bugün karton kutularda litrelik olarak alınan Tamek şeftali artık aynı tadı vermiyor. Ya da o günün çocuklarının ağzının tadı kalmadı artık. Kim bilir..?
İşte bu düşüncelerle büyüyünce, soğuk içecek dolabının önünde yaşanan kararsızlık dakikaları yabanlı olmuyor insana. Sadece fiziksel bir dürtü ile değil, duygusal açıdan da yaklaşıyoruz biz o dolaplara. Dolayısıyla karar vermek zaman alıyor. Ne yapalım.. Böyle garip bir kuşağız biz..
Not. Bu yazıya son verirken, aklıma Uludağ Gazoz da geldi tabii ki ama itiraf etmek gerekirse, bazıları tarafından tadı biraz da asprine benzetilen bu gazozu sevebilmek için Bursalı olmak ya da en azından ilkokul dönemini Bursa'da geçirmiş olmak lazım. Anlaşılamama endişesi ile şimdilik es geçiyorum kendisini.
Bazen marketlerde burun buruna geldiğim yaşıtlarımda da aynı kararsızlığı gözlemliyorum. Bizden sonra raflara erişen fıkır fıkır ergenler enerji içeceklerine, "emo" tabir edilen "içli" akranları organik meyve sularına, daha küçük çocuklar cola veya fantaya doğru hemen hamle yapabilirken; biz 30+ kuşağı Matrix filmindeki silah seçme sahnesindeki gibi sonsuza doğru uzayan meyve suyu raflarının önünde ecel teri döküyor ve sonunda avuç içlerimizi iki yana açıp, utangaç bir gülümsemeyle omuzlarımızı silkiyoruz birbirimize. Genellikle de vişne ya da portakal suyu alıp koşar adımlarla çıkıyoruz marketten.
Neden böyle bu? Biz çocukken fazla gazlı içecek verilmezdi bize. Ailelerimiz "10-100-1000 baloncuk"a kuşkuyla yaklaşırdı. Fazla içenin midesi patlayıverirdi mazallah. Çocuklar kahve de içmezdi; kararır, zenci çocuk oluverirdik. Çernobil sonrası çay da azaldı ve o acımsı kekremsi ithal çaya "zehir gibi" denildi. Neden zehir içelim ki? Evde yapılan, içi üzümlü, sıcacık, mis gibi kokan kurabiyelerin yanında koca bir bardak süt içerdik. Sütler öyle yağlı olurdu ki, ayran gibi bıyık yapardı üst dudağımızda.
Meyve suları ise ayrı bir hikaye.. İki gurup çocuk vardı: vişne severler ve şeftali suyu severler. Bu iki grup da sevilen meyve suyuna karşı sanki gizli bir cemaate üyeymişçesine bir tutku ile bağlıydı. Vişneciler, şeftalicileri biraz muhallebi bebesi olmakla suçlardı. Biraz doğruluk payı da vardı bu suçlamanın. Bu çocukların evinde muhallebi pişmezdi pek, çünkü anne babaları çalışıyor olurdu ama arada sırada muhallebiciye giderlerdi. Ama bundan değil bu ismin yakıştırılması.. Doğrusu; şeftaliciler genellikle beyaz yaka kesimin çocukları olurdu ve bu çocukların sırtında her daim hazır bulunan ve oyunun en can alıcı ve en hareketli anında, annenizin ya da bakıcınızın adınızı camdan haykırması ile değiştirilmesi ve sizi diğer çocuklara madara etmesi gereken bir "terbezi" fenomeni olurdu.
Vişneciler ise biraz azılıydılar. Cilli (cam bilye) oyununda şeftalicilerin en güzel cillilerini, hatta bazen pembe etekli bebeklerini ya da mini arabalarını ganimet olarak toplarlardı. Bazen vişnecilerin anneleri geri iade ederdi bu ganimetleri ama şeftalicilerin anneleri kazanılmış haklar konusunda kimsenin anlam veremediği bir nutuk çeker ve bu oyuncakları vişnecilere hediye edebilirlerdi. Şeftalicilerin anneleri ilginç tiplerdi.
Vişnecilerin ağzındaki kekremsi tadı her şeftali çocuğu bilirdi ama bilmezden gelirdi. Şeftaliciler anne-babalarıyla gittikleri "lokal"de şeftalinin olmaması durumunda ısrarlara dayanamayarak vişneyi denemiş ve yüzlerini mutlaka ekşitmiş olurlardı. Fakat vişneciler şeftaliye karşı inanılmaz bir nefret duyar, adını duydukları anda alaylarına başlarlardı. Oysa vişnecilerin şeftali suyu içerken yakalanması ayıp değildi, hatta şeftaliciler onları kendi aralarına katma konusunda bilinçli (ve gizli) bir kampanya yürüttüklerini bugün itiraf etmektedirler.
Çocukken sadece vişne ve şeftali yoktu elbet. Kayısı suyu da vardı - kimse sevmezdi o ekşi kıvamı aslında ama şeftalicilerin bazılarına anne babaları yuttururdu. Kayısıda "K" vitamini var diye. Bugün bile merak ederim bu K vitaminini.. Sonraki yıllarda E'den öteye geçemediğim için, bu aradaki tüm harfleri atlayıp, alfabenin ortasından bize nanik çeken vitamini..
Şeftalicilerin çoğu geçen yıllarda vişneci oldu. Bazısı ise radikalleşerek portakala döndü. Bunun nedeni de, Tamek meyve suyu fabrikasının o kahverengi cam şişeleri üretmeyi bırakması ve Cappy'nin janjanlı metal kutusu içindeki bol şekerli ve kekremsiliği azaltılmış vişne suyunun gönülleri fethetmesi. Bugün karton kutularda litrelik olarak alınan Tamek şeftali artık aynı tadı vermiyor. Ya da o günün çocuklarının ağzının tadı kalmadı artık. Kim bilir..?
İşte bu düşüncelerle büyüyünce, soğuk içecek dolabının önünde yaşanan kararsızlık dakikaları yabanlı olmuyor insana. Sadece fiziksel bir dürtü ile değil, duygusal açıdan da yaklaşıyoruz biz o dolaplara. Dolayısıyla karar vermek zaman alıyor. Ne yapalım.. Böyle garip bir kuşağız biz..
Not. Bu yazıya son verirken, aklıma Uludağ Gazoz da geldi tabii ki ama itiraf etmek gerekirse, bazıları tarafından tadı biraz da asprine benzetilen bu gazozu sevebilmek için Bursalı olmak ya da en azından ilkokul dönemini Bursa'da geçirmiş olmak lazım. Anlaşılamama endişesi ile şimdilik es geçiyorum kendisini.
25 Eylül 2011 Pazar
Tek renkli mozaik
Bizim "mozaik mozaik" diye birbirimizi uyuttuğumuz güzide memleketimizde bir milliyetçilik akımıdır gidiyor ve aklı selim hepimiz endişe duyuyoruz. Bu konuda benden çok daha akıcı yazan onlarca yüzlerce kişi var ve 90'ların başında patlayan Türk Popu'nun o acaip şarkı sözleri polemiği sırasında Serdar Ortaç'ın "Türkçe'de kullanılabilecek tüm kelimeler, farklı gramatik permütasyonlarla denendi, artık matematiksel açıdan daha önce kullanılmamış bir cümle kurmamız mümkün değildir" demesi gibi, ben de bu konuda daha ne denebilir, yazılabilir, çizilebilir bilmiyorum. O nedenle ben yine kendi bakış açımdan yorumlayacağım bu sıkıntılı durumu.
Elalemin sigara yakıp, komşunun dedikodusu ve memleketin nasıl kurtarılabileceği arasında gidip gelen kısır sohbeti sırasında yaşanan o "bilinç tutulması" anlarında, ben ve benim gibi toplumda "tek tahtası eksik" tabir edilen asosyal insanlar şu konuları düşünürüz:
1. Işık hem dalga, hem tanecik ise; bu iki birimi içeren bir başka belirleyici olmalıdır.
2. Yıldızlardan gelen ışık bize milyonlarca yıl sonra ulaşabiliyorsa "sevgilim bak bu bizim yıldızımız olsun mu?" dediğimiz yıldız aslında çoktan sönmüüş olabileceği için, aslında var mıdır, yok mudur?
3. Bu kadar yılda hepimiz iyice birbirimize karışmışken, hala öz-türk, öz-müslüman, öz-hakiki "ben ve ötekiler" tartışması yapmanın manası nedir? Herkesin tek renk ve doku olduğu bir ülkede nasıl yaşanır, bu sefer kime ve neye kafa takılır?
İşte kafam bu sorularla dolu halde yürürken çok sevimli iki "kafadar" çıktı yoluma. Bizim memlekette "akbaş" tabir edilen, orta boy boz sokak köpekleri vardır, bilirsiniz. Son derece karışık bir ırktır tabii ki ve sokaklarımız ve hayvan barınaklarımız onlarla doludur. "Niteliksiz köpek" bile dendiğini duydum bu güzel hayvanlara. işte bunlardan biri, fıkır fıkır bir boz erkek köpek hoplaya zıplaya, dili dışarda geldi yanıma. Kulak arkasını biraz sevdirdi, sırtının ortasında o "ulaşılamaz alan"ını kaşıttı ve kuyruğunu sallayıp burnunu değdirdi koluma, klasik. Hemen arkasında onun bir boy büyüğü, tasmalı, bol kaslı, parlak tüylü, dik kulaklı, türünün belli ki secereli bir bireyi olan bir alman çoban köpeği (shepherd) vardı. O da erkek. Erkek köpekler pek geçinemez, özellikle ssahipli olanlar dayılanır, o nedenle biraz endişeyle izlemeye başladım ilişkilerini. Bu iki kafadar hemen koklaştı, ön ayaklarını yere indirip kıçlarını tepeye dikerek "oyun pozisyonu" na geçtiler, içim rahatladı.
Ben tabii sanıyorum ki bizim akbaş oğlan, alamancı Hans'a (adını tabii ki bilmiyorum, sahibi yoktu etrafta ama ben onda ırkından ötürü bir Hans'lık ya da Helmut'luk sezinledim) imrenerek bakacak, heybetli ve temiz ya.. Biraz alttan alacak, belki kıskanacak, hayran olacak. Olay tam tersi tabii ki. Hans akbaşın etrafında pervane. O nereyi koklarsa, bu da heyecanla atlıyor, hep bir adım arkasında. Denize girdi akbaş, hans korktu ve bekledi kıyıda. Akbaş oralı olmaz bir tavırla, burnu kuyruğu dikmiş havaya. Hans ezik büzük peşinde, el etek öpme halinde, yalaka. Demek ki hayvan aleminde görünüş, büyüklük, secere yalan dedim kendi kendime. Tabii ki öyle olacak aslında çünkü genetik açıdan akbaş çok daha mükemmel yapıda. Doğada ne kadar karışırsa ırklar, genetik açıdan o kadar güçlü oluyorlar. Safkan ırkların zekası daha düşük, çok sık hastalanıyorlar, türlü sorunları oluyor. Ama melez ırklar her açıdan daha şanslı ve çok daha uzun ve sağlıklı yaşıyorlar - tabii bizdeki gibi sokakta kalmadıkları sürece.
Tüm bunları düşünürken; bu tek renklilik, hepimiz Türk'üz mantığı nasıl saçma geliyor değil mi? Daha ötesi, genetik araştırmacılar toplumda eş seçmeyi incelerken şunu bulmuşlar: beden kokusu birinden hoşlanmanın en temel belirleyicisi ve insanlar eşlerini seçerken onlara hoş gelen beden kokusu, aslında genetik açıdan onlardan en farklı bireylerdeki koku oluyormuş. Bu da akrabalar arası (ensest) ilişkileri engellemek, gen havuzunu olabildiğince genişletebilmek ve farklılaştırabilmek için doğanın bize ufak bir kıyağı işte. Anlayabilene tabii.
Son zamanlarda bakıyorum, bizim memleket tek tip olmaya özendiriliyor. Zaten düşünmeyi imkansız kılan tek tip eğitim ve kültürün dayatılması ile davranış açısından herkes aynı hale getirilmişti de, bunun üstüne bir de herkes aynı fiziksel özellikleri taşır hale gelmeye başladı. Erkeklerde kirli sakal, gömlek kolları kıvrılmış; kızlarda düz siyah saç, uçları katlı kesim, üstte gözün birini ya da tümünü örten kahkül. Hepsinde aynı bayık bayık bakış (bu da TV dizilerinden özeniliyormuş). Kabus gibi! Arada böyle kırmızı bir saç, turkuaz bir eşarp, bembeyaz mini mini bir şile bezi elbise uçuşsa diye arıyor gözlerim ama ne yazık ki herkes tıpatıp aynı. Kıyafetler aynı. Eskiden utanırdık biz aynı kazağı giyen birini görünce, şimdi moda böyleymiş, askeri üniforma gibi. İçim daralıyor bu tek renklilikten.
Kocamın muhteşem saptamaları var Türkiye ile ilgili, arada yazıyorum biliyorsunuz. Bunlardan bir tanesi, mesela uzun yolculuklarda yol kıyısına kurulu standlar hakkında. Bana şöyle soruyor: "neden 1km boyunca tüm standlarda kavun satılıyor da birinde de karpuz olmuyor? O karpuzcu ne çok kazanır halbuki" diyor. Haklı, şimdi ne denir buna? Kavun mevsimi desen, e karpuz da aynı mevsim. Daha komiği, mesela Ege yollarında arka arkaya 10 standta sadece incir ve içi doldurulmuş peluş koyun oyuncak gördük. Ama hep ikisi bir arada. Neden böyle hakikaten? İncir + peluş koyun. Ama incir + peluş ayı ya da üzüm + koyun ya da daha radikal bir şekilde karpuz + yel değirmeni yok! Acaip.
Acaba tek renkli sosyal yapının bir başka göstergesi mi bu, yoksa ben bir "boyalı kuş" olarak her tozdan nem kapmaya mı başladım bu sistemin içinde?
Hamiş: Bunu yazdım, bitirdim, otobüsteyim. Önümden şortlu sevgilisinin elini tutmuş halde, sadece gözleri gözüken kara çarşaflı bir kız geçti. Geçerken de eteğini topladı sürünmesin diye ve dize kadar gördüğüm görüntü: Yeşil Converse ayakkabı, çorapsız dize kadar açık bir bacak.. Güler misin, ağlar mısın şimdi?
Elalemin sigara yakıp, komşunun dedikodusu ve memleketin nasıl kurtarılabileceği arasında gidip gelen kısır sohbeti sırasında yaşanan o "bilinç tutulması" anlarında, ben ve benim gibi toplumda "tek tahtası eksik" tabir edilen asosyal insanlar şu konuları düşünürüz:
1. Işık hem dalga, hem tanecik ise; bu iki birimi içeren bir başka belirleyici olmalıdır.
2. Yıldızlardan gelen ışık bize milyonlarca yıl sonra ulaşabiliyorsa "sevgilim bak bu bizim yıldızımız olsun mu?" dediğimiz yıldız aslında çoktan sönmüüş olabileceği için, aslında var mıdır, yok mudur?
3. Bu kadar yılda hepimiz iyice birbirimize karışmışken, hala öz-türk, öz-müslüman, öz-hakiki "ben ve ötekiler" tartışması yapmanın manası nedir? Herkesin tek renk ve doku olduğu bir ülkede nasıl yaşanır, bu sefer kime ve neye kafa takılır?
İşte kafam bu sorularla dolu halde yürürken çok sevimli iki "kafadar" çıktı yoluma. Bizim memlekette "akbaş" tabir edilen, orta boy boz sokak köpekleri vardır, bilirsiniz. Son derece karışık bir ırktır tabii ki ve sokaklarımız ve hayvan barınaklarımız onlarla doludur. "Niteliksiz köpek" bile dendiğini duydum bu güzel hayvanlara. işte bunlardan biri, fıkır fıkır bir boz erkek köpek hoplaya zıplaya, dili dışarda geldi yanıma. Kulak arkasını biraz sevdirdi, sırtının ortasında o "ulaşılamaz alan"ını kaşıttı ve kuyruğunu sallayıp burnunu değdirdi koluma, klasik. Hemen arkasında onun bir boy büyüğü, tasmalı, bol kaslı, parlak tüylü, dik kulaklı, türünün belli ki secereli bir bireyi olan bir alman çoban köpeği (shepherd) vardı. O da erkek. Erkek köpekler pek geçinemez, özellikle ssahipli olanlar dayılanır, o nedenle biraz endişeyle izlemeye başladım ilişkilerini. Bu iki kafadar hemen koklaştı, ön ayaklarını yere indirip kıçlarını tepeye dikerek "oyun pozisyonu" na geçtiler, içim rahatladı.
Ben tabii sanıyorum ki bizim akbaş oğlan, alamancı Hans'a (adını tabii ki bilmiyorum, sahibi yoktu etrafta ama ben onda ırkından ötürü bir Hans'lık ya da Helmut'luk sezinledim) imrenerek bakacak, heybetli ve temiz ya.. Biraz alttan alacak, belki kıskanacak, hayran olacak. Olay tam tersi tabii ki. Hans akbaşın etrafında pervane. O nereyi koklarsa, bu da heyecanla atlıyor, hep bir adım arkasında. Denize girdi akbaş, hans korktu ve bekledi kıyıda. Akbaş oralı olmaz bir tavırla, burnu kuyruğu dikmiş havaya. Hans ezik büzük peşinde, el etek öpme halinde, yalaka. Demek ki hayvan aleminde görünüş, büyüklük, secere yalan dedim kendi kendime. Tabii ki öyle olacak aslında çünkü genetik açıdan akbaş çok daha mükemmel yapıda. Doğada ne kadar karışırsa ırklar, genetik açıdan o kadar güçlü oluyorlar. Safkan ırkların zekası daha düşük, çok sık hastalanıyorlar, türlü sorunları oluyor. Ama melez ırklar her açıdan daha şanslı ve çok daha uzun ve sağlıklı yaşıyorlar - tabii bizdeki gibi sokakta kalmadıkları sürece.
Tüm bunları düşünürken; bu tek renklilik, hepimiz Türk'üz mantığı nasıl saçma geliyor değil mi? Daha ötesi, genetik araştırmacılar toplumda eş seçmeyi incelerken şunu bulmuşlar: beden kokusu birinden hoşlanmanın en temel belirleyicisi ve insanlar eşlerini seçerken onlara hoş gelen beden kokusu, aslında genetik açıdan onlardan en farklı bireylerdeki koku oluyormuş. Bu da akrabalar arası (ensest) ilişkileri engellemek, gen havuzunu olabildiğince genişletebilmek ve farklılaştırabilmek için doğanın bize ufak bir kıyağı işte. Anlayabilene tabii.
Son zamanlarda bakıyorum, bizim memleket tek tip olmaya özendiriliyor. Zaten düşünmeyi imkansız kılan tek tip eğitim ve kültürün dayatılması ile davranış açısından herkes aynı hale getirilmişti de, bunun üstüne bir de herkes aynı fiziksel özellikleri taşır hale gelmeye başladı. Erkeklerde kirli sakal, gömlek kolları kıvrılmış; kızlarda düz siyah saç, uçları katlı kesim, üstte gözün birini ya da tümünü örten kahkül. Hepsinde aynı bayık bayık bakış (bu da TV dizilerinden özeniliyormuş). Kabus gibi! Arada böyle kırmızı bir saç, turkuaz bir eşarp, bembeyaz mini mini bir şile bezi elbise uçuşsa diye arıyor gözlerim ama ne yazık ki herkes tıpatıp aynı. Kıyafetler aynı. Eskiden utanırdık biz aynı kazağı giyen birini görünce, şimdi moda böyleymiş, askeri üniforma gibi. İçim daralıyor bu tek renklilikten.
Kocamın muhteşem saptamaları var Türkiye ile ilgili, arada yazıyorum biliyorsunuz. Bunlardan bir tanesi, mesela uzun yolculuklarda yol kıyısına kurulu standlar hakkında. Bana şöyle soruyor: "neden 1km boyunca tüm standlarda kavun satılıyor da birinde de karpuz olmuyor? O karpuzcu ne çok kazanır halbuki" diyor. Haklı, şimdi ne denir buna? Kavun mevsimi desen, e karpuz da aynı mevsim. Daha komiği, mesela Ege yollarında arka arkaya 10 standta sadece incir ve içi doldurulmuş peluş koyun oyuncak gördük. Ama hep ikisi bir arada. Neden böyle hakikaten? İncir + peluş koyun. Ama incir + peluş ayı ya da üzüm + koyun ya da daha radikal bir şekilde karpuz + yel değirmeni yok! Acaip.
Acaba tek renkli sosyal yapının bir başka göstergesi mi bu, yoksa ben bir "boyalı kuş" olarak her tozdan nem kapmaya mı başladım bu sistemin içinde?
Hamiş: Bunu yazdım, bitirdim, otobüsteyim. Önümden şortlu sevgilisinin elini tutmuş halde, sadece gözleri gözüken kara çarşaflı bir kız geçti. Geçerken de eteğini topladı sürünmesin diye ve dize kadar gördüğüm görüntü: Yeşil Converse ayakkabı, çorapsız dize kadar açık bir bacak.. Güler misin, ağlar mısın şimdi?
Kim Kimdir - Bölüm V
Beyaz cildine tamamen zıt, simsiyah, dümdüz, upuzun saçları ve yeşil ela gözleriyle pamuk prensesi andırıyor. Aklıma gelen ilk cümle bu. Üç kız kardeşin, kardeşsiz büyüyen, büyürken kardeş olan çocuklarıyız biz, üç kuzen. "Pamuk prenses" ilkimiz, ben ortanca, "oğlan" küçüğümüz.
Pamuk prenses daha doğumdan dünya vatandaşı, 7 cücesi olmasa da 7 kıtası oldu; çok-dilli, çok-kültürlü, teyzemin ördüğü atkı ve beresi gibi çok-çok-renkli. Bayıldığım o güzel saçların bir hikayesi var belleğimde: Kuzenim çok güzel kelebek yüzer, dalıp dalıp çıkar sulara. Lise döneminde yüzme sporuyla ciddi olarak ilgilendiği için. Ben küçükken hep arkasına takılmaya kalkardım. Benim henüz gidemediğim o engin mavilikle kuşatılmış o ipek gibi upuzun saçlarının görüntüsü bugün bile gözümün önünde.
Ben biraz büyüyünce sırdaşım oldu, tabii ki aşık olunan rock yıldızları konusunda ailede beni anlayan tek kişi. Sonra o kız-kıza pijama partileri, annelerimize karşı birlik olmalar, yani bir ablayla ne yapılırsa işte.. Kahkahasına bayılıyorum, tüm odayı doldurur. Çoğu zaman gülmekten yaşlar gelir gözlerimizden. Tabii ki aile dedikoduları, bir üst nesili didikleme hali. Bir de erkekler.. Büyürken O'na çok imrenirdim, benim henüz anlayamadığım bir dünyadan gelmiş gibiydi. "Kolejli Abla", baklava desenli çorapları, kolej tipi ayakkabı - hani şu Loafer denen, hatırlarsınız.. Su gibi Fransızca konuşurdu ve İngilizce. Hayranlık ve imrenme doluydum ama hiç kıskançlığa dönüşmezdi; çünkü elimizde su tabancalarıyla kovalardık birbirimizi yazlıkta, çünkü annesinin bana inatla belletmeye çalıştığı ve benim de inatla öğrenmemeye çalıştığım çarpım tablosundan, hergün mutlaka yenilmesi gereken "örnek protein" yumurta belasından beni kurtaran yine O'ydu. Ne zaman Beatles'dan "Girl"ü dinlesem aklıma O gelir, neden bilmiyorum. Belki çocukluğumun sonu gelmeyen yaz akşamlarında, ben uykudan kalktığımda O'nun odasından o melodi geldiği için, onunla özdeşleşti kafamda.
Bir de hayran olduğum, hayallerine ulaşmadaki azmi, çalışkanlığı ve disiplini. Başarıları da kendi gibi çoklu alanlarda; elalem Akdeniz Akşamları'na akor basarken, O tutar Paco De Lucia'dan klasik bir eseri tıngırdatır gitarında. Tabloları benim evim de dahil bir çok evin duvarlarını süsler. Ben Boğaziçi'nin Güney Kampüs manzarasını izler ve yutkunurken, O mühendis olmakla meşguldü. Başarıları olduğu kadar şanssız anları ve sıkıntıları da oldu elbet, ama O hepsinden birşey öğrenerek ve eskisinden de güçlü ve tutarlı bir insan olarak çıktı. Bu yüzden de hayrannım O'na, çünkü ben tam bir nevrotik olarak sızlanıp kendime acırken O'na imrendim ve sonra O'nu kendime örnek aldım, doğrusu.
Bugün ikimiz de aileden çok uzakta, iki ayrı kıtada yaşıyoruz ve yılda ancak birkaç gün görüşüyoruz; ama her bir araya gelişimizde, ben kuzenime değil ablama kavuşuyorum. Hala aynı kahkahalarımız, sırlarımız ve bunları paylaşma şeklimiz. Geçen birkaç gün tam olarak bunlarla dolu geçti dede-ocağında. Bir yılın keyfini verdi bu buluşma, her zamanki gibi. O'nu çok seviyor ve özlüyorum, ama sonra "Girl"ü dinliyorum ve elimde olmadan gülümsüyorum her defasında.
- o - o -
Küçük kuzenim de diğer kardeşim. Büyük ananemin tek çocuğu olmuş; kız, ananem. Onun üç çocuğu olmuş; tekrar kızlar. Onların ilk ikisinin yine kızları olmuş. Kızlara çok değer verilir ve el bebek gül bebek yetiştirilir tabii. Ama küçük teyzeme "Oğlan" gelince, ananem ve kızları ve komşuları (ve en son ne olduğunu anlayamadığımdan, dehşetle karışık bir korku içinde: ben) bir ağladık, bir ağladık, susturabilene aşk olsun. O günden beri bizim küçük kuzen, babası tarafından konulan güzel ve anlamlı ismine rağmen, aile ve ananemin 30 senelik kardeş bildiği komşuları arasında "Oğlan" olarak anılır oldu.
Oğlan'ı ilk eve getirdiklerinde ben de oradaydım ve ailedeki 6 senelik köklü konumumu bu ufak tefek şeyin nasıl değiştirebileceğine kafa yormaktan kıskançlığın doruklarında gezinmekteydim. Ama Oğlan hastaneden sadece kokulu bezleri ve küçük parmağımı tuttu mu bırakmadığı tombik elleriyle değil, bir de LEGOlarla gelmişti ve bu jestine karşı boş kalmak pek mümkün değildi. İşte böylece benim hem kardeşsiz, hem de iki kardeşli çifte-yaşamım başlamış oldu. Ne de iyi oldu. Büyük kuzenle aramızda 8, küçükle 6 yaş var; yani tam ortada, arada "kocaman kızsın, ayıp öyle yapılmaz kardeşe"lerle, arada da "sen küçüksün daha, o kadar derine yüzemezsin"lerle büyüdüğüm için, böyle dengesiz bir tip oldum ve bu sayede de başınnıza blog yazarı kesildim. Ve itiraf etmeliyim ki, küçük kardeş olmayı hep tercih ettim. Fakat geçen yıllarda Oğlan da büyüyüp "Teenage Mutant Ninja Turtles"tan başka alanlara da ilgi duymaya ve hatta bende doğuştan güdük kalan kıvrak sosyal zekası ve tatlı diliyle, birkaç olayda beni ananemin terliğinin azabından kurtarınca, benim gözümde ailenin en has elemanlarından biri oldu çıktı.
Onunla ilgili en muamma olay; şüphesiz biz sülalecek bizim oğlanı elinde bir kez kitap - defter veya kalemle görmemiş olduğumuz halde, gerek akademik, gerek iş hayatında aldığı başarılara şaşırıp "helal olsun!" dememiz ve bu zekasının sırrını çözemememiz. Ama hepimizin hayran olduğu, sözel-sosyal konulardaki yeteneği. Bu nedenle sosyal ilişkiler ve sözel ifade konusunda özürlü olan bendeniz, Oğlan'a sık sık başvuruyor ve sosyal hayatım sarpa sardığında öğüt alıyorum. O da bana yazılı konularda (-de, -da ayrı mı yazılır gibi) ve alakasız bilgiler ansiklopedisinden bir maddeye bakması gerektiğinde (sivrisinekler hangi kanı sever, Osmanlı hakikaten kazığa oturtma cezasını uygular mıydı gibi) danışıyor. Bu şekilde ailenin sosyal ve entellektüel dengesini korumaya çalışıyoruz işte.
Oğlan'ın en sevdiğim yanı sakinliği ve telaşsızlığı. Bir de beni her zaman şaşırtıp çok da güldürmesi. O'nu ve aileye kattığı rengi çok seviyorum.
18 Eylül 2011 Pazar
Arıların McDonalds'ı
Kasabaya tepeden bakan yamaca kurulu, şirin mi şirin bir kahvaltıevi var Karaburun'da; Saip Köyü'nün "Kır Kahvesi". İşletmecileri de şeker mi şeker insanlar; her müşteriyle candan ilgilenir, kahvaltıyı şölene çevirirler. Ege kültürünün bol otlu, mis gibi kokan sızma zeytin yağlı, kabak çiçeği dolmalı, kekikli salçalı mutfağını, zeytin ağaçlarının hafif rüzgar altındaki hışırtısı eşliğinde keyifle mideye indirirsiniz. Homeros'un Odysseia eserindeki Rüzgarlı Mimas'tasınız işte!
Kır kahvesi'nin yanıbaşındaki tarlanın sahibi bu sene arıcılığa merak sarmış. Haklı aslında adam, Karaburun'un kekik balı muhteşemdir. Fakat acemi inancı ve inadıyla sağa sola serpiştirdiği kovanlar, yöre halkının "et arısı" diye adlandırdığı, bal yapımıyla falan ilgisi olmayan yabani arıları da etrafına çekmiş. Kahvaltıda gelen o güzelim reçelleri 20-30 arıyla paylaşmak durumunda kalıyorsunuz. Bence sorun değil, eğlenceli bile; ama arı sokmasına alerjisi olan ananem için hop oturup hop kalktık. Sonunda da ucundan tattığımız reçelleri olduğu gibi yan masaya koyup rahatladık. Bu yandaki fotoğraftaki reçel sadece iki saat gibi kısa bir sürede tamamen yenip bitiyormuş, ben işletmecinin yalancısıyım..
Aklıma şu benzetme geldi; bu tembel arılar işin kolayını bulmuş, çiçek çiçek gezip kendi ballarını üretmektense, hazırı var nasılsa diye dalıyorlar bizim kavanozlara. Bir nevi arı McDonalds'ı işte, çoluk çocuk toplaşıp geliyorlar, yemeklerini yiyip gidiyorlar. Ama haberleri yok; bal değil o, ucuz bir benzeri. Şekere boğulmuş, kaynatılıp kaynatılıp hiçbir vitamin değeri kalmamış meyvelerin suni tadı. Hazır gıda kültürünü arılara da bulaştırmışız. Einstein'ın ünlü arı teorisi geliyor aklıma; hani arılar yeryüzünden silinirse meyve ve sebzelerin döllenmesi mümkün olamayacağı için, 4 sene içinde insanoğlunun da nesli tükenir demişti ya.. Biz burda, Rüzgarlı Mimas'ta, arılarımızı McDonald's kültürüyle tanıştırarak, böyle bir deneye giriştik haberiniz ola. "Sakin Ege Kasabası'nın çiftçileri, dünyayı yoketme alanında yeni bir teoriyi ele alarak, CERN'deki bilimadamlarına meydan okuyor!"
Şık durdu bu manşet. Hadi bakalım..
Kır kahvesi'nin yanıbaşındaki tarlanın sahibi bu sene arıcılığa merak sarmış. Haklı aslında adam, Karaburun'un kekik balı muhteşemdir. Fakat acemi inancı ve inadıyla sağa sola serpiştirdiği kovanlar, yöre halkının "et arısı" diye adlandırdığı, bal yapımıyla falan ilgisi olmayan yabani arıları da etrafına çekmiş. Kahvaltıda gelen o güzelim reçelleri 20-30 arıyla paylaşmak durumunda kalıyorsunuz. Bence sorun değil, eğlenceli bile; ama arı sokmasına alerjisi olan ananem için hop oturup hop kalktık. Sonunda da ucundan tattığımız reçelleri olduğu gibi yan masaya koyup rahatladık. Bu yandaki fotoğraftaki reçel sadece iki saat gibi kısa bir sürede tamamen yenip bitiyormuş, ben işletmecinin yalancısıyım..
Aklıma şu benzetme geldi; bu tembel arılar işin kolayını bulmuş, çiçek çiçek gezip kendi ballarını üretmektense, hazırı var nasılsa diye dalıyorlar bizim kavanozlara. Bir nevi arı McDonalds'ı işte, çoluk çocuk toplaşıp geliyorlar, yemeklerini yiyip gidiyorlar. Ama haberleri yok; bal değil o, ucuz bir benzeri. Şekere boğulmuş, kaynatılıp kaynatılıp hiçbir vitamin değeri kalmamış meyvelerin suni tadı. Hazır gıda kültürünü arılara da bulaştırmışız. Einstein'ın ünlü arı teorisi geliyor aklıma; hani arılar yeryüzünden silinirse meyve ve sebzelerin döllenmesi mümkün olamayacağı için, 4 sene içinde insanoğlunun da nesli tükenir demişti ya.. Biz burda, Rüzgarlı Mimas'ta, arılarımızı McDonald's kültürüyle tanıştırarak, böyle bir deneye giriştik haberiniz ola. "Sakin Ege Kasabası'nın çiftçileri, dünyayı yoketme alanında yeni bir teoriyi ele alarak, CERN'deki bilimadamlarına meydan okuyor!"
Şık durdu bu manşet. Hadi bakalım..
7 Eylül 2011 Çarşamba
Bahçeler / Bahçem
Bu yandaki fotoğraflar bizim Bursa'daki evimizin bahçesinden; yaşı 13. İçerisinde meyve ağaçları, rengarenk çiçekler, güller, Himalaya Sediri, Mavi Çam ve adını bilemediğim türlü çeşit egzotik ve yerel bitki var. Bu bitkilere Bahçevan Ahmet Abi bakar, gübrenin iyisinden, suyun verilme miktar ve saatine dek her tür hizmeti sağlar, onları dantel gibi işler. Biz de çimenlerde çıplak ayaklarımızı dinlendirir, bahçede koşturur zıplar, gül kokuları arasında yaşar gideriz.
Bu da ananemin yazlığındaki bahçem; 40'lı yaşlarında. Onun da içinde minicik bir fideyken karşı komşudan gelen, ananemin kendi eliyle diktiği, ince uzun bir ardıç, iki koca top fıstık çamı, baharda pespembe açan ılgınlar, bademler, geçen seneye dek gözümüzü şenlendiren ulu iğde, dikilişine şahit olduğum 5-6 zeytin ağacı ve bizzat diktiğim birkaç başka ağaç ve çiçek var. Bu bahçeye yılın büyük bölümünde kimse bakmaz, tatile geldikçe sert şebeke suyu verir, çapa yaparız. Gübre desen direkt yukardaki otlaktaki keçilerin totosundan gelir, senede bir kez, o da yanlış mevsimde, "yetiştirmekten çok kesmek atmak" sevdalı köylünün teki budama dediği bir çeşit katliyam yapar. Her sene beni ağlatır, her sene yalvar yakar eder, kendini Allah'a havale ettirir. Bahçemizde yazları domates, biber, nane ve maydonoz yetiştirilir, kahvaltılık toplar masamızı şenlendiririz.
Hangisi benim bahçem diye sorarsanız, hiç düşünmeden ikincisi derim. O çok düzensiz, ayrık otlarıyla dolu, bin emeğe bir veren, yaşlı, huysuz, oramı buramı kesen bahçeye; ben kendimi daha yakın hissederim. Onu daha çok severim, özledim. Yumuşak çimenleri yoktur ama içinde oturacak taş duvarları vardır. Onunla uğraşırken terlerim, tırnaklarımın içi kapkara olur, bacaklarım tepeye dek çamur olur. Bu eve ne zaman gelsem, her günümün en az iki saati bu bahçede geçer. İki üç günde bir çapa yaparım, ilkyazın çapa ellerimi kanırtır, kollarımı ağrıtır, sonra alışırım. Çapadan sonra mis gibi kokar sardunyalar, sanki teşekkürler der gibi. Her gün güneş batarken su veririm evin üç tarafını saran, evden büyük bahçeme. Suyu alan sardunyalar coşar, yeni yeni mini mini yapraklar çıkartır. Çekirgeler, ağustos böcekleri, karıncalar ve örümcekler zıplar etrafımda. Bahçeyle aramda bir bağ olur; kafam doluysa bahçe sakinleştirir ve berraklaştırır aklımı, kafam boşsa ruhumu hafifletir bahçe. Bir de beni tanırmış gibi; ben gelince daha bir çiçek dolar, daha yeni filizler verir, ya da bana öyle gelir.
Ben aslında tipik bir şehir çocuğu olduğum halde, bizim çocukluğumuzda şehir daha yeşildi. Betonlaşma bu kadar alıp başını yürümemişti; üzerine çıktığımız ağaçlar, arayıp da bulunan dört yapraklı yoncalar, uzun uzun incelediğimiz renk renk börtü böcekler vardı. Ayrıca ailemizle gidilen pazar gezmeleri vardı, doğada koştuğumuz, denize ayak soktuğumuz, çiçeklerin arasında yuvarlandığımız gezilerdi bunlar. Bir de belgesel kanalları vardı; orda hayvanları öğrenir ve severdik, ağaçların dilini çatpat anlamaya, denizin derin dip mavisinden korkmamaya başlardık. "Hey gidi geçmiş zaman" edebiyatı yapmak istemiyorum ama biz sanırım şanslıydık, bilgisayar çağının hemen kıyısındaki çocuklar olarak doğaya da teknolojiye de dengeli zamanlar ayırabildik. Sonraları bu denge de bozuldu, iç denge de..
Kendimi bildim bileli hep bu yazlık bahçede oynar, çalılıkların arasında kaybolur, elim yüzüm kapkarı gelirdim akşam vakti. Ananemden kaçırdığım çarşaflarla, bulduğum sırıklarla çadır yapar, içine oyuncaklarımı alır, yemeğimi bile oraya isterdim. Ama bahçeyle ilk asıl tanışmam, 3-4 yaşlarımda dedemin elime hortumu verip "bak dipten dipten sulayacaksın, yapraklara değdirmeyeceksin" demesiyle başladı sanırım. Sonra tv'den çiçeklerin bakımı, ağaçların budanması gibi şeyleri öğrendim. Tabii bakmakla ne kadar öğrenebilirse insan. Yine de birçok konuda nerden edindiğimi bilmediğim bilgi var kafamda, mesela rüzgar seven ve sevmeyenler, deniz tuzuna rağmen yaşayabilenler falan. O yüzden de çok sinirleniyorum köylü kafasına göre yanlış budamaya, yanlış dikime, bakıma. Köylü diye herşeyi biliyor demek değil! İnsanın içinden geliyor doğaya ilgi ve sevgi. Hani ingilizce'de "you have a green tumb" denir ya, bazımızda yeşil bir parmak var; ne diksek tutuyor, yeşeriyor. Köylü ya da psikolog olmak fark etmiyor.
Uzun lafın kısası, "içinde çalışmadığın bahçenin büyüklüğünü bilemezsin" demişler, çok doğru. Bursa'daki bahçe bu bahçeden büyük gözüküyor gözüme ama yazlık bahçeyi çapalarken, su verirken, süslerken püslerken, sonsuz oluyor bu bahçe.. Bense içinde bir böcek kadar hissediyorum, kaybolup gidiyorum.
Bu da ananemin yazlığındaki bahçem; 40'lı yaşlarında. Onun da içinde minicik bir fideyken karşı komşudan gelen, ananemin kendi eliyle diktiği, ince uzun bir ardıç, iki koca top fıstık çamı, baharda pespembe açan ılgınlar, bademler, geçen seneye dek gözümüzü şenlendiren ulu iğde, dikilişine şahit olduğum 5-6 zeytin ağacı ve bizzat diktiğim birkaç başka ağaç ve çiçek var. Bu bahçeye yılın büyük bölümünde kimse bakmaz, tatile geldikçe sert şebeke suyu verir, çapa yaparız. Gübre desen direkt yukardaki otlaktaki keçilerin totosundan gelir, senede bir kez, o da yanlış mevsimde, "yetiştirmekten çok kesmek atmak" sevdalı köylünün teki budama dediği bir çeşit katliyam yapar. Her sene beni ağlatır, her sene yalvar yakar eder, kendini Allah'a havale ettirir. Bahçemizde yazları domates, biber, nane ve maydonoz yetiştirilir, kahvaltılık toplar masamızı şenlendiririz.
Hangisi benim bahçem diye sorarsanız, hiç düşünmeden ikincisi derim. O çok düzensiz, ayrık otlarıyla dolu, bin emeğe bir veren, yaşlı, huysuz, oramı buramı kesen bahçeye; ben kendimi daha yakın hissederim. Onu daha çok severim, özledim. Yumuşak çimenleri yoktur ama içinde oturacak taş duvarları vardır. Onunla uğraşırken terlerim, tırnaklarımın içi kapkara olur, bacaklarım tepeye dek çamur olur. Bu eve ne zaman gelsem, her günümün en az iki saati bu bahçede geçer. İki üç günde bir çapa yaparım, ilkyazın çapa ellerimi kanırtır, kollarımı ağrıtır, sonra alışırım. Çapadan sonra mis gibi kokar sardunyalar, sanki teşekkürler der gibi. Her gün güneş batarken su veririm evin üç tarafını saran, evden büyük bahçeme. Suyu alan sardunyalar coşar, yeni yeni mini mini yapraklar çıkartır. Çekirgeler, ağustos böcekleri, karıncalar ve örümcekler zıplar etrafımda. Bahçeyle aramda bir bağ olur; kafam doluysa bahçe sakinleştirir ve berraklaştırır aklımı, kafam boşsa ruhumu hafifletir bahçe. Bir de beni tanırmış gibi; ben gelince daha bir çiçek dolar, daha yeni filizler verir, ya da bana öyle gelir.
Ben aslında tipik bir şehir çocuğu olduğum halde, bizim çocukluğumuzda şehir daha yeşildi. Betonlaşma bu kadar alıp başını yürümemişti; üzerine çıktığımız ağaçlar, arayıp da bulunan dört yapraklı yoncalar, uzun uzun incelediğimiz renk renk börtü böcekler vardı. Ayrıca ailemizle gidilen pazar gezmeleri vardı, doğada koştuğumuz, denize ayak soktuğumuz, çiçeklerin arasında yuvarlandığımız gezilerdi bunlar. Bir de belgesel kanalları vardı; orda hayvanları öğrenir ve severdik, ağaçların dilini çatpat anlamaya, denizin derin dip mavisinden korkmamaya başlardık. "Hey gidi geçmiş zaman" edebiyatı yapmak istemiyorum ama biz sanırım şanslıydık, bilgisayar çağının hemen kıyısındaki çocuklar olarak doğaya da teknolojiye de dengeli zamanlar ayırabildik. Sonraları bu denge de bozuldu, iç denge de..
Kendimi bildim bileli hep bu yazlık bahçede oynar, çalılıkların arasında kaybolur, elim yüzüm kapkarı gelirdim akşam vakti. Ananemden kaçırdığım çarşaflarla, bulduğum sırıklarla çadır yapar, içine oyuncaklarımı alır, yemeğimi bile oraya isterdim. Ama bahçeyle ilk asıl tanışmam, 3-4 yaşlarımda dedemin elime hortumu verip "bak dipten dipten sulayacaksın, yapraklara değdirmeyeceksin" demesiyle başladı sanırım. Sonra tv'den çiçeklerin bakımı, ağaçların budanması gibi şeyleri öğrendim. Tabii bakmakla ne kadar öğrenebilirse insan. Yine de birçok konuda nerden edindiğimi bilmediğim bilgi var kafamda, mesela rüzgar seven ve sevmeyenler, deniz tuzuna rağmen yaşayabilenler falan. O yüzden de çok sinirleniyorum köylü kafasına göre yanlış budamaya, yanlış dikime, bakıma. Köylü diye herşeyi biliyor demek değil! İnsanın içinden geliyor doğaya ilgi ve sevgi. Hani ingilizce'de "you have a green tumb" denir ya, bazımızda yeşil bir parmak var; ne diksek tutuyor, yeşeriyor. Köylü ya da psikolog olmak fark etmiyor.
Uzun lafın kısası, "içinde çalışmadığın bahçenin büyüklüğünü bilemezsin" demişler, çok doğru. Bursa'daki bahçe bu bahçeden büyük gözüküyor gözüme ama yazlık bahçeyi çapalarken, su verirken, süslerken püslerken, sonsuz oluyor bu bahçe.. Bense içinde bir böcek kadar hissediyorum, kaybolup gidiyorum.
25 Ağustos 2011 Perşembe
Aranılan erkek: Mehmet
Dört gündür Türkiye'deyim ve geldiğim andan itibaren bu yaza damgasını vuran alamet-i farika ile cebelleşmekteyim: Mehmettttt..!
Mehmet bildiğim kadarıyla magazinel bir kişi değil ama evinden dışarıya adım attığı anda bizim sitenin kızları ona doğru çığlıklar atarak koşuyorlar. Mehmet'in mavi bir scooter'ı, bir de internete bağlanmak istediğimizde tüm sitenin bilgisayar ekranlarında beliren kablosuz internet ağı var. Mehmet kedileri kovalamayı, yokuş aşağı koşturmayı ve araba yarışlarını seviyor; çünkü kendisi 5 yaşında.
Sitenin biri esmer biri sarışın iki dilberinin; dötten bacaklı, koca kafalı ve "r"leri söylemeyi pek beceremeyen Mehmet'i yere göğe sırdıramamasının bir hikmeti olabileceğini düşünerek, bu akşam saatlerimi balkonda (kendime kitap okuyan entel teyze süsü vererek tabii) Mehmet'i izlemekle geçirdim. Çığlık ve haykırışlarla geçen bu iki saatin sonunda, kafam tutmuş haldeyken bile, bir takım genellemelere varabileceğimi ve memleketimizin bekar kızlarına erkek neymiş görmeleri açısından bir nebze katkıda bulunabileceğimi düşünüyorum.
Akşamın o huzur dolu olması beklenen Ahmet Haşimsel kızıl saatlerinde; güneş arka yoldan çekilmiş, otlar usul usul dalgalanır, ağaçlar hışır hışır fısıldaşır, kuşlar cıvıldaşır, köpekler havlaşır ve hatta biraz kassak kuzular bile meleşirken.. Olan oluyor ve Mehmet ile hayranları öğle uykularından uyanıp, yemeklerini yiyip, zaten fazla gelen enerjilerini sağa sola fışkırtmak için sitenin sokaklarına çıkıyorlar. O anda inanın dostlar; tüm doğa bir susuyor, kuşlar, böcekler ve balkonlarda olan komşular panik içinde kaçışıyor, hatta sanki güneş tutulmasına benzer bir karanlık kaplıyor etrafı.. Bir ürperti, derinden gelecek olan baş ağrısının bir habercisi.. Yani kısacası sokaklar birkaç saat Mehmet ve hayranlarından soruluyor, ta ki birinden birinin bakıcısı ya da anane'si tehditlerle karışık serzenişlerde bulunup çocukları eve sokmayı başarana dek. Geriye yollara tebeşirle çizilmiş tavşanlar, tam park yerlerinin girişine özenle park edilmiş kamyon ve bisikletler, evcilik ve doktorculuk setlerinin renkli plastikten üyeleri kalıyor. Neyse ki Mehmet ve hayranları erken uyuyorlar, gecenin ağustos böcekli fısıltısı ve yıldızların ışıltısı bize kalıyor, yoksa altı senedir çocuksuz ve huzur dolu bir komşuluk ilişkisi içinde olan tüm site ahalisi olarak, keçileri kaçırmamamız elde değil.
Şebnem ve Mehmet geçen seneden beri yakın arkadaşlar ama bu sene yeni taşınan İnci ilişkilerine yeni bir renk getirmiş. Bizim mütevazi ve hafif göbekli Şebnem Mehmet'i etkilemek için babasının teknesiyle yaptıkları gezileri anlatır olmuş. Uzun siyah saçlı ve işveli İnci ise, anaokulunda öğrendiği şarkıları en tiz sesiyle Mehmet'e söylemekte. Bu arada Mehmet'in tüm derdinin scooter'ın kırmızı tekerleklerine dikkat çekmek olduğunu da belirtmeden geçmeyelim. Ayrıca yine bu sohbetlerden öğrendiğim kadarıyla; Mehmet'in bu haftasonu İstanbul seyahati planı var ve İnci de İstanbul'u iyi biliyor olsa ki, Mehmet'e Bağdat Caddesi'ne gidip gitmeyeceğini sordu. Giderse, orda İnci'nin dayısı varmış ve dayısı çikolata verme konusunda oldukça bonkörmüş. Demek ki nedir sevgili bloggercıklarım; altında bir araba, bir kamyon ya da en azından bir scooter olan bir erkek bulduysanız, kaçırmayacaksınız; direkt dalacaksınız kendisine. Ayrıca şarkılar söyleyecek, Bağdat'taki çikolata madeninden bahsedecek, onu kendinize bağlayacaksınız. Aşkınızı anlatan temsili bir tavşan figürünü onun kapısı önüne beyaz tebeşirlerle nakşedecek, kendisi öğle uykusundan uyanır uyanmaz avaz avaz bağırarak, çığlıklar atarak karşılayacaksınız. Benim bu akşam saatlerinde öğrendiğim ve size de belletmek istediğim budur. Şimdi izninizle bir ağrı kesici alıp, akşamın geri kalanını huzur içinde geçirebilmeyi umuyorum; esen kalınız..
Mehmet bildiğim kadarıyla magazinel bir kişi değil ama evinden dışarıya adım attığı anda bizim sitenin kızları ona doğru çığlıklar atarak koşuyorlar. Mehmet'in mavi bir scooter'ı, bir de internete bağlanmak istediğimizde tüm sitenin bilgisayar ekranlarında beliren kablosuz internet ağı var. Mehmet kedileri kovalamayı, yokuş aşağı koşturmayı ve araba yarışlarını seviyor; çünkü kendisi 5 yaşında.
Sitenin biri esmer biri sarışın iki dilberinin; dötten bacaklı, koca kafalı ve "r"leri söylemeyi pek beceremeyen Mehmet'i yere göğe sırdıramamasının bir hikmeti olabileceğini düşünerek, bu akşam saatlerimi balkonda (kendime kitap okuyan entel teyze süsü vererek tabii) Mehmet'i izlemekle geçirdim. Çığlık ve haykırışlarla geçen bu iki saatin sonunda, kafam tutmuş haldeyken bile, bir takım genellemelere varabileceğimi ve memleketimizin bekar kızlarına erkek neymiş görmeleri açısından bir nebze katkıda bulunabileceğimi düşünüyorum.
Akşamın o huzur dolu olması beklenen Ahmet Haşimsel kızıl saatlerinde; güneş arka yoldan çekilmiş, otlar usul usul dalgalanır, ağaçlar hışır hışır fısıldaşır, kuşlar cıvıldaşır, köpekler havlaşır ve hatta biraz kassak kuzular bile meleşirken.. Olan oluyor ve Mehmet ile hayranları öğle uykularından uyanıp, yemeklerini yiyip, zaten fazla gelen enerjilerini sağa sola fışkırtmak için sitenin sokaklarına çıkıyorlar. O anda inanın dostlar; tüm doğa bir susuyor, kuşlar, böcekler ve balkonlarda olan komşular panik içinde kaçışıyor, hatta sanki güneş tutulmasına benzer bir karanlık kaplıyor etrafı.. Bir ürperti, derinden gelecek olan baş ağrısının bir habercisi.. Yani kısacası sokaklar birkaç saat Mehmet ve hayranlarından soruluyor, ta ki birinden birinin bakıcısı ya da anane'si tehditlerle karışık serzenişlerde bulunup çocukları eve sokmayı başarana dek. Geriye yollara tebeşirle çizilmiş tavşanlar, tam park yerlerinin girişine özenle park edilmiş kamyon ve bisikletler, evcilik ve doktorculuk setlerinin renkli plastikten üyeleri kalıyor. Neyse ki Mehmet ve hayranları erken uyuyorlar, gecenin ağustos böcekli fısıltısı ve yıldızların ışıltısı bize kalıyor, yoksa altı senedir çocuksuz ve huzur dolu bir komşuluk ilişkisi içinde olan tüm site ahalisi olarak, keçileri kaçırmamamız elde değil.
Şebnem ve Mehmet geçen seneden beri yakın arkadaşlar ama bu sene yeni taşınan İnci ilişkilerine yeni bir renk getirmiş. Bizim mütevazi ve hafif göbekli Şebnem Mehmet'i etkilemek için babasının teknesiyle yaptıkları gezileri anlatır olmuş. Uzun siyah saçlı ve işveli İnci ise, anaokulunda öğrendiği şarkıları en tiz sesiyle Mehmet'e söylemekte. Bu arada Mehmet'in tüm derdinin scooter'ın kırmızı tekerleklerine dikkat çekmek olduğunu da belirtmeden geçmeyelim. Ayrıca yine bu sohbetlerden öğrendiğim kadarıyla; Mehmet'in bu haftasonu İstanbul seyahati planı var ve İnci de İstanbul'u iyi biliyor olsa ki, Mehmet'e Bağdat Caddesi'ne gidip gitmeyeceğini sordu. Giderse, orda İnci'nin dayısı varmış ve dayısı çikolata verme konusunda oldukça bonkörmüş. Demek ki nedir sevgili bloggercıklarım; altında bir araba, bir kamyon ya da en azından bir scooter olan bir erkek bulduysanız, kaçırmayacaksınız; direkt dalacaksınız kendisine. Ayrıca şarkılar söyleyecek, Bağdat'taki çikolata madeninden bahsedecek, onu kendinize bağlayacaksınız. Aşkınızı anlatan temsili bir tavşan figürünü onun kapısı önüne beyaz tebeşirlerle nakşedecek, kendisi öğle uykusundan uyanır uyanmaz avaz avaz bağırarak, çığlıklar atarak karşılayacaksınız. Benim bu akşam saatlerinde öğrendiğim ve size de belletmek istediğim budur. Şimdi izninizle bir ağrı kesici alıp, akşamın geri kalanını huzur içinde geçirebilmeyi umuyorum; esen kalınız..
Meselemiz; ötekiler..
Birçoklarınız sevmeyecek bu yazıyı, hatta yükseklerden biryerlerden başıma bela getirecek belki bir zaman. Ama sustukça; sıra farklı olana, en sonunda da bizlere gelecek.
Almanya'da bana en çok sorulan sorulardan biri "kürt meselesi". Aynı soruyu birçok farklı türevde duydum; en sık "Doğu'daki problem neden yıllardır çözülemiyor", biraz daha nadir "Kürtlerle Türkler neden anlaşamıyor" ve arada sırada "Kürdistan'daki insanları neden öldürüyorsunuz?" diye soruyorlar bana. İşin doğrusu, politikayla ilgilenen bir insan değilim ben, üstelik 80'li-90'lı yıllarda büyüyen her nesil gibi Doğu'da yaşanan problemlerin kaynağından bir haberim. Bizler hep medyadan izliyoruz olan biteni, orda uzakta bir "köy" var, o köyün "bizim" köyümüz olması gerekiyor, gitmiyoruz ve görmüyoruz ama köy "bizim".
Ben Doğu ve Güneydoğu'ya 2001 yılında gittim ilk kez, sırtımda çantam ve yanımda kendim gibi hayattan bir haber 2 kızkardeş-arkadaşla. Orda gördüklerim, yaşadıklarım hiç de medyada anlatılanlara benzemedi. İnsanlar bize bazen kötü kötü baktı, bazen açık dille onaylanmadık, bazen de çok ilgi ve sevgi gördük. Yani Batı'daki gibi. Ama Mardin'in Süryanileri, Ağrı'daki Ermeni nineler, Doğu Karadeniz'deki Lazlar ve bize "öğretilmemiş" nice değişik kültürle harmalandık. Her seyahatte olduğu gibi, ben Doğu'dan farklı bir insan olarak döndüm. Hala yüzümü gülümseten anılarla birlikte. Belki o nedenle; yani o "uzaktaki köy"e bir "gidipte görmüş" olmanın getirdiği bir iç burukluğuyla cevaplıyorum bana gelen soruları. Aynı nedenle buraya da yazıyorum şimdi.
"Kürt meselesi" denen sorun, aslında iki yaramaz çocuğun itişip kakışması gibi. Ama bu çocuklar itişirken; gencecik insanlar ölüyor, anneler ağlıyor, her iki tarafa da silah ve savaş teknolojileri satan leş kargalarının ekmeğine yağ sürülüyor. Tüm bunlar olup biterken; zaten akdeniz kanının, doğu mizacının doğal getirisi ve medyanın verdiği gazla, kitleler birbirlerine düşman ediliyor. Bu sadece kürt meselesinde değil; türbansever kesimle türbansevmez kesim arasında, aleviyle suni arasında, saçı kırmızı olanla saçı siyah olan arasında, kadınlarla erkekler arasında, kanarya severlerle kediseverler arasında falan da yaşanıyor Türkiye'de. Yani asıl sorun: "biz ve onlar".. "Biz kendimiz gibi olanı severiz, başka türlü bişey olanı sevmeyiz, istemeyiz". Almanya'da da 1920-30'larda yaşananlar tam da bunlar değil miydi?
Şimdi bize "ama siz de bu sorunu bi türlü çözemediniz haa" diye çemkiren Avrupalı yıllarca bize silah sattı ve satıyor. Kendi ordularını dağıtırken, askerliği tamamen paralı profesyonel ordunun hizmetine alırken, vicdani reddi kabul ederken ve kendi sınırlarını komşularına açarken; nedense Afrika'ya, Orta Doğu'ya ve bize savaş teknolojileri satıyor, silahlanma yarışını el altından destekliyor.
İncecik bir buz tabakası üzerinde ne dolaplar dönüyor, biz de buz pateni izlemeye sevdalı bir ırk olarak izliyoruz; "alkışla" diyorlar alkışlıyoruz, "kışkışla" diyorlar kışkışlıyoruz. Facebook'ta her gün "Yılmadan" yazan bir milliyetçi yazarın saçmalıkları paylaşılıyor, etrafta al hilaller dalgalanıyor, "öteki" bazı renklere düşmanız, gördüğümüz yerde yakıyoruz, çeşitli hayvan aleminden benzetmelerle "renklendirilen", sonu hiçbiryere gitmeyen nefret kusmalar, havada yumruklar falan.. Gazetelerin köşe yazarlarının, artık bir mahalle çığırtkanlığına dönen akşam kuşağı habercilerinin tirajı arttıkça ekmeğinlerine daha çok bal sürülüyor; ırkçı ve milliyetçi yazılarını okumak istemesek bile sosyal medyadaki paylaşımlarla gözümüze sokuluyor. Savaşı lanetleme adı altında aslında kendileri gündem yaratarak, kardeşi kardeşe düşürerek, ellerine de silah vererek bu insanlar kendi ceplerini dolduruyorlar. Öteyandan iç odalarda anneler, kardeşler, eşler, bebeler sessiz sessiz ağlıyor, "bi susun, bi sessiz olun, ölüye bir saygı.." diyemiyorlar. Ölen evlatlarının bedeni bile devletin ya da örgütün ya da kamunun olmuş artık. Ne acı.
Bu manzaralar uzunca bir süre bitmez. Batıdaki aydınlar ne kadar kucaklaşırsa kucaklaşsın, iki halkın gençleri duvarları barış renkleriyle istedikleri kadar boyasın, bitmez. En baştan kaynaklanıyor sorun, "biz ve ötekiler" diye ayırdığımız andan. Yeni nesil işte tam olarak buna karşı durmalıdır. Her gün küreselleşen dünyada "biz ve onlar" diye birşey yoktur, olamaz. Karşımızdakini kendimize uydurmadan, onu farklı renkleriyle kabullenmeliyiz. Bizim doğrularımızın gerçek doğrular olmayabileceğini, bakış açısı ve yorumun farklılıklarıyla yaşamalıyız. Paranoyakça; bize herkes düşman, bizim bizden başka dostumuz yok, biz hepimiz biriz falan gibi 1950'lerden kalma fikir ve kavramlarla bu yola devam edersek daha çok Mehmet'ler, Boran'lar, Roji'ler, Gül'ler heba olacak.
Almanya'da bana en çok sorulan sorulardan biri "kürt meselesi". Aynı soruyu birçok farklı türevde duydum; en sık "Doğu'daki problem neden yıllardır çözülemiyor", biraz daha nadir "Kürtlerle Türkler neden anlaşamıyor" ve arada sırada "Kürdistan'daki insanları neden öldürüyorsunuz?" diye soruyorlar bana. İşin doğrusu, politikayla ilgilenen bir insan değilim ben, üstelik 80'li-90'lı yıllarda büyüyen her nesil gibi Doğu'da yaşanan problemlerin kaynağından bir haberim. Bizler hep medyadan izliyoruz olan biteni, orda uzakta bir "köy" var, o köyün "bizim" köyümüz olması gerekiyor, gitmiyoruz ve görmüyoruz ama köy "bizim".
Ben Doğu ve Güneydoğu'ya 2001 yılında gittim ilk kez, sırtımda çantam ve yanımda kendim gibi hayattan bir haber 2 kızkardeş-arkadaşla. Orda gördüklerim, yaşadıklarım hiç de medyada anlatılanlara benzemedi. İnsanlar bize bazen kötü kötü baktı, bazen açık dille onaylanmadık, bazen de çok ilgi ve sevgi gördük. Yani Batı'daki gibi. Ama Mardin'in Süryanileri, Ağrı'daki Ermeni nineler, Doğu Karadeniz'deki Lazlar ve bize "öğretilmemiş" nice değişik kültürle harmalandık. Her seyahatte olduğu gibi, ben Doğu'dan farklı bir insan olarak döndüm. Hala yüzümü gülümseten anılarla birlikte. Belki o nedenle; yani o "uzaktaki köy"e bir "gidipte görmüş" olmanın getirdiği bir iç burukluğuyla cevaplıyorum bana gelen soruları. Aynı nedenle buraya da yazıyorum şimdi.
"Kürt meselesi" denen sorun, aslında iki yaramaz çocuğun itişip kakışması gibi. Ama bu çocuklar itişirken; gencecik insanlar ölüyor, anneler ağlıyor, her iki tarafa da silah ve savaş teknolojileri satan leş kargalarının ekmeğine yağ sürülüyor. Tüm bunlar olup biterken; zaten akdeniz kanının, doğu mizacının doğal getirisi ve medyanın verdiği gazla, kitleler birbirlerine düşman ediliyor. Bu sadece kürt meselesinde değil; türbansever kesimle türbansevmez kesim arasında, aleviyle suni arasında, saçı kırmızı olanla saçı siyah olan arasında, kadınlarla erkekler arasında, kanarya severlerle kediseverler arasında falan da yaşanıyor Türkiye'de. Yani asıl sorun: "biz ve onlar".. "Biz kendimiz gibi olanı severiz, başka türlü bişey olanı sevmeyiz, istemeyiz". Almanya'da da 1920-30'larda yaşananlar tam da bunlar değil miydi?
Şimdi bize "ama siz de bu sorunu bi türlü çözemediniz haa" diye çemkiren Avrupalı yıllarca bize silah sattı ve satıyor. Kendi ordularını dağıtırken, askerliği tamamen paralı profesyonel ordunun hizmetine alırken, vicdani reddi kabul ederken ve kendi sınırlarını komşularına açarken; nedense Afrika'ya, Orta Doğu'ya ve bize savaş teknolojileri satıyor, silahlanma yarışını el altından destekliyor.
İncecik bir buz tabakası üzerinde ne dolaplar dönüyor, biz de buz pateni izlemeye sevdalı bir ırk olarak izliyoruz; "alkışla" diyorlar alkışlıyoruz, "kışkışla" diyorlar kışkışlıyoruz. Facebook'ta her gün "Yılmadan" yazan bir milliyetçi yazarın saçmalıkları paylaşılıyor, etrafta al hilaller dalgalanıyor, "öteki" bazı renklere düşmanız, gördüğümüz yerde yakıyoruz, çeşitli hayvan aleminden benzetmelerle "renklendirilen", sonu hiçbiryere gitmeyen nefret kusmalar, havada yumruklar falan.. Gazetelerin köşe yazarlarının, artık bir mahalle çığırtkanlığına dönen akşam kuşağı habercilerinin tirajı arttıkça ekmeğinlerine daha çok bal sürülüyor; ırkçı ve milliyetçi yazılarını okumak istemesek bile sosyal medyadaki paylaşımlarla gözümüze sokuluyor. Savaşı lanetleme adı altında aslında kendileri gündem yaratarak, kardeşi kardeşe düşürerek, ellerine de silah vererek bu insanlar kendi ceplerini dolduruyorlar. Öteyandan iç odalarda anneler, kardeşler, eşler, bebeler sessiz sessiz ağlıyor, "bi susun, bi sessiz olun, ölüye bir saygı.." diyemiyorlar. Ölen evlatlarının bedeni bile devletin ya da örgütün ya da kamunun olmuş artık. Ne acı.
Bu manzaralar uzunca bir süre bitmez. Batıdaki aydınlar ne kadar kucaklaşırsa kucaklaşsın, iki halkın gençleri duvarları barış renkleriyle istedikleri kadar boyasın, bitmez. En baştan kaynaklanıyor sorun, "biz ve ötekiler" diye ayırdığımız andan. Yeni nesil işte tam olarak buna karşı durmalıdır. Her gün küreselleşen dünyada "biz ve onlar" diye birşey yoktur, olamaz. Karşımızdakini kendimize uydurmadan, onu farklı renkleriyle kabullenmeliyiz. Bizim doğrularımızın gerçek doğrular olmayabileceğini, bakış açısı ve yorumun farklılıklarıyla yaşamalıyız. Paranoyakça; bize herkes düşman, bizim bizden başka dostumuz yok, biz hepimiz biriz falan gibi 1950'lerden kalma fikir ve kavramlarla bu yola devam edersek daha çok Mehmet'ler, Boran'lar, Roji'ler, Gül'ler heba olacak.
9 Ağustos 2011 Salı
Amanın, dedeler çıldırdı !?!
Dedelere bir haller olmuş a dostlar; dün okuduğum gazete haberlerinin birinde 85'lik dedenin teki 75'lik karısını "benimle ilgilenmiyor" diye göğsünden ve karnından bıçaklamış, 79'luk bir başka dede ise 72'lik karısını öldürüp kıtır kıtır kesmiş, 75'lik bir diğeri ise 85'lik komşusuna saldırıp tecavüz etmiş! Dedeler cozutmuş yahu!
Neden cozutmuş acaba bu dedeler? Ninelere niye saldırmışlar? Hayır nineler dedeleri 50-60 sene boyunca deli ettiyse "ümüğümü yidin bre kadın" demek için niye bunca zaman beklemiş bu dedeler? Bazı çiftler çocukları 30'lu yaşlara gelince (özellikle de kız çocuklar evlenip barklanınca) boşanıyorlar, gerekçeleri de "zaten yıllardır geçinemiyoruz, çocuklar için katlandık" falan oluyor. Gerçekte ise; 55-60'lı yaşlara gelinip yaşamın büyük kısmının geçtiğini fark ettiklerinde, insanlar durup "ben ne yapıyorum, yaşamımı neden istemediğim şekilde sürdürüyorum, değer mi?" diye soruyorlar kendilerine. Kalan zamanı kendi isteklerine uygun değerlendirmeye çalışıyorlar. Kalan zaman da, yaşam süresinin uzaması ile 30 seneye kadar yükseldiği için bir noktada haklılar da.. 30 senede insan neler yapar, bir düşünün. Bazen 60'lık 70'lik kişilerin birden emekli olup en yakın dağa çıkıp paraşütle atladıklarına, bir tekne satın alıp dünyayı gezdiklerine, ve de bazı durumlarda 20'lik çıtırlarla "takılıp" madara olduklarına şahit oluyoruz. Bence güzel birşey insanın kafasına göre dolu dolu yaşaması, ama tabii 20-30'larında değil de yaş 60-70'e geldiğinde bunu yapmaya kalkışmak tuhaf kaçıyor. Toplumda çok konuşuluyorlar; bazen ayıplanıyorlar, bazen arkalarından gülünüyor, bazen de gizli gizli gıpta ediyor yaşıtları onlara.. Bu dedeler de belki 60'larında boşanmış olsalardı nineleri böyle kesmeye kalkmazlardı. Kimbilir?
Bir başka açıdan bakarsak, dedeler demans ya da yaşlılık paranoyası denen hastalıktan ya da diğer psikolojik sorunlardan muzdarip de olabilirler. Bazen dedeler nineleri deli gibi kıskanıp soluk aldırmaz hale gelebiliyor; bizim de komşu dedelerden biri eline mutfak bıçağını kaptığı gibi "sen başka adamlara bakıyosun" diye bağırarak 70'lik komşu nineyi kovalamıştı. Bu olaydan sonra adamcağızı huzurevine, kadıncağızı da huzura kavuşturduklarını belirtmeme gerek yok sanırım..
İşin ilginç tarafı, bu tip sıyırma durumları genellikle dedeler için geçerli. Erkekler yaşlılıkta görülen psikolojik sorunları daha fazla yaşıyorlar. Ayrıca erkekler kadınlara oranla daha erken tahtalı köy tek gidiş bilet hakkı kazanıyorlar. Bu da belli yaştan sonra resmen kelle koltukta yaşamakta olduğunu gördüğümüz ninelere doğanın bir nevi kıyağı olsa gerek. Sağlıklı yaşlanmalar sevgili blogger'cıklarım!
Neden cozutmuş acaba bu dedeler? Ninelere niye saldırmışlar? Hayır nineler dedeleri 50-60 sene boyunca deli ettiyse "ümüğümü yidin bre kadın" demek için niye bunca zaman beklemiş bu dedeler? Bazı çiftler çocukları 30'lu yaşlara gelince (özellikle de kız çocuklar evlenip barklanınca) boşanıyorlar, gerekçeleri de "zaten yıllardır geçinemiyoruz, çocuklar için katlandık" falan oluyor. Gerçekte ise; 55-60'lı yaşlara gelinip yaşamın büyük kısmının geçtiğini fark ettiklerinde, insanlar durup "ben ne yapıyorum, yaşamımı neden istemediğim şekilde sürdürüyorum, değer mi?" diye soruyorlar kendilerine. Kalan zamanı kendi isteklerine uygun değerlendirmeye çalışıyorlar. Kalan zaman da, yaşam süresinin uzaması ile 30 seneye kadar yükseldiği için bir noktada haklılar da.. 30 senede insan neler yapar, bir düşünün. Bazen 60'lık 70'lik kişilerin birden emekli olup en yakın dağa çıkıp paraşütle atladıklarına, bir tekne satın alıp dünyayı gezdiklerine, ve de bazı durumlarda 20'lik çıtırlarla "takılıp" madara olduklarına şahit oluyoruz. Bence güzel birşey insanın kafasına göre dolu dolu yaşaması, ama tabii 20-30'larında değil de yaş 60-70'e geldiğinde bunu yapmaya kalkışmak tuhaf kaçıyor. Toplumda çok konuşuluyorlar; bazen ayıplanıyorlar, bazen arkalarından gülünüyor, bazen de gizli gizli gıpta ediyor yaşıtları onlara.. Bu dedeler de belki 60'larında boşanmış olsalardı nineleri böyle kesmeye kalkmazlardı. Kimbilir?
Bir başka açıdan bakarsak, dedeler demans ya da yaşlılık paranoyası denen hastalıktan ya da diğer psikolojik sorunlardan muzdarip de olabilirler. Bazen dedeler nineleri deli gibi kıskanıp soluk aldırmaz hale gelebiliyor; bizim de komşu dedelerden biri eline mutfak bıçağını kaptığı gibi "sen başka adamlara bakıyosun" diye bağırarak 70'lik komşu nineyi kovalamıştı. Bu olaydan sonra adamcağızı huzurevine, kadıncağızı da huzura kavuşturduklarını belirtmeme gerek yok sanırım..
İşin ilginç tarafı, bu tip sıyırma durumları genellikle dedeler için geçerli. Erkekler yaşlılıkta görülen psikolojik sorunları daha fazla yaşıyorlar. Ayrıca erkekler kadınlara oranla daha erken tahtalı köy tek gidiş bilet hakkı kazanıyorlar. Bu da belli yaştan sonra resmen kelle koltukta yaşamakta olduğunu gördüğümüz ninelere doğanın bir nevi kıyağı olsa gerek. Sağlıklı yaşlanmalar sevgili blogger'cıklarım!
1 Ağustos 2011 Pazartesi
Münih ve Yakın Çevresinde Gezilecek Yerler
Uzun zamandır yazmak istiyorum bu yazıyı aslında ama bana göre bir şehri tanıyorum diyebilmek için, en az 6 ay orada yaşamak gerekiyor ve benim için bu süre daha yeni yeni tamamlandı. Artık gönül rahatlığı içinde size "benim Münih'im"i tanıtabilirim. Bu yazımda, daha önce hiç denemediğim ama hep aklımda olan bir üslub kullanacağım; şehri "gezgine özel" anlatacağım. Yani her zevke göre, her isteğe göre şehri yeniden yaratacağım; çünkü Münih hem durağan, hem de yaşayan; hem tüm heybetiyle tarih kokan, hem de sabaha kadar kıpır kıpır bir şehir.
Entellektüel gezgine özel; Tarihi ve Kültürel Münih:
Münih; Bavyera eyaletinin başkenti ve Almanya'nın en büyük üçüncü kentidir. Şehrin bilinen tarihi 1158 yılında başlar ve Bavyera dilindeki adı olan München "rahibin yeri" anlamına gelmektedir. Şehir bu adını, doğu ile batı arasında tuz ticareti yapan Benedikt rahiplerinden almıştır. O yıllarda tuz, altından daha değerli bir madendi ve kervanlar ipek yolu gibi tuz yolunu da teperlerdi. Münih'in upuzun ve heyecan dolu maceralı tarihini buraya tıklayarak okuyabilirsiniz.
Isar nehrinin kıyısında, Alpler'in eteklerindeki bu kent manastırlarıyla da ünlüydü. Dinin etkisi Almanya'nın diğer kentleriyle kıyaslandığında Münih'te fazladır, fakat kentin sanayileşme hızı da bir o kadar yüksektir. Bu nedenle de ortaya zengin ve dindar bir örüntü çıkar. Bu örüntünün etkileri ile; politik açıdan muhafazakar, ticari açıdan liberal, sosyal ve kültürel açıdan girişimci ve zengin bir Münih ortaya çıkmıştır.
İkinci Dünya Savaşı sırasında fazlasıyla bombalanmış olsa da, Münih'te her adım başı tüm heybetleriyle dimdik ayakta kalmayı başarmış eski binaları görebilirsiniz. Bunların en güzeli, kuşkusuz Münih denince ilk akla gelen o topuzlu iki kulesiyle, şehrin tam anlamıyla merkezindeki Marienplatz'da bulunan Frauenkirche (Meryem Ana Kilisesi)'dir. 15.yy'ın Gotik mimari anlayışıyla yapılan bu kiliseyi nisan-ekim arasında ziyaret ederseniz, kuzeydeki minareye tırmanma imkanı da bulabilirsiniz. Diğer zamanlarda ise, Neues Rathaus'un (yeni belediye binası) 85mt'lik kulesinden şehri kuşbakışı izleyebilirsiniz. Ayrıca; ballı çörekler ve kahve eşliğinde ayarı kaçırılmış bir kahvaltıdan sonra enerji patlaması yaşarsanız, St.Peters Kilisesinin 306 basamakla ulaşılan kulesinin en tepe noktasından görülen şehrin panaromik görüntüsününün üzerine söylenecek söz yoktur! Gotik mimarinin ağırlığı üstünüze çöktüyse, yürüyüş mesafesindeki Asam Kilisesi'ne kendinizi atın ve barok döneminin en abartılı örneklerinden birini görün.
Oradan kısa bir yürüyüşle Residenz (Saray)'a geçebilir ve soylu sınıfın örf ve adetleri ile hazinelerine ve gravürlü odalardaki sergilere göz atabilirsiniz. Saray bahçesi yazın çeşitli müzisyenlere ev sahipliği yapıyor ve çimlerde oturup müzik dinleyerek soluklanmak için de birebir.
Tabii ki binalar kadar içlerindeki de ilginizi çekiyorsa, Müze Kenti Münih sizi tatmin edecek kadar bol sayıda nitelikli müzeye ev sahipliği yapıyor, üstelik müze girişleri pazar günleri sadece 1 Euro! Kentte zamanınız gerçekten azsa ya da yağmurlu havaya yakalandıysanız, ilk olarak Münchner Stadtmuseum'u (kent müzesi) ziyaret etmenizi öneririm. Müze tarih meraklılarını olduğu kadar, fotoğraf, kukla ve müzik enstrümanları koleksiyonu ile sanat tarihi meraklılarını da mutlu edecektir. Altes Rathaus'un içindeki Spielzeug Museum (Oyuncak Müzesi) de ayrı bir alem ve çok eğlenceli, acil bir durumda çocuğunuzu oraya park edip kendinizi hemen yakınlardaki Oktoberfest ve Bira Müzesine de atabilirsiniz.
Şehrin Judisches Museum (Yahudi Müzesi) Nazi dönemi Almanya'sının yaşattığı acıları gözler önüne seriyor. Eğer Yahudi Tarihi'ne ya da Nazi Almanyası'na dair daha çok şey öğrenmek isterseniz, bu müzenin dışında, Münih'ten 15km uzakta bulunan Dachau'daki Toplama Kampı'nı ziyaret edebilirsiniz. Oldukça çarpıcı ve uzun süre aklınızdan çıkamayacak acı bir deneyim olacağı için, 12 yaşından küçük çocuklar için uygun değil.
Şehrin bir başka önemli müzesi Deutsches Museum, merkezden birazcık uzakta ama özellikle bilim ve teknolojiye ilginiz varsa, mutlaka görülmesi gerekir. İçeride taş devrinden uzay çağına muhteşem bir koleksiyon var ve özellikle uçaklar, içinde gezebileceğiniz denizaltı ve çeşitli bilimsel deneyler sizi saatler hatta günler boyu mutlu edebilir. Bu müzeyi gezmeyi düşünüyorsanız, en az bir gününüzü ayırın ve müze planını alarak gezin, yoksa akşam saatlerinde müze kapanırken daha sergilerin onda birini görmemiş olarak hüzün içinde ayrılmanız gerekebilir; tecrübeyle sabittir. Araba ve motor tutkunları tabii ki BMW Genel Merkezi'ni, Siemens'i ve binaların içindeki müzeleri de gezebilirler.
Sanat sözcüğü sizin için resim sergileri ve görsel sanatlar anlamına geliyorsa; Münih'te bir ömür geçirebilirsiniz. Ama seyyah olarak burdaysanız ve zamanınız kısıtlıysa, uçaktan iner inmez Maxvorstadt'a koşun ve Pinakothek Sanat Müzelerini gezin. Ayrıca Maxvorstadt üniversitelere ve şehir kütüphanesine de ev sahipliği yapıyor ve benim günlerimin çoğu bu bölgede geçtiği için, şehrin bir muamması olarak, Bermuda şeytan üçgeni gibi bir alanda nevrotik bir şekilde koşturmakta olan beni de görebilirsiniz. Alte Pinakothek, 14-18.yy Avrupa sanatçılarına (Dürer bunların en bilinen örneklerinden biri); Neue Pinakothek ise 19-20.yy sanatçılarına ev sahipliği yapar. İçerideki Van Gogh, Cezanne, Friedrich eminim sizi havalara uçuracak ve en az bir gününüzü alacaktır. Pinakothek der Moderne ise; son yüz yılın sanatçılarına ayrılmış olup Picasso, Klee, Kandinsky, Andy Warhol, Joseph Beuys gibi isimlerin yanında Art Nouveau ve Bauhaus devriminin en muhteşem eserlere de ev sahipliği yapar. En alt kattaki Eames koltuklar ve ilk Apple bilgisayarlar eminim sizi büyüleyecektir.
Eğer imkanınız varsa, biletleri oldukça önceden internetten almak kaydıyla StadtOper'de bir etkinliğe katılın, binanın içi de dışı kadar muhteşem. Daha ekonomik sanat aktiviteleri için, şehrin turizm ofislerine ya da adım başı caddelerde görebileceğiniz ilan panolarına bakabilirsiniz. Bazı kiliselerde özellikle noel döneminde çoğu ücretsiz klasik müzik dinletileri oluyor, kaçırmayın.
Gece yapılan bir başka kültürel ve bir o kadar da maceralı aktivite, Gece Bekçileriyle kenti gezmek ya da Ghost-Tour denilen hayalet turları. Bunlar genellikle sizi şehrin gündüz zararsız görülen heybetli ortaçağ binalarının gece birden ürkütücü bir hal alan arka sokaklarına taşır ve ellerinizde gece lambalarıyla 2-3 saat şehirde yürümeyi ve çeşitli hikayeleri dinlemeyi içerir, çok keyifli ve wooooooooo korkutucudur...
Ortaçağ tutkunu gezgine özel Münih:
Elinizde bir ortaçağ romanı, yanıbaşınızda içinden kafanfil kokuları yükselen bir çay bardağı, İtalya-Avusturya-Almanya üçgeninde planladığınız seyahatinizin en kuzeyinde, Bavyera'dasınız. Tabii ki kaleler, saraylar ve katedraller görmek istiyorsunuz. Münih tam size göre! "Kale" denince akla gelen tüm klişelerin toplandığı Schloss Neuschwanstein mutlaka görülmeli. Münih'e yaklaşık 1 saat uzaklıkta. Yaz kış güzel, şehir merkezinden turlar da var, kendi arabanızla da gidebilirsiniz. Bu kalenin bir özelliği de Walt Disney'in kullandığı logo'daki kalenin burdan esinlenilmiş olması. O sivri minareler, bembeyaz duvarlar, arkada Alpler, hemen yakında efsane gibi bir göl. Muhteşem. Tabii bize göre. Bavyeralılar bu kaleye biraz tepkililer; kralları 2. Ludwig'in delilik eseri olup Wagner Operalarından esinlendiği ve o zamana göre akılalmaz mablalara malolup asla tamamen bitirlemediği için. İçerisi de dışarısı kadar akılalmaz, özellikle tavanına 100 kuğunun resmedildiği kabul salonu. Kaleye aşağıdaki ufak köyden 20-25 dakikada orman içinde yürüyerek tırmanılıyor ya da 10-12 kişilik at arabalarıyla çıkılıyor.
Münih merkezdeki Nymphenburg Kalesi'ne ulaşım çok kolay ve kocaman bahçesinde dolaşmak, saray odalarını gezmek ve dünyanın en kapsamlı porselen müzesini görmek keyifli. Ama benim için Münih'in merkezdeki en güzel kalesi Blutenburg. Bu küçük kale; Münih'in ikinci ırmağı olan Würm'ün kıyısına kurulu olup, bizim eve bisikletle 5dk uzaklıktadır. Önünde yaz kış yemyeşil bir çimenlik, içinde kuğu ve ördeklerin yüzdüğü bir gölet, bahçesinde yılda iki defa yapılan Şarap Festivali ve Bayvera mutfağının en leziz örneklerini tadabileceğiniz geleneksel dekoruyla restorantı bulunmaktadır. Ben haftada en az bir kez bu kaleye geldiğim için, çevresindeki geniş çimenlik alanda insanlar koşup oynadıkları için, içinde 130 dilde çocuk kitaplarının bulunduğu sevimli bir kütüphane olduğu için ve yakındaki Gotik kilisenin çanı her sabah saat tam 7'de bizi uyandırdığı için, Blutenburg mutlaka görülmeli. Tabii ki oraya kadar gelmişken yazara uğrayıp bir çay-kahve de içilmeli ;)
Keyfinin kahyasını arayan gezgine özel Münih:
Bu kadar tarih ve kültürden sonra, yaşayan şehre gelelim artık. Nerde ne yenir, ne içilir, neyin fotoğrafı çekilir? Münih Almanya'nın en zengin, lüks düşkünü, entellektüel olmasa da tüketim kültürünün cazibesine kapıldığı için yeniliklere açık kenti. Burda hepimizin aklında olan klasik asık suratlı ve yaşlı Alman görmek zor, insanlar cıvıl cıvıl. Yaz kış 7-70 değil, 2'den 92'e herkes bisiklet üstünde, parklar bahçeler dolu dolu, kahkahalar, çocuk sesleri çın çın. Hollywood ünlülerini aratmayan bol makyajlı ergenler elleri kolları paketlerle dolu geziniyor, barlar ve cafeler tıklım tıklım, festivalin biri biter diğeri başlar. Peki siz seyyahlar neler yapmalısınız? Tabii ki Marienplatz'ta kendinizi kaybetmeli, kalabalığın içinde yürümelisiniz. Kışın kestane kebap, yazın kavrulmuş şekerli fıstık almalısınız yollardan. Sokaklara taşan cafelerde oturmalı, Bavyera mutfağının keyfini çıkartmalısınız.
Münih denince akla ilk gelen tabii ki Oktoberfest. 1810'dan beri Eylül ayının ortasından Ekimin ilk günlerine dek kutlanan bu festival, aslında Kral 1. Ludwig'in düğün kutlamaları olarak başlamış ve günümüzde tam bir toplumsal histeriye dönüşmüş haldedir. Bu senenin verileriyle; 10 milyon kişi festivali ziyaret etti, 8 milyon litre bira içildi, 38 bin litre şarap içildi, 250 bin litre çay ve kahve içildi, 1.5 milyon litre su ve limonata içildi, 600 bin tavuk, 112 bin sosis ve 40 bin balık yendi, 4500 eşya kayboldu (ki bunların bir kısmı evlilik yüzüğü) ve insanlar 15 günde şehri savaş meydanına çevirdiler. Kısacası; eğlenceliydi. Oktoberfest genellikle sabah 9'dan akşam 10'a dek sürüyor ve içeride bira çadırları ile eğlence parkları bulunuyor. Biralar litrelik (9 euro'ydu bu sene) ve çadır içlerinde geleneksel müzikler çalınıyor. Oldukça eğlenceli ama 1 gün yetiyor da artıyor bile. Oktoberfest kadar ünlü olmasa da, şehrin diğer bir bira festivali baharda oluyor; StarkbierFest yani keskin bira festivali. Bu festivalin özelliği, kış boyu fermente edilmiş olan güçlü kıvamlı biranın açılması ve baharın gelişinin kutlanması. Burada içilen bira normalden (%4 alkol) daha güçlü (%11 alkol), o nedenle dikkat.
Ayrıca, güneş çıkıp da biraz ısıtmaya başlar başlamaz şehrin her yerinde Biergarten (birabahçeleri) açılıyor. Bunlar bizdeki çay bahçesiyle aynı mantıkta, isterseniz ordan birşeyler de yiyebiliyorsunuz, ya da evinizden piknik setinizle geliyor, ordan sadece içeceklerinizi alıyorsunuz. Çocuklar için üstü köpüklü aynen biraya benzeyen ve bira bardaklarında servis edilen elmalı maden suları, birayı çok sevmeyenler için yarı bira yarı limonlu sodadan oluşan Radler ya da Weiss Bier, Dunkel Bier, kola ve fanta karışımı Spezi en çok tüketilen içecekler. Şehrin en güzel bira bahçelerinden biri Englischer Garten içindeki Seehaus Biergarten ya da Chinesischer Turm altında kurulu ve şehrin en eski bira bahçesi özelliği taşıyan bahçedir. Münih'e kışın geldiyseniz ve yine de bira bahçesi deneyimi yaşamak istiyorsanız, tam aynı olmasa da merkezdeki Augustiner Braustuben ya da Hofbrauhaus'a girebilirsiniz. Her ikisi de yerel halktan ziyade turistler için kurulmuş izlenimi verse de eğlenceli deneyimler. Biranın yanında yerel mutfaktan Schweinebraten (kızarmış domuz), Wurst (yaklaşık 200 çeşidi bulunan sosis), Hendl (kızarmış tavuk), Schnitzel (domuz, inek ya da tavuk), Radimasser (turp) ya da Kraut (lahana) Salatası, Knödel (ekmek ve patates karışımı toplar), Zwiebelkuchen (soğanlı tart) ya da benim favorim Obazda (eritme peynir karışımı) önerilir. Tatlı olarak Schwarzwalder Kirschtorte (Vişneli Kara Orman Pastası) ya da Apfelstrudel ilk akla gelenlerdir.
Sabah kahvaltısı Almanya'da genellikle kahve ve kuchen (poğaça ve kek) anlamına gelse de; 200 çeşit ekmek ve bir o kadar çeşit peynirle aç kalmazsınız. Bavyera'da geleneksel kahvaltı sabah 12.00'a dek bulabileceğiniz (öğleden sonra servis edilmez) weisswurst (beyaz sosis), senf (tatlı hardal) ve breze (simite benzeyen dışı sert içi yumuşak, kollarını kavuşturmuş rahip şeklindeki ekmek)dir. Tabii ki yanında beyaz bira ile!
Münih'in her yerinde geleneksel ya da modern lokantalar ve kafeler bulabilirsiniz ama benim favorilerim; merkezdeki Viktualienmarkt'ta ayaküstü atıştırmalıklar, Residenz'in yakınındaki Cafe Schwarbing'de kahve ve kuche, Cafe Glockenspiel'in kahvaltıları, güneşli ve açık bir havada Otel Bayrischerhof'un çatısında Alpleri izleyerek birşeyler atıştırmak, üniversite'ye çok yakın ve ucuz olan Cafe An der Uni (CADU)nun sandviçleri, noel zamanı (aralık) kurulan noel marketlerinin standlarında Gluehwein (karanfilli tarçınlı sıcak şarap) keyfi (en güzeli de Marienplatz'taki Rindermarkt içindeki Feuerzangenbowle ya da Şeytan'ın Kupası denen üzeri ateşle tutuşturulmuş servis edilen şaraptır). Münih geceleri en hareketli Gartnerplatz'daki barlarda yaşanır ama benim favorilerim Alter Simpl, MCMüller ve çok sevimli bir yahudi restoranı da olan Schmock. Ayrıca yaz akşamları Isar nehrinin kıyısında arkadaşlarla yapılan BBQ'lerin tadı da bir başka olur.
Maceraperest gezgine özel Münih:
Münih spor ve macera kenti, gerçekten! Alplerin gölgesinde kenti çevreleyen ormanlarda dört mevsim zevkten perişan olana dek yürüyüş, tırmanma, kamp yapabilir, yazın buz gibi ve yemyeşil, berrak buzul göllerinde (yazın su ısısı 23'e kadar yükselebiliyor) yüzebilir, dalış yapabilir, kışın kayak ve snowboard yapabilirsiniz. Özellikle Bayrischzell denen bölgede ülkelerarası (Avusturya'ya geçiveriyorsunuz) kayak imkanı ve hemen sonrasında sıcak çikolata keyfi kaçırılmamalı! Dağlara sevdalı olanlar için en güzeli ufak bir trenle 2962 metredeki Zugspitze'ye çıkmak ve yaz kış toktağan karlarda yuvarlanmak ya da günler, haftalar sürecek kayak ya da yürüyüş turlarına katılmak..
Englischer garten şehrin merkezinde güneşlenebileceğiniz ve her tür sporu yapabileceğiniz kocaman bir alan. Her tür spor derken, mesela sörf bile yapabilirsiniz. Eisbach civarında şu yandaki gibi, Avustralya'yı aratmayacak sahneler yaşanıyor bahar ve yaz aylarında! Daha sıcak ama sulu bir ortam tercih edenler şehrin doğusundaki Erding kasabasının (Therme Erding) termal havuzlarını ve suparkını kaçırmasınlar. Tüm bunlara ek olarak, yazın biralarınızı alıp Isar Nehri üzerinde Flossfahrt denen büyük sallarda rafting macerası yaşayabilirsiniz. Bu sallarda bir de canlı Bavyera müziği yapılıyor, oldukça eğlenceli oluyor.
Sporu uzaktan izlemeyi sevenler için Olympiapark (kuleye çıkarak Münih'e panaromik bir göz atmak imkanı var) ya da ünlü Allianz Arena'da bir futbol maçı izlemek de alternatif programlar arasında sayılabilir.
Zamanı bol gezgine özel; Münih'in yakın çevresi:
Münih, yaşaması da gezmesi de keyifli bir şehir. İster 3 gün, ister 1 hafta, ister daha uzun gelin, mutlaka yeni şeyler keşfedeceksiniz. Eğer zamanınız bolsa, bir araba kiralayarak ya da gelişmiş (ve biraz tuzlu) tren ağını kullanarak yakın ve uzak çevreye geziler yapabilirsiniz.
Bunlardan ilki "romantik yol" olarak tabir edilen ve aslen içine Neuschwanstein kalesi, tarihi Augsburg kenti ve Würzburg kasabasını da alan bölgede bulunan ve size %100 ortaçağda yaşıyormuşsunuz hissi verecek olan Rothenburg'dur. Bu kent ayrıca sonsuz bir noel yaşamakta olup, sizi ağustosun ortasında bile yeniyıl hissine sokabilecek potansiyele sahiptir. Özellikle gece yapılan hayalet turları ve ortaçağ işkence müzesi sinirleri hoplatsa da mutlaka deneyimlenmeli.
Diğer istikamette, aslen Avusturya'da bulunan ama kendini daha çok Bavyera eyaletine yakın hisseden Salzburg; mutlaka görülmesi gereken bir başka rüya kent'tir. Münih'ten tren ya da kendi arabanızla 2.5-3 saatte ulaşacağınız bu kent, günübirlik geziler için çok elverişlidir. Salzburg arnavut kaldırımlı yolları, birden karşınıza çıkıveren sürpriz güzellikleri, tarihi ve modern dokuyu uyum içinde harmanlamış olması, Mozart'ın evi ve müziğin beşiği oluşu, aynı isimle anılan leziz çikolatalara ev sahipliği yapması nedeniyle yaz kış turist akınına uğrar. Gitmişken mutlaka Mirabell Kalesi'ne tırmanın ve şehre yukarıdan bir bakın. Ayrıca eski şehrin merkezindeki restorantlardan birinde mutlaka Viyana usulu Schnitzelleri ve yoğun çikolatalı Sacher keklerini tatmadan dönmeyin.
Ceren Musaagaoglu - Kasım 2011.
Entellektüel gezgine özel; Tarihi ve Kültürel Münih:
Münih; Bavyera eyaletinin başkenti ve Almanya'nın en büyük üçüncü kentidir. Şehrin bilinen tarihi 1158 yılında başlar ve Bavyera dilindeki adı olan München "rahibin yeri" anlamına gelmektedir. Şehir bu adını, doğu ile batı arasında tuz ticareti yapan Benedikt rahiplerinden almıştır. O yıllarda tuz, altından daha değerli bir madendi ve kervanlar ipek yolu gibi tuz yolunu da teperlerdi. Münih'in upuzun ve heyecan dolu maceralı tarihini buraya tıklayarak okuyabilirsiniz.
Isar nehrinin kıyısında, Alpler'in eteklerindeki bu kent manastırlarıyla da ünlüydü. Dinin etkisi Almanya'nın diğer kentleriyle kıyaslandığında Münih'te fazladır, fakat kentin sanayileşme hızı da bir o kadar yüksektir. Bu nedenle de ortaya zengin ve dindar bir örüntü çıkar. Bu örüntünün etkileri ile; politik açıdan muhafazakar, ticari açıdan liberal, sosyal ve kültürel açıdan girişimci ve zengin bir Münih ortaya çıkmıştır.
İkinci Dünya Savaşı sırasında fazlasıyla bombalanmış olsa da, Münih'te her adım başı tüm heybetleriyle dimdik ayakta kalmayı başarmış eski binaları görebilirsiniz. Bunların en güzeli, kuşkusuz Münih denince ilk akla gelen o topuzlu iki kulesiyle, şehrin tam anlamıyla merkezindeki Marienplatz'da bulunan Frauenkirche (Meryem Ana Kilisesi)'dir. 15.yy'ın Gotik mimari anlayışıyla yapılan bu kiliseyi nisan-ekim arasında ziyaret ederseniz, kuzeydeki minareye tırmanma imkanı da bulabilirsiniz. Diğer zamanlarda ise, Neues Rathaus'un (yeni belediye binası) 85mt'lik kulesinden şehri kuşbakışı izleyebilirsiniz. Ayrıca; ballı çörekler ve kahve eşliğinde ayarı kaçırılmış bir kahvaltıdan sonra enerji patlaması yaşarsanız, St.Peters Kilisesinin 306 basamakla ulaşılan kulesinin en tepe noktasından görülen şehrin panaromik görüntüsününün üzerine söylenecek söz yoktur! Gotik mimarinin ağırlığı üstünüze çöktüyse, yürüyüş mesafesindeki Asam Kilisesi'ne kendinizi atın ve barok döneminin en abartılı örneklerinden birini görün.
Oradan kısa bir yürüyüşle Residenz (Saray)'a geçebilir ve soylu sınıfın örf ve adetleri ile hazinelerine ve gravürlü odalardaki sergilere göz atabilirsiniz. Saray bahçesi yazın çeşitli müzisyenlere ev sahipliği yapıyor ve çimlerde oturup müzik dinleyerek soluklanmak için de birebir.
Tabii ki binalar kadar içlerindeki de ilginizi çekiyorsa, Müze Kenti Münih sizi tatmin edecek kadar bol sayıda nitelikli müzeye ev sahipliği yapıyor, üstelik müze girişleri pazar günleri sadece 1 Euro! Kentte zamanınız gerçekten azsa ya da yağmurlu havaya yakalandıysanız, ilk olarak Münchner Stadtmuseum'u (kent müzesi) ziyaret etmenizi öneririm. Müze tarih meraklılarını olduğu kadar, fotoğraf, kukla ve müzik enstrümanları koleksiyonu ile sanat tarihi meraklılarını da mutlu edecektir. Altes Rathaus'un içindeki Spielzeug Museum (Oyuncak Müzesi) de ayrı bir alem ve çok eğlenceli, acil bir durumda çocuğunuzu oraya park edip kendinizi hemen yakınlardaki Oktoberfest ve Bira Müzesine de atabilirsiniz.
Şehrin Judisches Museum (Yahudi Müzesi) Nazi dönemi Almanya'sının yaşattığı acıları gözler önüne seriyor. Eğer Yahudi Tarihi'ne ya da Nazi Almanyası'na dair daha çok şey öğrenmek isterseniz, bu müzenin dışında, Münih'ten 15km uzakta bulunan Dachau'daki Toplama Kampı'nı ziyaret edebilirsiniz. Oldukça çarpıcı ve uzun süre aklınızdan çıkamayacak acı bir deneyim olacağı için, 12 yaşından küçük çocuklar için uygun değil.
Şehrin bir başka önemli müzesi Deutsches Museum, merkezden birazcık uzakta ama özellikle bilim ve teknolojiye ilginiz varsa, mutlaka görülmesi gerekir. İçeride taş devrinden uzay çağına muhteşem bir koleksiyon var ve özellikle uçaklar, içinde gezebileceğiniz denizaltı ve çeşitli bilimsel deneyler sizi saatler hatta günler boyu mutlu edebilir. Bu müzeyi gezmeyi düşünüyorsanız, en az bir gününüzü ayırın ve müze planını alarak gezin, yoksa akşam saatlerinde müze kapanırken daha sergilerin onda birini görmemiş olarak hüzün içinde ayrılmanız gerekebilir; tecrübeyle sabittir. Araba ve motor tutkunları tabii ki BMW Genel Merkezi'ni, Siemens'i ve binaların içindeki müzeleri de gezebilirler.
Sanat sözcüğü sizin için resim sergileri ve görsel sanatlar anlamına geliyorsa; Münih'te bir ömür geçirebilirsiniz. Ama seyyah olarak burdaysanız ve zamanınız kısıtlıysa, uçaktan iner inmez Maxvorstadt'a koşun ve Pinakothek Sanat Müzelerini gezin. Ayrıca Maxvorstadt üniversitelere ve şehir kütüphanesine de ev sahipliği yapıyor ve benim günlerimin çoğu bu bölgede geçtiği için, şehrin bir muamması olarak, Bermuda şeytan üçgeni gibi bir alanda nevrotik bir şekilde koşturmakta olan beni de görebilirsiniz. Alte Pinakothek, 14-18.yy Avrupa sanatçılarına (Dürer bunların en bilinen örneklerinden biri); Neue Pinakothek ise 19-20.yy sanatçılarına ev sahipliği yapar. İçerideki Van Gogh, Cezanne, Friedrich eminim sizi havalara uçuracak ve en az bir gününüzü alacaktır. Pinakothek der Moderne ise; son yüz yılın sanatçılarına ayrılmış olup Picasso, Klee, Kandinsky, Andy Warhol, Joseph Beuys gibi isimlerin yanında Art Nouveau ve Bauhaus devriminin en muhteşem eserlere de ev sahipliği yapar. En alt kattaki Eames koltuklar ve ilk Apple bilgisayarlar eminim sizi büyüleyecektir.
Eğer imkanınız varsa, biletleri oldukça önceden internetten almak kaydıyla StadtOper'de bir etkinliğe katılın, binanın içi de dışı kadar muhteşem. Daha ekonomik sanat aktiviteleri için, şehrin turizm ofislerine ya da adım başı caddelerde görebileceğiniz ilan panolarına bakabilirsiniz. Bazı kiliselerde özellikle noel döneminde çoğu ücretsiz klasik müzik dinletileri oluyor, kaçırmayın.
Gece yapılan bir başka kültürel ve bir o kadar da maceralı aktivite, Gece Bekçileriyle kenti gezmek ya da Ghost-Tour denilen hayalet turları. Bunlar genellikle sizi şehrin gündüz zararsız görülen heybetli ortaçağ binalarının gece birden ürkütücü bir hal alan arka sokaklarına taşır ve ellerinizde gece lambalarıyla 2-3 saat şehirde yürümeyi ve çeşitli hikayeleri dinlemeyi içerir, çok keyifli ve wooooooooo korkutucudur...
Ortaçağ tutkunu gezgine özel Münih:
Elinizde bir ortaçağ romanı, yanıbaşınızda içinden kafanfil kokuları yükselen bir çay bardağı, İtalya-Avusturya-Almanya üçgeninde planladığınız seyahatinizin en kuzeyinde, Bavyera'dasınız. Tabii ki kaleler, saraylar ve katedraller görmek istiyorsunuz. Münih tam size göre! "Kale" denince akla gelen tüm klişelerin toplandığı Schloss Neuschwanstein mutlaka görülmeli. Münih'e yaklaşık 1 saat uzaklıkta. Yaz kış güzel, şehir merkezinden turlar da var, kendi arabanızla da gidebilirsiniz. Bu kalenin bir özelliği de Walt Disney'in kullandığı logo'daki kalenin burdan esinlenilmiş olması. O sivri minareler, bembeyaz duvarlar, arkada Alpler, hemen yakında efsane gibi bir göl. Muhteşem. Tabii bize göre. Bavyeralılar bu kaleye biraz tepkililer; kralları 2. Ludwig'in delilik eseri olup Wagner Operalarından esinlendiği ve o zamana göre akılalmaz mablalara malolup asla tamamen bitirlemediği için. İçerisi de dışarısı kadar akılalmaz, özellikle tavanına 100 kuğunun resmedildiği kabul salonu. Kaleye aşağıdaki ufak köyden 20-25 dakikada orman içinde yürüyerek tırmanılıyor ya da 10-12 kişilik at arabalarıyla çıkılıyor.
Münih merkezdeki Nymphenburg Kalesi'ne ulaşım çok kolay ve kocaman bahçesinde dolaşmak, saray odalarını gezmek ve dünyanın en kapsamlı porselen müzesini görmek keyifli. Ama benim için Münih'in merkezdeki en güzel kalesi Blutenburg. Bu küçük kale; Münih'in ikinci ırmağı olan Würm'ün kıyısına kurulu olup, bizim eve bisikletle 5dk uzaklıktadır. Önünde yaz kış yemyeşil bir çimenlik, içinde kuğu ve ördeklerin yüzdüğü bir gölet, bahçesinde yılda iki defa yapılan Şarap Festivali ve Bayvera mutfağının en leziz örneklerini tadabileceğiniz geleneksel dekoruyla restorantı bulunmaktadır. Ben haftada en az bir kez bu kaleye geldiğim için, çevresindeki geniş çimenlik alanda insanlar koşup oynadıkları için, içinde 130 dilde çocuk kitaplarının bulunduğu sevimli bir kütüphane olduğu için ve yakındaki Gotik kilisenin çanı her sabah saat tam 7'de bizi uyandırdığı için, Blutenburg mutlaka görülmeli. Tabii ki oraya kadar gelmişken yazara uğrayıp bir çay-kahve de içilmeli ;)
Keyfinin kahyasını arayan gezgine özel Münih:
Bu kadar tarih ve kültürden sonra, yaşayan şehre gelelim artık. Nerde ne yenir, ne içilir, neyin fotoğrafı çekilir? Münih Almanya'nın en zengin, lüks düşkünü, entellektüel olmasa da tüketim kültürünün cazibesine kapıldığı için yeniliklere açık kenti. Burda hepimizin aklında olan klasik asık suratlı ve yaşlı Alman görmek zor, insanlar cıvıl cıvıl. Yaz kış 7-70 değil, 2'den 92'e herkes bisiklet üstünde, parklar bahçeler dolu dolu, kahkahalar, çocuk sesleri çın çın. Hollywood ünlülerini aratmayan bol makyajlı ergenler elleri kolları paketlerle dolu geziniyor, barlar ve cafeler tıklım tıklım, festivalin biri biter diğeri başlar. Peki siz seyyahlar neler yapmalısınız? Tabii ki Marienplatz'ta kendinizi kaybetmeli, kalabalığın içinde yürümelisiniz. Kışın kestane kebap, yazın kavrulmuş şekerli fıstık almalısınız yollardan. Sokaklara taşan cafelerde oturmalı, Bavyera mutfağının keyfini çıkartmalısınız.
Münih denince akla ilk gelen tabii ki Oktoberfest. 1810'dan beri Eylül ayının ortasından Ekimin ilk günlerine dek kutlanan bu festival, aslında Kral 1. Ludwig'in düğün kutlamaları olarak başlamış ve günümüzde tam bir toplumsal histeriye dönüşmüş haldedir. Bu senenin verileriyle; 10 milyon kişi festivali ziyaret etti, 8 milyon litre bira içildi, 38 bin litre şarap içildi, 250 bin litre çay ve kahve içildi, 1.5 milyon litre su ve limonata içildi, 600 bin tavuk, 112 bin sosis ve 40 bin balık yendi, 4500 eşya kayboldu (ki bunların bir kısmı evlilik yüzüğü) ve insanlar 15 günde şehri savaş meydanına çevirdiler. Kısacası; eğlenceliydi. Oktoberfest genellikle sabah 9'dan akşam 10'a dek sürüyor ve içeride bira çadırları ile eğlence parkları bulunuyor. Biralar litrelik (9 euro'ydu bu sene) ve çadır içlerinde geleneksel müzikler çalınıyor. Oldukça eğlenceli ama 1 gün yetiyor da artıyor bile. Oktoberfest kadar ünlü olmasa da, şehrin diğer bir bira festivali baharda oluyor; StarkbierFest yani keskin bira festivali. Bu festivalin özelliği, kış boyu fermente edilmiş olan güçlü kıvamlı biranın açılması ve baharın gelişinin kutlanması. Burada içilen bira normalden (%4 alkol) daha güçlü (%11 alkol), o nedenle dikkat.
Ayrıca, güneş çıkıp da biraz ısıtmaya başlar başlamaz şehrin her yerinde Biergarten (birabahçeleri) açılıyor. Bunlar bizdeki çay bahçesiyle aynı mantıkta, isterseniz ordan birşeyler de yiyebiliyorsunuz, ya da evinizden piknik setinizle geliyor, ordan sadece içeceklerinizi alıyorsunuz. Çocuklar için üstü köpüklü aynen biraya benzeyen ve bira bardaklarında servis edilen elmalı maden suları, birayı çok sevmeyenler için yarı bira yarı limonlu sodadan oluşan Radler ya da Weiss Bier, Dunkel Bier, kola ve fanta karışımı Spezi en çok tüketilen içecekler. Şehrin en güzel bira bahçelerinden biri Englischer Garten içindeki Seehaus Biergarten ya da Chinesischer Turm altında kurulu ve şehrin en eski bira bahçesi özelliği taşıyan bahçedir. Münih'e kışın geldiyseniz ve yine de bira bahçesi deneyimi yaşamak istiyorsanız, tam aynı olmasa da merkezdeki Augustiner Braustuben ya da Hofbrauhaus'a girebilirsiniz. Her ikisi de yerel halktan ziyade turistler için kurulmuş izlenimi verse de eğlenceli deneyimler. Biranın yanında yerel mutfaktan Schweinebraten (kızarmış domuz), Wurst (yaklaşık 200 çeşidi bulunan sosis), Hendl (kızarmış tavuk), Schnitzel (domuz, inek ya da tavuk), Radimasser (turp) ya da Kraut (lahana) Salatası, Knödel (ekmek ve patates karışımı toplar), Zwiebelkuchen (soğanlı tart) ya da benim favorim Obazda (eritme peynir karışımı) önerilir. Tatlı olarak Schwarzwalder Kirschtorte (Vişneli Kara Orman Pastası) ya da Apfelstrudel ilk akla gelenlerdir.
Sabah kahvaltısı Almanya'da genellikle kahve ve kuchen (poğaça ve kek) anlamına gelse de; 200 çeşit ekmek ve bir o kadar çeşit peynirle aç kalmazsınız. Bavyera'da geleneksel kahvaltı sabah 12.00'a dek bulabileceğiniz (öğleden sonra servis edilmez) weisswurst (beyaz sosis), senf (tatlı hardal) ve breze (simite benzeyen dışı sert içi yumuşak, kollarını kavuşturmuş rahip şeklindeki ekmek)dir. Tabii ki yanında beyaz bira ile!
Münih'in her yerinde geleneksel ya da modern lokantalar ve kafeler bulabilirsiniz ama benim favorilerim; merkezdeki Viktualienmarkt'ta ayaküstü atıştırmalıklar, Residenz'in yakınındaki Cafe Schwarbing'de kahve ve kuche, Cafe Glockenspiel'in kahvaltıları, güneşli ve açık bir havada Otel Bayrischerhof'un çatısında Alpleri izleyerek birşeyler atıştırmak, üniversite'ye çok yakın ve ucuz olan Cafe An der Uni (CADU)nun sandviçleri, noel zamanı (aralık) kurulan noel marketlerinin standlarında Gluehwein (karanfilli tarçınlı sıcak şarap) keyfi (en güzeli de Marienplatz'taki Rindermarkt içindeki Feuerzangenbowle ya da Şeytan'ın Kupası denen üzeri ateşle tutuşturulmuş servis edilen şaraptır). Münih geceleri en hareketli Gartnerplatz'daki barlarda yaşanır ama benim favorilerim Alter Simpl, MCMüller ve çok sevimli bir yahudi restoranı da olan Schmock. Ayrıca yaz akşamları Isar nehrinin kıyısında arkadaşlarla yapılan BBQ'lerin tadı da bir başka olur.
Maceraperest gezgine özel Münih:
Münih spor ve macera kenti, gerçekten! Alplerin gölgesinde kenti çevreleyen ormanlarda dört mevsim zevkten perişan olana dek yürüyüş, tırmanma, kamp yapabilir, yazın buz gibi ve yemyeşil, berrak buzul göllerinde (yazın su ısısı 23'e kadar yükselebiliyor) yüzebilir, dalış yapabilir, kışın kayak ve snowboard yapabilirsiniz. Özellikle Bayrischzell denen bölgede ülkelerarası (Avusturya'ya geçiveriyorsunuz) kayak imkanı ve hemen sonrasında sıcak çikolata keyfi kaçırılmamalı! Dağlara sevdalı olanlar için en güzeli ufak bir trenle 2962 metredeki Zugspitze'ye çıkmak ve yaz kış toktağan karlarda yuvarlanmak ya da günler, haftalar sürecek kayak ya da yürüyüş turlarına katılmak..
Englischer garten şehrin merkezinde güneşlenebileceğiniz ve her tür sporu yapabileceğiniz kocaman bir alan. Her tür spor derken, mesela sörf bile yapabilirsiniz. Eisbach civarında şu yandaki gibi, Avustralya'yı aratmayacak sahneler yaşanıyor bahar ve yaz aylarında! Daha sıcak ama sulu bir ortam tercih edenler şehrin doğusundaki Erding kasabasının (Therme Erding) termal havuzlarını ve suparkını kaçırmasınlar. Tüm bunlara ek olarak, yazın biralarınızı alıp Isar Nehri üzerinde Flossfahrt denen büyük sallarda rafting macerası yaşayabilirsiniz. Bu sallarda bir de canlı Bavyera müziği yapılıyor, oldukça eğlenceli oluyor.
Sporu uzaktan izlemeyi sevenler için Olympiapark (kuleye çıkarak Münih'e panaromik bir göz atmak imkanı var) ya da ünlü Allianz Arena'da bir futbol maçı izlemek de alternatif programlar arasında sayılabilir.
Zamanı bol gezgine özel; Münih'in yakın çevresi:
Münih, yaşaması da gezmesi de keyifli bir şehir. İster 3 gün, ister 1 hafta, ister daha uzun gelin, mutlaka yeni şeyler keşfedeceksiniz. Eğer zamanınız bolsa, bir araba kiralayarak ya da gelişmiş (ve biraz tuzlu) tren ağını kullanarak yakın ve uzak çevreye geziler yapabilirsiniz.
Bunlardan ilki "romantik yol" olarak tabir edilen ve aslen içine Neuschwanstein kalesi, tarihi Augsburg kenti ve Würzburg kasabasını da alan bölgede bulunan ve size %100 ortaçağda yaşıyormuşsunuz hissi verecek olan Rothenburg'dur. Bu kent ayrıca sonsuz bir noel yaşamakta olup, sizi ağustosun ortasında bile yeniyıl hissine sokabilecek potansiyele sahiptir. Özellikle gece yapılan hayalet turları ve ortaçağ işkence müzesi sinirleri hoplatsa da mutlaka deneyimlenmeli.
Diğer istikamette, aslen Avusturya'da bulunan ama kendini daha çok Bavyera eyaletine yakın hisseden Salzburg; mutlaka görülmesi gereken bir başka rüya kent'tir. Münih'ten tren ya da kendi arabanızla 2.5-3 saatte ulaşacağınız bu kent, günübirlik geziler için çok elverişlidir. Salzburg arnavut kaldırımlı yolları, birden karşınıza çıkıveren sürpriz güzellikleri, tarihi ve modern dokuyu uyum içinde harmanlamış olması, Mozart'ın evi ve müziğin beşiği oluşu, aynı isimle anılan leziz çikolatalara ev sahipliği yapması nedeniyle yaz kış turist akınına uğrar. Gitmişken mutlaka Mirabell Kalesi'ne tırmanın ve şehre yukarıdan bir bakın. Ayrıca eski şehrin merkezindeki restorantlardan birinde mutlaka Viyana usulu Schnitzelleri ve yoğun çikolatalı Sacher keklerini tatmadan dönmeyin.
Ceren Musaagaoglu - Kasım 2011.